|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Biz peygabere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. Ona gönderdiğimiz, bir nasihatten ve ap açık bir Kur'ân'dan başkası değildir.
Yâsin Sûresi: 69
|
30.10.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Mü'min, insanların malları ve canları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir. Muhâcir de hatâ ve günahlardan uzak duran kimsedir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3770
|
30.10.2006
|
|
İnsanı en yüksek mevkiye çıkaran şükürdür
Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var. O da, şükürle o suret görünür. Yoksa, ehl-i gaflet ve dalâletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ne derece hasâret ediyorlar.
Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder.
Elhasıl, en âlâ ve en yüksek tarik olan tarik-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki, o dört esas şöyle tabir edilmiş:
Der tarik-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz.
(Ey aziz kardeşim! Allah’a karşı acizlik ve ihtiyacını hissetme esasına dayanan bu yolda şu dört şey lâzımdır: Sonsuz acz, sonsuz fakr, sonsuz şevk, sonsuz şükür.)
“Allahım, bizi şükredenlerden eyle—rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn.”
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” (Bakara Sûresi, 2:32.)
“Allahım! Şükredenlerin ve hamd edenlerin efendisi olan Efendimiz Muhammed’e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.”
“Onların duâları, ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun’ sözleriyle sona erer.” (Yûnus Sûresi, 10:10.)
Mektûbât, s. 351
Lügatçe:
envâ-ı zîhayat: Hayat sahibi çeşitleri.
müddeharât: Biriktirilmiş şeyler, depolananlar.
hâvi: İçine alan.
hâlk: Yaratma.
ahsen-i takvim: En güzel şekil, biçim.
esfel-i sâfilîn: Aşağıların aşağısı.
irtikâp: Kötü bir iş yapma.
tarik-i ubudiyet ve mahbubiyet: Allah’ın sevgisini kazanma ve kulluk yolu.
|
30.10.2006
|
|
Kaybedenler kazananlardır! (2)
Dünden devam
Modern çağın bilhassa son zamanlarda yücelttiği bir kavram: Başarı. Başarı aslında kötü bir şey değil. Başarılı olmak da kötü değil. Ancak kötü ya da tehlikeli olan başarının kutsallaştırılması. Başarılı olmak uğruna yapılan her şeyin doğru sayılması.
Halbuki bir önceki yazıda belirtildiği gibi bazen doğru olanı yapmakla başarılı olmak aynı mânâya gelmeyebiliyor. Bazen de dünyevî olarak başarısız olmak, ahiret açısından başarılı olmak anlamına geliyor. Bu bakımdan Hz. Ali ve Hz. Hasan, Peygamberimizden (asm) aldıkları derse binaen, ümmete bu hususta gerçekten güzel bir yol çizmişlerdir.
Kezâ, Risâle-i Nur Külliyatındaki konuyla alâkalı metinler, modern çağın başarı kavramına yüklediği anlamın tek yönlü olduğunu gösteriyor. Ahireti hesaba katmayan bir başarı anlayışının altında kalan günümüz insanına önemli bir açılım sunuyor. Böylece Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın takındığı tavrı anlamak da bir hayli kolaylaşıyor.
Derken Risâle-i Nur’un böylesine zor bir konuya bu kadar isabetli bir biçimde yaklaşmasının sebeplerini düşünmeye koyuldum. Haliyle bu yaklaşımın tek bir sebebi yok, ancak ilginç bir bağlantı dikkatimi çekti. Bunu, Bediüzzaman’ı garezsiz ve samîmî bir şekilde ele alan bir Kanadalı da fark edebilmiştir. Hatta bu özellik, yazarı Bediüzzaman’ı incelemeye sevk etmiştir. Fred A. Reed “Anadolu Kavşağı” isimli Türkçe’ye de çevrilen kitabında ne güzel ifade etmiştir Bediüzzaman’ın “yenilgisi”ni:
“…Ancak bu yenilgi, rasyonalist bir analizin kaçırdığı ilginç bir metodla, zafere dönüşür. Bu zafer, sufî bakış açısıyla ifade edersek; tevazunun kibire, hikmetin kuvvete, ihlâsın dalkavukluğa, imanın küfre ve aczin kudrete karşı bir zaferiydi.” (Önsöz’den, s.17)
Bediüzzaman da hedef olarak başarıyı, başarılı olmayı seçmiş olsaydı, hiç şüphe yok farklı yollar denerdi. Yani İslâmiyet’e ve Kur’ân’a farklı yollardan hizmet etmeyi denerdi. Başarılı olur muydu, bilemiyoruz. Ama bugün Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nurları diğer İslâm âlimlerinden ve eserlerinden farklı kılan özellikleri yitirirdi.
Nasıl bu kadar rahatlıkla söyleyebiliyoruz bunu? Çünkü Bediüzzaman en “başarısız” olduğu dönemlerde bile hizmet metodunda bir değişiklik yapmamıştır. (Konuyla ilgili herkesi Bediüzzaman’ın hayatını bir de bu açıdan okumaya dâvet ediyoruz. Tıpkı Kanadalı Reed gibi…) Demek ki Bediüzzaman da doğru olmayı, doğru yapmayı dünyevî başarıya tercih etmiştir.
Bediüzzaman mücadele etmiş, sonucu Allah’tan beklemiştir. Fedakârlık yapmıştır. Böylece Bediüzzaman bizzat yaşayarak Risâle-i Nurları telif etmiştir. Bütün bu “başarısızlık”ların ve sıkıntıların meyvesi olarak Risâle-i Nur Külliyatı ortaya çıkmıştır, denilebilir. Tıpkı İmam-ı Ali, Hz. Hüseyin gibi doğru yapmıştır. Ne ki görünürde “başarısız” olmuştur.
Oysa, bugün gelinen noktada Risâle-i Nur milyonların imanını kurtarmış, kurtarmaya devam etmektedir. Risâle-i Nur’un sunduğu Kur’ân’a dayanan ölçülere insanlığın ihtiyacı olduğu her gün daha bir vurguyla söylenmektedir.
Yine Fred A. Reed “Anadolu Kavşağı”nın bu kez sonsözünde bizim yazdıklarımızı özetlemektedir:
“Hırslı Batı toplumunun lûgatinin gözde kavramlarından biri olan başarı, Said Nursî’nin yabancısı olduğu bir kavramdı. Onun hayatının ve mücadelesinin paradoksal sonucu şuydu: O başarısızlık içinde gerçek başarıya ve zafere ulaşmıştı.” (Sonsöz’den, s. 331)
Evet! Risâle-i Nur Külliyatı göz önüne alınırsa Bediüzzaman da “kaybederek” kazanmış ve kazandırmıştır. Hz. Hasan gibi maddî saltanatları reddetmiş, kimi zaman kendi iradesiyle kaybedenlerden olmuştur…
Son sözü yine affınıza sığınarak Risâlelere bırakıyorum:
“…adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan, Risâle-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anh’ın bir muavini (yardımcısı), bir mütemmimi (tamamlayıcısı), bir mânevî veledi hükmündedir…” (Emirdağ Lâhikası)
–Son–
|
Ahmet Tahir UÇKUN
30.10.2006
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Mübîn
Allah (c.c.), Mübîn’dir, Mübeyyin’dir. Yani, Cenâb-ı Hak, hakkı ve hakikatı açıklayan kelâm ve beyan sahibidir; hakkı izhar eder, hakîkati açıklar, emir ve nehiylerini açıkça beyan eder, kulları ile vahiy ve ilham yoluyla konuşur ve kendi varlığından haberdar eder. Dünyanın mâhiyetini ve âhiretin geleceğini beyan eden, insana kimliğini, nereden geldiğini ve nereye gideceğini açıklayan Cenâb-ı Haktır. Bütün peygamberler Allah’ın vahiy ve beyanlarını tebliğe memur birer elçidirler. Kur’ân Allah’ın hak kelâmı ve beyanıdır. Vahiy hakikatı tümüyle Allah’ın hak beyanı ve hakikatı ifâde tarzıdır.
Kâinata bakıldığında Hâlık Teâlânın varlığı o kadar açıktır ki, gözlerin Onu görmekten âciz kalması, Allah’ın varlığının ve ortada oluşunun şiddetindendir. Binâenaleyh, varlığından şüphe duyulması mümkün değildir. Varlığı apaçık ortadadır. Bütün eserler Onun varlığına delildir. Varlığı aslâ gizli ve kapalı değildir; birliği şüphe götürmez.
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği1 ve Kur’ân’da da yer alan Mübîn ismi Cevşenü’l-Kebîr’de kimi zaman tef’îl babından mübalâğa bildiren Mübeyyin şeklinde gelmiştir.2
Âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“O gün Allah onlara işlediklerinin karşılığını hak ile verecektir. Bileceklerdir ki, O Allah Hak ve Mübîndir.”3
“Muhakkak yakîn sahipleri için (hakikate iyice vâkıf olmak isteyenlere) Biz, âyetlerimizi tebyîn ettik (açıkladık).”4
“Eğer akıl ediyorsanız, Biz size âyetlerimizi tebyîn ettik.”5
Cenâb-ı Hakkın iki türlü konuşmayla kullarını kendi varlığından haberdar ettiğini ve şefkatini hissettirdiğini beyan eden Bedîüzzaman, bunlardan vahiy yolunun en yüksek mertebede bir tecellî olduğunu, vahiylerin içinde de Kur’ân’ın çok büyük bir makama sahip bulunduğunu, çünkü Kur’ân’ın İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini kaydeder.6
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Hakkın ilhâm tarzında da konuşması vardır ve Allah Teâlâ her can ve yürek sahibiyle ilham yoluyla konuşur. Bu tür konuşması Allah’ın, has bir şefkat ile, cüz’î bir unvan ile, hususî bir ismin küçük bir tecellîsi ile, has bir terbiye edicilik ile, özel bir saltanat ile, hususî bir rahmet ile tezâhür eden kelâmıdır. İlham dereceleri muhteliftir. Hayvanların ilhamlarından, insanların halk sınıflarının ilhamlarından, melâikenin halk tabakalarının ilhamlarından, evliyâ ilhamlarından, büyük melâikenin ilhamlarına kadar derece derece ilhamlar vardır.7
Bu dünyayı eşsiz san’atlarıyla süsleyen ve döşeyen Cenâb-ı Hakkın, san’atını gören ve takdir eden insanla konuşmamasının düşünülemeyeceğini kaydeden Bediüzzaman, “Madem ki yapar ve bilir, elbette konuşur. Mâdem konuşur, elbette konuşmasına yakışan, Kur’ân’dır” der. Bedîüzzaman, bir çiçeğin tanziminden lâkayt kalmayan Mâlikü’l-Mülkün, bütün mülkünü ilgilendiren bir kelâmı başkasına mal etmesinin mümkün olmadığını kaydeder.8
Bedîüzzaman şöyle sorar: “Yaratıklarını yüz binler diller ile konuşturan, onların konuşmalarını işiten ve bilen bu kâinatın Sâniinin, kendisinin konuşmaması mümkün mü? Kâinattaki yüce maksatları bir ferman ile kullarına bildirmemesi ve varlıkların sırlarını anlayacağımız bir dil ile açıklamaması kabil mi? Mahlûkâtın nereden geldiklerini, niçin böyle kafile kafile arkasında buraya gelip, bir parça burada durup buradan gittiklerini ve nereye gittiklerini açıklayan Kur’ân gibi bir kitap göndermemesini hiç akıl kabul eder mi? Hükümlerini apaçık beyan etmiş olan Kur’ân’ın, o Mütekellim-i Ezelî ve o Sâni-i Sermedînin kelâmı ve fermanı olmamasına hiç imkân var mı?”9
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2: 243; 2- A.g.e., s. 2: 235; 3- Nur Sûresi: 25; 4- Bakara Sûresi: 118; 5- Âl-i İmran Sûresi: 118; 6- Sözler, s. 123; 7- A.g.e., s. 124; 8- A.g.e., s. 362; 9- Şuâlar, s. 216
|
30.10.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
MÜNÂFİKUN:
1. Ey göklerin ve yerin hazineleri Kendisine âit olan! (7)
2. Ey onların yaptıklarından haberdar olan! (11)
TEĞÂBÜN:
1. Ey mülk ve hamd Kendisine mahsus olan ve herşeye gücü yeten! (1)
2. Ey göklerde ve yerde olanları bilen, gizlediklerimizi ve açığa vurduklarımızı bilen ve kalplerde olanları hakkıyla bilen! (4)
3. Ey cezâ vermekte acele etmeyip yumuşaklıkla muâmele eden ve iyiliklere bol bol mükâfat veren! (17)
4. Ey görünmeyeni de, görüneni de hakkıyla bilen Azîz ve Hakîm! (18)
|
30.10.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Risâle-i Nur’u sadakat ve devamla okumak
Risâle-i Nur’u sadakat ve devamla okuyan hakikî bir Nur talebesi, ahlâken düşük insanlar arasında kalsa da ahlâkını bozmadan onlardan uzaklaşıp kendini kurtarıyor. Hem ahlâk ve terbiyesini yükseltmek için nefis mücadelesine girişiyor. Risâle-i Nur’dan aldığı malûmat ve imânî kuvvetle muvaffak oluyor. Hem kendini o bozuk cemiyete ve kimselere kaptırmıyor; bilakis Risâle-i Nur’u neşrederek imânî esasların zayıflaması neticesi olarak bozulan o cemiyeti ikna ve ıslâh etmek cehdine sahip oluyor. İçtimaî yüksek esaslarla mücehhez bir ıslâhatçı gibi gaye ve prensibinde terakkiler kaydediyor. Dâvâsını yürütmekte ve yerleştirmekte âdetâ zaferden zafere koşmaya başlıyor.
|
30.10.2006
|
|
Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)
Hz. Ali ve Fâtıma (ra) için duâsı
Hem, nakl-i sahihle, İmam-ı Ali için duâ etmiş: “Yâ Rab, soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme.” İşte şu duâ bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını giyerdi, yazda kış libasını giyerdi. Derdi ki: “O duânın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum.”
Hem Hazret-i Fatıma için duâ etmiş: “Açlık elemini ona verme.” Hazret-i Fatıma der ki: “O duâdan sonra açlık elemini görmedim.”
Mektûbât, s. 146
|
30.10.2006
|
|
|
|