Lâfı başka tarafa çekmenin, öyle iğneli iğneli konuşup durmanın hiç gereği yok. Zaten kendisi "cumhur" olan halkımızın mutlak çoğunluğu, sistem olarak Cumhuriyeti kabullenmiş, özümsemiş ve dahi sahiplenmiştir.
Demokratik cumhuriyeti ise, bir hayat tarzı olarak benimsemiş ve içine sindirmiştir.
Bunlardan vazgeçmesine veya kalkıp bir başka rejimi tercihe yönelmesine en ufak bir ihtimal dahi veremiyoruz.
Kaldı ki, bunları bırakıp başka türlü bir rejime geçelim diyen, böylesi bir teklifi seslendiren de yok, bugün için...
O halde ne oluyoruz öyle? Neden her vesileyle çıkıp tehlike çanları çalınıyor?
İkide bir âvazlanarak "Yok, cumhuriyet tehlikede. Yok, demokrasi tehlikede" deyip durmanın âlemi ne?
Cumhuriyet ilân edileli tam 83 yıl oldu. Kör topal gitmesine rağmen, demokrasimiz de 60 yaşında.
Şimdiye kadar, bu iki siyasî/sosyal nimeti yıkmaya, onları ortadan kaldırmaya kimsenin gücü yetmedi. Bundan sonra ise, hiç yetmez.
Demokratik cumhuriyet, arada bir vurulmadı, hançerlenmedi değil. Yaşandı bunlar; üstelik, çok derin yaralar açıldı.
Ancak, bu necip millet açılan o yaraları da vargücüyle kapatmaya çalıştı.
Yaraların sarılması sürecinde, halkımız cumhuriyetten caymak, demokrasiden soğumak bir yana, bilâkis bu erdemli sistemlere daha çok sarıldı, daha ziyade sahip çıktı.
Dolayısıyla, şuna herkes inanmalı ki, halkımız tarafından demokratik cumhuriyete gelebilecek herhangi bir tehdit, yahut tehlike ihtimali söz konusu dahi değil.
Kaldı ki, cumhuriyetin mânâsını zıddına inkılâp ettiren ve birkaç kez de demokrasiye süngü darbesi vuran halk değil, başka oluşumlardır.
Şayet, herhangi bir tehdit söz konusu ise, yine geçmişteki o sâbıkalı oluşumlardan, yani cuntalardan sakınmak gerekir.
Zira, bu millete ve bu ülkeye hiç kimse zarar verememiştir, onların verdiği kadar.
Şükür ki, artık cuntacılığın da cılkı çıktı ve bu tür teşebbüslerin hiçbir derde devâ olmadığı belleklere, vicdanlara iyice kazınmış oldu.
Vay canına
Medenî ülkede ser–seri cinayetler
Ülkemizde, sonunda seri cinayet işleyen serseri katiller de çıktı.
Çıkar abicim çıkar; işin ucunda ölüm (idam) yok ya...
* * *
Azizim, şu Türkiye nasıl bir ülke?
Gelişmekte olan medenî bir ülke.
Güzel. Peki, bu medeniliğin bâriz alâmeti ne?
Cevabı çok basit: İdam cezasının kaldırılması.
Nasıl yani? Pek anlayamadım. İdam cezasının kaldırılmasıyla medeniliğin, gelişmişliğin ne alâkası var?
Yahu, bu sorunun cevabı daha da basit: Meselâ, yakın bir tarihe kadar bile bakanların, hatta başbakanların bile idam edildiği bir Türkiye'de, bugün her türden câniler, zâniler, katiller, hatta en azgın teröristler bile idam edilmiyor. Yani, şimdi bu az bir gelişme midir?
Vay canına...
Demek ki, az bir zamanda çok büyük işler başarmışız. Bayağı da medenileşmişiz ha...
* * *
Yahu arkadaş, şu Amerika nasıl bir ülke?
O da medenî, üstelik gelişmiş bir ülke.
Peki, orada durum nasıl? Yani, meselâ orada idam var, idam?
Galiba varmış...
Haydaaa... Al sana bir kez daha vay canına.
Medeniyet adına ortada bir paradoks var, ama ne? Yoksa, "medeniyet çatışması" denen muammanın bir ucu da bu mu?
Günün Tarihi
Anadolu'yu yakan Mondros Ateşkesi
30 Ekim 1918: Limni Adasının Mondros sâhilinde biraraya gelen Osmanlı ve İtilâf Devletleri temsilcileri, Birinci Dünya Savaşını sona erdiren ateşkes (mütareke) antlaşmasına imza attılar.
Bu antlaşma, Osmanlı hükümetinin sonunu getirmekle kalmadı, aynı zamanda ülke topraklarının yarıdan fazlasının işgal edilmesini de netice verdi.
Aynı zaman zarfında Anadolu ve Rumeli'nin hemen her tarafında kurulmaya başlayan Müdafaa–i Hukuk Cemiyetleri, mütareke şartlarını kabul etmeyerek ülkenin bağımsızlığı için bilfiil harekete geçti.
Kısa sürede yaşanan önemli gelişmeler
Dört yıl evvel başlayan Dünya Harbi, Eylül 1918’e gelindiğinde, bu savaşın Osmanlı ve müttefikleri açısından bir mağlûbiyet olduğu kesinlik kazandı.
Bunun üzerine, mağlûbiyeti kabul eden ülkelerden Bulgaristan 29 Eylülde, Almanya ise 4 Ekim'de ABD’ye başvurarak barış için arabuluculuk yapması teklifinde bulundu.
Bu durumda Osmanlı Devletinin de eli kolu bağlanmış oldu. Üstelik, ülkenin hemen her tarafında topyekûn işgal girişimleri başlamış durumdaydı. Yani, şartlar alabildiğine zorlaşmıştı.
İşte, bu ağır şartlar altında kalan Osmanlı da, 5 Ekimde ABD Başkanı Wilson’a başvurarak barış girişiminde bulunmasını istedi.
Bu arada, İttihatçı Talat Paşa kabinesi istifâ etmek zorunda kaldı. (8 Ekim) Onun yerine 14 Ekim'de İzzet Paşa geldi, yeni bir hükümet kuruldu.
İşte, Mondros Mütarekesini imzalayan da bu yeni hükümetin temsilcileriydi.
Ateşkes şartları işgalin kılıfı oldu
İki taraf arasında 30 Ekim günü imzalanan yirmi beş maddelik antlaşma metni, Osmanlı hükümetini her yönüyle pasif ve etkisiz bir hâle getirildi.
İşte, esaret şartlarına benzeyen o fecî antlaşmanın birkaç maddesi:
1) Boğazlar açılacak. Güvenliği sağlamak için de, İstanbul ve Çanakkale Boğazı Osmanlı'nın değil, İtilâf Devletlerinin kontrolü altında tutulacak.
2) Osmanlı sınırındaki bütün mayın alanları temizlenecek, gerekirse bu konuda yardım istenecek.
3) Asker sayısı azaltılacak, komutanların çoğu terhis edilecek ve bunların teçhizatı da İtilâf Devletlerine teslim edilecek.
4) Osmanlı donanmasına bağlı büyük gemiler silâhtan arındırılarak denetim altında tutulacak ve bu gemiler limanlardan dışarı çıkmayacak.
5) İtilâf Devletleri, bir direnişle karşılaşmaları halinde, silâhla müdahale etme, hatta işgal girişiminde bulunma hakkına sahip olacak.
6) Osmanlı hükümetinin bütün haberleşme işlemleri İtilâf Devletlerince denetlenecek.
7) Kuzey Afrika ve Arabistan'da bakiyesi kalmış olan Osmanlı orduları, İtilâf kuvvetlerine teslim edilecek.
30.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|