Bilhassa 11 Eylül sonrasında yoğunlaşan “İslâmla terörü özdeşleştirme” tezgâhının arkaplanında, Papa’nın talihsiz konuşmasındaki “Ortaçağ kalıntısı” alıntıda da görüldüğü gibi, İslâma “şiddet” izafe eden asılsız iddia ve iftiraların yattığı bilinen bir gerçek.
Yüzyıllardır azılı İslâm düşmanı müsteşriklerin ağzında sakız olan bu kasıtlı iftiranın günümüzde de durup durup gündeme getirilmesi bir taraftan İslâmı bilmeyen, ama merak eden insanları yanıltmayı, diğer taraftan Müslümanları tuzağa düşürmeyi hedefliyor.
Bu çifte tuzağı boşa çıkarmak içinse öncelikle Müslümanlara büyük görevler düşüyor.
Bu görevlerin bir boyutunda, İslâmı “şiddet üreten bir din” olarak gösteren iftiralara cevap verme adına, şiddet içeren ve her türlü provokasyona açık, fevrî ve ölçüsüz eylemlere prim vermeme sorumluluğu yer alıyor.
Çok daha önemli olan diğer boyutu ise, iftiraları ilim ve fikir platformunda, seviyeli bir üslûpla verilecek cevaplarla çürüterek geçersizliklerini ilân etmek oluşturuyor.
Söz gelişi, Papa’nın “yanlış anlaşıldı” dediği “talihsiz alıntı”lardan birinde ileri sürüldüğü üzere, “Dinde zorlama yoktur” âyetinin, Hz. Peygamberin güçsüz olduğu döneme ait olduğu mu iddia ediliyor; söylendiği gibi Mekke’de değil, Medine’de inen bu âyetteki ilâhî prensibin, Müslümanların dünyaya hükmettiği çağlar dahil, İslâm tarihinin tamamında hassasiyetle uygulandığını delilleri ve yaşanmış örnekleriyle ispatlayan detaylı izahlarla bu iftiraya cevap verilmeli.
Veya cihad kavramı inatla “kutsal savaş” diye tercüme edilip, İslâmın kılıç zoruyla yayıldığı mı söyleniyor; öyle olmadığı, cihadın Kur’ân’da geçtiği yerlerin çoğunda nefisle mücadele başta olmak üzere savaşla ilgisi olmayan manevî anlamların kast edildiği; savaş anlamının ise sadece “müdafaa” bağlamında kullanıldığı anlatılmalı.
Bu noktada, Kur’ân’ı çağın idrakine söyleten tefsirinde ısrarla “manevî cihad”a vurgu yapan Bediüzzaman’ın izahları son derece önemli.
Aynı şekilde, yine Said Nursî’nin, “Ecnebilerin vahşi oldukları kurun-u vustada (ortaçağda) İslâmiyet husumet ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş, hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş” (Hutbe-i Şamiye, s. 80) sözleri de çok önemli bir başka hareket noktasının altını çiziyor.
Papa’ya veya başkalarına verilecek cevaplar bu orijinal izah ve yorumlar dikkate alınmadan hazırlanırsa mutlaka eksik ve yetersiz kalır.
Dahası, Bediüzzaman’ın yaklaşımı, “birilerine cevap verme”nin ötesinde, farklı inanç ve fikir sahiplerini “medeniyet, hür düşünce ve gerçeği arama” ortak paydalarında bir araya getirecek bir buluşma çizgisini aksettiriyor.
Onun “Din nokta-i nazarında medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” diyerek “ikna” kavramına vurgu yapması bunu gösteriyor.
Ve Said Nursî “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek” sözüyle dile getirdiği özgüvenle, bu iknanın hiç zor olmadığına inanmanın rahatlığını da sergiliyor.
21.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|