|
|
Şaban DÖĞEN |
Cemaatle namaz |
|
“Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, içimden şöyle geldi: Odun toplanmasını emredeyim de toplansın. Sonra namazı emredeyim de onun için ezan okunsun. Sonra bir adama emredeyim de cemaate imam olsun. Sonra da namaza gelmeyen adamların yanlarına varayım ve evlerini üzerlerine cayır cayır yakayım.”1
Müttefakun aleyh, yani Buharî ve Müslim’de yer alan sahih, kuvvetli bir hadis-i şerif bu. Hem de yeminle söylüyor bu sözlerini Peygamberimiz (a.s.m.).
Bu hadis-i şerifi nasıl anlamalıyız? Âlimler nasıl anlamış?
Efendimizin (a.s.m.) hem yeminle, hem de evlerini yakma gibi bir tehditle dile getirdiği bu olay cemaati terk etmenin yanlışlığını, dehşetini nazara vermek içindir.
Sahabe cemaate katılmakta tembel ve üşengeç değildi. Aksine alabildiğine hassastı. Ashabını her şeyiyle himaye ve nezareti altına alan Allah Resûlü (a.s.m.) onların adımlarını takip eder, birisini göremediğinde bir derdi, sıkıntısı, problemi mi var diye araştırır, ilgilenir, bu katılımı mutlaka sağlardı.
Acaba Efendimiz “evlerini yaksam” diye bir temennide bulunduğuna göre bir karıncanın dahi incinmesini istemeyen o şefkatli Peygamber gerçekten cemaate gelmeyen kimsenin evini yakar mı, yakmış mıydı? O zaman evi yanan insan cemaatte bulunmadığı için kendisi de eviyle birlikte yanmaz mıydı?
Tabiî ki o şefkatli Nebi böyle birşeyi yapmazdı, yapmamış da. Ama bu sözleriyle ümmetine bir mesaj vermek istiyordu. Yani “Mazeretsiz olarak cemaate katılmadığınızda yaptığınız bu hareket bu kadar yanlış, suç” demek istiyor, ümmetini cemaate katılmamaktan sakındırıyor, “Bu yanlışı sakın yapmayın!” demek istiyordu.
Bu hadis-i şerife dayanarak bazı müçtehitler cemaatle namaz kılmanın farz-ı kifaye, hatta farz-ı ayn olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hanife ve İmameyne (İmam Muhammed ve Ebû Yusuf) göre ise vacip hükmünde bir sünnet-i müekkededir. Aşırı yağmur, çamur, sel; can, mal, namus korkusu, cemaate gidemeyecek derecede hastalık gibi mazeretler dışında cemaatle namaz kılma emredilmiştir.
Resûlullah (a.s.m.) niçin bu kadar cemaate önem vermektedir? Onun hayatta bulunduğu bir dönemde cemaate katılmamak; namazı, evde, şurda burda kılmak mümkün değildi. Sahabe Kur’ân’ın, Resûlullahın etrafında kenetlenmiş, tek vücut olmuş, birbirlerinin gözüyle görür, kulaklarıyla işitir, akıllarıyla düşünür hâle gelmişlerdi.
Sonraki dönemlerde de mü’minler nerede bulunurlarsa bulunsunlar cemaatle kıldıkları namazda cemaat ruhunu muhafaza edebildikleri ölçüde her şeyleri güzel, mükemmel ve örnek olmuşlardı.
Konuya inşaallah yarın da devam edelim.
Dipnotlar:
1. Buharî; Müslim, Mesacid: 251; Tirmizî, Salât: 48.
11.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Siyasî tahammülsüzlük |
|
Bilhassa seçim dönemlerinde, kendisi gibi düşünmeyenlere verip veriştiren ve tahammülsüzlüğü kendine meslek edinen fanatik siyasetçilerle başımız derde girer. Din gibi önemli bir inanç sisteminde bile bize ters düşenlere belli ölçüde müsamaha gösteririz.
Bir kısım insanların inançlarını beğenmesek bile, onlara hakaret etmez ve illâ da dinimize girmeleri için bir baskı uygulama yönüne girmeyiz. Çünkü inancımız dinde zorlamayı yasaklamaktadır. İnsanî duygularımız da insanlara inandıklarımızı zorla kabul ettirmemizi değil, onlarla medenî münasebetler içinde olmamızı istemektedir.
Sözü, bugünlerde siyasî yaklaşımlarını beğenmedikleri Müslüman kardeşlerini terbiye ve ahlâk dışı mesajlarla rahatsız eden bir kısım muhakemesiz insanlara getirmek istiyorum. “Hâlâ mı uyanmadınız?”, “Yazıklar olsun size” ifadeleri söylenenlerin içinde en nezih olanlarıdır.
Şimdi bu “Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” insanlara ne diyeceğiz? Zaten eğer anlayışlı kişiler olsalardı, herkesin kendileri gibi düşünmek zorunda olmadığını kabul eder ve değişik görüş sahibi insanların yaklaşımlarına saygı gösterirlerdi. Kaldı ki, insanların ülke yönetimine talip olanları seçmede hür olmaları bir haktır. Ayrıca kişilerin, ülke yönetimini düşünerek istedikleri kadroyu seçmek için oy kullanmaları durumu, ne kendilerini kâmil bir insan haline getirir ne de onları günahkârlar zümresine dahil eder.
Seçilmeye aday olan insanlar, makama ülkeye hizmet için talip olmaları gerekir. Aksi takdirde menfaat ölçü olur ve kişi ya rahat bir hayata kavuşmak için veya da makam-mevki sahibi olmak için siyasete soyunur. Bu durumda “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” prensibi işlerlik kazanır ve bu durumdan herkes zarar görür.
Demokratik usullere göre, herkesin memleketin hayrına gördüğü oluşumu tercih için oyunu kullanması, onun vatandaşlık hakkıdır. İnancımıza göre seçilenler bir reisten ziyade millete hizmetkâr olmalıdırlar. Bunu yapmıyorlarsa kendileri sorumlu olurlar. Bu düşüncelerle en ehvenini seçmek için oyumuzu kullanmamız bizim için bir görevdir. Hiç kimse aklını başkasının cebine koymak durumunda olmamalıdır.
Kendisi gibi düşünmeyenlere hakaret eden insanlar kul hakkını gasp etmektedirler. Herkesin istediği partiye oy vermesi normal karşılanmakla beraber, nedense bizim bazıları gibi düşünmememiz onları oldukça fazla rahatsız etmektedir.
Ben, tahammülsüz davranan insanların kendi tercihlerinde rahat olmadıklarını düşünüyorum. Çünkü kendilerini rahat hissetmeleri için bizim gibi köklü düsturlara sahip olan cemaat mensuplarının da onların desteklediklerinden yana olmalarını istemektedirler. Gururlarına yedirmedikleri için bizim takip ettiğimiz çizgiye de gelmek istememektedirler. Ellerinde tek sermaye kalmaktadır; o da, saldırmak, hakaret etmek, itham etmektir.
Oysa hayatımızda çok fazla bir öneme sahip olmayan siyaset, bilhassa inanan insanlar nezdinde, kendisi dışındakileri değerlendirmek için bir kıstas olmamalıdır. İnanç noktasında o kadar çok ortak noktalarımız vardır ki, yarın öbür gün önemini kaybedecek gelişmeler için inancımızdan olan insanları küstürmenin, kalplerini kırmanın hiçbir haklı gerekçesi olmamalı.
İnsanlardan bizi soğutacak siyasî tarafgirliğin, insanî özelliklerimizle uyumlu olduğunu söylemenin mümkün olmayacağını düşünüyorum. Davranışlarımız ölçülü olmalı. Bizler kimseyi hırslarımız için, tarafgir yaklaşımlarımız için kırma hakkına sahip değiliz.
Bizler düşüncelerimizi insanî yaklaşımlar çerçevesinde karşımızdakine anlatmalıyız. Zaten insanlara bir şeyi kabul ettirme gücüne sahip değiliz. Zira Rabbimiz, Peygamberimize (asm) bile sadece tebliğ etme görevini vermiştir. O zaman bize ne oluyor ki siyasî hırslarımız için insanların kalplerini kırıyoruz?
Hülâsa, her alanda olduğu gibi siyaset alanında da terbiye ve nezaket düsturlarını hayatımıza geçirmek ve başkalarının farklılıklarına müsamaha ile bakmak olgunluğunu göstermemiz gerekir. Bilhassa İslâm’ın insan düşüncesine önem veren insanî prensibini ihlâl etmememiz gerekir. Davranışlarımız, dinimizin yüce değerlerine perde olursa büyük vebal altına girmiş olacağız. Bunun için kesin çözüm, Peygamberimizin (asm) ahlâkın her alanda kendimize rehber edinmek, o yüce değerleri hayatımıza geçirmektir.
11.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tevhid-i kıble etmek |
|
Aysun Hanım: “Risâle-i Nur’da geçen ‘Tevhîd-i Kıble etmek’ ne demektir?”
Peygamber Efendimiz’in (asm) bıraktığı iki temel miras vardır: Bunlar, Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye. Kur’ân-ı Hakîm lafız itibarîyle; Sünnet-i Seniyye ise mânâ itibarîyle vahiydir.
İslâm âlimlerinin, vahyi daha iyi anlamak ve daha derinden kavramak için yaptıkları araştırmalar, tetkikatlar, incelemeler, tedvin ve tasnif faaliyetleri, içtihatlar ve topyekûn ilmî ve tasavvufî çalışmaları ise muhtelif boyutlarıyla vahyin açılımı hüviyetindedir. Bu gün bin dört yüz sene geriden baktığımızda, asırları itibarîyle vahyin açılımı sadedinde yapılan çalışmalarda, vahyin ana çizgisinden de, tali yollarından da sapılmamış olduğunu görmek fevkalâde memnuniyet vericidir! İslâm âlimlerini minnet ve şükranla anmalıyız. Son Peygamber’in (asm) ümmetinin, yorum serbestîsine rağmen vahye bağlılık açısından diğer peygamberlerin ümmetlerine nazaran, on dört asırdan beri bu şeref ve onuru taşıdığını burada belirtmekte fayda var.
Kur’ân’ı ve sünneti rehber alan âlimler her asırda herkes için manevî ışık olmuşlar; her birisi birer hak yol ve hidayet mesleğinde yoğunlaşarak, insanlığı hak ve hidayet açısından aydınlatmışlardır. “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah ihsan sahipleriyle beraberdir.”1 Âyet-i kerîmesi ile, “Âlimler Peygamberlerin vârisleridirler.”2 hadis-i şerifine âlimlerin mazhar oldukları düşünülürse, hakta sebatlarının sırları ve yollarının neden câzip olduğu kolayca anlaşılmış olur. Sonradan gelenlerin, öncekilerin ilim mirasını almaları ve yeni ufuklara ve inkişaflara bu mirasla açılmaları ise ilimde devamlılığın gerektirdiği bir gelenek ve gereklilik olsa gerektir.
Bedîüzzaman Hazretlerinin daha on üç on dört yaşlarında iken Erzurum Bayezıt Medresesinde Şeyh Mehmed Celâlî Hazretlerinin nezdinde, medrese usulüyle yirmi yılda ancak tahsil edilebilecek dev ciltli İslâm ilim, irfan ve kültür hazinelerinden seksen cilt kitabı üç ay zarfında hafızasına almış olması3 Kur’ân ilimlerine hakikî vâris olduğunu göstermesi açısından yeterli bir belgedir. Sonraki yıllarda Gavs-ı Azam Abdulkadir-i Geylânî ve İmam-ı Rabbânî (ra)...vs. bütün ehl-i ilmin ilim ve tefekkür birikimlerini bihakkın aldıktan sonra, tahkîk ve hakîkat ehli âlimlerin her birisinin büyük câzibe merkezi olduklarını müşâhede ediyor ve biriyle iktifâ etmiyor, hepsinin ilmine ve irfânına yönelmek istiyor.
Bedîüzzaman Hazretleri, bu esnâda bir gün İmam-ı Rabbânî’yi mütalâa ederken, İmam-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ında, “Tevhîd-i Kıble et!” hitabıyla karşılaşıyor. Yani İmam-ı Rabbânî Bedîüzzaman’a, “Birini üstad tut, arkasından git! Başkasıyla meşgul olma!” diyor. Saîd Nursî Hazretleri bu ilmî tavsiyeyi önemsiyor, fakat hangisinin arkasından gideceğine karar veremiyor. Kendisini dinleyelim: “Ne kadar düşündüm, bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı, ayrı câzibedâr hâsiyetler var; biriyle iktifâ edemiyordum.”4
Her bir ehl-i ilim ve tahkîkte ayrı câzibeler keşfeden ve biriyle iktifâ etmeyerek, hepsinin de ilmine, irfânına, ezkârına ve tefekkürüne mutlak vâris olduğunu gösteren Bedîüzzaman Saîd Nursî, nihâyet Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, bu muhtelif hak yol ve mesleklerin başının, bu cetvellerin kaynağının ve bu seyyârelerinin güneşinin Kur’ân-ı Hakîm olduğunu, hakîkî tevhîd-i kıblenin de Kur’ân’da olacağını, öyle ise en âlâ mürşidin de, en mukaddes üstadın da Kur’ân-ı Hakîm’den başkasının olmadığını bilmüşâhede görüyor. Artık doğrudan Kur’ân’a yapışıyor, sadece Kur’ân’a yöneliyor, Kur’ân’da tevhîd-i kıble ediyor. Bundan sonra, Kur’ân’dan inkişâf eden hayat kaynağı ve feyiz sağanağı nurlar, ehl-i îmânın muâsır yaralarına çâre olabilecek kâbiliyette gönlüne açılmaya başlıyor.
Risâle-i Nûr’un, Allah’ın izniyle Kur’ân-ı Hakîm’den alınan “feyizler” külliyâtından ibâret olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’dan gelen nurların yalnız aklî mes’eleler olmadığını; pek yüksek ve kıymettâr olan Allah’ın mârifeti hükmünde kalbî, rûhî, hâlî ve îmânî mes’eleler olduğunu kaydeder.5 Kur’ân’a Tevhîd-i Kıble etmenin bir meyvesi olan Risâle-i Nûr’ların akla ilim dersi verdiği gibi, kalbe îmân hâli telkin ettiğini, rûha da îman zevki tattırdığını beyan eder. Hattâ dünyevî işlerinde kerâmet sahibi bir şeyhin mürîdi nasıl ihtiyaçlarına dâir şeyhinden medet ve himmet bekliyorsa; Üstad Saîd Nursî de kendisinin, ihtiyaçlarını Kur’ân-ı Hakîm’in kerâmetli sırlarından ummadığı bir tarzda aldığını ve Risâle-i Nûr’da bunları yazdığını belirtir.
Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’a olan bu direkt bağlılığa gelişini talebelerinden Mustafa Sungur ağabeye şöyle anlatır: “Mahfuzatım olan seksen doksan cilt kitabı ezberden tekrarlardım. Bunlar Kur’ân’ın hakîkatlarına çıkmağa basamaklar oldu. Sonra Kur’ân’ın hakîkatlarına çıktım. Baktım, her bir ayetin kâinatı ihata ettiğini gördüm. Artık başka bir şeye ihtiyâcım kalmadı. Kur’ân bana kâfi geldi.”6
Netice itibariyle; Risâle-i Nur’lar, İslâmın bütün ilim mirasını hıfzettikten sonra, doğrudan Kur’ân’a yönelmiş bir âlimin, bu asrın insanı için Kur’ân’dan devşirdiği bir rahmet ışığı olarak gün yüzüne çıkıyor.
Dipnotlar:
1.Ankebût Sûresi, 29/69 2. Keşf’ül-Hafâ, 2/1745 3.Tarihçe-i Hayat, s. 31; 4.Şuâlar, s. 596 Mektûbât, s. 340 5.Mektûbât, s. 340 6 .Şahiner, N., B.T.B. Saîd Nursî, s. 81
11.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Daha adil, daha şeffaf bir Türkiye için |
|
Maalesef ve maalesef, şehit cenazeleri gelmeye, ocaklar sönmeye ve derin yaralar açılmaya devam ediyor. Türkiye’nin ‘terörle imtihanı’nın başlangıcı yıllar öncesine dayanır. PKK terörü öncesinde başka terör örgütlerinin ateşlediği ‘terör’ vardı.
Terörle mücadele etmede en etkili yol, sebebini ve hedefini iyi tesbit etmek olsa gerek. Terörün ‘sebebi’ konusunda ihtilâf olsa da, ‘hedefi’ konusunda mutabakat vardır. Terör eylemlerinin asıl hedefi, milleti yıldırmak, ümitsizliğe düşürmek ve istikrarı sona erdirmektir. Elbette başka hedefleri de vardır, ama bu noktalara özellikle dikkat etmekte fayda var.
Ülkemiz açısından terörle mücadele, yeni bir şey olmadığına göre, bu konuda da geçmişten hem ders, hem de ibret almamız gerekir. Yıllar süren terörle mücadelede yapılan eksiklikler ve noksanlar var mıdır? Terörün sebebi iyi teşhis edilmiş midir? Uygulamaya konulan ‘çare’ler terörü sona erdirecek doğrulukta mıdır? gibi soruların sakin bir değerlendirmeye tabi tutulması icap eder.
Terör uzmanı değiliz, ama bir şeyin doğru ya da yanlış yapıldığıyla ilgili soru sormak, her halde uzman olmayı gerektirmez. Bir yolcu, ‘şoför’ olmadığı halde direksiyona oturan ‘kaptan’ın yanlış hareketler yaptığının ve ‘kaza’ yapabileceğini tahmin edebilir. Ehliyeti olmayan bir ‘yolcu’nun şoförü ikaz etmesi üzerine; “Senin ehliyetin yok, sen sus, sen bu işlerden anlamazsın?” denilebilir mi?
Elbette terörle mücadele etmek bir uzmanlık ve tecrübe işidir. Bütün bunlara rağmen, Türkiye’de yaşayanların tek bir talebi, isteği var: “Terör önlensin, her gün şehit cenazeleri gelmesin!” Bununla birlikte, terörün ancak hür, demokrat ve şeffaf bir yönetimle engellenebileceği de kabul edilmelidir. Hürriyetleri sınırlayarak ya da ‘hak, hukuk, adalet’ diyenleri ‘suçlu’ ilân ederek terörü önlemek mümkün değildir. Mümkün olsaydı, aradan geçen çeyrek asır sonra hâlâ terörle mücadele eder halde olur muyduk?
Her konuda olduğu gibi, bu konuda da “Amerika’yı yeniden keşfetmeye” ihtiyaç yoktur. Terör, kimden gelirse gelsin ‘terör’dür ve en kısa zamanda önlenmelidir. O halde, dünyanın bu işi nasıl yaptığına bakmak gerekmez mi? İnsafsız ve acımasız terör örgütleriyle mücadele eden ilk ve tek ülke her halde Türkiye değildir. Gerek komşularımızda ve gerekse dünyanın başka ülkelerinde de terör örgütleri vardır ve o ülkeler de bu örgütlerle mücadele ediyor. Hem o ülkelerden hem de geçmişteki uygulamalarımızdan ibret ve ders alalım ve terörü önleyelim.
“Terör iyidir ve devam etmelidir” diyen —azınlığın azınlığı, marjinal bir menfaat grubu hariç— olmadığına göre, teröre karşı halkı meydanlara çağırmak çare olmasa gerek. Faraza, meydanlara 100 milyon insan toplansa ve yürüyüş yapsa, ‘terör örgütü’ katliamlardan vazgeçer mi?
Millet meydanlara çıkmalı; ama daha hür, daha adil, daha şeffaf, daha huzurlu bir Türkiye için...
11.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tehlikeli çığır |
|
Tehlikeli çağrı tehlikeli bir çığıra işaret ediyor. PKK’nın saldırılarının tırmanmasıyla birlikte yine bir geceyarısı (eskiden darbeler Cuma’ları yapılırdı) yine internet aracılığıyla Genelkurmay’dan bir çağrı geldi. Guya sessiz kitleler harekete çağrılıyordu. Ve bunun üzerine Şırnak gibi illerde karşı kitle gösterilerin başladığı duyuldu. Start verildi ve gösteriler başladı. Dolayısıyla bu çığırın iki ucu görünüyor. Birincisi, Refahyol döneminden beri karşı kutup olarak görülen ‘siyasal İslâm’ temelinden gelen parti ve tabanına yönelik bir kitle seferberliği. Hâlâ Cüneyt Ülsever gibiler AKP’yi Refah tabanlı bir siyasi hareket olarak gösteriyorlar. İkincisi de, PKK ve tabanına karşı. Böylece rejimi koruma ve kollama misyonuna bir dereceye kadar halk veya kitleler de ortak edilmiş olunuyor. İşin mantığı bu. Duyarlılık ve refleks geliştirme harekatı.
Aslında bu çığır, bugünün eseri değil. Son yıllarda Türkiye’nin geneline devasa bayraklar asılıyor. Bunun öncülüğünü belirli veya muayyen çevreler yapıyor. Aynı çerçevede bayrakların üzerine Mustafa Kemal’in silüeti veya portresi işleniyor veya kazınıyor. Bu, bizatihi bayrak kanununa aykırı bir fiil ve işlemdir. Dolayısıyla siyasi rekabet böylece ideolojik bir rekabete; rejim kavgasına ve kutuplaşmaya dönüşüyor. Tehlikeli çığır dediğimiz hadise budur. Tehlikeli çığırı tetikleyen hususların başında de 8 Haziran 2007 tarihli ‘tehlikeli çağrı’ gelmektedir. Dolayısıyla ülke tehlikeli bir mecraya doğru çekiliyor. Ya tahrik edilen karşı kamplar da aynı kararlılıkla gösteri yapacak olurlarsa geriye ya iç savaş veya askeri müdahaleden başka seçenek kalır mı? Acaba kavgayı derinleştirerek kendi cephelerini güçlendirmek isteyenlerin maksadı bu mudur? Ülkenin kamplaşması ve onun ötesinde iç savaş veya iç bölünme midir? Öyle bir amaçlarının olduğunu zannetmemekle birlikte bu tehlikeli sürecin ve çığırın istenmeyen noktalara varması da mümkün! Öyleyse bu yöntem yöntem değil. Bilhassa basın bu noktada duyarlı olmalıdır. İkaz görevini icra etmelidir.
***
Esasında 1990’lı yıllarda Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ve ardından laik kesimlere yakın bazı aydınların da suikasta kurban gitmesiyle birlikte böyle bir sürece start verilmişti. Ama daha sonra bu tür fail-i meçhul cinayetlerin gerisinin ideolojik olarak çok da berrak olmadığı anlaşılmıştı. Bahriye Üçok’larla başlayan denemelerden sonra kutuplaşma tutmayınca arkası kesilmişti. Ama yeni cumhurbaşkanı seçimi arefesinde Tandoğan’da başlayan rejim gösterileri aslında Uğur Mumcu’nun ölümünden sonra başlatılan ama kesintiye uğrayan gösterilerin bir devamıdır. Kesilen uç birbirine tutturulmuştur. Muhtemelen de aynı çevrelerce organize edilmektedir.
Bu çığırın birinci ayağı İslâmî kesimlere karşı ise diğer ayağı da kabaca ‘Kürtçü’ olarak anılan kesimlere karşıdır. Bununla birlikte bu kavgada Müslüman-İslâmcı veya Kürt-Kürtçü ayrımı yapmak kolay değildir. Kaza yapma ihtimali büyüktür. Bu da bizi fitne ve kargaşa ortamına sürükler. Esasında Tandoğan’dan sonra Tayyip Erdoğan geri adım atarak yerinde bir yaklaşımı benimsemişti. Ama bu tutum parti bazında sürdürülemedi. Yani Meclis Başkanı Blent Arınç ile Abdullah Gül geri adım atmadı ve Gül hâlâ bunca itiş kakışdan sonra adaylıkta ısrar ediyor. Kişisel kariyer bu kadar ülkenin selametinden de önemli mi? Elbette Tayyip Bey’in ‘ellerine çelik çomak verdim’ şeklindeki sözleri çiğ ve demokrasi adabına yakışmadı. Bununla birlikte, o geri adım attı ama bu defa Gül ve Arınç gerçeklerle inatlaştı ve ülke o noktada kilitlendi. Elbette suçu tamamen bir kesime atfetmek doğru değil ama AKP’nin de payı var.
***
Nuray Mert’in AKP’nin çevreden merkeze veya Çankaya’ya yürüyüşünü ‘fetihçilik’ olarak nitelendirmesine karşı çıktım ve hâlâ da karşıyım ve kendi adıma böyle bir fetihçiliği reddederim. Hâlâ bunun doğru bir tespit olmadığı kanaatindeyim. Ama ilk günden beri bir kadrolaşma var. Bu kadrolaşma belediye kadroların devlet kurumlarına dağılması şeklinde gelişti. İmam bildiğini okurmuş. Tayyip Bey de belediyecilikteki tek tecrübesini devlete yansıttı. Kadrolaşma da bunun eseridir. Ve ittifaklarla AKP’nin tabanını veya kadrolarını genişletmek yerine vitrin süslemesini tercih ettiler. Bu hem kendi zeminlerini zayıflattı hem de kadroculuk üzerinden bir gerilim oldu.
Ben bu kadroculuk anlayışını ilkel ve kabileci bir kadroculuk anlayışı oylarak görüyorum. Bunun dinle diyanetle, laiklikle ve anti laiklikle yakından uzaktan alakası yok. Aksi taktirde, sakallılar yerlerini muhafaza ederdi. Bu başka bir şey. İddianın ötesinde kadrolaşma varsa bu; din merkezli değil Tayyip Bey merkezli bir kadrolaşma hareketidir. Ama yansıması fetihçilik veya laik anti laik suretinde algılanmaktadır. Bu bir yanılsamadır. Türkiye’nin bu yanlış ikilemi ve kilitlenmeyi aşması lazım. Mevzilenme yanlıştır. Laik ve anti laik cephesi yoktur sadece öyle bir görüntü verilmek istenmektedir.
Ama bu tehlikeli bir kutuplaşmayı ve tehlikeli bir çığırı da barındırmaktadır. Bu aşamada kendilerini helvacı olarak takdim edenlerin iyi bir kılavuz kaptan olduklarını ve bu krizi aşma istidadına haiz olduklarını söylemek zor. Kem alatla kemalat olmaz. Ve kaptansız Türkiye tehlikeli bir dönüm noktasının başında.
11.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Bediüzzaman ve Demokratlar |
|
Yeni Asya ekolü olarak adlandırılan ve ölçülerini Risale-i Nurdan alan çizgi, demokrat misyona verdiği destekle, ehl-i din arasında farklı bir yere sahiptir. Dini siyasete âlet etmenin sosyal bünyede açacağı tahribata dikkat çeken Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebini takipte tavizsiz bir titizlik gösteren Yeni Asya ekolünün haklılığını zaman tefsir etmiş ve edecektir.
“Bu vatanda dört parti var” diyerek ana siyasî eğilimleri tahlile tabi tuttuğu lâhika mektubunda, Demokratların neden desteklenmesi gerektiğini anlatan Bediüzzaman, talebelerinin şehadetleri ile hayatta iken bu desteği tatbikatıyla da göstermiştir.
Bediüzzaman, Ahrarların hürriyetçi geleneğini devam ettiren DP’ye açıkça destek vermiş, Emirdağ ilçe teşkilâtını talebelerine kurdurarak, ziyaretine gelen milletvekilleri ile görüşmüştü. DP döneminde devam eden mahkemeleri ve emniyet makamlarının dindarlara karşı kötü muamelelerini bürokrasiye hâkim olan Halk Partisi zihniyetinin varlığına bağlayarak, Demokratları açıkça korumuştu.
Bediüzzaman, ehl-i haktan görünerek Demokratlara darbe vurmaya çalışanların varlığından da söz etmiş, Demokratları ve ehl-i imanı bu tehlikeye karşı uyarmıştır.
İnanmadığı ve taraftar olmadığı halde Demokratların arasına giren ve kendini Demokrat gibi gösteren bazılarının Demokratları dinin aleyhindeymiş veya en azından dine lâkaytmış gibi gösterme oyununa dikkat çeker. Hem Demokratlar, hem de vatan ve millet aleyhine büyük bir tehlike oluşturan bu duruma karşı ehl-i imanı, Kur’ân ve vatan namına Demokratlara yardımcı olmaya çağırır.
Açık bir tezgâh olduğu anlaşılan Ticanî olayından ve Ahmet Emin Yalman suikastinden sonra DP aleyhine başlatılan kampanyaya ve daha dindar görünümlü olan Millet Partisinin varlığına rağmen, Bediüzzaman 1954 ve 1957 seçimlerinde de DP’ye desteğini açıkça sürdürür. Bu desteği, oyunu izhar ederek gösterir, “Benim reyim ehemmiyetlidir” diyerek, özellikle ehl-i imanı hedefleyen bir davranış sergiler.
Üzerinde önemle durulması gereken bir husus da şudur:
Günümüzdeki Demokrat mânâsındaki parti mensuplarının takındığı bir takım siyasî tavırları yanlış yorumlayarak, ‘Hata yaptılar’ değerlendirmesinde bulunanların isabet edip etmedikleri hususunda yapılacak en doğru karar Bediüzzaman’ın hayatına bakmaktır. Bediüzzaman’ın DP’yi tercih ederken parti zihniyeti ve disiplinini esas aldığını, şahsî kusur ve tavırlara önem vermediğini görürüz. Çünkü ekonomi sanayi ve siyaset gibi konular teknik meseleler olduğu için, “San’atta salâhatten ziyade maharet geçerlidir” ölçüsüne göre, devleti idare etmek san’atını icra edenler için tercih kıstası dindarlığı değil, işe olan yatkınlığı ve ustalığı olmalıdır.
Bu ölçüye örnek bir olay Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ’da iken yaşanmıştır: Barla’da iken aleyhinde bulunan ve kendisine yapılan bazı zulümlere sebep olan bir öğretmenin (Tevfik Tığlı) DP’den aday olması üzerine talebelerinin aleyhinde bulunarak seçilmesini engelleme çalışmalarına mani olmuştur. “Mecliste parmak hesabı vardır. Kimse parti zihniyetinden ayrı hareket edemez” diyerek, partiyi desteklemeye devam etmelerini istemiştir. Hatta durumu düzeltmeleri için talebelerini harekete geçirmiştir.
CHP ve millî şef İsmet İnönü’nün başını çektiği ve dindarların, milliyetçi ve muhafazakârların da dolaylı-dolaysız destek verdikleri karalama ve zayıf düşürme kampanyaları esnasında DP ve Demokratlar lehinde açık bir tavır takınarak “Nurcular Demokratlara nokta-i istinaddır” diyerek demokratların yanında olunması gerektiği talimatını vermiştir.
DP’nin iktidar olur olmaz başlattığı dini ihya hareketine karşı bir tertipten ibaret olan Ticanî hareketinden sonra çıkarmak zorunda kaldığı M. Kemal’in şahsını, hatırasını, ilke ve inkılâplarını koruma altına alan 5816 Sayılı Kanun, Anıtkabirin yaptırılması, radikal sağ eğilimli kimseler tarafından düzenlenen başarısız Ahmet Emin Yalman suikastinden sonra yapılan geniş çaplı tevkifleri ve CHP tarafından başlatılan ‘Vatan ve lâiklik elden gidiyor, irticaya taviz veriliyor’ kampanyasına karşı ülkenin değişik yerlerinde Başbakan Adnan Menderes’in yaptığı lâiklikle ilgili konuşmalarını ‘şer güçlere verilmiş rüşvetler’ olarak değerlendiren Bediüzzaman, Demokratları bunlardan dolayı tenkide yönelenleri de “Ben onların kalbini biliyorum, dine ve dindarlara karşı samimidirler” diyerek durdurmuş, ‘dine hürmetkâr’ kabul ettiği Demokratları desteklemeye devam etmiştir.
Bütün bu ölçüler ve demokrat misyon çizgisi orta yerde dururken anlık siyasî dalgalanmalar ve günlük gelişmelere bakarak hissî kararlar verilmemeli, Risale-i Nur’un bir bütün olduğu hatırdan çıkarılmayarak, Bediüzzaman’ın siyasî tesbitleri esas alınmalıdır.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
11.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Gerilime sürüklenmek |
|
Terör, can alıyor. Anaların yüreği yanıyor. Gencecik evlatlarını kaybeden ve evlât acısının tarifsiz kederi ile yüzleşen anne babalar ve diğer aile fertleri, yoğun bir tepki ve nefret dalgasında kendilerini buluyorlar.
Şehadet şerbetinin verdiği teselli, imanın metaneti ve vatan duygusunun idraki, halkımızı teskin eden manevî değerler olsa da, ateş düştüğü yeri yakar misali, ocağı tütmeyen ve sönen fidanların hayalleri kendileriyle birlikte gidiyor.
Son günlerde artan terör, toplumun var olan gerginliğini katladı. Hassasiyetler, vicdanı kanatırcasına yaşanan elim hadiselerden dolayı haykırıyor. İç ıztırabın farklı şekilleri, her cenazeyle birlikte, adeta dipsiz bir kuyuda ümitlerimizi, geleceğimizi ve sükûnetimizi boğuyor.
Maneviyattan mahrum, dağa çıkacak kadar cahil ve cani, ülkeye kastedecek kadar gözünü kan ve cinayet bürümüş terör grupları, bu topraklarda nasıl çıktı? Kim yetiştirdi? Birliğimizin dinamiklerine, bu denli mütecaviz ruhla kasteden bir nesil kimin eseri? Sadece “hain, kandırılmış” tanımları yeterli mi? Bu hıyanete sürükleyen mayanın yanlışında bizim payımız nedir?
Özellikle cari zihniyet, tedavüldeki kafa ve despot anlayış, acaba kendi türevlerini aksülamel ile yetiştirdiğinin farkında mı?
Son 30 yılın katlanan ve gittikçe kördüğüm olan bu akıl tutulmasının ve idrak kaybının önlenmesi nasıl sağlanacak? Köklü sosyal ve psikolojik sebeplere dair detaylı, toplumla paylaşılan, kamu sorumluluğuna haiz bütün tarafların yer aldığı bir konsensüs metni ve akıl rehberliği niteliğinde yol haritası var mı?
Herkes rahatlıkla, en farklı görüşlerini bile ortak bir zeminde tartışarak, eşit şartlarda bir ifade özgürlüğü ve müzakere iklimi ile problemi çözecek vadide beraberce kafa kafaya verip ortaya koyabiliyor mu? Yoksa sadece askeri kayıpların acısı ile yanıp tutuşmamız, kutuplamayı daha da azdıracak yollara değişik saiklerle tevessül etmemiz, ne kadar mazur görülebilir bir tepki düzeyidir?
Öncelikle akan kanın durması lâzım. Bunda herkes hem fikir. Ancak bütün kuvvetimizle güvenlik güçleri ile olayı çözmek istememize rağmen, yaşananlar gittikçe karmaşık bir hal alıyor ve içinden çıkılmaz yeni yaralar açılıyor. Peki, ihmal ettiğimiz neler var? Düz mantığı zorlayacak, makulu arayacak ve hepimizi nefis muhasebesine çekecek ciddi bir sorgulama yapacak sarsıcı düşüncelerin eşiğinde yeniden düşünmeye ne kadar hazırız?
Aklımızı başımıza almaya ve demokratik, hukukî, askerî ve ekonomik bütünlüğü bir arada mütalaa etmeye, halkın sağduyusunu işin içine çekmeye çalışacak ev ödevlerimiz var mı? Farklı ufukların penceresinden bakabiliyor muyuz? En acısı, vahim olanı, terör belasıyla toplumun gerdirilmesi ve sosyal güven parametrelerinin sarsılması ile birlikte ortaya çıkacak yeni senaryolara müheyya bazı siyasi ve ideolojik kamplaşmaların meydan almasıdır.
Cenazeler üzerinden, dinimiz üzerinden ve cumhuriyet üzerinden siyaset yapmanın, siyasi stratejiler geliştirmenin ve görev dışı roller üstlenmenin ahlakî bir yetersizlik ve ciddi bir vebal olduğunu söylemek zorundayız. Kimseyi itham etmiyoruz. Ancak değerler üzerinden yürütülen siyasetin bizi getirdiği nokta ve sürüklediği kamplaşma ortada. Gerilim siyaseti, tahrik üslubu ve muhakeme kıtlığı, bizi duygu merkezli ve tepki eksenli bir zemine sürüklemektedir.
Gelinen noktada, iç tehdit algılaması olarak başörtüsü ve mescitle zaman kaybeden, doğudaki masum vatandaşı yanına alamayan ve gençlerin dağa çıkmasını durduramayan bir mekanizma, kendi yanlışına ve siyasî kabızlığına, güvenlik zafiyetine ve baskıcı tutumuna, maliyeti çok ağır bedeller ödettirmektedir.
ABD, Kuzey Irak, PKK problemlerinin yanı sıra demokrasiyi frenleyen iç siyasî çalkantıların geldiği noktada, seçimi gölgeleyecek boyuta gelen terör tırmanışı kafamızı iyice karıştırıyor? Neden bu günlerde, neden organizeli kitlesel hareketlerle cevap verme refleksine dâvet denemeleri?
Can gidiyor, kan akıyor, aileler perişan, ancak bildik gerilim senaryolarından öteye sağduyulu ve caydırıcı bir tedbir ortaya çıkmıyor. Acaba neden? Halk, tereddütlerini yenecek şeffaflığa ne zaman kavuşacak? Bu kadar acı sonuçların hesabını kim verecek?
Gerilime sürüklenmek, haklı bütün sebeplerin sadece bir kılıf olduğunu hatırlatır. Ya da ittirenin planına servis yaptırır. Gerisi iç kanamadır.
11.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|