En büyük meselemiz evâtlarımız. En büyük endişemiz yavrularımızın geleceği… Korkunç bir gafletin hüküm sürdüğü asrımızda hevesatlarının peşinden dolu dizgin giden gençlerin durumuna acımamak mümkün mü? İçimiz kan ağlıyor. Gençlerin vaziyetleri gözlerimizin ferlerini bulanıklaştırıyor, yüreklerimiz onların içinde bulunduğu hâletin ateşiyle adeta cayır cayır yanıyor.
Karanlıklardan beslenenlerin yavrularımız üzerindeki emelleri insan olan insanların kanlarını donduruyor. Sadece gençler değil, bir kısım analar da, bir kısım babalar da büyük bir gaflet gayyasında yüzmektedirler. Aklı başında olan ve tehlikenin farkında olan ebeveynleri gençler dinlemiyor artık. Özgürlüğün hayvanların hayatını çağrıştıran anlamı topluma hakim adeta…
Zamanın tehlikelerinden oğullarını, kızlarını kurtarmanın peşinde olan anne ve babalar büyük bir endişe ile kıvranmaktadırlar. Acaba yavruları da sokaklarda ar ve hayadan yoksun bir şekilde gezinenler gibi olabilir mi?.. Olursa ne yapabilecekler bu bîçare yürekleri yanık ebeveynler?..
Bir derin endişedir bizlerin uykusunu kaçıran. Ciğerparelerimiz için duâ etmekten başka çaremizin olmadığını düşünüyoruz. Bizler dünyanın fitne ve fesadından yavrularımızı kurtarmanın peşine düşerken, bazen en yakınlarımız bile yavrularımızın güya gelecekleri adına onları ateşe doğru sürüklemektedirler.
“Geleceğini güvenceye alsın” temennisi altında nice yavrular geleceğin karanlık vadilerine atılmaktadırlar. Bazen babalar, bazen analar ciğerparelerin elinden tutarak onları sonu belirsiz istikametlere yöneltmektedirler. Çünkü dünya çok cazip gelmektedir bizlere. Hem de gözümüz önünde örnek alacağımız çok kişiler vardır ki, fetvaya müracaat etmekten hiç çekinmeyiz.
Falanın oğlu da, fişmekanın kızı da oralarda değil mi canım? Hem ne derler? “Bu yavrucağı neden sosyal hayatın içine salmadın” demezler mi? “Sen ne biçim tahsil görmüş babasın” demezler mi? “Eh ne yapalım zaman böyle gerektiriyor, biz ne yapabiliriz ki” diyecek çok ukalalar çıkar karşımıza. Böylece bizler endişeliyken yavrularımız gözyaşlarıyla bize yalvarırlar, “Ne olursun babacığım, ne olursun anacığım beni de gönderin o mekânlara, ben de evde kapalı kalmayayım. Bakınız kimler vardır oralarda?”
Çok dayanırız ve belki de daha fazla direniriz, ama sonunda pes eder ve yavrularımızı dünyalıların insafına terk ederiz. Ve sonraları da vicdan azabımızı dindirmek için kendimizi alıştırmaya çalışırız. “Ne yapalım zaman böyle” der işin içinden çıkarız.
Neticede bir gün gelecek, sokakta görüp acıdığımız, hayamızdan dolayı başımızı kaldırıp bakamadığımız nice genç gibi, yavrularımızın da sokakların insafına terk edildiğini görürüz. İnsanın dili varmıyor böyle şeyler ifade etmeye. Ama başka ne yapabiliriz ki?..
“Ölüm var”, “Cehennem var” diye avazımız çıktığı kadar bağırsak da sesimizi ne yazık ki duyuramıyoruz. Yavrular, bağrı yanık ebeveynlerin, başkasının günahına ağlayan ulu kişilerin hissettiklerini görmekten, duymaktan uzaktırlar. Dünyanın yalancı güzellikleri ve geçici çekicilikleri onları esareti altına almıştır. Ne denilirse denilsin, onlar hoplamaya, zıplamaya devam etmektedirler. Sefih medeniyet katletmiştir insanlığımızı. Geleceğimizin teminatı olan gençler nefsin ve şeytanların tuzaklarına yakalanmış gibi görünmektedirler. Ama büsbütün de ümitsiz değiliz. Zira bizlere ümit verecek gençler de vardır dünyamızda. Onlar ulu orta görünmeyebilirler. Ama onların da bulunduğu aydınlık mekânlar vardır şüphesiz.
Hâsılı bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da huzur iklimine yelken açanların sevinciyle neşe alıyoruz. Bu neşemizin daha da mânâ kazanması için, yavrularımıza, sadece dünyevî bir gelecek biçmek yerine, uhrevî mânâların hâkim olacağı bir dünya kazandırmalıyız. Yoksa “Rızasıyla zarara girene acınmaz” hükmüne mâsadak oluruz. Allah korusun…
30.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|