Tehlikeli çağrı tehlikeli bir çığıra işaret ediyor. PKK’nın saldırılarının tırmanmasıyla birlikte yine bir geceyarısı (eskiden darbeler Cuma’ları yapılırdı) yine internet aracılığıyla Genelkurmay’dan bir çağrı geldi. Guya sessiz kitleler harekete çağrılıyordu. Ve bunun üzerine Şırnak gibi illerde karşı kitle gösterilerin başladığı duyuldu. Start verildi ve gösteriler başladı. Dolayısıyla bu çığırın iki ucu görünüyor. Birincisi, Refahyol döneminden beri karşı kutup olarak görülen ‘siyasal İslâm’ temelinden gelen parti ve tabanına yönelik bir kitle seferberliği. Hâlâ Cüneyt Ülsever gibiler AKP’yi Refah tabanlı bir siyasi hareket olarak gösteriyorlar. İkincisi de, PKK ve tabanına karşı. Böylece rejimi koruma ve kollama misyonuna bir dereceye kadar halk veya kitleler de ortak edilmiş olunuyor. İşin mantığı bu. Duyarlılık ve refleks geliştirme harekatı.
Aslında bu çığır, bugünün eseri değil. Son yıllarda Türkiye’nin geneline devasa bayraklar asılıyor. Bunun öncülüğünü belirli veya muayyen çevreler yapıyor. Aynı çerçevede bayrakların üzerine Mustafa Kemal’in silüeti veya portresi işleniyor veya kazınıyor. Bu, bizatihi bayrak kanununa aykırı bir fiil ve işlemdir. Dolayısıyla siyasi rekabet böylece ideolojik bir rekabete; rejim kavgasına ve kutuplaşmaya dönüşüyor. Tehlikeli çığır dediğimiz hadise budur. Tehlikeli çığırı tetikleyen hususların başında de 8 Haziran 2007 tarihli ‘tehlikeli çağrı’ gelmektedir. Dolayısıyla ülke tehlikeli bir mecraya doğru çekiliyor. Ya tahrik edilen karşı kamplar da aynı kararlılıkla gösteri yapacak olurlarsa geriye ya iç savaş veya askeri müdahaleden başka seçenek kalır mı? Acaba kavgayı derinleştirerek kendi cephelerini güçlendirmek isteyenlerin maksadı bu mudur? Ülkenin kamplaşması ve onun ötesinde iç savaş veya iç bölünme midir? Öyle bir amaçlarının olduğunu zannetmemekle birlikte bu tehlikeli sürecin ve çığırın istenmeyen noktalara varması da mümkün! Öyleyse bu yöntem yöntem değil. Bilhassa basın bu noktada duyarlı olmalıdır. İkaz görevini icra etmelidir.
***
Esasında 1990’lı yıllarda Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ve ardından laik kesimlere yakın bazı aydınların da suikasta kurban gitmesiyle birlikte böyle bir sürece start verilmişti. Ama daha sonra bu tür fail-i meçhul cinayetlerin gerisinin ideolojik olarak çok da berrak olmadığı anlaşılmıştı. Bahriye Üçok’larla başlayan denemelerden sonra kutuplaşma tutmayınca arkası kesilmişti. Ama yeni cumhurbaşkanı seçimi arefesinde Tandoğan’da başlayan rejim gösterileri aslında Uğur Mumcu’nun ölümünden sonra başlatılan ama kesintiye uğrayan gösterilerin bir devamıdır. Kesilen uç birbirine tutturulmuştur. Muhtemelen de aynı çevrelerce organize edilmektedir.
Bu çığırın birinci ayağı İslâmî kesimlere karşı ise diğer ayağı da kabaca ‘Kürtçü’ olarak anılan kesimlere karşıdır. Bununla birlikte bu kavgada Müslüman-İslâmcı veya Kürt-Kürtçü ayrımı yapmak kolay değildir. Kaza yapma ihtimali büyüktür. Bu da bizi fitne ve kargaşa ortamına sürükler. Esasında Tandoğan’dan sonra Tayyip Erdoğan geri adım atarak yerinde bir yaklaşımı benimsemişti. Ama bu tutum parti bazında sürdürülemedi. Yani Meclis Başkanı Blent Arınç ile Abdullah Gül geri adım atmadı ve Gül hâlâ bunca itiş kakışdan sonra adaylıkta ısrar ediyor. Kişisel kariyer bu kadar ülkenin selametinden de önemli mi? Elbette Tayyip Bey’in ‘ellerine çelik çomak verdim’ şeklindeki sözleri çiğ ve demokrasi adabına yakışmadı. Bununla birlikte, o geri adım attı ama bu defa Gül ve Arınç gerçeklerle inatlaştı ve ülke o noktada kilitlendi. Elbette suçu tamamen bir kesime atfetmek doğru değil ama AKP’nin de payı var.
***
Nuray Mert’in AKP’nin çevreden merkeze veya Çankaya’ya yürüyüşünü ‘fetihçilik’ olarak nitelendirmesine karşı çıktım ve hâlâ da karşıyım ve kendi adıma böyle bir fetihçiliği reddederim. Hâlâ bunun doğru bir tespit olmadığı kanaatindeyim. Ama ilk günden beri bir kadrolaşma var. Bu kadrolaşma belediye kadroların devlet kurumlarına dağılması şeklinde gelişti. İmam bildiğini okurmuş. Tayyip Bey de belediyecilikteki tek tecrübesini devlete yansıttı. Kadrolaşma da bunun eseridir. Ve ittifaklarla AKP’nin tabanını veya kadrolarını genişletmek yerine vitrin süslemesini tercih ettiler. Bu hem kendi zeminlerini zayıflattı hem de kadroculuk üzerinden bir gerilim oldu.
Ben bu kadroculuk anlayışını ilkel ve kabileci bir kadroculuk anlayışı oylarak görüyorum. Bunun dinle diyanetle, laiklikle ve anti laiklikle yakından uzaktan alakası yok. Aksi taktirde, sakallılar yerlerini muhafaza ederdi. Bu başka bir şey. İddianın ötesinde kadrolaşma varsa bu; din merkezli değil Tayyip Bey merkezli bir kadrolaşma hareketidir. Ama yansıması fetihçilik veya laik anti laik suretinde algılanmaktadır. Bu bir yanılsamadır. Türkiye’nin bu yanlış ikilemi ve kilitlenmeyi aşması lazım. Mevzilenme yanlıştır. Laik ve anti laik cephesi yoktur sadece öyle bir görüntü verilmek istenmektedir.
Ama bu tehlikeli bir kutuplaşmayı ve tehlikeli bir çığırı da barındırmaktadır. Bu aşamada kendilerini helvacı olarak takdim edenlerin iyi bir kılavuz kaptan olduklarını ve bu krizi aşma istidadına haiz olduklarını söylemek zor. Kem alatla kemalat olmaz. Ve kaptansız Türkiye tehlikeli bir dönüm noktasının başında.
11.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|