Dünkü “Kurtlar Vadisi” yazımla ilgili bir mektup aldım.
Çok samimi duygularla kaleme alınan bu satırları, sizlerle paylaşmak istedim:
“Sizlere acı bir hatıramı nakletmek istiyorum. Çok acı, çünkü sevdiğin bir dosttan ayrılmak gibi... Hayatın boyunca gördüğün tatlı bir rüyadan uyanmak gibi. Lâfı fazla uzatmayayım. Bir bayram zamanı sıla-i rahim yapmak ve kurbanımızı kesmek için kardeşim ve çocuklarımla memlekete gitmiştik. Bayramın ilk günü öğle üzereydi. Kardeşimle Cuma namazına gitmek için kasabanın içinden geçiyorduk. Kaldırım kenarına park etmiş vaziyette beyaz bir arabanın yanından kaldırımda yürüyorduk. Bir dükkân tarafından kaldırım eşyalarla işgal edildiğinden beyaz arabayı geçince kaldırımdan aşağı inmek mecburiyetinde kaldık. İşte tam o anda park halinde bulunan beyaz araba süratle geri sıçrayarak kardeşimi altına aldı. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Var gücümle arabayı itiyor ve kardeşimi çıkarmaya çalışıyorduk. Bu arada da sesimin yettiğince, ‘Arabayı durdur’ diye bağırıyor ve arabaya vuruyordum. Araba durdu ve içinden 20 yaşlarında kabadayı edâsıyla biri indi. ‘Ne vuruyon arabaya’ diye azarlar gibi bağırdı. Ben onun babası yaşındaydım. Arabanın altında yatan kardeşimi görünce duraksadı. Kardeşimi çekerek çıkarttım. Baygın yatıyordu. Ben etrafa ‘yetişin’ diye bağırıyordum. Kaldırımı işgal eden dükkâncı geldi ‘Birşey yok, bir şey yok’ demeye başladı. Yolun karşısında bir çok dükkân, kahvehane vardı, hastahane vardı, hem de hastahanenin önünde askeri bir jeep ve yanından inzibatlar duruyordu. Aramızdaki mesafe 6 ila 8 metre ya var ya yoktu. Çevredeki herkes bizi seyre başlamıştı. Ben hâlâ ‘Yetişin!’ diye bağırıyordum. İşte o anda kahvehane kalabalığından bir genç, uzun siyah paltolu, Deli Yürek Polat karışımı biri ‘susturun şunu’ diyerek üzerime yürümesin mi? Birden kalabalık grubun içinden biri ‘vurun’ diye haykırdı. Ben kardeşimi bırakıp kendi derdime düştüm. Kaç yumruk yedim, kaç tane attım bilmiyorum. Sonra araya girdiler. Tüm hastane personeli cama çıkmıştı. İnzibatlar belli ki başka bir görevle orada bulunuyorlardı. Daha ne olduğunu bile anlamamışlardı. İşin garibi orada bulunanların pek çoğu yeni yetme gençlerin dışında, beni tanıyordu.”
Sonra ne mi oldu?
Okuyalım:
“Kardeşimi hastaneye kaldırdılar. Allah’a şükür ucuz atlattı. Beni karakola götürdüler ifademi aldılar. Şahitlik etmeye yanaşmamak bir yana, kimse gelmedi. Beni de hastaneye sevkettiler. Bana değil ama kardeşime rapor verdiler.”
Okuyucumuz devam ediyor:
“Peki bütün bunlar nasıl oldu? Park halindeki arabanın nasıl şimşek gibi fırladığından bahsedeyim. Biz yanından geçerken içinde biri oturuyormuş zaten. Arabayı vitese takıp el frenini çekip, gaz vererek bir öne bir geriye fırlatıyormuş. Böylece ne yaman bir sürücü olduğunu test ediyormuş. Beni linç etmeye kalkışanları tetikleyen genç ekipse; dayıoğlu, halaoğlu, okey arkadaşı, vb. çeteleşmiş çocuklar olduğunu söylesem. Bunlara ilham verenlerin hangi tür diziler olduğunu anlamışsınızdır. Kılık-kıyafetleri, yürüyüşleri, birbirine taktıkları lakap, racon kesmeler ve bazı davranışları...”
“Yaşadığım bu olay dört mevsimini ayrı özlediğim, ata ocağı deyip gittiğim memleketim için hislerimde bir yıkıntı meydana getirse de, ben yine ana-baba ocağıma her yıl gitmeye devam edeceğim, ediyorum... Gerçi babam vefat etti (Allah rahmet eylesin) ben yine memleketime gideceğim. Şüphesiz ki orada eli öpülecek iyi insanlar var. Bu yüzden kasabamın adını gizli tutmak istiyorum. Memleketine sonsuz sevgisi olan, ‘gurbetçisine meydan dayağı atan’ bir kasaba olarak anılmasını istemiyorum.”
“Hiç bir arkadaşıma anlatmadığım bu hatıramı, bugün tekrar gözlerimde canlandı. Dün gece televizyonda malûm dizinin faydalarını anlatan bir yazı ekranda kaydı. 30 yıldır terör belâsının arka planını anlatıldığı diyerek teröre panzehirmiş gibi takdim ediliyordu...”
“Sizler ne yaptığınızın farkında mısınız? Ey devleti idare edenler, ey siyasîler, ey kurumlar! Silâhların oyuncak edildiği, kafa koparma adrenalininin yaşatıldığı, ahlâksız tekliflerin sergilendiği, şiddetin her türlüsünün evlerimizin içine kadar girdiği, büyücü ve cadı dizileriyle hayalperest dünyalar kurulduğu, gülmek, eğlenmek, kutsal isimleri zedelemek, dilimizi bozmak ve bütün bunları cilâlı camın arkasından yapmak suretiyle, yeni yetişen çocuklarımızın ve gençlerimizin nasıl bir prototip oluşturabileceğini hiç düşündünüz mü? Düşünün... O prototip geleceğinizdir?”
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|