|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Gündemi yaşamak |
|
Günlerimizi gündemlerimiz belirler
Gündemsiz yaşamaya siz, idealsiz, hedefsiz, gayesiz yaşamak da diyebilirsiniz. Böyle bir hayat halinin, ne kişinin kendisine ne de bir başkasına taşıyabileceği hiçbir şey yoktur. Onun için günlerimizin nasıl bir içerikte olduğunu, içinde bulunduğumuz gündemler belirleyecektir.
Yani yarın neler yapmak istiyoruz, bunu yarın düşünmemek gerekiyor. Bu günden yarını planlamak ve ortaya belirli gündemler koymak, o günün daha verimli ve daha etkin yaşanmasını netice verecektir. Yoksa zuhurata tabi olmak, esen rüzgâra göre şekil almak ya da gündemli insanların gündemlerine tabi olmak bir zorunluluk olacaktır.
Denilebilir ki, sizin gündeminiz yoksa, sizin atacak manşetiniz yoksa; manşet atanlara ve gündemli olanlara tabi olmak zorundasınız.
Yılbaşı gecesi, gündem gecesi oldu
2007’nin ilk gecesiydi. Yaklaşık dört-beş yıldır görüşmediğimiz 20-25 akrabanın bulunduğu bir ev oturmasında idik. Ortamda 75 yaşlarında nine pozisyonunda bir hanımefendi olduğu gibi, 7 yaşlarında çocuklar da bulunmakta idi. Herkes ahlâkın, edebin dibe vurduğu bir saatte, televizyon seyretmekte idi. Bir taraftan da sohbetler edilmeye çalışılıyordu. Aman ne sohbet! Televizyonun karşısında allâme de olsa, kaç para eder.
Ortama katıldıktan kısa bir süre sonra, ya o ortamı terk etmem gerektiğini ya da o ortama bir gündem katmam gerektiğini düşündüm. Ve teklifimi sundum; “Kıymetli akrabalar! Biz dört beş yıldır ilk kez görüşüyoruz. Onun için birlikte geçecek zaman dilimlerimiz önemli. Ben ve eşim şu elimdeki deftere notlarını çıkardığımız bir çalışma yaptık. Bu çalışma yaklaşık üç aylık bir çabanın ürünü. Ve konu olarak da, ‘Ne iyi oldu dinlediğimiz’ diyeceğiniz türden. Müsaadeleriniz olursa, sizinle paylaşmak istiyorum” dedim.
Tabiî böyle bir ifade, karşı tarafta ‘Ne demek efendim, siz bir konu sunacaksınız ve biz dinlemeyeceğiz, hiç olur mu öyle şey’ kabilinden değerlendirmeleri beraberinde getirdi. Ve çoktaan televizyonun sesini kapattılar bile.
İki saati aşan karşılıklı soru cevaplı bir sohbet gerçekleşti. En fazla soruyu da 75 yaşındaki teyze sordu. Ve sorduğu sorular 15-20 yaşlarındaki bir kız çocuğunun sorabileceği türden idi. Biz ise onu, bizim konuşmalarımızı değerlendirme veya tasdik makamında görüyorduk. Suçlu yine bizdik, çünkü bu teyze ile biz yıllar önce de bir arada oturmuştuk. Ve pek de bir sohbet oluşmamıştı. Çünkü bizim gündemimiz yoktu. Eğer o zamanlar gündemli konuşsa idik, bu gün bu sorular belki de olmayacaktı, dedik kendi kendimize. Oturum sonrası duâlar ettiler ve neden daha önce bu konuları konuşmadıklarına hayıflandılar.
Onun için siz siz olun, gideceğiniz yere cebinizde çalışılmış notlarla gidin. Kimin ne diyeceği çok da önemli değil, zaten bir şeyler yapanlara iyi şeyler diyorlar. Çünkü faaliyet hayırdır.
Eşler birbirlerinin mülkiyetinde değil,
emanetindedir
Yine konuyla ilgili geçenlerde bir nişan merasimine dâvet edildik. Akrabalık ne de olsa. Kendi kendime dedim ki, ‘Konumun gereği sana bu ortamda söz hakkı düşebilir, biraz gündemle ilgili çalış, notlar al; söz düşerse, ‘yok efendim ben yapamam, daha önce böyle bir şey yapmadım’ demek doğru olmaz. Çünkü siz kendinize anlam yüklemeseniz bile, insanlar, toplum size bir anlam yüklüyorsa, ‘yapamam, edemem’ olmaz. Okumuşsun, yazmışsın elinden geldiğince bir şeyler yapabilmelisin.
Öyle de oldu. Haydi, ‘program senin’ dediler. Ben de, hazırlıksız gider miyim? On dakikalık bir konuşma notları çıkarmıştım. Evliliğin ehemmiyetini, evlilik hayatının inceliklerini, karşılıklı nezakat ve saygı ölçülerini Peygamberimizin hayatından örneklerle sundum. Ve ‘Bizim dinimizde eşler birbirinin mülkiyetinde değil, emanetindedir’ diye de bir çalışma meyvesi sunmuştum.
On dakikayı aşmayan bir konuşmada, aslında içinde bulunulan mekânda niyeten yapmış olduğumuz şeyin, (evlilik hazırlığı-nişan) bir ibadet hali olduğuna vurgu yapmıştım. Tabiî biraz sonra müzikli-danslı oynamaya hazırlanan dâvetlilerde bu yaklaşım biraz soğuk karşılanmıştı. Konuşmayı şöyle bitirdim: ‘Şu an bu gençlerin nişan merasimlerine, duâda bulunduğumuz için, Hz. Peygamber teşrif etmişlerdir. Bu programı sonuna kadar onun katılacağı bir muhtevayla icra edelim.’
Konuşma sonrası ihtivayla ilgili teşekkür iletenler çoğunluktaydı.
Tabiî bu temenni biraz sonra unutulmuştu. Biz de, aile olarak, merasim muhtevasında bozulma başlayınca, ‘Nişan yaş pastasını, pastanede yemeye karar verdik’ ve bir güzel kendimize ziyafet çektik. Bu ziyafet hem maddî idi, hem de günahlarını döken insanların günahlarını seyretmekten kendimizi kurtarmış olduğumuz için, manevî bir ikram idi.
Demek istediğim şey; seyirci olmak marifet değil
Sadece seyirci olan bolca şikâyet eder. Bir gündem ehli olarak, cemiyete katılmak durumundayız. Akraba, esnaf ziyaretlerini gündemli yapmalıyız. İlk kez tanışacağımız kişiye söyleyecek bir şeyler hazırlamalıyız. Hatta her gün birlikte olduğumuz insanlara söyleyecek sözümüz bitmemeli, her gün evimize bir gündemle gelmeliyiz ve müsbet manşetler atmalıyız evimizin gündemlerine.
Her güne, iyi çalışılmış gündemlerle başlamalıyız, ki bu sorumluluk hepimizin üzerindedir. Yakışan da budur.
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Toplum yapısı ve imanın fonksiyonu |
|
“Toplum” deyince, kalabalıklar, koşuşturmaca, ses, şamata, çoğunluk, gürültü, vb. kavramlardır hemen çoğumuzun aklına gelen.
Elbette bu konu sadece bununla sınırla değildir. “Toplum” kelimesiyle akıl, hayal ve his âlemimizde belirginleşen daha bir çok kelime ve kavram vardır.
Bütün bunlar da her insanın his ve inanç hayatı ve şahsî duyguları ve yaşantısıyla çok yakından ilgilidir.
Şahsî hayatta olduğu gibi, toplum hayatında da karşılıklı sevgi, saygı, hoşgörü, kabullenmek, güven ve itimat her yerde her zaman en öne çıkan önceliklerdir.
Bir işçi çalıştığı iş yerinin patronuna güvenip sevmezse...
Bir memur idarecisinin sevgi ve itimadına mazhar olamazsa...
Bir idareci maiyetinde çalışan personeline güvenip sıcak ilişki ve sorumluluklarını bilmezse...
Bir iş yeri sahibi “müşterilerini” memnun etme gibi bir endişe taşımazsa.
Bir müşteri alış veriş yaptığı müessese ve kuruluşa kuşku ve şüphe ile yaklaşırsa...
Okuldaki bir öğretmen veya üniversitedeki bir hoca kendisine emanet edilen yavruları ve gençleri sevgi ve muhabbetle kucaklayacak bir duygu içerisinde bulunamazsa...
Aynı apartmanda ve sitede oturan aileler, komşuluk ilişkilerinde birbirlerine rahatsızlık verecek tavır ve hareketler sergilerlerse...
Her türlü ulaştırma hizmeti veren firmalar müşterilerine gerekli itimat ve güveni veremezse...
Mal ve hizmet üreten fabrika ve kuruluşlar, ürettikleri ürünlerde gereken temizlik, titizlik, kalite ve standarta dikkat etmezse.
İnsanların, milletlerin ve toplumların güvenliği ve idaresinden sorumlu siyaset, güvenlik ve emniyet görevlileri kendilerine verilen bu sorumluluğu tam mânâsıyla kullanmazlarsa...
Adalet dağıtması lâzım gelen hakimler ve savcılar bu konuda tam olarak tarafsızlıklarını yitirip başka mülâhazalarla hareket etmek durumunda kalırsa...
Sağlığın insan hayatı için vazgeçilmez bir konu olmasına rağmen doktorlar, hekimler, sağlık personeli, sağlık kurum ve kuruluşları ile bu sektörde çalışanlar, işi “ticarete” dökmeye kalkarsa...
Bu tür “…mezse, …mazsa”ları daha da çoğaltabiliriz.
Netice ne olur sizce?
Herhalde şu an bu güzel ülkenin içinde bulunduğu vahim ve elim durum olur! Yerkürenin hâkimiyetini eline geçirmeye çalışan gaddar ve acımasız kan emici vampirlerin icraat ve tesir alanı gibi olur!
Peki çare ne? İşte çare!
Bütün bunları önleyecek bir tek ilâç “hakikî mânâdaki iman ve inanç” hadisesidir.
Çünkü iman hem bireye, hem topluma büyük bir güven ve itimat verir.
Çünkü iman sevgidir, muhabbettir, yardımlaşmadır.
Çünkü iman sorumluluktur.
Çünkü iman vicdandır, insaftır, merhamettir, sabırdır, şefkattir.
Çünkü iman, adalettir, haktır, hukuktur.
Çünkü iman fazilettir, doğruluktur, yüksek ahlâk ve mükemmelliktir.
Çünkü iman yüceliktir, saygıdır ve hakkına razı olmaktır.
“Zira adalet, intizam, İslâmiyet ve itaatle olur.” (Bediüzzaman, İ.İ’câz, s. 96., Y. Asya Neş.)
Hayalî iç ve dış tehdit üretenler... Hayalî “tehlike” sahaları inşa edenler... Hayalî “düşman” kampları inşa edenler... Ve diğer gerçekten “rahatsız” olan güruh ve gruplar... Lütfen, ilkönce kendileri kendilerine baksınlar. Eksik ve noksan, hata ve kusur karşı tarafta mı, yoksa kendi taraflarında mı acaba?
Hayatın bir çok an ve kareleri “yanılmalarla” doludur. Çoğu zaman “karşı tarafın” değil de “kendi tarafımızın” yanılgıda olduğu gerçeğini geç fark ederiz!
Silâh üzerine vatan kurtarma yemini edenler... Hak ve hukuku şu elindeki yetkilere güvenerek çiğneme meyilinde olanlar... Ve daha başkaları! İlkönce kendilerinde olan eksikliğe bir baksalar herhalde çok şey kazanacaklar.
İman ve inanç ikliminin muhtaç gönülleri sarması ve doldurması ümit ve temennisiyle...
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Fırtınanın düşündürdükleri |
|
Kâinatta cereyan eden her şey güzeldir. Hadiseler bazen ya bizzat güzel olur bazen ise sonuçları güzel olur. Önemli olan bakış açısıdır. Mânâ-yı harfî ile yani gerçek bakış açısı ile bakıldığı vakit güzellikleri görebilmek mümkündür.
Denizcilik mesleğinin, üzerinde durulmamış bazı özellikleri vardır. Meselâ Cenâb-ı Allah’ın kudret ve azametini, celâlli tecellîlerini bizzat müşahede etmek imkânı vardır. Fırtına içine düştüğünüz zaman dünyanın ve kâinatın gerçek sahibinin kim olduğunu çok kolay bir şekilde fark edebilirsiniz.
İmtihan sırrı sebebiyle meydana gelen olaylara bazı perdeler çekilmiştir. Sebepler öne sürülerek gerçek yaratıcı ve idame edici olan Rabbimizi bize unutturmaya çalışırlar. Hâlbuki her şeyin dizgini Cenâb-ı Hakkın elindedir. Bize düşen, akıl ve duygularımızı kullanarak onun varlığını hissetmemiz, tefekkür etmemizdir.
Fırtına içine düştüğünüzde ise sebeplerin sadece birer perde olduğunu bizzat görebilirsiniz. En inançsız görünen denizcinin bile “Allah” dediğine şahit olursunuz. Zira denizlere ve rüzgâra kumanda eden birisinin varlığı apaçık ortadadır.
Basınç sistemleri ve atmosferik şartlar ne kadar fırtınanın etkilerini anlamaya çalışmamıza yardımcı olsa da Allah’ın kudret ve azametini hissedebilmemize mani olamaz. Bunları sebep olarak da kabul edemeyiz, zira ne zaman başlayacağı ve bizi nerede yakalayacağı belli değildir. Fırtına şiddetlendiğinde ise ağızdan “Allah” kelâmından başka bir söz çıkmaz.
Duâlarımız, denizin şiddetini hiç olmazsa bir müddetliğine bırakıp bir an önce sahil-i selâmete çıkmamız üzerinedir.
Bu yıl Anadolu’da kuraklık yaşandı. Yağmur duâsının vakti geldiği için birçok yerde yağmur duâsına çıkıldı. Cenâb-ı Allah rahmet ve merhametini göstererek yağmuru gönderdi. Barajlar su ile doldu ve kuruyan topraklar suya doydu. Bir çok insanın dört gözle beklediği hava hareketleri biz denizcilerin endişe ile yaşadığı bir döneme denk geldi. Biz bir an önce fırtına bitsin de kurtulalım derken kar ve yağmura hasret milyonlarca kişi sevindi. İşte bu yazımız da böyle bir zamanda fırtınadan sonra kaleme alınmıştır.
Yağmurun yağması için gökyüzünün bulutlar ile dolması ve alçak basınç denilen hava olayının meydana gelmesi gerekir. Lâkin bu olay denizlerin altının üstüne gelmesine yol açar. Meteoroloji tahminleri ile fırtınanın nerelerde cereyan edeceğini tahmin edebilme imkânımız vardır. Bazen olur ki bilerek fırtınanın içine gitmek zorunda kalabiliriz. Zira gemiyi kiralayan kişi bir an önce yükümüzü ulaşacağı adrese göndermeyi istemektedir. Kaptana bu yüzden çok baskı yaparlar.
Kaptanın vereceği karar bu noktada çok önemli olmaktadır. Bazen emniyetli bir yer var ve buraya gidip demirlerse geçen süre için para ödeyen kiracı zor durumda kalmaktadır. Yok, eğer yola devam ederse bu sefer gemi ve personel fırtınayı yaşamakta ve oldukça yıpranmaktadır.
Kaptanın sefere devam etme konusunda geniş yetkileri olmakla birlikte her fırtınada kaçıp demire yatması hoş karşılanmaz. Gemi sahibi tarafından görevinden alınma ve mal sahibini zarara uğratma riski vardır. Bu sebeple belirli bir şiddetin üzerindeki fırtınalar hariç yola devam etmek durumundadırlar.
Kendi adıma konuşmam gerekirse birçok defa fırtınaya girmeden demire gittiğimi söyleyebilirim. Bazen kiracıların ağır baskılarını gördü isem de aldırış etmeden bulabildiğim yerlere demirledim.
Deniz ortasında her zaman demirlenecek uygun bir yer bulmak mümkün değildir. Keşke bütün denizler Ege denizi gibi olsa. Muhakkak bir ada bulup saçak altına yani rüzgârın etkilemediği bir yere demirlemek mümkündür. Fakat Akdeniz ve Karadeniz’de böylesine uygun adalar bulmak çoğu zaman imkânsızdır.
Eğer fırtına içine düşmüş iseniz Allah’tan başka sığınacak yeriniz yoktur. Zira hiçbir güç sizi fırtınanın içinden çekip kurtaramaz. İyi bir kaptanın yapacağı yegâne şey geminin yapısına uygun bir rota çizip fırtınanın etkisinden en az şekilde etkilenmesini sağlamaktır.
Bazen günlerce fırtınanın etkisinde kaldığımız dönemler hatta karaya çıktığımızda yürümekte zorlandığımız dahi olmuştur. Bununla birlikte denizcilerin çoğu gibi değil de fırtınanın güzel yönünü düşünmenin gerektiğine inanıyorum. Zira bu sayede insan tefekkür edebildiği takdirde nafile ibadetlerden kat kat fazla sevap kazanabilmektedir. Tek şart var ki farz olan namazlarını kılabilmiş olsun.
Fırtınada nasıl namaz kılınır konusunu bir başka yazıya bırakarak Cenâb-ı Allah’tan bütün denizcilere hayırlı seyirler nasip etmesini diliyorum.
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Sigarayı boykot |
|
9 Şubat Dünya Sigarayı Boykot Günü sebebiyle, Sigarayla Savaşanlar Vakfı tarafından Taksim The Marmara Otelinde basın toplantısı yapıldı. Toplantıya sporcu Tanju Çolak, Sağlık eski Bakanı Bülent Akarcalı, Prof. Dr. Orhan Kural, Prof. Dr. Bingür Sönmez katılarak birer konuşma yaptılar.
Toplantının ilk konuşmacısı olan Sigarayla Savaşanlar Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Ubeyd Korbey, Türkiye’de sigara sebebiyle 2006 yılında 114 bin kişinin öldüğüne dikkat çekerek, “Her beş dakikada bir vatandaşımızı sigaraya kurban veriyoruz” dedi. Ülkemizde tedbir alınmazsa önümüzdeki 20 yılda bu sayının 250 bini aşacağını söyledi. Ekonomik kayıplarla ilgili olarak da Türkiye’de yılda 5 milyar 500 milyon paket sigara tüketildiğini belirterek, bunun 14 milyara denk geldiğini kaydetti.
Ülkemizde 23 milyon civarında sigara içicisi varmış. 19.5 milyonu 19 yaş ve üstü, 3.5 milyonu ise, 11-19 yaş arası gençler ve çocuklardan oluşuyor. Üniversite öğrencilerinin sigara içme oranı yüzde 58.
Toplantıdaki konuşmacılardan Tanju Çolak ise “Gençlere iyi örnek olunması gerektiğini” söyledi. Sigarayla ilgili dosyamı karıştırdığımda bu konuda iyi örnek olunamadığını gördüm. Çünkü en çok sigara için meslek grupları arasında öğretmenlik ikinci sırada yer almaktadır. Hatta imam-hatiplerin de bir kısmının bu illete müptela olduğunu görüyoruz. Halen okullarda ‘duman odaları’ var. Ayrıca bazı kurumlarda bu konuya dahi riayet edilmemektedir.
Meşhur gezgin ve çevreci Orhan Kural da konuşmasında “Türkiye kadar sigara içen ülke görmedim. Aptalca bir şey, hep beraber olursak başaracağız” dedi.
Ayrıca misafirlere sigara ikramının mânâsının aslında ‘Bu sigarayı iç bir daha gelme’ anlamına geldiğini söyledi. Bülent Akarcalı ise, sigara şirketlerinin 5 milyon insanın ölümüne sebep olmaları dolayısıyla soykırım yaptıklarını ifade etti.
Birgün Sönmez de, sigara kullanmanın bir davranış bozukluğu olduğunu bunun için mutlaka tedavi edilmesi gerektiğini söyledi. Sigara ile ilgili toplantıdan sonra yolumun üzerindeki Tekel Genel Müdürlüğünün önünden geçerken binanın önündeki resmî plakalı arabaları görünce bir tezatla karşı karşıya olduğumuzu hissettim. Bir tarafta sağlık için böylesine zararlı bir madde, diğer tarafta üretilip satılması, diğer taraftan Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanlığının Türkiye’de önümüzdeki 29 yılda sigaraya bağlı ölen kişilerin sayısının yaklaşık 1 milyon 50 bine ulaşacağını açıklaması (Yeni Asya, 6 Şubat 2006) yaman bir tezat.
Evet öldürücü hastalıkların yüzde 2.6’sında tütünün etkisinin olduğu bildiriliyor. Öyleyse bir intihara benzeyen bu kötü alışkanlıktan bütün gençliğin korunması için herkes üzerine düşen görevi yapması gerekir. Çünkü bu merete alıştıktan sonra bırakmanın çok zor olduğunu görüyoruz.
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Kurtlar Vadisi'nin altında yatan tehlike! |
|
Dünkü “Kurtlar Vadisi” yazımla ilgili bir mektup aldım.
Çok samimi duygularla kaleme alınan bu satırları, sizlerle paylaşmak istedim:
“Sizlere acı bir hatıramı nakletmek istiyorum. Çok acı, çünkü sevdiğin bir dosttan ayrılmak gibi... Hayatın boyunca gördüğün tatlı bir rüyadan uyanmak gibi. Lâfı fazla uzatmayayım. Bir bayram zamanı sıla-i rahim yapmak ve kurbanımızı kesmek için kardeşim ve çocuklarımla memlekete gitmiştik. Bayramın ilk günü öğle üzereydi. Kardeşimle Cuma namazına gitmek için kasabanın içinden geçiyorduk. Kaldırım kenarına park etmiş vaziyette beyaz bir arabanın yanından kaldırımda yürüyorduk. Bir dükkân tarafından kaldırım eşyalarla işgal edildiğinden beyaz arabayı geçince kaldırımdan aşağı inmek mecburiyetinde kaldık. İşte tam o anda park halinde bulunan beyaz araba süratle geri sıçrayarak kardeşimi altına aldı. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Var gücümle arabayı itiyor ve kardeşimi çıkarmaya çalışıyorduk. Bu arada da sesimin yettiğince, ‘Arabayı durdur’ diye bağırıyor ve arabaya vuruyordum. Araba durdu ve içinden 20 yaşlarında kabadayı edâsıyla biri indi. ‘Ne vuruyon arabaya’ diye azarlar gibi bağırdı. Ben onun babası yaşındaydım. Arabanın altında yatan kardeşimi görünce duraksadı. Kardeşimi çekerek çıkarttım. Baygın yatıyordu. Ben etrafa ‘yetişin’ diye bağırıyordum. Kaldırımı işgal eden dükkâncı geldi ‘Birşey yok, bir şey yok’ demeye başladı. Yolun karşısında bir çok dükkân, kahvehane vardı, hastahane vardı, hem de hastahanenin önünde askeri bir jeep ve yanından inzibatlar duruyordu. Aramızdaki mesafe 6 ila 8 metre ya var ya yoktu. Çevredeki herkes bizi seyre başlamıştı. Ben hâlâ ‘Yetişin!’ diye bağırıyordum. İşte o anda kahvehane kalabalığından bir genç, uzun siyah paltolu, Deli Yürek Polat karışımı biri ‘susturun şunu’ diyerek üzerime yürümesin mi? Birden kalabalık grubun içinden biri ‘vurun’ diye haykırdı. Ben kardeşimi bırakıp kendi derdime düştüm. Kaç yumruk yedim, kaç tane attım bilmiyorum. Sonra araya girdiler. Tüm hastane personeli cama çıkmıştı. İnzibatlar belli ki başka bir görevle orada bulunuyorlardı. Daha ne olduğunu bile anlamamışlardı. İşin garibi orada bulunanların pek çoğu yeni yetme gençlerin dışında, beni tanıyordu.”
Sonra ne mi oldu?
Okuyalım:
“Kardeşimi hastaneye kaldırdılar. Allah’a şükür ucuz atlattı. Beni karakola götürdüler ifademi aldılar. Şahitlik etmeye yanaşmamak bir yana, kimse gelmedi. Beni de hastaneye sevkettiler. Bana değil ama kardeşime rapor verdiler.”
Okuyucumuz devam ediyor:
“Peki bütün bunlar nasıl oldu? Park halindeki arabanın nasıl şimşek gibi fırladığından bahsedeyim. Biz yanından geçerken içinde biri oturuyormuş zaten. Arabayı vitese takıp el frenini çekip, gaz vererek bir öne bir geriye fırlatıyormuş. Böylece ne yaman bir sürücü olduğunu test ediyormuş. Beni linç etmeye kalkışanları tetikleyen genç ekipse; dayıoğlu, halaoğlu, okey arkadaşı, vb. çeteleşmiş çocuklar olduğunu söylesem. Bunlara ilham verenlerin hangi tür diziler olduğunu anlamışsınızdır. Kılık-kıyafetleri, yürüyüşleri, birbirine taktıkları lakap, racon kesmeler ve bazı davranışları...”
“Yaşadığım bu olay dört mevsimini ayrı özlediğim, ata ocağı deyip gittiğim memleketim için hislerimde bir yıkıntı meydana getirse de, ben yine ana-baba ocağıma her yıl gitmeye devam edeceğim, ediyorum... Gerçi babam vefat etti (Allah rahmet eylesin) ben yine memleketime gideceğim. Şüphesiz ki orada eli öpülecek iyi insanlar var. Bu yüzden kasabamın adını gizli tutmak istiyorum. Memleketine sonsuz sevgisi olan, ‘gurbetçisine meydan dayağı atan’ bir kasaba olarak anılmasını istemiyorum.”
“Hiç bir arkadaşıma anlatmadığım bu hatıramı, bugün tekrar gözlerimde canlandı. Dün gece televizyonda malûm dizinin faydalarını anlatan bir yazı ekranda kaydı. 30 yıldır terör belâsının arka planını anlatıldığı diyerek teröre panzehirmiş gibi takdim ediliyordu...”
“Sizler ne yaptığınızın farkında mısınız? Ey devleti idare edenler, ey siyasîler, ey kurumlar! Silâhların oyuncak edildiği, kafa koparma adrenalininin yaşatıldığı, ahlâksız tekliflerin sergilendiği, şiddetin her türlüsünün evlerimizin içine kadar girdiği, büyücü ve cadı dizileriyle hayalperest dünyalar kurulduğu, gülmek, eğlenmek, kutsal isimleri zedelemek, dilimizi bozmak ve bütün bunları cilâlı camın arkasından yapmak suretiyle, yeni yetişen çocuklarımızın ve gençlerimizin nasıl bir prototip oluşturabileceğini hiç düşündünüz mü? Düşünün... O prototip geleceğinizdir?”
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yemin töreni |
|
Sokakta bulmadıklarını her fırsatta tekrarladıkları vatanı başka kimselere bırakmadan sahiplenme hakkını kendilerinde gören bazı “en vatansever”—emekli bürokrat—vatandaşların yemin törenleri son günlerin önemli gündemlerinden biri.
MİT’in eski İstanbul bölge şefinin Kur’ân-ı Kerim, bayrak ve silâh üzerine ettikleri “kutsal devleti koruma” yeminini açıklamasından sonra, Kuvayı Milliye Derneği başkanıyla üyelerinin yemin töreni gün ışığına çıktı.
“Kuvayı Milliye affetmez, mazlumun hakkını ahirete bırakmaz” pankartlarının asılı olduğu bir salonda “Türk oğlu Türküm ben” haykırışlarıyla gerçekleşen yemin töreninde, başkanın “Bu uğurda ölmek var, öldürmek var” gibisinden konuşmalar yaptığı da.
Bir dernek temsilcisinin “Türkiye’de 13 bin 500 hain tesbit ettik, hesap soracağız” sözü ise “Ne uğrunda?” sorusunun cevabına ışık tutuyor.
Gerçi olay ortaya çıkıp kamuoyuna mal olunca ve adliye işin içine girince bu “gözü kara” tavırda, “El bastığımız silâh kuru sıkı oyuncak tabancaydı. Hainlerden söz ederken şu kadar yüz milyar dolarımızı yurt dışına kaçıranları kastettik, o paraları geri isteyeceğiz” gibi “yumuşatma” manevraları görüldü.
Ama dernek başkanı emekli albayın, “Ne varmış o yeminde? Gün gelecek, o yemini yüz binlere söyleteceğiz” diyen ve “Karşınızdaki kafa Türkiye’yi değil, dünyayı yönetmeye aday” tafrası atan iddialı tavrı sürüyor.
“Bizim düzenimizde Allah ve Gazi M. Kemal Atatürk’ten başka oyun kurucu yoktur. Önce Allah var, sonra Atatürk bizim üstümüzde” gibi, itikadî bakımdan da son derece sorunlu söylemleri de elden bırakmadan.
Aynı şeyi, derin devlet kavramına tepkisini “Tanrı’ya şirk koşmak gibi geliyor” sözüyle dile getiren MİT’çide de görmemiş miydik?
Bunlar, çete oluşumlarının bu yönüyle de nasıl bir zihniyet yapısına sahip olduklarını ele veren son derece dikkat çekici beyanlar.
İhtilâflarını kuvayı milliye ibaresinin farklı yazılış biçimleriyle; “olaylara müdahale edecek motorize birlikler kurma” fikrinin sahiplerini provokatörlükle, malî konularda “becerikli” olanları yolsuzlukla suçlayarak ya da “Bizim silâhla işimiz yok” söylemleriyle açığa vuran değişik kuvacı grupların ortak noktalarından biri Atatürk’e yaptıkları vurgu, diğeri de “hainlerden hesap sorma” ısrarcılığı.
Ve bu noktada and içip yemin etmeleri.
Bu yemin merakı, “görünen devlet”in kurumlarında da kendisini gösteriyor. Cumhurbaşkanına, milletvekillerine, memurlara, göreve başlamalarından önce “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık” yemini ettiriliyor.
Ama görünen o ki, daha derinlerde iş görenleri bunlar da kesmiyor. Öyle olmasaydı, “Evvel Allah, sonra Atatürk” deyip, ölmekten ve öldürmekten dem vuran yeminler etmeye gerek ve ihtiyaç hissederler miydi?
Söz konusu gruplar, ciddîye alınmaya dahi değmeyecek eksantrik oluşumlar olarak mı görülmeli, yoksa savurdukları tehditler ve sebebiyet verebilecekleri vahim sonuçlar dikkate alınmak suretiyle âcilen dağıtılmalı mı?
Bizim cevabımız ikinci şıktan yana...
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Modern ‘hurafe’ler |
|
Eğitim sistemi yoluyla hepimize ‘dikte’ edilen ve ‘tartışılmaz doğru’ olarak sunulan bazı konular var ki, bunların ‘modern hurafe’ olduğu artık ‘uzman’larca da ifade edilmeye başlandı.
“Tartışılmaz doğru” olarak sunulan konulardan biri de; Türkiye’de yaşayan herkesin, milletin eskiden (Osmanlı Devleti döneminde) ‘ümmetçi/kul’ olduğu, cumhuriyetin ilânıyla bu durumun ‘ulusçuluk’ yönünde değiştiği kabulüdür. Bu ve benzer beyanları hemen her gün duymakta ve okumaktayız. Bilhassa ‘ilköğretim haftası’ gibi ‘önemli gün’lerde bu sözleri, beyanları çok duyarız. Çocuklarımız da bu bilgileri duyarak büyüyor.
Tabiî bu beyanlar da ‘ümmetçilik’ kötü, ‘ulusçuluk’ ‘iyi’yi temsil ettiği kabulüne dayanıyor. Peki öyle mi? Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, bir yazısında bu konuyu yorumlamış ve “Ben bundan o kadar emin değilim” diyerek şöyle yazmış: “Bir kere, çocukluğumuzdan beri hep bu paradigma içinde yetiştiğimiz ve öyle endoktrine edildiğimiz için, ulusun ve ulusçuluğun insanlık tarihinde bir ilerlemeye tekabül ettiğini ve onun tarihin kaçınılmaz bir yasası olduğunu sanıyoruz. Oysa, bir politik aidiyet tanımı olan ‘ulus’ da modernliğin şartlarına bağlı olarak ortaya çıkmış ve dolayısıyla—aynen ‘ümmet’ gibi—tarihsel olarak zorunlu olmayan, arızî bir kollektif kimliktir. Onun için, onların birini diğerine tercih etmek için moral bakımdan hiç bir neden yoktur. Çoğu yerde devlet eliyle inşâ edilmiş olan ‘ulus’ dediğimiz kimliğin ‘ileri’ bir şey olduğu zannı ise modern bir hurafedir.” (Star, 15 Şubat 2007)
“Kulluktan yurttaşlığa geçme” konusunu da yorumlayan Erdoğan şöyle devam etmiş: “Bu iddianın da olgusal doğruluğu çok şüphelidir. İki bakımdan. Her şeyden önce, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı insan unsurunu toptan ‘kul’ olarak görmek ya bilgisizlik göstergesidir, ya da gerçeği bile bile çarpıtmaktır. (...) Kaldı ki, Cumhuriyet’in kuruluşuna tekaddüm eden dönemde Osmanlı’da kamu hayatı ve siyaset çok değişmişti. Osmanlı Tanzimat’tan itibaren yurttaşlık anlayışına geçmeye başlamıştı. Padişahlar da—öyle çocuk kandırırcasına sık sık tekrarlandığı gibi—‘astığı astık kestiği kestik’ mutlak hükümdarlar olmaktan çoktan çıkmıştı. Son dönem padişahları öyle kimseyi kul yapacak veya kul olarak tutacak halde değillerdi.”
Peki, Cumhuriyet dönemiyle birlikte ‘yurttaşlık’a geçebildik mi? Bu sorunun cevabı da pek iç açıcı değil: “Cumhuriyet’le birlikte öyle birdenbire ‘yurttaşlık’a geçmedik. Kaldı ki, Cumhuriyet’in tek partili yıllarında yurttaşlık idealinin bir gerçek haline dönüşmüş olduğu da söylenemez. Gayrımüslim azınlıkların ‘ikinci sınıf’ statüsünü bir yana bırakalım, bu dönemde Müslüman çoğunluk bile politik iktidarın kurucu unsuru olmak şöyle dursun, iktidara katılan konumunda bile değildi. Onlardan iktidar karşısında beklenen esas olarak itaat etmek, yani pasif kalmaktı. Tek parti dönemine hâkim olan anlayış ve uygulama halkın kendisine vesayet eden devlet elitlerine kayıtsız şartsız boyun eğmesiydi.”
Konuştukça ve yazdıkça daha pek çok ‘modern hurafe’lerle karşılaşabiliriz. Uzun yıllar millet ‘hurafe’lerle uyutulmaya çalışıldı. Bari çocuklarımız benzeri ‘modern hurafe’lerle büyütülmesin!
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dünyanın dengesi |
|
İnsanoğlu hep görünüre, maddî âleme bakar, olayları öyle değerlendirir. Maddî olayların bile manevî cephesinin, ruhî ve kalbî bağlantılarının bulunabileceğini düşünmez bile. Oysa doktorlar nice maddî hastalığın psikosematik olduğunu, delil ve örnekleriyle anlatıp dururlar. Ruhî çalkantıların, streslerin bünyeye nasıl olumsuz etki ettiğini aslında herkes kendinde az çok hisseder. Ruhen, kalben rahat insanların ise nice maddî hastalığı yendiği de gizli bir gerçek değil.
Peki, ya günahların manevî hayatımızı mahvettiği gibi maddî hayatımızı da alt üst ettiğinin hiç farkında mıyız?
Mesnevî-i Nuriye’de günahların dünyada kalp, ruh ve vicdanın manevî hastalıkları, ebedî hayatta da daimî hastalıklar olduğuna dikkat çekilir.1
Ve yine günahlar, isyanlar yeryüzünün manevî dengesini bozmaktadır.
Yeryüzünde nizam bulunduğu, nizam bulunduğuna göre dengenin de bulunması gerektiği, hatta nizamın dengeye bağlı olduğu; makinanın dişleri arasına küçük bir şey düştüğünde makinanın etkileneceği, daha öte çalışmasının duracağı; faraza iki dağ bir teraziyle tartılıp terazinin kefeleri eşit hâle geldiğinde bir gözüne bir ceviz ilâve edildiğinde dengesinin bozulduğuna dikkat çekilen İşârâtü’l-İ’câz’da dünyanın manevî nizam makinasının da buna benzediği belirtilir. Öyle ki inatçı bir günahkârın günahı bile yeryüzünün manevî dengesinin bozulmasına sebep olabilmektedir.2
Bugün yeryüzünün dengesini bozmakta olan kutuplardaki buzulların erimesi, küresel ısınma, v.s. gibi insanlığı bekleyen tehlikelerin başsorumlusunun da yine insan olduğunu hiç düşündük mü? Çünkü, “Beşer bir taraftan Arzın şifası iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden [netice veren] bir zehirdir.”3
Bugün yeryüzünde barış teranesiyle az mı zulümler işleniyor, ilim ve teknoloji adına az mı tahribat ve vahşetler sergileniyor? Yapılan nükleer denemeler yeryüzünün dengesini bozuyor, depremlere, hatta tsunamilere sebep oluyor. Egsoz gazının küresel ısınmada rolü çok büyük. Spreylerin ozon tabakasını deldikleri bugün artık biliniyor.
Manevî bozulmaların da dünyamızı olumsuz yönde etkilediği, yağmurların kesilmesine, kuraklığa ve bir kısım belâ ve musibetleri celbe sebep olduğu âyet ve hadislerin işaretleri arasında yer alıyor.
Kısaca insan hırsı, rahata düşkünlüğü, ölçüsüzlük, dengesizlik ve kâinatı hiddete getirecek bir kısım günahları sebebiyle yeryüzünün dengesini bozmakta, huzuru kaçırmaktadır.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 210.
2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 224.
3- A.g.e., s. 251.
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
San’at ve temizlik delillerinden Allah'a |
|
Atomun, hücrenin fizikî ve kimyevî yapısı desen desen; yağmur ve kar tanelerinin kristalleri nakış nakıştır. Meyveler, sebzeler, ağaçlar yapraklar, çiçekler ne muhteşem ölçü, desen, renk ve koku ile bezenmiş. Ya insan? Baştan ayağa bir bir san'at harikasıdır.
İşte atomdan galaksilere kadar bütün kâinatta ince ve baş döndürücü bir san'at göze çarpmaktadır. Bütün fen ilimlerinin diliyle de sabittir. Öyle bir san'at ki, sadece atom hakkında binlerce eser yazılmıştır ve yazılmaya da devam edilmektedir.
Her sanat eserinin mutlak bir san'atkârı olması, zarurî olarak kabul ettiğimiz kesin bir gerçektir. Bir yerde san'at varsa, mutlaka arkasında bir san'atkâr vardır. Kâinatta var olan atomlardan yıldızlara, canlılardan, hayvanlardan bitkilere kadar her nev ve onların her bir ferdi, gayet san'atlıdır.
Bir resim ressamsız, bir iğne ustasız, bir bina mimarsız, bir hendese mühendissiz olması mümkün değildir. Kâinat, baştan başa İlâhî bir kudret ve sanat eserinin tezahürü; yüce Yaratıcının isimlerinin gölgelerinin tecellileri, yansımalarıdır. Bir ayçiçeği veya insanın tek boyutlu renksiz resmi bir ressamın eseri olursa; ya üç boyutlu hakikilerinin yaratanı, ustası olmaz mı? Öyle ise onların da bir san'atkârı vardır. O da Sâni’-i Hakîm olan Allah’tır. Pastör, mikroptaki (virüs, bakterilerdeki) ince san'atı gördüktün sonra, “Sonsuz bir ilim sahibinin varlığına inanmamak mümkün mü?” demiştir.
Temizlik delili
Yaşayarak biliriz ki, bir haftada kendimizi, evimizi, sokağımızı, caddemizi temizlemezsek, orada artık yaşayamaz oluruz. Atomda cereyan eden temizlik, kandaki alyuvar ve akyuvarların temizliği, suyun temizlenmesi, havanın, mevsimlerin temizliği, gökyüzünün temizliği pek harika bir tarzda olduğunu bizzat müşahade ediyoruz.
Dünyamız ve kâinat devamlı işler, dolar boşalır bir fabrika gibi çalıştıkları halde, öylesine temizleniyor ki, bir yerde kirlilik ve ufunet görülmez. “Bu kâinat ve küre-i arz, daim işler ve büyük bir fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pekçok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur. (...)
“Hava, zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır.”1 Sular, bulutlar, rüzgârlar, karıncalar, leş yiyen yırtıcı hayvanlar, kan ve artıkları temizleyen köpek balıkları, karıncalar, mikropları toplayan sivrisinekler, karasinekler, yaprak ve benzeri artıkları yeyip tüketen bakteriler ve bütün hayvanlar Kuddüs isminin tecellisine mahzar olarak dünyamızı o derece pak temizler ki, bir yerde kir, bulaşık, koku bırakmaz. Görünürde bir kir bulunsa da, hemencecik temizlenir.
Bu ve benzeri temizlik faaliyetleri, bu varlıkları istihdam eden, programlayan, ayarlayan sonsuz kudret Sahibini göstermiyor mu? O da, elbette Kuddüs ismine sahip olan Cenâb-ı Hak’tır.
Keza, yıldızların ölümleri de gökyüzünü bulandırmıyor. Sürtünme kanunu ile istihaleye tabi tutularak ışığa, enerjiye çevriliyor. Bütün gezegenler, samanyolu ve galaksilerde de aynı kanun çerçevesinde temizlik yapılmaktadır.
Bu temizleme emrini yıldızlar, unsurlar, madenler, bitkiler dinledikleri gibi, bütün atomlar dahi dinliyorlar ki, hayretengiz tahavvülât fırtınaları içinde o zerreler temizliğe dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Pis olsalar çabuk temizleniyorlar.2
Biliriz ki, kanun kendi başına bir iş yapamaz. Bir kanun koyucu ve icrâ ettirici lâzımdır. İşte kâinatın Sahibi, sonsuz ilim ve kudretiyle, Kuddûs isminin gereği olarak atomdan galaksilere kadar her şeyi temizliyor.
Dipnot: 1- Lem’alar, 296-301. 2. A.g.e.
17.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Mecelle yerine Avrupaî kanunlar |
|
Yeni "Medenî Kànun", Millet Meclisi'nde kabul edildi.
Bu tarihe kadar yürürlükte olan Mecelle hükümleri ise, geçersiz sayılarak son elli yıllık medenî hukuk uygulamasına da son verildi.
Osmanlı devletinin son döneminde (1870'li yıllar), İslâm hukukuna dayalı olarak ilmî bir heyet tarafından hazırlanan 1851 maddeden müteşekkil "medenî kànunlar mecmuası" Mecelle, böylelikle tarihin tozlu raflarına kaldırılmış oldu.
Adına "Türk Medenî Kànunu" denilen bu yeni kànunlar ise, aslında "İsviçre Medenî Kànunu"ndan başka bir şey değildi.
Buna göre, yerli malı terk edilerek, yerine ithal malı olan ecnebi kànunlar kabul ve tatbik edilmeye başlandı.
Adalet Bakanı Bozkurt'un sözleri
O tarihte Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, başlattıkları hukuk sisteminin yenilenmesi kararını—kendilerince—zaruretini şu sözlerle açıklıyordu: "Türk ihtilâlinin kararı, Batı medenîyetini kayıtsız şartsız şekilde kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar, o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacak olanlar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdur. Bu prensip bakımından, kànunlarımızı olduğu gibi Batıdan almak zorundayız."
Devrin hükümeti (3. İnönü hükümeti) adına ortaya konulan bu görüş istikametinde çalışmalara başlandı.
Bu meyanda, önce bir komisyon kuruldu. Komisyon üyeleri tarafından Batılı ülkelerin medenî kànunları incelendi. Aralarından İsviçre Medenî Kànunu esas alındı.
İsviçre'de 1912'de yürürlüğe giren bu kànun, güyâ dilinin basitliği, kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzeni öngörmesi ve hakime takdir yetkisi vermesi sebebiyle benimsendi.
1926'da tam da 26 kişilik komisyonun hazırlamış olduğu yeni kànun tasarısı, Meclis Adalet Komisyonunda hiçbir değişikliğe uğramadan kabul edildikten sonra, bakanlar kurulunda da görüşülerek aynen kabul edildi.
Bu gelişmelerin ardından, tasarının görüşülmesi sırası Meclis'e geldi.
Genel Kurul görüşmelerinde ise, tasarının madde madde ele alınması teklif edildi. Ancak Adalet Bakanı Bozkurt, bu kànunların bir bütün olduğunu, dolayısıyla paket halinde görüşülmesi gerektiğini söyledi.
Tasarı, kısa bir görüşmeden sonra, 17 Şubat 1926'da kabul edildi. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan yeni kànun, 6 ay sonra, yani 4 Ekim 1926'da uygulamaya konuldu.
* * *
Bugün, büyük bir öfkeyle gelişmiş AB yasalarına ve kriterlerine karşı gelen "ulusalcılar"ın kulakları çınlasın.
80 yıl önceki gümrüksüz, filtresiz Batılılaşma hareketine hiç dokunmayan, hatta dokundurtmayan "ulusalcı" cereyan, bu noktada durup kendini şöyle ciddî bir testten geçirmesi gerekmez mi?
Meselâ, kendilerine şunu sorabilirler: "Körükörüne sahiplendiğimiz 80 yıl önceki köhnemiş içimizdeki Batı'ya, bugünkü AB'nin karşı gelmesinden biz neden rahatsız oluyoruz?"
Mecelle yaşıyor mu?
Ciltlenmiş kànunlar mecmuası anlamına gelen ve asıl ismi Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye olan Osmanlı medenî hukuk kitabı olan Mecelle, aslında halen hayattadır ve zaten canlıdır, yani hayattârdır.
Yani, Mecelle'nin bundan 80 yıl evvel kàğıt üzerinde geçersiz sayılmasıyla, hakikatte geçersiz olmadı. Bazı hükümleriyle, pekçok insan kendi hayatında halen de amel etmeye devam ediyor.
Zira, ondaki hükümler, İslâm hukukundan ve kâinattaki İlâhî nizamdan alınmadır.
Dolayısıyla, tazeliğini ve geçerliliğini aynen koruyor.
İşte, bunlardan söze ve yazıya dönüştürülmüş hayatî bazı maddeler:
* Beraat-ı zimmet asıldır. (Yani, insanın suçsuzluğu asıldır, esastır. Tâ ki, iddia edilen suçluluk durumu ispat edilinceye kadar.)
* Zararın def'i, faydanın celbinden evlâdır. (Yani, bir zararın ortadan kaldırılması işini, faydanın celbi işine tercih edilmeli.)
* Ezmanın teğayyürü ile ahkâm tağayyür eder. (Yani, zamanın ve şartların değişmesiyle, gerekçeli hükümler de değişir.)
* Ehven–i şerreyn ihtiyar olunur. (Yani, iki şerden daha hafif, daha zararsız olan tercih edilmeli.)
İşte, Mecelle'nin buna benzer pekçok hükümleri vardır ki, insanlar bugün bile hayatlarında onun tatbikine çalışırlar.
Nasıl bakıyorlar?
Avrupalı kimi düşünür ve hukukçuların şu kanaati paylaştıkları rivâyet edilir: "Dünya tarihinin iki büyük hukuk projesi yapıldı. Ne gariptir ki, bunların ikisi de İstanbul'a nasip oldu: Birisi meşhûr Roma Hukuku, diğeri ise Mecelle'dir."
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Sevgiye giden yollar |
|
Kimliğimizi oluşturan düşünceler ve duygular mı çok değişti? Yoksa her şey anlam kaybına mı uğradı? Bizim altını çizerek kalbimize koyup sakladığımız değerler pazarda el tezgâhlarında satılığa çıkıyor. Sevgi, aşk ve muhabbet eminim ki, hiçbir zaman bu kadar utanmamıştı. Bu kadar soyulup sokağa atılmamıştı. Şımarık, kıymet bilmez ve değerden yoksun yüreklerimizde bu kadar çabuk harcanmamıştı. Kalplere sıcaklık veren, zarafet ve incelik katan, insanı üstün kılan o aşk, hiçbir devirde bu kadar üşümemiştir eminim..
Zevklerle, aşklar karıştırıldığından beri aşkın ağıtları hiç bitmiyor...
Sevgi ile birbirine bağlanmış, sevginin yüceliğine, mahremiyetine, inceliğine dokunmuş kalplerin bir araya geldiği kaç yuva kaldı acaba? Duvarlarına huzur sinen…
Kadın ve erkek birbirini tamamlayan, bütünleyen iki varlık. Birini diğerinden ayrı düşünmek imkânsız. Bütün yürekler, kadın veya erkek olsun, diğer yarısını arar. Çünkü bunu Yaratıcı doğuştan onun kalbine koymuştur. Birbirlerini bütünlesinler, hayatın engebeli yokuşlarında birbirlerinin yüreklerine arkadaş olsunlar, dost ve can olsunlar diye kalplerine de sevgi yüklemiş. O muhabbetle, gerçek mahbuba giden yollar açmış.
Kalplerde bir yıkım var. Çatırtıları gökleri de inletiyor, yeri de… Güvenler tarumar, yürekler toz duman…
Oysa kalplerimiz sevgiye ve muhabbete daha yakın. Ayrılığa, hüzne, acıya, kırgınlık ve dargınlıklara değil. Hepimiz bir yerlerde gizlenen o mutluluğu ve huzuru istiyor, arıyoruz. Kendimiz kalbimizle saklambaç oynarken, mutluluğu nasıl bulabiliriz ki? Ruhumuza açılan pencerelerden öz varlığımızı nasıl seyredebiliriz?
Eğer gönlümüze giden yollar geceye bürünmüşse ve kendimizi dahi göremiyorsak bu karanlığın içinde, içimizdeki ışığı görmenin ve yakmanın zamanı gelmiş demektir. İçimizdeki ışık; yani dürüstlük, yani sevgi, yani güven verme ve güven duyma, yani şefkat, yani merhamet, … yani Vedud olan o yüce Yaratıcının muhabbetiyle boyanmak.
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hızır Aleyhisselâm-2 |
|
Gebze’den okuyucumuz: “İnsanlık tarihinde Firavun, Şeddat, Nemrut gibi pek çok inkârcı ve tahripçi kimselerin yaşadığı biliniyorken; Hazret-i Musa (as) Hazret-i Hızır (as) ile gezdiği esnada Hazret-i Hızır (as) bir çocuk öldürüyor. Ve yapmış olduğu fiilleri kendi iradesi ile değil, Allah’ın iradesiyle gerçekleştirdiğini söyleyerek, öldürdüğü çocuk için, ‘İleride çok büyük zararlara neden olacak fiillerinden korktuk’ diyor. Bu ne demektir? Nasıl korkudur? Hâlbuki Allah her şeye hâkimdir.”
Dünkü yazımızda Hazret-i Musa (as) ile Hazret-i Hızır (as) arasında geçen hadiseyi Kur’ân’ın verdiği haber çerçevesinde özetlemiştik. Bu ilim ve hikmet deryalarının yaşadıkları hâdiseyle ilgili şunlar söylenebilir:
1- Hazret-i Musa (as) ile Hazret-i Hızır’ın (as) ilimleri farklı farklıdır; fakat her iki ilim de Allah katından verilmiştir, birbirinden üstün değildir. Bunu Hızır'da (as) doğrulamıştır.
2- Hazret-i Hızır’ın (as) ilmi, “ledün” ilmidir. Yani Allah’ın ona lütfettiği, hâdiselerin iç yüzünü gösteren gizli ilimlerdendir. Bu ilim gereği Hızır (as) varlıkların görünen kısmı gerisinde var olan incelikleri, hikmetleri, gelecekteki tavırları, geçmişteki sebepleri ilk bakışta biliyordu. Hazret-i Musa’nın (as) ilmi de vahye dayanmaktadır. Fakat Hazret-i Musa’nın (as) ilim alanı, olayların dış yüzüne bakarak Allah’ın hükümlerini bilmektir.
3- Hazret-i Musa’nın (as) ilim öğrenmek için Hazret-i Hızır’a (as) gitmesinde, ilim için yolculuk yapmaya ve ilim öğrenmeye teşvik vardır.
4- Hazret-i Hızır’ın (as) ilmi Müessirden esere, Yaratandan varlıklara doğru görünmez tecellilerle ilgili olarak, Allah’ın dilediği kadarına vâkıf kıldığı bir ilimdir. Hazret-i Musa’nın (as) ilmi ise eserden Müessire, varlıklardan Yaratana, yaratılmışlardan Allah’a doğru yakarışı ve yaklaşımı düzenleyen bir ilimdir.
5- Her iki ilim de Allah’tan gelmesi itibariyle Ledün ilmidir. Fakat olayların iç yüzünü bilmek ancak Allah’ın dilemesi ve vermesi ile mümkündür. Bu ilim, kişisel çaba ve gayret ile öğrenilmez. Hazret-i Musa’ya (as) gelen vahiy ise akla hitap eder. Aklın çözümlemesine ve öğrenmesine kapalı değildir.
6- Hazret-i Hızır (as) Haktan halka gelen fiilleri bilmektedir. Hazret-i Musa (as) ise halktan Hakka giden fiillerin hükümlerini bilmektedir.
7- Hızır’ın (as) çocuğu öldürmesi, Azrail’in (as) ruhları almasından farksız bir tasarruftur. Allah’ın emri ve takdiri her zaman ön plândadır. Allah emretmiştir, Hızır bu emri icra etmiş, yerine getirmiştir. Fakat öyle ki, neden icra ettiğini, Allah’ın bildirmesiyle bilmektedir. Bilmek suç değildir. Allah’ın neden emrettiğini sorgulamak ise, hiç kimsenin harcı değildir. Allah’ın emrini sorgulayamayız.
8- Hazret-i Musa (as) Allah’ın emirlerini tebliğ etmeye memurdu. Hazret-i Hızır (as) ise Allah’ın emirlerini tebliğ etmeye değil, bizzat icra etmeye ve yapmaya memurdu.
9- Hazret-i Musa (as) zahirî ilimlere, Hazret-i Hızır da (as) bâtınî ilimlere mazhardı. Hazret-i Muhammed (asm) ise her iki ilme de mazhar kılındığından zülcenâheyn (çift kanatlı) ünvanına sahiptir.1
10- Bedîüzzaman Hazretlerinin tesbiti ve keşfiyle, Hazret-i Hızır (as) bu gün de, serbest, bir anda çok yerlerde bulunmaya istidatlı ve insanî ihtiyaçlarla sınırlı olmayan bir hayat içinde bulunmaktadır. Velâyet makamlarından bir makam vardır ki, o makama gelen veli Hazret-i Hızır (as) ile görüşmekte ve Hızır’dan (as) ders almaktadır.2
11- Halk arasında dolaşan, “Kul daralmayınca Hızır (as) yetişmez” sözünde hakikat payı vardır.
Dipnotlar:
1- M. Hamdi Yazır, H.D.K.Dili, 5/3274
2- Mektûbât, s. 11, 12
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Meğer ‘288 okul numaram değil’miş! |
|
301. madde Türkiye’nin düşünce ve ifade özgürlüğüyle ilgili sembol maddesi haline geldi. Ancak son gelişmelere bakıldığında düşüncenin önündeki engellerin sadece bu maddeyle sınırlı olmadığı görülüyor.
Adalet Bakanı Cemil Çiçek, “301 kapı numarası değildir” demişti. Açılan dâvâlarda, yapılan tartışmalarda bu numaranın gerçekten bir kapı numarası olmadığını Türkiye gördü. Şimdi ise 288’in de bir kapı numarası olmadığını görmeye başlıyoruz.
Lisede okul numaram 288’di. Liseyi bitirdikten sonra bu numarayı unutmuştum. Tâ ki, Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır TCK’nin 288. maddesinden ceza alana kadar… Meğer 288’in TCK’daki karşılığı “âdil yargılamayı etkilemeye teşebbüs”müş...
Çakır 301’den beraat etti. TCK’nın 288/1 maddesi uyarınca ise 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına hükmedildi. Söz konusu ceza da “sanığın kişiliği, sosyal ve ekonomik durumu ve suçun işlenmesindeki özelliklere göre kısa süreli özgürlüğü bağlayıcı ceza, günlüğü takdiren 20 YTL den 3.600 YTL adli para cezasına çevrildi. Karar şimdi temyiz yolunda…
***
Geçtiğimiz yıl sonlarında bu konuda açıklama yapan Basın Konseyi düşüncenin önünde engel olan maddeleri Başbakan yazdığı mektupla dile getirmişti. Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi mektubunda, “Ancak değişiklik sadece 301 ile sınırlanırsa yeterli olmaz. Çünkü, ‘301. maddenin de değiştirilip iyileştirilmesi, ifade özgürlüğü ile ilgili sorunları çözmeye yetmez. Başta 288. madde olmak üzere, TCK’nun 84/3, 125, 128, 130, 135, 136, 137, 214, 215, 216, 217, 220/8, 226, 237, 267/1-9, 269/5, 285, 298/2, 304, 305, 318, 323, 327, 329/1, 334, 336, 339, 340, 341, 342. maddeleri, birer Demokles kılıcı olarak öylece duruyor. Hangisinin, ne zaman uygulanacağını bilemiyoruz…” demişti. (www.basinkonseyi.org.tr Oktay Ekşi, Basın Konseyi Başkanı, 15.11.2006)
Verilen bilgide de görülüyor ki, düşüncenin önünde—Basın Konseyinin tespit ettiği kadarıyla—30’un üzerinde madde var…
301. maddenin kaldırılması veya muğlâk ifadelerden arındırılarak değiştirilmesi bir adım olacaktır. Ancak üstte sayılan maddeler değiştirilemez veya kaldırılmazsa, 301 kaldırılırsa dahi bu maddelerden birisi hemen devreye sokulacaktır. Geçmişte olduğu gibi…
* * *
301 tartışılırken, düşüncenin önündeki bu maddelerin de gözden geçirilmesi gerekir. Sivil toplum kuruluşlarının hazırladığı “öneri” önceki TCK’nın 159. maddesine geriye dönüş anlamına geliyor. Teklif, mevcut 301’in çok gerisinde… Yani, teklifin elle tutulur bir tarafı yok. Bu durumda görev hükümete düşüyor.
Kaldı ki, STK’ların 301 önerisi TBMM Adalet Komisyonu üyeleri tarafından da beğenilmedi. Milletvekilleri, önerinin maddenin kapsamını daha genişlettiği görüşünde birleşiyorlar. Başbakan Erdoğan da maddenin değiştirilmesi konusunda “mutabakatın” oluştuğu kanaatine varmış olacak ki, maddenin değiştirilmesi yönünde talimat verdi.
Avrupa Birliğinde veya yurtdışında bu konuda en çok muhatap olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “301. maddede değişiklik yapılması gerektiğine inanıyorum. Bazı savcılar dosyalar açıyor, Türkiye hakkında çok yanlış imaj oluşuyor dışarıda…” diyerek bir maddenin değişmesi gerektiğini söylüyor.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, “301. madde ile ilgili yargılamalarda değişik hâkimlerin aynı durumla ilgili değişik kararlar verdiğini görüyoruz. Kimi ceza verirken, kimi beraat diyor. Ceza hukukunda tefsire yer olmaması gerekir. Suç sabit, ceza basit olmalıdır” diyor ve maddenin muğlak ifadelerden arındırılması gereği üzerinde duruyor. O zaman en kısa zamanda bu işi çözmek hükümete düşüyor.
Hatırlanacağı üzere Adalet Bakanı Cemil Çiçek, “301’i cenazeden sonra konuşalım” demişti. Cenaze kalktı, peki düşüncenin önündeki engel olan maddelerin cenazesini kaldırma vakti gelmedi mi? Bize göre geldi de geçiyor bile…
Hele hele, “Virgülüne bile dokunulmasın” diyen sivil toplum örgütlerine hiç kulak asmadan…
“Özgürlükler konusuna nokta koymadık, virgül koyduk” diyen Cemil Çiçek’e bu virgülün devamını getirip, özgürlükçü bir şekilde cümleyi tamamlamasını bekliyoruz.
Tabiî bu maddeler değişirken zihniyetinde değişmesi gerektiğini söylemek lâzım.
Not: Gazetemiz Yeni Asya, hizmet yolunda 38. kuruluş yıldönümüne kutlamaya hazırlandığı şu günlerde, düşünce ve inanç özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması yönündeki hukuk mücadelesine kararlıkla devam edecektir. Tâ ki, Türkiye’de herkes isteği gibi düşününceye, düşündüğünü söyleyene kadar…
17.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|