|
|
S. Bahattin YAŞAR |
İdeal komşu aramak değil, önce ideal komşu olmak -2 |
|
Komşu aranıyor!
Her mahallenin kendine mahsus bir özelliği bulunduğu gibi, her apartmanın da yine kendine mahsus bilinen bir özelliği var. Bu kanaat orada oturanlardan kaynaklanmaktadır. On yıllardır aynı apartmanda oturan aileler az çok birbirlerini tanırlar. Onun için apartmanın ortak kültürüne ayak uyduramayan aileler, bir şekilde dışlanırlar ve oradan uzaklaşırlar. Bu uzaklaşma, iyi insanların olumsuz bir ortamı terk etmesi şeklinde olabildiği gibi, güzel insanlara ayak uyduramayan uyumsuz insanların da terki şeklinde olabilmektedir.
Komşuluk ilişkilerinin büyük şehirlerdeki oluşturduğu tablo, küçük yerleşim komşuluğundan çok daha farklıdır. Büyük şehir komşuluğu çok yönlü bir yabancılaşmayı beraberinde getirdiği halde, küçük yerleşimlerin komşuluğu ‘dayanışmaya’ dönüktür.
Nerede olursa olsun, komşusundan bihaber bir hayat hali, güven unsuru açısından ciddî bir sorundur. Oysaki komşu komşunun şerrinden emin olmak durumundadır. Nitekim, ‘Şerrinden komşunun emin olmadığı kimse gerçek mü’min olamaz’ hakikati bu güven unsuruna dikkatleri çekmektedir.
Onun için bir yerden bir yere taşınırken veya ev alırken, sadece bir ev bulmanın ötesinde, gidilecek mahallenin nasıl bir mahalle olduğu, yakın komşu olunacak apartmanda kimlerin oturduğu dikkate alınması gereken bir konudur.
Dinimiz, komşuluk hakkı üzerinde hassasiyetle durmaktadır. Onun için iyi komşu bulmak kadar, iyi komşu olmayı öncelemek gerekmektedir.
Her karşılaşmada size Allah’ın bir emrini, peygamberin bir sünnetini ve güzel ahlakın emsalsiz örneklerini, halen ve kalen yansıtan bir komşu örneği nerede; hal ve hareketleriyle rahatsız edici bir unsur halinde olan, karşılaşılmak istenmeyen, komşu hak ve hukukunu yansıtmayan bir örnek nerede?
Onun için önce ev değil, komşu aranmalıdır. İyi ve güzel insanlar birbirlerine komşu olmalıdır. Zaten kırk eve kadar bütün yerleşimler komşu kabul edilmektedir.
Komşuluk aynı zamanda bir akrabalık gibidir
Komşulukta çok yönlü bir ilişkiler ağı bulunmaktadır. Yani babalar, anneler ve çocuklardan oluşan bir iletişim örgüsü, ilişkileri daha önemli hale getirmektedir.
Özellikle hayatını kendi memleketinin dışında geçirenler için komşuluk, daha bir önem arz etmektedir. Çünkü baba, anne, abla, ağabey gibi yakın akrabaların olmadığı bir şehirde, bu akrabaların yerini bir nevî komşu almaktadır. Herhangi bir ihtiyaç durumunda ilk kapısı çalınacak olan kişi, komşudur. Onun için ilişkilerin çok sağlam bir temelde ele alınma zorunluluğu vardır.
Dinimizin ortaya koyduğu İslâmî esaslar, insanî ilişkileri de tanzim ettiğinden gayr-i müslim bile olsa, komşuluk ilişkilerinde gereken titizlik gösterilirse, insanî ilişkiler beraberinde İslâmî etkileşimleri de getirebilecektir. Nitekim Asr-ı Saadet uygulamalarında komşuluk ilişkilerindeki incelikler beraberinde ihtida öykülerini de getirmiştir. Çünkü komşunun örnek yaşantısı; kötülüğüne bile iyilikle mukabele, her davranışında komşuyu da düşünme, komşuyu incitmeme gibi hassasiyetler, komşuda çok büyük onarımlara vesile olabilecektir.
Burada dikkat edilmesi gereken, ilişkilerin seviyesini iyi ayarlamaktır. Çünkü ölçüsü kaçmış bir komşuluk ilişkisinin her iki tarafa da faydası olmayacağı açıktır.
Bir apartmanda, bir komşunun bile diğerlerine uygun bir hayat hali içerisinde olmaması, pek çok sorunları beraberinde getirebilmektedir. Tabii bu apartmandaki bütün sakinlerin aynı görüş ve düşüncede olacakları anlamına gelmez. Burada önemli olan, ortak hayat alanlarında, ortak hak ve hukuk kurallarının dikkate alınmasıdır.
Bilgilerin hayata yansıdığı ilk yer, apartmandır
Kişi ne kadar bilgili olursa olsun, bu bilgilerin yaşanan sosyal hayatta pratiğe dönüştüğü ilk yer komşuluk ilişkileridir. Onun için insanların taşıdıkları değerler, insanlara yüklenen anlamlar, apartmandaki komşularına yansıttıkları davranışlarının büyüklüğü oranındadır. ‘Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.’ hadisi, komşuya karşı duyarlılığın ölçüsünü göstermektedir.
Komşusunun memnun kalmadığı bir insandan başkalarının memnun kalması düşünülemez. Çünkü aynı insan işyerinde de, sair ilişkilerinde de komşuluk ilişkileri içerisindedir. Bu açıdan komşuluk ilişkileri, gerçekten de bir ölçü birimi gibi, kişi hakkında bilgi verebilmektedir.
Komşunun komşuya duâlar etmesi
Seviyeli komşuluk ilişkileri sonucu, apartmanlarında haftada bir ev sohbetleri yapan, çaylar içen, problemlerini konuşan, çareler bulan bir işleyiş, örnek bir işleyiştir. Kendisinin yaşadığı doğruyu, güzeli komşusuyla da paylaşan insan, cemiyetin güzelliğe kavuşması için elinden geleni yapıyor demektir. Çünkü komşuna ulaştıramadığın bir güzellik daha öteye gidemeyecektir.
Komşusuna duâlar eden bir komşuluk modeli, komşusun komşudan razı olduğu bir komşuluk modelidir ki, bu da Hakkın rızasına uygun bir hayat halidir.
İdeal komşu beklemek değil, ideal komşu olmaktır
13 yıldır apartman komşuluğu ettiğimiz hanımefendinin, eşime sarf ettiği cümle dikkat çekicidir: “13 yıldır tanışıyoruz. Neden bize bu güne kadar bu Risâle-i Nur sohbetlerinden bahsetmediniz.”
Bu tür ‘keşke’li cümlelerin sarf edilmemesi için, ‘sesimizin işitildiği komşulara’ ya da ‘her taraftan kırk evin komşu olduğu’ komşularımıza, iman ve Kur’ân hakikatlerini ulaştırmayı, bir vazife bilmek durumundayız. Böylece ancak onlar bizden razı olacaklardır.
Hastalanma, vefatlar, borç isteme, darda kalma, başına bir felâket gelmesi gibi durumlarda komşu hakkını gözetmek gerekmektedir. Hatta dinimizde ‘evinin damını onunkinden yüksek tutmak, onun rüzgârını kesecekse bu bile yasaklanmıştır. Bir de, ‘Komşun senin ne pişirdiğini bilmesin ya da pişirdiğinden ona da ver’ kuralı, çok önemli bir sosyal kaynaşma metodudur.
Esas olan ideal komşu beklemek değil, önce ideal bir komşu olmaktır.
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Demokrat farkı |
|
Okulda namaz tartışması medyada şimdilik bitmiş gibi görünüyor. Bakalım, bakanlık ve savcılık soruşturmalarından ne çıkacak?
Bu tartışmanın ortaya çıkardığı, ama pek fazla üzerinde durulmayan son derece önemli bir nokta daha var: İki ayrı partinin demokratik dirayet ve samimiyet farkını ortaya koyması.
Bu partilerden biri, otuz yıl öncesinde işbaşında olan Milliyetçi Cephe hükümetinin büyük ortağı olarak Millî Eğitim Bakanlığını elinde bulunduran Adalet Partisi. Diğeri, dört buçuk yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi.
1977’de, başında AP’li Nahit Menteşe’nin bulunduğu Millî Eğitim Bakanlığının Din Öğretimi Genel Müdürlüğü okullara bir genelge göndererek, ders saatleri içinde namaz kılmak isteyen öğrencilere kolaylık gösterilmesi talimatı veriyor.
2007’de ise İstanbul’daki bir lisenin alt katındaki bir odada namaz kılan kız öğrencilerin gizli kamerayla çekilmiş görüntüleri medyada sanki çok büyük bir suç işliyorlarmış edasıyla yayınlanınca, AKP iktidarının Millî Eğitim Bakanlığı telâşa kapılıp panikliyor, adeta ithamları peşinen kabul eden bir tavırla soruşturma açtırıyor.
İl Millî Eğitim Müdürü ise hem “Din ve vicdan özgürlüğü var. Temiz olan her yerde namaz kılınabilir” diyor; hem de “Okulda mescit açılmaz. Bakanlığın böyle birşeye müsaadesi olamaz. Ben de müsaade etmem. Okul ayrı, ibadet ayrı. İsteyen, ibadetini gider, dışarıda yapar” (Radikal, 31.5.07) gibisinden lâflar ediyor.
Aynı bürokratın benzer beyanları bir başka gazetede de “Okul ibadet yeri değildir ve namaz kılmak yasaktır. Okulda hiçbir şart altında mescit açılamaz” şeklindeki ifadelerle yansıtılıyor. (Vatan, 31.5.07)
Buna karşılık, otuz sene önceki namaz genelgesinin bir numaralı siyasî sorumlusu konumundaki Nahit Menteşe, bugün de söz konusu genelgenin arkasında durduğunu vurguluyor.
Kendisine atfen aksi yönde mesajlar yansıtan Milliyet gazetesinin, sözlerini çarpıttığını belirten Menteşe, Yeni Asya ve Vakit’te yayınlanan beyanatlarında şu önemli hususların altını çiziyor:
“Namaz kılmak herşeyden önce din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir konudur. İhtiyaç duyulduğu takdirde öğrencilere her zaman kolaylıklar sağlanmalıdır. Bunun yasalara aykırı bir tarafı da yoktur.
“Din ve ibadet konusunda kimse kimseye baskı yapamaz. 1977 yılında yayınlanan genelgenin içeriğini aynen benimsiyorum. Bu genelge çıkınca medyada bize karşı da yayınlar yapılmıştı. Ama biz bunu Allah rızası için yapmış ve siyasî istismarına da müsaade etmemiştik.”
Bilindiği gibi, seçim sürecindeki tartışmalarda en çok konuşulan konulardan biri, “AKP de demokrat değil mi?” suali etrafında şekilleniyor. Ve bu örnek bu sualin cevabına da ışık tutuyor.
Demokrat misyonun DP’den sonraki takipçisi olan AP, iktidarında öğrencilerin ibadet ihtiyaçlarının karşılanması hususunda kolaylık gösterilmesi için genelge çıkararak sorunu çözüyor.
Buna karşılık, demokratlık iddiasındaki AKP, üstelik Mecliste büyük çoğunluğa sahip bir tek parti iktidarı olmasına rağmen, bir lisede namaz kılınmasını suçmuş gibi gösteren hücumlar karşısında derhal teslim bayrağını çekip siniyor.
Demek ki, demokratlık lâfla olmuyor.
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Elbise ve takva libası |
|
Yüce Allah, bir âyetinde “Âdemoğlu”na şöyle hitap etmektedir: “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örteceğiniz ve süsleneceğiniz elbiseleri rahmetimizle inzal ettik. Biliniz ki, Takva elbisesi sizin için daha hayırlıdır. Bütün bunlar size Allah’ın rahmetinin ve hikmetinin delilleridir. Umulur ki düşünerek öğüt alırsınız.”
“Ey Âdemoğulları! Şeytan avret yerlerini açarak elbiselerini soyarak anne-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de yoldan çıkarmasın. Çünkü şeytan ve kabilesini sizler göremezsiniz ama onlar sizi görürler. Şunu bilin ki biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları yapmışızdır.”1
Yüce Allah’ın elbise nimeti:
Yüce Allah’ın nimetleri saymakla bitmez. Ancak bizim gözümüze hitap eden ve bedenlerimizi ilgilendiren nimetlerin başında yiyecek ve giyecekler gelmektedir. Yüce Allah da bize bu nimetleri hatırlattıktan sonra bizim manevî ve daha önemli ihtiyaçlarımızı buna kıyasla anlatmaktadır.
Nimetin devamı nimete şükür ve yerli yerinde kullanmakladır. Yoksa zayi olur ve elimizden çıkar. İnsanların çirkin yerlerini ve mahrem yerlerini örten güzel ve temiz elbiselerdir. Bunları rahmeti ile inzâl ettiği yağmurdan ve onun toprakla birleşmesinden çıktığı için yüce Allah bu rahmet cihetini nazara vermek için “Biz rahmetimizle inzâl ettik” buyurmaktadır.
Nimetler yerden çıkmakla beraber yüce Allah “Yerden çıkardık” ifadesi yerine o nimetin kendisinden ziyade o nimetteki rahmetiyet cihetini ve insanlara olan faydasını nazara vermek için “Biz rahmetimizle sizlere nimet olarak inzal ettik” buyurmaktadır.
Bu noktadan, elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan insanın mertebesi aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mâfevkindedir. Onun için, nimetin hazine-i rahmetten beşerin ihtiyacına imdat için gelmesinin hak tabiri “inzâl”dir.2 Burada yüce Allah elbisedeki nimet cihetini dikkate vermektedir. Atalarımız da bundan dolayı “Veren el, alan elden üstündür” diyerek bu gerçeği ifade etmişlerdir.
“Evet, gözsüz bir akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlup olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zafının semeresi olan teshir-i Rabbânî ve ikram-ı Rahmanîdir.”3
Bundan dolayı elbise giyildiği zaman Allah’a hamd ve şükretmek sünnettir. Peygamberimiz (asm), elbise giydiği zaman Allah’a hamd eder ve şöyle duâ ederdi: “Allah’ım! Sana hamd-ü senâlar olsun. Bu elbiseyi bana sen giydirdin. Bunu hayır için giymemi sağla ve bu elbisenin hayrını bana ver. Şer için giymekten ve bu elbisenin şerrinden de sana sığınıyorum, beni koru.”4
Elbisenin hayrı Allah’ın emri olan tesettürü sağlamasıdır. Tesettür farzdır ve bunu sağlayan da elbisedir. Şerri ise riya ve gösteriş için giyinmek ve bununla övünmektir. Bu da haramdır. Dolayısıyla her şeyde olduğu gibi elbisede de insanı hayra ve şerre sevk eden iki cihet vardır. Bunu dikkatlerimize sunan yüce Allah “Takva elbisesi sizin için daha hayırlıdır” buyurarak takva amacı ile giyinmemizi istemektedir.
Takva elbisesi:
Elbise insanın bedenini örter, ama takva insanı günahlardan korur. Bundan dolayı takvayı elbiseye benzeten yüce Allah takvanın insanı daha iyi koruyacağını ve daha hayırlı olduğunu ifade etmektedir. Elbiseye verdiğiniz değeri takvaya vermelisiniz diye ikaz etmektedir.
Takva, günahlardan sakınmaktır. Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmektir.”5 Bu zamanda günahlar sel gibi üzerimize hücum ettiği için “Şerri def etmek menfaati celb etmekten evlâ olduğu” gerçeğinden hareketle öncelikli olarak günahlardan kaçınmak esastır. Bediüzzaman aynı konuda “Takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesb etmiştir” buyurur.
“Takva elbisesi” her şeyden ziyade bizi korur. Allah’ın rahmeti bu zamanda takva ile günahlardan kaçınmakla elde edilebilir. Bizi koruyacak olan üzerimizdeki elbiseden ziyade ruhumuza ve nefsimize giydireceğimiz takva elbisesidir. Yüce Allah bu hususa bizim dikkatlerimizi çekmektedir.
Bir diğer husus da takva olan günahlardan kaçınmanın da bir nev'î Amel-i Salih olan ibadet olma hususudur. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Kastamonu Lâhikası namındaki eserinde talebelerine yazdığı (99 no’lu) mektubunda bu hususları nazara vererek ikazlarda bulunur. “Takva içinde bir nev'î amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vaciptir; bir vacibi işlemek çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkiyle yüzer vacip işlenmiş olur. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır” der.6
Şeytan tesettürü çıkarmakla insanları yoldan çıkarır:
Yüce Allah devam eden âyette de “Ey Âdemoğulları! Şeytan avret yerlerini açarak elbiselerini soyarak anne-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de yoldan çıkarmasın. Çünkü şeytan ve kabilesini sizler göremezsiniz ama onlar sizi görürler. Şunu bilin ki biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları yapmışızdır” buyurmaktadır.
Âdem’in (as) cennetten çıkarılmasının sebebi yasak edilen ağacın meyvesini yedikten sonra elbiselerini çıkarmalarıdır. Kalbe vesvese veren şeytanın bu vesvesesini dinleyen nefis buna uyarak elbiselerini çıkarmakla takva ve hayâ libasını da çıkarmış olmaktadır. Bu durumda da yüce Allah’ın öfkesini çekmektedir.
Kişinin Allah’tan korkarak avretini örtmesi takvadır. Bunu açık-saçıklıkla soymak planı ve fikri öncelikle şeytanın, sonrasında ise şeytanın dostları olanların işidir.
İnsanın süsü ve ziyneti elbiseleridir. Bundan dolayı yüce Allah “Süsleneceğiniz, ziynetiniz olan elbiseleri size nimet olarak verdik” buyurur.
İnsanın elbisesi onun bir nev'î diğer varlıklara üstünlüğünü gösteren ve onların halifesi olduğunun alâmeti olan her varlığın temsilcisi olduğunu ima eden formalar olmasıdır. Nasıl ki insan yeryüzündeki çiçeklerin numunelerini kendi küçük bahçesinde toplamak ister, bir dükkâncı da malların numunelerini vitrininde teşhir eder. İnsan da tasarruf ettiği, hükmettiği münasebettar olduğu mahlûkatın nev'îlerinin numunelerini kendi elbise ve evinin ihtiyaçları halinde toplar ve gösterir.7 İnsana yüce Allah’ın elbise giydirmesinin hikmeti budur. Bundan dolayı elbise giymeyen bir nev'î hayvanata benzemiş olur.
Takva elbisesi giyen, yani Allah korkusunu kalbine yerleştiren kimselere şeytan zarar veremez. Yani kalbine vesvese vererek günah ve çirkin işlere sevk edemez. Öyle ise imanlarımızı güçlendirerek kalbimize Allah korkusu koyarak, takva elbisesi ile şeytanlardan ve şeytanlaşmış insanlardan korunabiliriz.
Güzel elbiseler nerede ve niçin giyilmelidir?
“Ey Âdemoğlu! Mescitlere vardığınız zaman ziynetlerinizi takının, güzel ve süslü elbiselerinizi giyiniz. Yiyiniz, içiniz ancak israf etmeyiniz. Allah müsrifleri sevmez.”8
Güzel giyinmek, kılık-kıyafete önem vermek Allah ve Resûlünün sevdiği, arzu ettiği ve emrettiği bir husustur. “Size örtüneceğiniz ve süsleneceğiniz elbiseleri rahmetimizden inzal ettik”9 “Mescitlere vardığınız zaman güzel elbiselerinizi giyiniz”10 emri ile de insanların arasına temiz ve süslü elbiselerle girilmesini tavsiye etmiştir.
Peygamberimiz (asm), Cuma günü mescide gitmek için ve yabancı elçileri karşılamak için özel elbise taşımış ve giymiştir.11 Bununla beraber yemede ve giymede ölçüyü de koyan yüce Allah, bu ölçüyü “israf etmeme ve israf sınırına vardırmama”12 olarak belirlemiştir. Peygamberimiz (asm) Allah’ın bu emir ve yasağını “Yiyiniz, içiniz, giyininiz, tasadduk ediniz fakat israf ve kibre dalmayınız”13 meâlindeki hadisi ile açıklamıştır.
İmam-ı Malik Hazretleri çok güzel ve temiz giyinirdi. Neden böyle yaptığını soranlara da “Allah’ın kulları için çıkarttığı ziynetleri kim haram kılmıştır?”14 âyetini okuyarak cevap verirdi.
Yüce Allah mü’mini aziz kılmış15 ve izzetini korumasını istemiştir. Mü’minin izzetini koruması ise bedenini güzel elbiselerle örterek iffetini ve hayâsını gösterdiği gibi, takva ile günahlardan kaçması şeklindedir. Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin de eserini göstererek “Tahdis-i Nimet” nev'înden hem şükretmesi, hem de bunun ile Allah’ın nimetlerini takdir etmesi mü’minin en önemli özelliklerinden birisidir. Bundan dolayı Peygamberimiz (asm) saçı-başı dağınık bir sahabeye “Madem Allah sana mal vermiş, o halde Allah’ın nimetini üzerinde göstermelisin. Allah, nimetini, kulun üzerinde görmesinden memnun ve razı olur”16 buyurmuşlardır.
Dipnotlar:
1- Â’raf, 7:26–27
2- Bediüzzaman, Lem’alar, (2005-İstanbul) s. 615
3- Bediüzzaman, Sözler, (2004-İstanbul) s. 524–525
4- Ebu Davud, Libas, 1; Timizi, Libas, 28; Müsned-i Ahmed, 3:30,50
5- Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası, (2006-İstanbul) s. 205
6- Kastamonu Lâhikası, 206
7- Mektubat, 654
8- Meryem, 19:83
9- A’raf, 7:226
10- A’raf, 7:31
11- Müslim, Sahih, Kitab-ı Libas, 2, 10
12- A’raf, 7:31
13- Buhari, Sahih, Kitab-ı Libas, 1; Zemahşeri, Keşşaf, 2:79
14- A’raf, 7:32
15- Münafıkun, 63:8
16- Nesai, Sünen, Kitab-ı Ziynet, 1
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Şiddeti pazarlamak |
|
ABD’de yayın yapan ve 8 yıldır yayınlanan popüler mafya dizisi The Sopranos’un final bölümü Amerikan izleyici tarafından tepkiyle karşılanmış...
Sebebine gelince:
Ana karakter Tony Soprano’nun “öldürülmeme”si... Yanlış okumadınız “öldürülmeme”si sevenlerini hayal kırıklığına uğratmış.
İzliyeciler bu “belirsiz son”a isyan etmiş güya. Dizinin fanatikleri, son bölümde Soprano’nun acı bir sonla havaya uçurulmasını beklediklerini söylerken, New York Post gazetesi, “Mafya hayranlarını usandırdı” diye yazmış.
Gazetenin yazarı eklemiş:
“Bunca aldatmacaya rağmen dizi bir patlamayla son bulmadı.”
Bilindiği gibi bu dizi ülkemizde CBNC-e ekranlarında. Fırsat bulduğumda izliyorum... “Kurtlar Vadisi”nden çok daha şiddet yüklü sahneler olduğunu görmek mümkün.
Herhalde Amerikalılar kötülerin sonu muhakkak ölüm olsun istiyor... Acaba iki yıl üstüste seçilen “Başkan Bush” hakkında ne düşünüyorlar?
Aslında Amerikalılar “şiddet”e bayılır. Bir internet sitesi “sinema tarihinin en vahşi 10 filmini” seçmiş. Hepsi Amerikan patentli.
Listenin ilk sırasında ise Teksas’ın kırsal bölgesinde bir yamyam klanının eline düşen 5 gencin korku dolu macerasını anlatan “Teksas Katliâmı” adlı film yer alıyor.
İşte korku sineması sevenleri bile dehşete düşüren 10 film: Teksas Katliâmı (1974), Otel (2006), Yüksek Tansiyon (2003), Soldaki Ev (1972), Mezarına Tüküreceğim (1978), Otomatik Portakal (1971), Testere (2003), Yamyamlar Cehennemi (1980), İki bin Manyak (1964), Tepenin Gözleri (2006).
Daha listeye giremeyen birçok filmi saymak mümkün.
Amerikalılar aslında dünyaya “şiddet pazarlıyor.”
Önce “bilinçaltı” hazırlanıyor, daha sonra bizzat kendileri uyguluyor. Nasıl mı? Ülkeleri işgal ederek... İnsanlara öldürerek... Sonra da bunun filmlerini çekip pazarlayarak.
Amerikan dizi ve filmlerine bir de bu gözle bakın.
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Mimar Sinan’lar yetiştirmek gerek |
|
Tarihte iz bırakan eserlere imza atan Mimar Sinan’ın meslekî ‘büyüklüğü’nü dost-düşman herkes kabul ediyor. Öyle ki, Avrupalı bazı mimarlar, Sinan’ın san'at anlayışından çok istifade ettiklerini dahi itiraf ediyorlar.
“Türkiye gündemi terör hadiseleri ve seçim tartışmalarıyla kavrulurken, merhum Mimar Sinan konusu da nereden çıktı?” diyenler olabilir. Böyle düşünenler varsa haklıdırlar. Ancak terör de devam etse, seçim tartışmaları da yaşansa; neticede hayat devam ediyor. Hem seçim, geçim ve terör konusunda neredeyse söylenecek söz kalmadı. Bu bakımdan, ‘kalıcı gündem’lere dönmekte de fayda var.
Eksik olmakla beraber, merhum Mimar Sinan hakkında ‘ders kitapları’nda olumlu şeyler okuduk. Osmanlı tarihinde yaşanan hadiselere umumiyetle ‘ters’ bakan ‘resmî tarih anlayışı’nın büyük mimar Sinan’a ‘olumlu’ bakması, onu övmesi her zaman dikkatimizi çekmiştir. Yanlış anlaşılmasın; “Sinan niçin övülmüş?” demiyoruz. Tam aksine, “Niçin diğer tarihî şahsiyetler karalanmıştır?” sorusunu hatırlatıyoruz.
“Osmanlı Mimarisi” adlı bir kitap yazan (Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları) Prof. Doğan Kuban da Mimar Sinan’la ilgili olarak şu tesbitlerde bulunmuş: “Osmanlı’nın klasikleşmesi ve dünya çapında yer kazanmasıysa Sinan ile başlamıştır. Sinan gerçekten büyük bir san'atçı. Selimiye hiçbir İslâm yapısına benzemez, hiçbir Avrupa yapısına da benzemez. Gerçekten özgün, tek kubbeli bir konsept üzerine bir başyapıttır. Dünyanın endüstri döneminden önce yarattığı yapı teknikleri çok sınırlı. Taş var, tonoz var, tuğla var vs. geometri üzerine kurulan varyasyonlar var. O çeşitlemeler içinde Roma’dan kalan tek cidarlı küresel kubbeli mekân tipinde en güzel üsluplaşma süreci belki Sinan’da başlamıyor ama bence orada bitiyor. Onu aşan başka bir şey yok. Michelangelo’nun San Pietro’sunu da bir yıl inceledim, Selimiye’yi incelediğim gibi. İkisi de tek kubbeli ama ikisi arasında ne boyutsal, ne oransal, ne de konsept olarak ilişki var.” (Radikal, 14 Haziran 2007)
Mimar Sinan, Osmanlı’nın mimarisinde bir numara olmuş, ancak Osmanlı sadece mimaride başarılı olmuş değil ki! Belli bir dönemde sadece bir konuda en önde olup, diğer konularda geride olunması pek rastlanan bir durum değil. Yani, Sinan’ın yetişmesini, onun ‘en önde’ olmasını temin eden bir sistem, bir toplum sözkonusu. Gizlenen ve yok sayılan da zaten bu değil midir?
Meselâ, Sinan’ın kendi döneminde, mesleğinin gereği olarak yaptığını, Sultan II. Abdülhamid yöneticilik noktasında yapmamış mıdır? Kişilerin hatalarının olması tabiî bir durumdur. Ancak o hataları, başarıları da örtmemelidir. Sinan’a haklı olarak gösterilen ilgi, Osmanlı’nın sosyal dokusunu oluşturan diğer ‘mimar’larından niçin esirgensin?
Tabiî ki tarihî şahsiyetlerle övünmek yetmez. Aslolan, o şahsiyetlerin bugünkü karşılıklarını yetiştirebilmektir. Bunun için de yapılması gereken ilklerden biri, tarihle barışmak ve eğitime önem vermektir.
Yeni Sinan’lar yetiştirebilmek için, önce eğitim, sonra yine eğitim!
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennetin ortasına girmek |
|
“Cemaatten ayrılmayın. Fırkalaşmaktan şiddetle kaçının. Kim Cennetin tam ortasını isterse cemaatten ayrılmasın!”1
Kim Cennetin tam ortasını istemez ki?
Cemaat İslâm cemaatidir. İslâmın içinde kalan bütün hak cemaatler de İslâm cemaatine dahildir.
Her hususta İslâma uymayı esas alan, her hâlükârda o ruhu canlı tutmaya çalışan kişinin gideceği yer Cennettir.
‘Allah ne buyurmuş, Peygamber ne buyurmuş?’ düşünce ve anlayışıyla hayatını anlamlandıran, şekillendiren ve renklendiren insan Allah’ın rızası yolundadır. Allah da razı olduğu kullarını Cennetine koyar.
Demek Cennete girmek için cemaat hâlinde hareket etmek, tekvücut olmak, fırkalaşmamak, gruplaşmamak, kutuplaşmamak gerekiyor. Hangi renk, ırk ve coğrafî bölgeden olursa olsun inananlar kardeştir. Bir vücudun organları içerisinde ayrılık gayrılık olmadığı gibi yekvücut olmayı dininin gereği olarak gören mü’minler de bir vücudun organları gibi birbirlerine destek vermek, bir binanın taşları gibi kenetleşmekle yükümlüdür.
Bu kenetleşme, dayanışma ve yardımlaşmayı engelleyen her tutum ve davranışı da yasaklamıştır Peygamberimiz (asm). Meselâ, “İnsanlar arasına bozgunculuk ve kötülük sokmaktan sakınınız. Çünkü böyle davranmak dini yok eder”2 buyururken, aradaki sevgiyi azaltan, bağları koparan kıskançlığı da yasaklamıştır. “Birbirinizi kıskanmayın… Birbirinize sırt çevirmeyin”3 diye emreder.
Birlik ve beraberliği, kardeşlik ve dayanışmayı, sevgi ve saygıyı zedeleyecek, ayrılık ve gayrılıkları netice verecek, düşmanlıkları doğuracak her türlü davranışı da bunlar içerisine katmak gerekir. İşte bu hadis-i şeriflerden biri daha:
“Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz! Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık yapmaz, onu yardımsız bırakmaz, ona hakaret etmez. (Üç defa kalbine işaret ederek) işte takva buradadır. Din kardeşine hakaret etmek, kötülük olarak Müslümana yeter. Müslümanın başka bir Müslümanın kanını dökmesi, malına el uzatması ve namusunu çiğnemesi haramdır.”4
Demek dinin emirlerine uyulduğunda tekvücut olunuyor, kenetleşme ve dayanışmaya engel hiçbir nokta kalmıyor.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Fiten: 7; Müsned, 5:270, 271.
2- Ebû Davud, Edeb: 50.
3- Buharî, Edeb: 57; Müslim, Birr: 32; Tirmizî, Birr: 24.
4- Buharî, Edep: 57; Müslim, Birr: 32.
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hürriyet, yönetici kriteri ve ana parti akımları |
|
Şu imtihan dünyası hürriyet/demokrasi üzerine kurulmuştur. Hürriyet, imanın özelliğidir. İslâma göre, mü’min veya inkâr eden, inancında tamamen ve şahane serbesttir. Öyle ise, bu özelliğin siyasete yansıması; “hürriyet/demokrasi ve demokratları destekleme” şeklinde olmalıdır.
Bediüzzaman, 1954 yılında, “ateist, diktatör; milliyetçi/ırkçı; din adına hareket eden ve demokrat”1 olarak tasnif ettiği siyasî akımlardan, partilerden demokratları desteklemek, millet, vatan ve Kur’ân hesabına iktidara taşımak ve iktidarda tutmak gerektiğini söylemiştir. Bunda bir şüphe yoktur.
Zira, ifadeleri gayet nettir; yoruma açık değildir.
Vazifemiz ise, siyaseti dine âlet ve dost yapmak,2 demokratlara mânen ve maddeten yardımcı olmak,3 ve onlara bir dayanak noktası olmaktır.4 Bu hususta da herhangi bir tereddüt yoktur.
Diğer taraftan; siyasetçi, politikacı ve baştakilerden çok fazla bir şey beklememek, yegâne ümitleri onlara bağlamamak, hizmetleri onlara endekslememek gerektiği de şüphesizdir. Yani, iktidardakilerin hanımlarının illâ başörtülü olmaları gibi bir zorunluluk yoktur. Ki, o husustaki ölçüyü de Bediüzzaman şöyle belirlemiş: “Baştakilerin başlarında akıl, kalblerinde imân olsun yeter. O vakit işler kendi kendine düzelir.”5
Öte yandan; hürriyetçilere, demokratlara sahip çıkmak, yardımcı, destekçi olmak konusunda da bir şek yoktur. Çünkü, dine ve insanlığa hizmet, ancak hürriyet zemininde mümkün.6 Demokrasi (meşrûtiyet) için çalışmak; aynı zamanda imânın hürriyet özelliğine hizmet etmek demektir. Çünkü, insanların ortak paydası demokrasi, hürriyet olabilir.
Bununla birlikte, Kur’ân ve Sünnet’in çağımızdaki hizmet stratejisini çizen Risâle-i Nur Külliyatı’ndaki siyasî ve içtimâî ölçüleri, özellikle siyaset bilimci ve Külliyatın uzmanlarından teşekkül eden bir heyet tarafından taranarak ortaya konulmasında faydalar vardır.
Dolayısıyla, bugünkü siyasî tablodaki belirsizlik; bazı çevrelerin demokratların kimin olup-olmadığı konusundaki tereddütlerdir. Türkiye siyasî tarihini inceleyenler şu konuda müttefik:
II. Meşrûtiyet, siyasî akımların teşekkül ettiği, pekiştiği kazandır. Bütün partilerin kökleri oraya dayanır. Ve Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “Dört parti/akım, siyasî grup ortaya çıkmış: Biri Halk Partisi (sekülarizmi, baskıyı, statükoyu temsil eder), biri Demokrat (Osmanlı Ahrar Fırkası, Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın devamı, yâni hürriyetçi, demokrat akım, DP-AP-DYP/DP çizgisi takip ede geldi), biri Millet (Türkçüler, milliyetçilik akımı), diğeri din adına ortaya çıkıp ‘Şeriatı getireceğiz’ düşüncesinde olan MNP-MSP-RP-FP-SP çizgisi. Bu ana akımların dışında gerek darbeler, gerekse belli şartların ürünü olarak ortaya çıkan partiler (her birisi bu ana siyasî akım veya cereyanlardan birisinin türevidir), çok yaşamamıştır. İDP (İslam Demokrat Partisi), CGP, MDP, DTP, ANAP vs. Bunların tümü sönüp gitmiş. Ancak, ana akımlar, değişik isim altında da olsa, hayatiyetlerini devam ettirmişlerdir.
Burada çok oy alma, iktidar olma da kriter olmaz. Sonradan ortaya çıkmış bir partinin kökleşeceğini ve yerleşeceğini göstermez. ANAP da iki devre iktidar olmuştu. Ama, gerçek demokrat olmadığından ve ana akımlardan birisine dayanmadığından (dört eğilimli bir teşekküldü) işte o da, diğerleri gibi silindi gitti!
Demokratları tesbit etmek için şöyle bir kriter işinize yarayabilir: Siz kendinize bakınız; şartlar ne kadar değişse de, esas fikrinizi değiştirebilir misiniz? Sonradan demokrat olduğunu söyleyen yakınlarınız, komşularınızı da tahlil edin ve bir mini anket yapın: Oy verdikleri parti iktidardan düşerse veya parti dağılırsa nereye gideceklerdir? Eskiden geldikleri akıma mı, demokrat misyona mı iltihak ederler? Eğer demokrat misyonda karar kılarlar diyorsanız mesele yok; gerçekten dönüş yapıp demokratlaştılar!
Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, s. 386.; 2- Beyanat ve Tenvirler, s. 198.; 3- A.g.e, s. 200.; 4- A.g.e, s. 202.; 5- Şuâlar, s. 380.
16.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Birikmiş suâllere, uzun kısa cevaplar |
|
Son haftalarda bize yöneltilen sorular, büyük bir yekûn teşkil etmeye başladı.
Gündemle bağlantılı soruların kahir ekseriyeti, tahmin edeceğiniz gibi siyasî gelişmeler hakkındadır.
Sözü uzatmadan, hemen suâl–cevap faslına geçelim.
* * *
Suâl: Demokratlık bir partinin tekelinde midir? Başka siyasiler de zamanla değişip demokrat olamazlar mı?
Cevap: Demokratlık ile tekelcilik hiçbir şekilde uyuşmaz, bağdaşmaz. Dolayısıyla, kişi(ler) önceden çok farklı bir durumda/konumda olsalar bile, zamanla pekâlâ demokrat olabilirler. Şahıs(lar) bazında bu kapı daima açıktır, kimse kapatamaz.
Ne var ki, hissiyatında, fikriyatında "demokrat olmak" ile siyâseten "Demokrat misyonu temsil" makamında yahut iddiasında olmak aynı şeyler değil.
Bu misyonu bir parti temsil eder ve fakat, diğer bazı partilerin de aynı misyonun mirasından istifade ettikleri vâkidir.
* * *
Suâl: Mevcut iktidarın—vitrin rengi ne olursa olsun—çekirdek kadrosunun, evveliyatları itibariyle siyaseten Demokrat olmadıkları biliniyor. Bu husus hatırlatıldığında, bazıları derhal savunmaya geçerek şu iddiada bulunuyor: "Canım, ne var bunda? Menderes ve arkadaşları da Halk Partili değil miydi? Buna rağmen, Üstad Bediüzzaman onları desteklemedi mi?"
Cevap: Burada cerbeze yüklü bir savunma refleksinden söz etmek mümkün. Zira "Menderes ve arkadaşları da Halk Partili değil miydi?" refleksiyle hareket edenler, meselâ şöyle mukabil bir suâlin de cevapsız kalacağını gayet iyi biliyorlar: "İyi de, Menderes ve arkadaşları sizce hangi partiden gelmeliydi? Acaba, o devirde CHP'den başka bir parti mi vardı?"
Evet, bu tarz susturucu cevaplarla mukabele etmek mümkün. Fakat hayır, önemli olan izahlı bir cevap vermektir. O da şudur: Menderes ve Demokrat Partili arkadaşlarının kim oldukları ve nereden geldikleri hakkında, bize göre en doğru tesbiti, en hakperest teşhisi ve en vukufiyetli tarifi yapan zât, Üstad Bediüzzaman Hazretleridir. Ki, o da "Demokratlara, eski zamanın Ahrarları nazarıyla bakarak" şunları söylüyor: "Ahrar denilen Demokratlar...; Ankara’da dindar Ahrarların (DP'nin) kongresi...; Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum...; Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi..." (Bakınız: Sırasıyla Emirdağ Lâhikası, s. 271, 426, 267; Beyanat ve Tenvirler, s. 202.)
Burada açıkça görüldüğü gibi, Üstad Bediüzzaman Demokratlara Halk Partili demiyor, onları Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarlar şeklinde tarif ve tavsif ediyor ve o cereyanın 35 sene sonra (1910–1945) yeniden dirildiğini nazara veriyor.
* * *
Suâl: Ağar'ın 27 Nisan'da yapılan Cumhurbaşkanlığı ilk tur oylamasına katılmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Ağar ve partisinin bu siyasî tavrını, "riskli, fakat doğru bir siyaset" tarzında değerlendiriyoruz.
Oy itibariyle, ilk etapta büyük bir risk getirdi. Fakat, zamanla bunun doğru bir siyasî duruş olduğu daha iyi anlaşılacağı kanaatini taşıyoruz.
Böyle, herkese tepeden bakan, kibir ve gurur taşıyan, muhalefeti hiçe sayan, hiç kimsenin görüş ve düşüncesine değer vermeyen, adayını son dakikaya kadar sır gibi saklayan, mutabakata, uzlaşmaya zerrece yanaşmayan, en ciddi işi en ciddiyetsiz bir zamana bırakan ve başkasını da sırf "dolgu malzemesi" gibi gören bir siyasî tavır karşısında, herhalde en doğru davranış da böyle olsa gerek.
Böyle bir davranışın, demokrasiyle değil, siyasî bir duruşla ilgisi olduğunu özellikle vurgulamak lâzım.
Yaşanan riskin ise, zamanla avantaja dönüşeceği kanaatini taşıyoruz.
Zira, istismar fışkıran şu "Eşi başörtülü dindar bir cumhurbaşkanını seçtirmediler" propagandası bile, daha şimdiden geri tepmeye başladı.
Demek ki, gömlek değişse bile, içindeki aynıdır ve "dini siyasete âlet etme zihniyeti" aynen devam ediyor.
* * *
Suâl: Genel seçimden evvel ANAVATAN'ın DP'ye iltihak edip tam bir birleşmenin sağlanamamasını nasıl yorumlamaktasınız?
Cevap: Bu gelişmeyi de hayra yormaktayız. Siyasî mevta haline gelmiş bir parti, alelacele birleşmeye gitmesi halinde, aday listelerinde çok büyük sıkıntılara sebebiyet vereceği kuvvetle muhtemeldi. Şiddetli sıkıntılar, tâ seçim gününe kadar da devam edip gidebilirdi. Muhtemelen, şimdiki durumdan çok daha bunaltıcı bir manzaraya şahit olacaktık.
* * *
Suâl: AKP'nin âkıbetini nasıl görmektesiniz?
Cevap: Tıpkı, ANAP'ın âkıbeti gibi görmekteyiz. Zira, bu iki parti de, siyasetin fıtrî seyri içinde ortaya çıkmadı. Bunlar, şartların zorlamasıyla ortaya çıkan ve liderleri aynı siyasî kökenden gelen "geçici büyük partiler"dir.
Bununla beraber, Erdoğan'la kaim olan AKP'nin, daha ziyade Özal'ın şahsıyla kaim olan ANAP'ın ömrü kadar bir ömre sahip olacağına pek ihtimal veremiyoruz. Zira, verilen o büyük krediyi çok çabuk tüketmiş görünüyor.
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Güneş batıdan doğunca |
|
Turan Bey:
* “Beşinci Şuânın Yirminci Meselesinde bahsedilen güneşin mağripten doğması ne demektir? Kıyametin kopmasına yakın güneş batıdan doğunca kaç gün süreyle kalacak? Bir gün mü kalacak? Belli bir süreye kadar devam mı edecek?”
Güneş, doğudan doğar; batıdan batar. Esasen “doğu ve batı” tâbirleri insanoğlunun diline, güneşin bu düzenli hareketlerinden aksetmiştir. Bu bir düzenli kânundur ve bu kanun, dünya var olduğu günden beri hiç bozulmamıştır. Yani İlâhî emir hep böyle gelmiştir. İlâhî emir güneşin başka yönlerden de doğmasını âmir bulunsaydı, güneş hiç tereddütsüz o yönlerden de doğardı. Çünkü güneş, Allah’ın emirlerine harfiyen itaatkârdır. Yıldızlar ve ağaçlarla berâber her an Allah’a boyun eğer, inkıyâd eder, secde eder.1
Güneşin bu seyrinin, Allah’ın emrine eksiksiz itaatini ve harfiyen boyun eğişini yansıttığını Allah Resûlü (asm) şöyle beyan buyurur:
Ebû Zerr-i Gıfârî (ra) anlatır: Güneşin battığı sırada bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bana: “Ey Ebû Zer! Güneş nereye gidiyor, biliyor musun?” buyurdu. Ben: “Allah ve Resûlü (asm) daha iyi bilir” dedim. Resûlullah Efendimiz (asm): “Güneş gider; tâ Arşın altında secde eder. (Tekrar doğmak için) İzin ister ve ona izin verilir. (Nihâyet bir gün güneş, Âdemoğullarının fenâlıklarından ötürü sıkılır. Ve bu halde) Secde etmeye yaklaşır. Fakat secdesi kabul olunmaz. (Tekrar doğmak üzere) İzin ister; fakat izin verilmez. Ve ona: ‘Geldiğin yere dön!’ denilir. O da battığı taraftan doğar.”2 Allah Resûlünün (asm) bu ihbarı, Kur’ân’ın; ‘Güneş yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu Aziz ve Alîm olan Allah’ın kânûnudur’3 âyetindeki kavlîdir.”
Güneşin her doğuşunu Allah’ın emrine harfiyen inkıyadı ve boyun eğişi, her öğle vaktindeki yükselişini kıyamı, her zevalden sonraki eğilişini rükûu ve ufukta her yere kapanışını ise secdesi saymak mümkündür.
Güneşin batıdan doğuşu bir başka Kıyâmet hadisinde şöyle haber verilir: Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Resûlullah (asm) şöyle buyurdu (Uzun bir hadistir): “.....Tâ ki güneş batıdan doğar. İnsanlar bunu görünce topluca iman ederler. Fakat bu zaman, daha önce iman etmemiş olan ve imanıyla hayır kazanmamış bulunan hiçbir kimseye imanının fayda vermeyeceği bir zamandır.”4
Bedîüzzaman Hazretleri, güneşin batıdan doğuşunun artık kıyametin kopuş saatinin başlangıcı demek olduğunu beyan eder. Bu bir yıkılış ve çözülüş başlangıcı olduğuna göre, artık güneşin ne kadar kalacağı önemli değildir. Kâinat bitmiştir artık! Zira bu öyle dehşetli bir saattir ki; insanoğlunun cürümleri, isyanları, ahlâksızlıkları ve çılgınlıkları ayyûka çıktığından; kâinâttan Hazret-i Muhammed’in (asm) risâlet nûru çıkmış, Kur’ân gitmiştir. Kur’ân’ın kuvve-i cazibesi kopmuş, yer kürenin ipi çözülmüştür. Kâinat bu sıkleti ve mes’ûliyeti taşıyamadığından divane olmuş, vefat etmiştir; yer küre başıboş serseri gibi olmuş, kafasını ve aklını kaybetmiş, şuursuz kalan başını bir gezegene çarpmıştır.5 Bu şiddetli çarpışma esasen–emr-i İlâhî ile—kıyametin kopuş sürecinin de başlaması demektir. Çarpışmanın dehşetli etkisiyle yer küre mihverinden çıkar, hareketinden geri döner, batıdan doğuya olan seyahatini, doğudan batıya doğru değiştirir. Güneş, battığı ufukta bundan dolayı tekrar gözükmeye başlar.6
Üstad Saîd Nursî’ye göre, artık semavî ve ulvî küreler “Kün!” emrine, yani “Mihverinden çık!” hitâbına mazhar olmuşlardır. Derken yıldızlar çarpışır, dev küreler oradan oraya savrulur, fezâ dev dalgalarla çalkalanır, milyonlarla güllelerin ve kürelerin müthiş sesleri ve sadâları kulakları patlatır. Dev kıvılcımlar, ateş topları, alevler dalga dalga yükselir. Dağlar uçuşur, denizler yanar ve yeryüzü düzlenir.7
Güneşin batıdan doğuşu kıyametin kopuş sürecinin başlangıcı olduğundan; artık zamansız olarak tevbe kapısı kapanmış, pişmanlık imkânı ortadan kalkmış, Âdemoğlu için dünya hayatı sona ermiştir.
Kâinatın çözülüşü, dağılışı ve yıkılışı sona erince, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle yeni bir hayatın ve ebedî bir âlemin inşâ edileceği Kur’ân’ın beyanı ve taahhüdü altındadır.8
Dipnotlar: 1- Rahmân Sûresi, 55/4 2- Buhârî, 9/1321 3- Yâsîn Sûresi, 36/38 4- Buhârî, 12/2123; Diğer rivâyetler için bakınız: Müslim, Eşrâti’s-Sâ’a, 13 5- Lem’alar, s. 329 6- Şuâlar, s. 510 7- Sözler, s. 490 8- Bakınız: Yâsîn Sûresi, 36/79; Rûm Sûresi, 30/27
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Sağduyu ve saygı |
|
Türkiye son günlerde yaşanan terör olayları sebebiyle şehit evlâtlarına ağlıyor. İçimiz yanıyor. Anaların, babaların, evlatların şehitlerinin ardından yürekleri yanıyor.
Bu acı içinde, Türkiye garip bir girdabın da içine çekiliyor. Şehit cenazeleri miting havasına dönüştürüldü. Cenazelerde birileri protesto edilirken, birileri yuhalanıyor. Duâlar yerini alkışlara, tekbir yerini sloganlara bırakıyor. Bu ortamda farklı şeylerden bahsetmek ihanetle birebir tutuluyor.
En son söylememiz gereken cümleyi, burada söylemekte yarar var. Hiç kimse şehitlerin kanı üzerinden oy avcılığı ve siyaset yapmasın. Şehitlere saygı gösterilsin, siyasete alet edilmesin, kimse bundan bir rant elde etmeye de çalışmasın…
Yürekleri yanan aileleri üzmeye hiç kimsenin hakkı yok. Atılan sloganlarda yaşanan saygısızlık, en başta bu acılı ailelere ve şehit düşenlere yapılıyor. İçleri yanan insanlara içlerini daha da acıtacak sözlerden kaçınılması gerekir.
Siyasetçiler, bütün bunlar olurken, hâlâ bu konuda sert açıklamalarla birbirlerini suçluyorlar, itham ediyorlar. Bunun sonucunda da olaylar çıkıyor. AKP’nin Balgat’taki eski genel merkezine gelen ve adının Murat Kuzucu olduğu belirlenen şahıs, önce Başbakan’ı görmek istiyor, izin verilmeyince “Şehit haberlerinden etkilendim” diye bağırarak, binaya iki el ateş ediyor. Onun için siyasetçilerin, bu tür ortamı gerici açıklamalardan vazgeçmeleri gerekir.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Bir takım mahfiller, AKP’nin seçimlerden nasıl bir neticeyle çıkacağını gördüler, ‘ne yapsak da engellesek’ anlayışı içine girdiler ve bir psikolojik harekât başlattılar” sözleri, bu ortamda söylenmesi ne kadar doğru değilse, şehit cenazelerinde hükümete yönelik “hain”, “katil” türü sloganların atılması da o kadar yanlıştır. Çünkü bu eylem ve söylemler kamuoyunda gerilime sebep olabiliyor. Ondan sonra insanlar en ufak bir olayda linç girişimlerinde bulunabiliyorlar.
Burada bir şehit annesi olan Firdevs Akça’nın şu sözleri her şeyi anlatıyor: “Burası siyaset yeri değil, cami avlusu. Bizim yüreğimiz yanıyor, siz siyaset yapıyorsunuz. Ben buraya şehidim için geldim, kimse başka amaç için gelmesin. Yaptığınız şehide saygısızlık, terbiyesizlik. Allah rızası için susun...” (Zaman, 12.6.2007)
Tehlikeli gidişe dur demek için herkesin elinden geleni yapması lâzım. Bu hassas ortamda herkes sağduyu ile hareket etmeli, yapılan konuşmalara, eylemlere, yazılara dikkat edilmeli. Kavgaları, tartışmaları, siyasî hesapları bir kenara bırakıp, artık şehit cenazelerinin gelmesinin yolları bir an önce bulunmalıdır.
Bu ortamda herkes, acıların daha da artmasına sebep olabilecek sözlerden kaçınması gerekir.
* * *
Hükümet ile askerin terör konusunda görüş ayrılığında olduğunu göstermenin kimseye bir yararı yoktur. Hem hükümet, hem de askerî kanat bu görüntüyü vermekten kaçınmalıdır. Zira, bu görüntü terörle mücadele de zafiyet görüntüsü verebilir. Buna olsa olsa terör örgütleri ile teröre destek verenler sevinir. Kaldı ki, başbakanlıktaki “terör zirvesi”nden birkaç saat önce terör örgütü ateşkes ilân ettiğini, kendilerini korumak dışında eylemlerini sürdürmeyeceğini açıkladı. Gerçi ciddiye alınmayan taktik gereği olduğu aşikâr olan bu ilanın gerekçesi zafiyet görüntüsü… Öte yandan, Washington Times gazetesi, “Türkiye’nin caydırıcılık kabiliyeti sorgulanıyor, gerçekten oldukça zayıflamış bir devlet görüntüsü veriyor” yorumunu yapması da bundan değil mi?
Erdoğan’ın başkanlığında, Genelkurmay Başkanı, bazı kuvvet komutanlar ile bazı bakanların katıldığı “terör zirvesi”nden sınırötesi harekâtla ilgili herhangi bir şey çıkmadı. “Hükümetle TSK uyum içinde” mesajı verildi. Umarız ki, basın açıklamasına yansıyanın dışında bir plan olmasın ve sınırötesi harekât olmasın. Çünkü Türkiye böyle bir durumda bataklığa çekilmiş olur. Karanlık bir kutu haline gelen, kimin eli kimin cebinde olmayan bir bölgeden her gün gelecek onlarca şehit cenazesini kimse izah edemez.
Terörle mücadelede sadece silâh değil, toplumsal uzlaşma, kardeşlik, birlik ve beraberlik duyguların pekiştirilmesiyle de etkili olacaktır. Bunu yapmanın yolu da şehit cenazelerinde, cami avlularında slogan atmaktan, liderlerin birbirlerini suçlamasından geçmez.
Siyaset meydanlarda yapılır.
16.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|