Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Serdar MURAT

Topuğa kurşun ya da 301 ısrarı



İlerleme Raporunun yayınlanmasının 8 Kasım’a ertelendiği haberi henüz Meclise gelmemişti.

24 Ekim’de yayınlanacak olan raporun, en az eleştiriyle çıkması için olağanüstü toplanan Meclis, İskan Kanununu görüşüyordu.

İlerleme Raporunun taslak metni açıklandığı için, oradaki zehir zemberek eleştiriler zaten biliniyordu.

Yapılmak istenen eleştirileri unutturup, takdir ve tebrik edilmesini sağlamak değildi. Sadece eleştirilerin daha düşük profilli olması sağlanabilir miydi? Ona çaba gösteriliyordu.

Ama bir çarpıklık vardı.

Biz buna habercilikte, “odak kayması” diyoruz, ama asıl önemli olanın ihmal edilmesi de diyebiliriz.

İlerleme raporunda Vakıflar Kanunu, İskan Yasası, Ombudsmanlık Yasası hatta tohumculukla ilgili yasa önemli. Bunların bir kısmına İlerleme Raporu’nda ya da Avrupa Parlamentosunun kararlarında değiniliyor.

Ancak hem Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Lagendijk’in açıklamalarında, hem AB dönem Başkanlığı’nın değerlendirmelerinde en ağırlıklı noktayı 301. madde oluşturuyor. “Türk devleti ve Türklüğü aşağılamak…”

Bu kanun insaflı bir şekilde kullanılsa, sorun yok. Her türlü hırsız, madrabaz, hürriyet düşmanı, çete artığı Türklük şalının altına sığınırken, entellektüellerin başı derde giriyor. Batı kamuoyuna çağdaş Türkiye mesajını vermek için isimlerini ve resimlerini kullandığımız Orhan Pamuk’tan, Hrant Dink’den, Elif Şafak’a kadar birçok isim 301. maddeden dolayı yargılanıyorlar.

Peki, bu durumda makul bir iktidar ne yapar? Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkileyen bu maddeyi yeniden düzenler.

Peki hükümet de öyle böyle bir gayret var mı?

AB yasalarının görüşüldüğü sırada iktidar kulisinin bir köşesinde Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e bunları sorduk.

Bakan her aydın için açılan dâvâya göre yasanın değişemeyeceğini savundu. 301 maddenin metninden ziyade uygulamasına bakılmasını istedi. “Yasa eski haliyle 159’dan 301 olarak değiştirildiğinde dâvâ seyrine bakın, çok önemli bir düşüş var”dedi.

Bu ısrar niye anlamak mümkün değil.

301. madde, tohumculuk kadar önemli değil mi? AB’de bir kısım sağduyu sahipleri, Türkiye kendisinden istenen değişiklikleri gerçekleştirsin diye raporun yayınlanmasına Kasım ayına erteliyor, burada bizim kılımız kıpırdamıyor. AB’nin tavrını Türkiye’ye açılan yeni bir kredi olarak görmek ve değerlendirmek gerekiyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve AB’den sorumlu Bakan Ali Babacan da aynen böyle düşünüyorlar.

Bugün Başta Lagendijk olmak üzere yerli, yabancı birçok aydın Elif Şafak’ın 301. maddeden dolayı yargılandığı dâvâda olacak.

Bir kez daha dünyaya düşünceyi yasaklayan ülke olarak anılacağız. Komünizmi yasaklayan 141, 142 maddeleri kaldırdıktan sonra komünist olmadık, bilakis özgürlük ortamı ortalıkta komünist bırakmadı.

Kürtçe kasetler, sarı, kırmızı, yeşil rengi yasaktı. Kaldırdık yasağı ne oldu?

Yasaklara sarılarak, Kemal Kerinçsiz zihniyetinin peşinden koşarak AB üyesi olamayacağımıza göre, 301. madde de ısrar ederek, kurşunu topuğumuza neden sıkıyoruz?

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İftiraları cevaplarken



Bilhassa 11 Eylül sonrasında yoğunlaşan “İslâmla terörü özdeşleştirme” tezgâhının arkaplanında, Papa’nın talihsiz konuşmasındaki “Ortaçağ kalıntısı” alıntıda da görüldüğü gibi, İslâma “şiddet” izafe eden asılsız iddia ve iftiraların yattığı bilinen bir gerçek.

Yüzyıllardır azılı İslâm düşmanı müsteşriklerin ağzında sakız olan bu kasıtlı iftiranın günümüzde de durup durup gündeme getirilmesi bir taraftan İslâmı bilmeyen, ama merak eden insanları yanıltmayı, diğer taraftan Müslümanları tuzağa düşürmeyi hedefliyor.

Bu çifte tuzağı boşa çıkarmak içinse öncelikle Müslümanlara büyük görevler düşüyor.

Bu görevlerin bir boyutunda, İslâmı “şiddet üreten bir din” olarak gösteren iftiralara cevap verme adına, şiddet içeren ve her türlü provokasyona açık, fevrî ve ölçüsüz eylemlere prim vermeme sorumluluğu yer alıyor.

Çok daha önemli olan diğer boyutu ise, iftiraları ilim ve fikir platformunda, seviyeli bir üslûpla verilecek cevaplarla çürüterek geçersizliklerini ilân etmek oluşturuyor.

Söz gelişi, Papa’nın “yanlış anlaşıldı” dediği “talihsiz alıntı”lardan birinde ileri sürüldüğü üzere, “Dinde zorlama yoktur” âyetinin, Hz. Peygamberin güçsüz olduğu döneme ait olduğu mu iddia ediliyor; söylendiği gibi Mekke’de değil, Medine’de inen bu âyetteki ilâhî prensibin, Müslümanların dünyaya hükmettiği çağlar dahil, İslâm tarihinin tamamında hassasiyetle uygulandığını delilleri ve yaşanmış örnekleriyle ispatlayan detaylı izahlarla bu iftiraya cevap verilmeli.

Veya cihad kavramı inatla “kutsal savaş” diye tercüme edilip, İslâmın kılıç zoruyla yayıldığı mı söyleniyor; öyle olmadığı, cihadın Kur’ân’da geçtiği yerlerin çoğunda nefisle mücadele başta olmak üzere savaşla ilgisi olmayan manevî anlamların kast edildiği; savaş anlamının ise sadece “müdafaa” bağlamında kullanıldığı anlatılmalı.

Bu noktada, Kur’ân’ı çağın idrakine söyleten tefsirinde ısrarla “manevî cihad”a vurgu yapan Bediüzzaman’ın izahları son derece önemli.

Aynı şekilde, yine Said Nursî’nin, “Ecnebilerin vahşi oldukları kurun-u vustada (ortaçağda) İslâmiyet husumet ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş, hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş” (Hutbe-i Şamiye, s. 80) sözleri de çok önemli bir başka hareket noktasının altını çiziyor.

Papa’ya veya başkalarına verilecek cevaplar bu orijinal izah ve yorumlar dikkate alınmadan hazırlanırsa mutlaka eksik ve yetersiz kalır.

Dahası, Bediüzzaman’ın yaklaşımı, “birilerine cevap verme”nin ötesinde, farklı inanç ve fikir sahiplerini “medeniyet, hür düşünce ve gerçeği arama” ortak paydalarında bir araya getirecek bir buluşma çizgisini aksettiriyor.

Onun “Din nokta-i nazarında medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” diyerek “ikna” kavramına vurgu yapması bunu gösteriyor.

Ve Said Nursî “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek” sözüyle dile getirdiği özgüvenle, bu iknanın hiç zor olmadığına inanmanın rahatlığını da sergiliyor.

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Habercilik mi, popülizm mi?



Arena yeni yayın dönemine hızlı girdi (Kanal D).

Uğur Dündar, çocuk yaşta ünlü olmak isteyenleri ekrana getirdi. Ailelerin bu konudaki duyarsızlığını filan...

İyi güzel de...

Bu konuda “düzmece” bir ilân verip, sonra da aileleri bir otele getirtip, onları “oyun”a getirmenin anlamı var mıydı?

Sonra, “günlerce konuşulacak bir soruşturma dosyası” diye tanıtım yapacaksın!

Hem lütfen, artık spotlarda, “Şok, sarsıcı, bomba” gibi ifadeler kullanılmasın...

Eğri oturup, doğru konuşalım:

Dündar’ın ekrana getirdiği kimi konular, günlerce konuşulmuyor. Türkiye “sarsılmıyor.” “Şok” olmuyor. Kimse ayılıp, bayılmıyor.

Evet, Dündar’ın üstlendiği misyon önemli. Kolay bir iş yapmıyor. Ancak, hep ekrana “sarsıcı” dosya getirmek zorunda değil....

Habercilik, popülizmle karıştırılmamalı.

REKLAM YASAĞI

İtalya’da, bir bira reklamı mahkemelik olmuş. Hayır alkole özendirmekten değil, kadınları “beceriksiz” gösterdiği için...

Reklamda kadınları hem küçük düşürüyor hem de “cinsel ayrımcılık” yaptığı iddiasıyla mahkemelik anlayacağınız...

Aslında günümüz medyasında “kadınlar” zaten küçük düşürülüyor, hatta “ayrımcılık” bile yapılıyor.

Özellikle “meta” halinde gösteren yayınlar gırla.

SANSASYON İHTİYACI

Esra Ceyhan (Kanal D) ilk programında “sansasyonel” bir çıkış yaparak, adından sözettirdi!

Ağır kamera şakaları, ucuz bir yöntem. Bir programcı olarak kendisi biliyor olmalıydı.

ALİ KIRCA

Ali Kırca’nın, hakkında bu kadar “spekülasyon” varken, ana haber bülteni sunmasını doğru bulmuyorum.

Çünkü, artık inandırıcılığını kaybetmiştir.

Derhal “anchorman”lığı bırakmalı.

Ya kendini emekliye ayırmalı, yahut birkaç yıl ekranlardan uzak kalmalı. Mümkünse yüzünü unutturmalı.

Bu saatten sonra “ağzıyla kuş tutsa” artık kimseye yaranamaz.

atv Haber’in tanıtımına bakıyoruz:

“Türkiye’nin ve dünyanın sıcak gündemini aktarırken, hızlı, doğru, tarafsız habercilik anlayışıyla güvenirliğin ve saygınlığın adresi olmaya devam ediyor” diyor.

Bence atv yönetimi Ali Kırca ismini bir daha gözden geçirmeli.

SAĞIR ODA

Dizi furyasında ilk öne çıkan “derin” mevzuları işleyenler oldu.

Sağır Oda (Kanal D) bunlardan biri. İlk bölümde akılda kalan, kovalamaca sonrası bir hücre evine yapılan baskın...

Dakikalarca silah patlamaları görüntüleri, “Ne zaman bitecek bu sahneler” dedirtti.

“Hizbullah” çağrışımı yapan bir örgüt, özel birime ateş açarken, tekbir getiriyor.

Sakallı ve cüppeli, elinde hançerle adam öldüren, kanlı teröristler. Öyle ki, izlerken, “Öldürün şunları da bitsin” dedirtecek kadar başarıyla canlandırdılar. Kuşkusuz bu sahneler, Beykoz’da Hizbullah evine yapılan baskının birebir aktarımı.

Fark ettiniz değil mi?

Bilinçaltı “Müslümanlar” potansiyel terörist gibi gösteriliyor.

Yani:

11 Eylül saldırılarından sonra, Hollywood nasıl “İslâm” kavramını “düşman” bellediyse, bizim 28 Şubat’çılar da, aynı yöntemi takip ediyor.

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Sukunetin bedeli



Aslında, Papa 16’ıncı Benedict ne yaptığını bilmiyor. Zira İslam’a karşı bütün Hıristiyan kiliseleri biraraya getirme amacı taşıdığı söylense de aylar önce Hıristiyanlık içinde tek fırka-i naciyenin Katoliklik olduğunu söyleyerek başka bir çam daha devirmiş. Bu gafı da—eğer öyleyse—amacının ne kadar uzağına düştüğünü gösteriyor. Bu açıklamasıyla da, Mısırlı Ortodoks Kıptileri üzmüş. Dolayısıyla eğer buna rağmen Fener Patrikhanesiyle iyi ilişkiler geliştirmek istiyorsa bu Katoliklik zemininden yani dini zeminden değil, Türkiye ile ilgili planlarından ve siyasi zeminden kaynaklansa gerektir. Bu arada, Müslümanlardan sonra bir de Yahudilere dokundurmuştu. Budistleri üzdüğünü ise hiç bilmiyorduk. Bütün bunların nedeni: Engizisyonun kalıntısı olan Katolik Doktrini Belirleme veya koruma gibi bir kurumun başından geliyor olması. O kadar mürekkep yalamasına rağmen bir köy rahibinin ufkunu aşamayan konuşmasının arkasında yatan saik de bu olmalı. Mukayeseci bir mantıktan uzak ve kafası Katolik doktrinine takılı kalmış. Tabir caizse, dünyanın bıraktığı yerde otluyor. Papa’nın sözleriyle Müslümanların tepkileri mukayese edilmeye başlandı.

Zapatero gibi liderler özrün yeterli olduğunu ve buna mukabil Müslümanların anlayışlı olmalarını ve sukuneti iltizam etmelerini istemiştir. Papa’nın konuşması ve ardından gelen tepkiler sonucunda yeni bir aşamaya girdik: Papa’nın özründe ısrar mı edilmeli, yoksa dolaylı ve ikinci derecede özrü kabul ederek sukuneti mi ihtiyar etmeli?

Papa üçüncü dolaylı geri adımında (regret) şunları söylemiştir: “Benim (Almanya’daki) konuşmamı dikkatli okuyan bir okur, Ortaçağ imparatorunun menfi sözlerini kendi sözlerim haline getirmediğimi; o sözlerin tartışmalı muhtevasının benim şahsi kanaatim olmadığını fark edecektir. Benim niyetim farklıydı: Ben, Manuel’in bilahare, dini yaymak için aklı kullanılma zaruretini güzel ve müspet bir şekilde dile getirdiği sözlerinden hareketle, dinin şiddet olamayacağını, din ve aklın birlikte bulunmaları gerektiğini söylemek istemiştim.” Dolayısıyla Papa 16. Benedict üçüncü kez Müslümanların öfkesinin yanlış anlamadan kaynaklandığını söylüyor. Papa konuşmasında kasıt olmadığını söylese de kasıt var mıydı, yok muydu tartışması dinecek gibi değil. Zira, Müslüman kesimler konuşmanın siyak ve sıbakinı dikkate alarak kasıt çıkarıyorlar. Sözgelimi, Ezher Şeyhi Seyyid Tantavi Papa’nın Kahire Temsilcisi John Kalte’ye şunları söylemiştir: “Papa durdu durdu küfür kustu/sekete dehren ve nataka küfran...” Papa temsilcisiyle görüşmesinde Ezher Şeyhi Bizans İmparatoru’ndan yapılan alıntıyı Papa’nın reddetmediğini ve üzerinde herhangi bir düzeltme veya yorumda bulunmadığını söylemiştir. Bundan dolayı İmparator’a mal edilen sözleri sanki kendisinin söylediğini ifade etmiştir.

***

Kudüs Müftüsü İkrime Sabri de bu eleştirilere katılmış ve şunları söylemiştir: “Papa’nın İslam ile ilgili açıklaması İslam’a ve Müslümanlara hakarettir. Bizans imparatorunun sözlerine itimat edilemez. İslam’dan söz etmek isteyen, İslam kaynaklarına yönelmelidir; Bizans İmparatoru’nun sözlerine değil. Bu sözler bilim dışıdır ve ikna edici değildir. Papa’ya düşen görev İslam’a hakaret içeren bu sözleri lügatınden çıkarmasıdır. Papa’nın sözlerinin özrü kabul edilemez. Zaten özür dilemedi, Müslümanların bu sözlerden dolayı rahatsız olmasından duyduğu üzüntüyü belirtti. Yani söylediği sözlerden dolayı duyduğu üzüntüyü belirtmedi. Biz ondan iki şey istiyoruz. İslam’a hakaret eden sözleri düzeltsin ve Müslümanlardan özür dilesin. Biz diğer dinlere nasıl saygı duyuyorsak onun da İslam’a saygı duyması gerekir.” HAMAS kökenli Başbakan Haniye gibi kiliselere saldırıyı kınayan İkrime Sabri bu hususta şunları söylemektedir: “Biz teröre karşıyız, kiliselere saldırılmasını kabul edemeyiz. Filistin’deki Hıristiyanların Papa’nın söylediği sözlerle bir ilgisi yok. Tepki Papa’nın Müslümanların duygularını inciten sözlerine karşı olmalıdır. Biz kiliselere saldıranlara tepkiliyiz ama aynı zamanda bu olayların gelişmesine sebebiyet veren Papa’ya da tepkiliyiz. Halkın tepkisine hakim olabilecek durumda değiliz. İlişkileri bozmaya niyetli unsurlar olduğu da kesindir. Bunlar Hıristiyan ve Müslümanlar arasına fitne sokmaya çalışmakta ve bu sebeple kiliselere saldırılar düzenlemektedir.”

***

Peki ne yapmalı? Hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi barışı ve sukuneti bozan taraf daha zalimdir (el badiu azlam) sırrınca burada özür dilemek papaya düşer. Fehmi Huveydi’nin dediği gibi, yangını söndürmek zorunluysa da yangını çıkarmamak daha da zorunludur. Dolayısıyla sukunetin bedeli olarak Papa gerçekten de yapıcı ve ikna edici olmalıdır. Müslümanlar ise bundan sonra duruma göre hareket ederler. Öyle olmasa da bunu bir ilk sayıp üzerine gitmemeyi ihtiyar edebilirler. Bu sukunetin bedeli ise, bu yanlışın, son olması ve bir kez daha tekerrür etmemesidir. Bundan sonra yanlışın tekerrürü halinde yapılacak tepkiler, kurumsal olmalı ve İslâm âlemi Vatikan’la ilişkilerini gözden geçirmelidir.

Gerçekten de bu mesele, saygı ve hakaret eksenli bir mesele. kimse Papa’dan İslâmı benimsemesini beklemiyor. Ama benimseme olmasa ile hakaret de olmamalıdır. Orta yol, karşılıklı saygı ve hürmettir..

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Sempati ve empati



Bir “sempati” merakıdır gidiyor.

Sempatik olma, popüler olma, kendini başkalarına beğendirme, sevdirme, topluluk içinde dikkat çekme, bütün gözleri üstüne çekme, düşmanlar tarafından çekilememe üzerine öğütler verilip duruluyor. Kimi zaman bir iş başvurusu, kimi zaman bir kariyer, kimi zaman karşı cinsin ilgisi uğruna…

İlk bakışta ikinci kişiyi esas alan bir bakış açısı gibi dursa da, özünde bir “ben” bulunduruyor bu öğütler. “Ne yapsam da beni beğense”, “Nasıl konuşsam da dikkatini bana yöneltse”, “Nerede gülümseyip, nerede hüzünlü bir duruş takınsam da ilgi görsem”dir asıl olan.

Sempati, taammüden girilen bir duruş, bir konuşma olunca antipatiye de dönüşebiliyor. Ama hiçbir şeye dönüşmese de bencillik olarak kalıyor.

Dahası, sempatiye bu kadar odaklanınca “empati” unutuluveriliyor. Kendine yapılmasını istemediğini, yapıveriyor başkasına. Kimsenin “damdan düşeni” olamıyor hayatında. Kimsenin acı şirketinden hisse senedi alamıyor, kimsenin hüznüne ortak yazılamıyor.

Empati olmayınca, rahat bir vicdanla yapıyor, ne yapıyorsa. Rahat bir uyku çekiyor geceleri. Rahat bir hayat sürüyor belki. Ama bir gün damdan düştüğünde, bir damdan düşen aramaya yüz bulamıyor. Acılarını halka açtığında, hisse senetleri elinde kalıyor. Hüznü, “Nerede, nasıl” formüllerinin dışındayken, hiçbir ilgi çekmiyor.

Hayatı sempatik olmaya adadığında, belki gerçekten ilgi çekiyor; topluluk içinde fark ediliyor; ama buna rağmen “yalnız” oluyor.

İlgisini çektiği herkes onu bir gün yapayalnız bırakıyor. Yalnız kalmamak için sürekli ilgi çekmek, ilgi çekecek şeyler yapmak zorunda kalıyor. Kimi zaman olmadığı biri oluyor, kimi zaman görünmeye çalıştığı o problemli kişiliğe dönüşüveriyor: göründüğü gibi oluveriyor.

Hayatının merkezinde kendisi ve kendisine duyulan teveccüh bulunduğu için, başkalarının acılarına onların gözüyle, onların sinir sistemleriyle bakmayı da başaramıyor. Törensiz yardım edemiyor kimseye, sağ elinin verdiğini sol eli de görüyor, cümle alemle birlikte.

Oysa empati kurunca, insan bir tek ben olmuyor, kendini yerinde hissettiği insan kadar ben oluyor, çoğalıyor. Çektiği acılar artsa da, sevinçlerinin üstüne de sevinç katıyor. Aynı anda onlarca yerde, onlarca kalpte yaşıyor.

Ve gariptir, sempatik de oluyor, hiç uğraşmadan.

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Risâle-i Nur'da zekât



Trabzon’dan okuyucumuz: “Yirmi İkinci Mektubun İkinci Mebhas’ındaki suâlin ikinci haşiyesinde, ‘Eskiden verdiği kırktan ki, her sene gâliben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir’ cümlesini açıklar mısınız?”

Bediüzzaman Hazretleri Yirmi İkinci Mektub’un İkinci Mebhas’ına hırsın bir mahrumiyet, zillet ve sefalet sebebi olduğunu zikrederek başlar. Devamında hırs ile kanaatin iki muhalif güç olarak hayatımızdaki olumlu-olumsuz etkileri ile zekât ve faiz üzerindeki rollerini açıklar. Kanaatin bitmeyen bir hazine olduğunu ispat ederek Mebhas’ı bitirir.

Hırs hüsrana sebeptir. Hırs gösteren Müslüman, düzelmez, batar; yükselmez, düşer; servet bulmaz, mahrumiyet bulur; ferahlanmaz, sefalete uğrar.

Misaller sunar Üstad Bedîüzzaman: Meselâ ağaçlar ve bitkiler hırs göstermezler, kanaatle yerlerinde dururlar; rızıkları harika bir sûrette onlara koşup gelir ve kanaatlerinden dolayı öyle bir bereket gelir ki, pek çok hayvanı beslerler. Hayvanlar ise hırs ile rızıkları peşinde koşuyorlar; çoğu zaman pek çok zahmet ve noksaniyetle ancak rızıklarını elde edebiliyorlar. Hayvanlar dairesi içinde zaaf ve acz ile tevekkül eden bütün yavruların rızıkları, en lâtif ve en mükemmel bir sûrette rahmet hazinesinden veriliyor. Hırslı saldırgan canavarlar ise, gayr-ı meşrû ve pek çok zahmetle ancak tatsız rızıklarını kazanabilmektedirler.

Faizin altında, aşırı mal düşkünlüğü ve haram helâl demeden kazanma hırsı vardır. Bu ise kayba sebeptir.

Oysa zekât, kanaat ve tevekkül içindeki Müslüman’ın sâlih amelidir ki, berekete açılan kapının anahtarı hüviyetindedir.

Hırsın neden hüsran sebebi olduğunu da açıklar Hazret-i Üstad. Şöyle ki: Eşyanın tertibinde İlâhî hikmetçe konulan bir usul, bir yol ve bir âdet vardır. Hırs sahibi, bu yolu izlemez, bu metodu takip etmez, bu âdete uymak istemez. Tertip içindeki eşyanın manevî basamaklarına aldırmaz, üç-beş basamak birden atlamak ister; ama atlayamaz, düşer ve maksadına ulaşamaz.

Bediüzzaman’a göre, malı çok seven Müslüman, malın çok gelmesini hırs ile değil; kanaat ile istemelidir. Yoksa kaybeder. Kanaatin, amel çapındaki görüntüsü ise zekâttır ve zekât bereket sebebidir. Yani malı artıran en mühim faktördür. Çünkü yeryüzünde açılan Rahmet sofrasında rızıkların dereceleri ve nimet mertebeleri, Müslüman’ın fakirlere el uzatma ve yardım etme derecesine bağlı olarak kendisine açık olacak, açık kalacaktır.

Böyle olunca zekât, dünya malını daha çok isteyenin başvurması gereken bir amel oluyor. Zira Müslüman kendi malından vermiyor. Müslüman, Allah’ın verdiği maldan veriyor. Yani tabir caizse, malın musluğu Allah’ın elindedir. Bakıyor ki Müslüman zekâtını vermiyor, malı elinde tutuyor; Allah da musluğu tutuyor ya da bir musibet gönderip daha önce verdiği servetin birikmiş zekâtlarını topluca ve fazlasıyla alıyor. Yani zekât vermemekle Müslüman,—uhrevî kayıplar bir yana—aslında önce ve acilen maldan kaybediyor. Müslüman zekâtını verse, Allah da musluğu sonuna kadar açacak, bereket yağdıracak. Çünkü daha fazla mal elde etmenin mühim bir usulü ve yolu da, malı verene teşekkür ederek rızasını almaktır. Malı verense, fakirlere kucak açılmasını teşekkür yerine sayan Cenab-ı Allah’tır. Hırsları nedeniyle başkalarına kucak açmayanlar ise, mal üzerinde kazanç kıtlığı, bereketsizlik veya musibet sûretinde ilk tokatlarını yiyorlar.

Neticede Müslüman zekâtı cebinden vermiş olmuyor; Allah’ın kendisine yaptığı ihsan ve ikramdan vermiş oluyor. Çünkü verdiği zekât, kendisine en az bire on olarak geri dönüyor. Bu durumda zengin fakire minnet duymalı; kesinlikle fakirden minnet almamalıdır.

Cenâb-ı Hak her sene taze olarak sıfırdan verdiği buğday gibi mallardan onda bir zekât istiyor. Eskiden verdiği ve üzerine bereketle artırmakta olduğu koyun, keçi ve ticaret eşyası gibi mallardan ise kırkta bir zekât istiyor. (Aslında koyun ve keçinin zekâtı her ne kadar kırkta birle başlasa da, yüzde birle devam etmektedir. Yani yüz yirmi davara kadar bir koyun veya keçi; iki yüze kadar iki koyun veya keçi; üç yüz doksan dokuza kadar üç koyun veya keçi; dört yüzde dört koyun veya keçi ve artık her yüz davarda bir koyun veya keçi zekât verilmesi farzdır. Malı seven insanoğlu için artırmaya ne kadar elverişli oranlar değil mi?)

Bahsettiğiniz “Haşiye”de Üstad hazretleri, yıllık olarak kırkta bir zekât isteyen Cenab-ı Hakk’ın, zaten her sene ekseriyetle ve en az kırkta on adet gerek ticarî kazançta (ribh-i ticarî), gerekse hayvan nesli itibariyle bereket sûretiyle kâr olarak verdiğini bildiriyor.1

Yani en az kırkta on verenin, kırkta birini geri istemesi çok görülmemeli. Gönül rahatlığıyla vermeli. Kırkta bire göz ve gönül koymamalı. Geri kalana kanaat etmeli. Peygamber Efendimizin (asm), “Kanaat bitmeyen hazinedir” sözünü asla unutmamalı ve zekâtımızı eksiksiz hesaplayıp vermeliyiz.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 264

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Peygamberinizin emrine itaat ederseniz”



İslâm toprakları bir taraftan Yemen, diğer taraftan İran ve Mısır’a kadar gelip dayanmıştı. İslâm ordusu İskenderiye’ye gelip konakladığında, İskenderiye valisiyle konuşan İslâm ordusu komutanı Amr bin Âs, İslâmdan önceki halleriyle yeni durumlarını mukayese etmiş, İslâmın kazandırdığı faziletleri bir bir anlatmış, peygamber gerçeğinden haberdar olan vali de şu ibretli sözleri söylemişti:

“Eğer siz peygamberinizin emirlerine uyarsanız hiç bir düşman gücü sizi mağlup edemez. Eğer bizler gibi peygamberinizin emirlerini terk eder, nefsinizin arzularına tâbi olursanız o zaman Allah yardımını üzerinizden kaldırır, bizimle başbaşa bırakır.”

Ne kadar doğru söylemekteydi vali. Nitekim Amr bin Âs da “Böylesine mertçe konuşan birini görmedim” diyecekti.1

Peygamber yolu dosdoğru yoldur. Dini, hayat dinidir. Bu hayat dini hayatın her safhasını aydınlatır. Kur’ân’ın müjdelediği gibi iman edip salih amel işleyenleri, daha öncekileri olduğu gibi dünyaya hâkim kılacak, dinlerini kuvvetlendirecek, onları korkulardan emniyete kavuşturacaktır.2

Allah, birçok âyetinde kendine itaatle peygambere itaati birlikte zikretmiş, onu her konuda en güzel örnek olarak göstermiş, “Peygamber size ne verirse onu alın, neden de sakındırırsa ondan uzaklaşın”3 buyurmuştur.

Kur’ân’ın yaşayan şekli olan Hz. Peygamber (asm) her devirde hükmünü yürütecek, bütün tazeliği ve canlılığıyla hayatın her safhasını diriltecek, onaracak bir esaslar mecmuasıyla gelmiştir. Onlara uyanlar zafere ulaşır, ahiretlerini olduğu gibi dünyalarını da Cennete çevirirler. Hak dinin özelliklerinden haberi olan vali de işte bu gerçeğe dikkat çekmişti.

Dipnotlar:

1- Mecmaü’z- Zevaid, 6:238.

2- Nur Sûresi: 54-56.

3- Haşir Sûresi: 7.

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Öğretmenim, okumayı sevdir; yeter!



Milyonlarca taze beyin, işlenmek, geliştirilmek, tekâmül etmek üzere hafta başında okul başı yaptı. Öğretmen demek, okumak (ve okutmak) demektir. Acaba, en saygın yerde bulunması gereken öğretmenimiz ne okuyor, ne okutuyor? O taze dimağ ve beyinlere neler ekiyor?

Çocukların velisi sıfatıyla öğretmenlerle görüştüğümde onlara sık sık şu tavsiyede bulunuyorum: Lütfen çocukları bilgi hamalı yapmayınız. Onlara öyle çok bilgi öğretmenizi istemeyiz veli olarak. Onlara yalnızca okumayı öğretiniz ve sevdiriniz; yeter!

Yüce Rabbimizin, insanlığı eğitmek, terbiye etmek, Kendisini tanıtmak, ferd, âile ve sosyal hayatı tanzim etmek ve iki dünya saadetini kazandırmak için gönderdiği son peygamber Resûl-i Ekrem’e (asm) ilk âyette, “Bana ibâdet ile tesbih et!” şeklinde vahy etmeyip, “İkra!”1 (Oku!) emrini vermesi ince ve derin bir nükteye işâret etmektedir. “Oku!” sözünün ardından neyin okunacağının belirtilmemiş olması, maddî-mânevî, yazılı-yazısız her şeyin okunabileceği anlamını taşır.

Kitap okumanın yanında; kâinat kitabını da okutmayı öğretmek gerekir. Çünkü, fen ilimleri ondan çıkmaktadır.

Aynı zamanda yaratılışı ve insanı okumayı da anlatmak icap eder. Çünkü, tüm sosyal ilimler oradan çıkmıştır.

Diğer taraftan ruh ve duygularımızı da okutalım. Manevî ilimler de oradan çıkmaktadır.

“Oku!” ile başlayan Alâk Sûresi’nin hemen ardından, Kalem Sûresi nâzil olmuş ve yazının en önemli malzemesi “kalem” övülmüştür.2 Âlim üstün tutulmuş, ilim teşvik edilmiş; ona geniş bir tefekkür sahası açılmıştır.

Kur’ân meseleyi burada bırakmaz: Akıl, tahkik, araştırma, inceleme, kitabet, yazmak, mektup, yazı malzemeleri üzerine yüzlerce sözcükle de insanlığa ufuk açar.3

Ezelî ve ebedî muallim, muazzam kâinat kitabının ezelî yorum, mütercim ve okuyucusu olan Kur’ân, insanı “Düşünmüyor musunuz”4 “Ey akıl sahipleri, bakmıyor musunuz, anlamıyor musunuz, okuyunuz, inceleyiniz, araştırınız” diye teşvik ederek yönlendirir.

Bunu pek çok tekrar ile aklı şahid tutuyor, ikaz ediyor, akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onunla, ilim ehli ve akıl sahiplerine, din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.5 Meselâ, namaz, oruç, zekât, hac gibi temel ibâdetlerde bile birkaç âyet bulunurken, “tefekkür-ilim”le ilgili olanlar 750’yi aşmaktadır.

Acaba, bu topluma okumayı öğretmekle görevli öğretmenimiz, okumaya bu gözle bakabiliyor ve baktırabiliyor mu?

Dipnotlar:

1-Kur’ân, Alak, 1.; 2-Kur’ân, Kalem, 1.; 3-Prof. Dr. İbrahim Canan, Okuma Yazma Seferberliği, İst. Cihan Yayınları, 1984, s. 34-43.; 4-Kur’ân, En’am, 50.; 5-Mektûbât, s. 422.

21.09.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Düşünce havuzu



İki nokta: Biri sağlık, diğeri eğitim ağırlıklı olmak üzere, iki konuda sizlerin de ciddî yardımını, desteğini, iştirakini talep ediyoruz.

Birincisi, sağlıktan başlayalım

Görebildiğimiz kadarıyla "obezite" denilen kâbus, yaygın bir hastalık halini almış durumda.

Genç yaşlı fark etmeksizin, pekçok kimse "fazla kilolar"dan şikâyet edip duruyor.

Şikâyet etmekte son derece haklılar. Zira, bu hastalık, bizzat kendi ifadelerine göre, iş hayatından sosyal hayata, aile hayatından özel hayata, ibadet hayatında hizmetteki koşturmaya kadar, hemen her alanda ciddî sıkıntılara yol açıyor.

Yani, abdest ve namazı zorlaştırdığı gibi, hayatın genel akışını da alabildiğine ağırlaştırıyor.

Öte yandan, kişinin sağlığını önemli ölçüde etkiliyor, kişiyi çeşit çeşit hastalıkların riski altına sokuyor.

Bu ağır yükten kurtulabilmenin mutlaka bir yolu, bir çaresi olmalı. Ama nasıl ve ne şekilde? En pratik ve uygulanabilir yöntemler neler?

Bu suâllerin cevabı ve bu meselenin izahı sadedinde, sizden kısa kısa pratik bilgiler bekliyoruz.

Meselâ, bir tanesini biz hatırlatarak geçelim.

Uygulanabilir diyetler bir yana, hemen herkesin müttefik olduğu husus, bol bol yürüyüştür.

Yürüyüşteki hareketlilikle bütün beden rahatladığı gibi, bilhassa fazla kilolar ve gereksiz yağlar de gıdım gıdım erimeye başlıyor.

Uzun zamandır bu uygulamayı yapan ve yaklaşık on beş senedir kilolarını ideal seviyede sabitleyebilen biri olarak, hergün birkaç kilometrelik yürüyüş yapmayı özellikle tavsiye ediyoruz.

Bu konuda herkese faydalı olmak için, diğer bazı tavsiyeleri de sizden beklediğimizi tekrar hatırlatarak geçiyoruz.

Temel strateji

Evet, ikinci konumuz, eğitimin en önemli şubesi olan "insan yetiştirme" stratejisi.

Sanırım, bizler için bugün bundan daha mühim, daha öncelikli ve daha hayati bir mesele yoktur.

Birkaç soruyla, meseleyi biraz daha açalım.

* Nasıl bir evlât yetiştirmek istiyoruz?

* Nasıl bir nesil yetişsin istiyoruz?

* Kısacası, ideal insan yetiştirmeye yönelik uygulanabilir bir planımız, programımız, yahut stratejimiz var mıdır? Varsa şayet, nedir ve nasıl işliyor?

* Çocuk dünyaya geldiği andan, büyüyüp tahsilini tamamlayıncaya ve hatta hayata atılıncaya kadar olan safhalarda ne yapmamız gerektiğini biliyor ve bildiğimizi tatbik edebiliyor muyuz?

* Geçerli ve kabule şâyân bir stratejimiz var mı?

* Yoksa, herkes bildiğini mi okuyor? Herkes el yordamıyla birşeyler mi yapmaya çalışıyor?

* Neticeye baktığımızda, umduğumuz ile bulduğumuz birbirini tutuyor mu? Ya da ne ölçüde tutuyor?

Bu son derece önemli konuya dair sorular, şüphesiz daha da çoğaltılabilir. Ama, bu kadarı da meramı anlatmaya herhalde kâfi gelmiş olmalı.

Eksik kalan nokta şu olabilir: Bir insan için 20–25 yıllık eğitim stratejisinden bahsederken, meseleyi Risâle–i Nur'da işaret edilen "insan yetiştirme" hedef ve gayesiyle irtibatlandırmak gerekiyor. Zira bu temel gayede, insanı iki dünyada mesud edecek bir hizmetin "en büyük mesele" ve en büyük dâvâ olduğu bâriz şekilde ifade ediliyor.

Evet, "Risâle-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı gâlibâne mukâvemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i îmâniyeden başka bir maksat takip etmemesinden" kaynaklanıyor. (Hizmet Rehberi, s. 222)

Hâsılı, bu önemli hususla da ilgili olarak, pratikte geçerli bir–iki misâl vererek, şimdilik bir nokta koyalım. Her türlü sarsıntıya karşı mukavemetli dâvâ ve hizmet erbabı yetiştirmek için, meselâ 1) Çocukları, gençleri mümkün olduğunca emsâlleriyle buluşturup görüştürerek yetişmelerini temine çalışmak; 2) Birinin çocuklarıyla başka ebeveynlerin de yakından ilgilenmesini sağlamaya çalışmak.

NOT: 1) Kısaca ifade edilmek şartıyla, aynı düşünce havuzu içine sizlerin de pratik hayata dönük bilgiler aktarmanızı hasseten bekliyoruz. 2) Uzun yazmak kolay, kısa yazmak zordur. 3) Zor olana talip olmak durumundayız.

AKP

"Milliyetçi oy" hevesi

Erdoğan başta olmak üzere, bir kısım üst düzey AKP'lilerin son zamanlarda milliyetçiliğe heves etmesini anlamak kolay değil.

Dört yıl sonra siyasî üslûplarını değiştirmiş görünüyorlar.

Ama, bu yaptıklarının partilerine ve ülkeye bir fayda getireceğini hiç sanmıyoruz.

Siz istediğiniz kadar milliyetçilik yapın, o kesimin kahir oyları yine MHP'ye akacaktır.

Milliyetçilik yarışında bu partiyi geçmeniz mümkün değil.

Hani, vaktiyle Tansu Çiller de denedi bu yolu. Ama, partisi adına sonuç hüsran oldu.

Alkışlar Çiller'e geliyordu; ama, oylar yine başka tarafa gidiyordu.

Anlaşılan o ki, yine geldi oy zamanı.

AKP'liler milliyetçi oylara oynuyor; ama, Bahçeli anında yapıştırdı etiketi: "Bunlar protokol milliyetçisi."

Bence söz tuttu ve önünüz kesildi, daha şimdiden.

Acaba diyorum, Erdoğan geçmişten bir ders çıkaramıyor mu, yoksa Allah mı şaşırtıyor?

Bekleyelim, görelim.

Bize yakışan

Papa'ya ilmî cevaplar verelim;

pata–küte girişmeyelim.

Günün Tarihi

Ahmet Rasim

21 Eylül 1932: Edebiyatın değişik dallarında eserler veren gazeteci yazar Ahmet Rasim’in ölümü.

1864’te İstanbul’da doğan yazar daha doğmadan annesiyle babası ayrıldıkları için sıkıntılı bir hayat yaşadı.

Tercüman-ı Hakikat ve Ceride-i Havadis gazetelerinde yazılar yazdı.

Roman, hikâye, tarih ve hatıra kitaplarıyla makalelerinden derlenmiş birçok eseri var.

Roman ve hikâyelerde, daha çok İstanbul hayatına dair tasvirlerde bulundu.

Liselerde okutulmak üzere Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi kitapları (1910-1912 yılları) yayınlandı.

Yazarın en önemli bir özelliği de, yazılarını bir sohbet havası içinde yazması ve okuyucuyu daha ilk cümleden itibaren kucaklamaya başlamasıdır.

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Rektörü kim zorluyor?



Dün Ortadoğu Teknik Üniversitesinin yeni eğitim-öğretim yılı açılışıydı. Rektör, hışım ve hınçla bir konuşma yaptı ki, akla husumet bir tepkinin bütün alâmetlerini taşıyordu.

Ne konuştuğunu detaylı yazmaya hacet yok. Bildiğimiz türden. Önümüzdeki ay, av mevsimi gibi üniversitelerin yeni eğitimi dolayısıyla irtica avına çıkılacak, çağdaşlıktan bahsedilecek, Cumhuriyetin tehlikede olduğunun altı çizilecek.

Başka çizgilerle, çizgilerde atılacak türden beyanlar da sudur edecek. Bunun için kâhin olmaya gerek yok. ODTÜ, bu kampanyanın sadece açılışına açılış yaptı.

Bakıyorum da, görev süresi dolmaya yakın, devir teslim törenlerinde veya açılışlarda biraz olsun kamuoyunun dikkatini çekmek isteyen ne kadar yetkili ancak etkisiz varsa, irtica üzerinden kendini gündemde tutmaya çalışıyor.

Bir merak: Acaba “irtica, çağdaşlık, laiklik, cumhuriyet” kelimelerini kullanmadan, bir açılış konuşmasına talip kaç yiğit var bu tören “kahraman”larında?

Önümüzdeki yıl bir çok üniversitede rektörlük seçimi var. Ayrıca emekliliğe ayrılıp, yeni bir “statüde” hayatını eski alışkanlıkları ile idame etmek isteyenler var. Bir de “aferin”i hak etmeyen psikolojilerin belli mahfillere selâm gönderme ve ne de olsa hepten gözden düşmeme “kahramanlığı” ile saldırgan demeçleri var.

Üniversitelerin bu yılki açılış sezonu, bol acılı ve baharatlı konuşmalara sahne olursa şaşmayın. Düşünce dağarcıkları zihnî hapishanelerinde birkaç kelimeye indirgenmiş ezberlere dayalı kelimeleri daha çok duyarsanız, aklınıza mukayyet olun, sinirlenmeyin, sükûnetinizi bozmayın ve mümkünse koltuğunuza en keyifli bir şekilde yerleşip hafif bir tebessümle mutlu anınıza gidin.

Neden böyle bir öneride bulunuyorum? Kendini gündemde tutmak isteyen irtica paranoyasının faili malum şahsiyetlerinden sarfı nazar etmek, toplumun gerçek gündemine bağlı kalıp, oyuna gelmemek için bu terapi yöntemini öneriyorum. Hatta mutsuzluğunu kabına sızdırmış, “biz” diye devletin sahibi edasında konuşan ne kadar laiklik muhafızları görürseniz, acıyarak gülümseyin ve konuyu değiştirerek kendi asil düşüncelerinizi aksiyon bir edayla yansıtın.

Onun için ODTÜ Rektörünün haddini aşan konuşmasına fazla değinmeyeceğim. Sadece son cümlesi calib-i dikkattir: “Kimse sabrımızın sınırlarını zorlamasın!”

Bunun üzerine ben de birkaç soru sormak istiyorum:

Sabrınızın sınırlarını kim zorluyor?

“Siz” kimlersiniz?

Ne zamandan beri sabırlı oldunuz da, şimdi sabrınızın sınırına ulaştınız?

Neden zorlanıyorsunuz?

Sizi kim/kimler zorluyor?

Bu ülkede gerçekten kim kimi zorluyor?

Zorba konuşmaların adresleri kimler?

Kimler ikide bir milletin hassasiyetlerine, inancına, millî iradesine, an’anelerine, hayat tarzına ve temayüllerine en çok saldırıyor?

“Sabrınızı zorlayanlar” için kaç ilmî araştırma ve toplantı yaptınız? Kaç eser yayınladınız?

Madem ki sabrınızın sınırında zorlanıyorsunuz, neden resmî şikâyette bulunmuyorsunuz?

Neden Cumhuriyet Savcılığına suç duyurunuz yok?

Yoksa sizin zorlandığınız konuların “akıl zoru” ile bir ilişkisi var mı?

Millet ekmek bulamazken, siz nasıl zorlanıyorsunuz?

İşsizler ordusu kan ağlarken, hiç zorlandınız mı?

Sizi zorlayan zorbalara neden kanunî haklarınızla cevap vermiyorsunuz da, ilim yuvasının kürsüsünü işgal ediyorsunuz?

Bir şey daha, aklıma gelmişken sorayım. Mevhum zorlanmanızın ve tanımsız sabrınızın sınırı zorlanırsa, ki tehditkâr bir üslupla bunu beyan ediyorsunuz; ne yapacaksınız?

Sizin adınıza düşünmek zorunda kaldım. Ve kahkahayı bastım: Cürmün kadar yer yakarsın.

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Yaratılıştaki mucize



Her gün dünya hayatına yaklaşık dört yüz bin çocuk gelmekte ve üç yüz elli bin insan da bu hayatı terk edip gitmektedir.

İnsanın anne karnındaki yaratılışı ve bir nutfe suyundan kan pıhtısına, oradan da insan şekline getirilişi öyle mucize olaylar zinciri sonucu gerçekleşir ki, kim onu tefekkürle incelese hayretinden parmağını ısırır. Ancak, bu hayretten mahrum olan insanlar, arkasında göz bulunmayan gözlük camlarından farksızdır.

İnsanın aslı, bir yumurta hücresinin bir spermle aşılanmasından ibarettir. Annenin yumurtalıklarında o yumurtaların ve erkekte spermlerin yaratılışı başlı başına bir mucize olduğu gibi; 200-300 milyon sperm hücresinden sadece 500 ile 1000 civarındakinin menziline ulaşıp, onlardan da sadece bir tanesinin yumurtanın içine girip onu aşılaması da muazzam bir mucizedir.

Mitoz bölünmeyle çoğalan ve trilyonlarca hücreden meydana gelen bir bebeğin, dokuz ay on gün içinde geçirdiği safhalar, ancak nihayetsiz bir ilim, irâde, hikmet ve kudretle gerçekleşebilir. Tabiat ve tesadüf bu olaylara karışamaz. Onun için Cenâb-ı Hak, bu ilk yaratılışı muhtelif âyetlerle nazara verir: “Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde, bir yaratılıştan öbür yaratılışa halk edip duruyor.” (Zümer Sûresi: 6) Tıp ilminin tesbitlerine göre ana karnındaki çocuk üç tabakayla kuşatılmıştır. Amniyon zarı, onun dışındaki karyon zarı ve rahim duvarı. Çocuk, amniyon torbası içindeki sıvıda halden hale geçirilerek olgunlaştırılmaktadır.

“Her birinizin yaratılış mayası, ana rahminde bir nutfe olarak 40 günde derlenip toparlanır. Sonra bir 40 gün daha alâka (kan pıhtısı) olur. Sonra yine bir 40 gün daha mudga (et parçası) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir ve ona ruhunu üfler. Sonra ona rızkını, ecelini, amelini, âsi veya itaatkâr olacağını yazar” hadis-i şerifi, tıbbın izahları ile örtüşen bir açıklamadır. Gerçekten 40 gün içinde o nutfeden çocuğun ekser organlarının emâreleri belirmeye başlar. 80 güne kadar organlar oldukça ortaya çıkar ve gelişir. 120 günlük olduğunda bebeğin biyolojik gelişimi tamamlanmış ve büyüme safhasına gelinmiştir. Boyu 20-25 santime, ağırlığı da 200 grama yaklaşmıştır. İşte, bu dört ayın bitiminde ona ruh üflendiği zaman, artık o bir canlıdır. Her insan gibi onun da bir yaşama hakkı vardır. Ondan önce yapılan her hangi bir müdahaleye dinimiz izin vermediği gibi, bu safhadan sonraki müdahaleyi de cinayet kabul etmektedir.

Çocuğun ana karnındaki beslenmesi göbek kordonuyla gerçekleşmektedir. Annenin yediği besinlerden çocuk da beslenmektedir. Çocuğun kanında meydana gelen üreyi, anne kanına vermekle plasenta denilen göbek kordonu tıpkı böbrekler gibi vazife görür. Anneden gelen gıdaları, vitaminleri emerek alıp çocuğa vermekle ince bağırsakların vazifesini yapar. Anneden gelen kandaki alyuvarları parçalayarak demiri açığa çıkarıp yavruya vermekle karaciğer fonksiyonunu ifa eder. Aynı zamanda mikrop hücrelerini bebeğe göndermeyerek bir süzme işlemi yapar. Anne mikrobik bir hasta olsa bile çocuk sağlam kalır.

Embriyo safhasındayken hem çocuğu, hem de göbek kordonunu meydana getiren aynı kardeş hücreler olduğu halde, her biri bilinmeyen bir sistemle ikaz edilmekte ve farklı bir vazifede istihdam edilmektedirler. Göbek kordonu olmaksızın bebeğin gelişimi mümkün değildir. İnsanı hayretler içinde bırakan bu iş bölümü, âhenk ve uyum, sonsuz bir ilim, irâde ve kudret devrede olmadan nasıl izah edilebilir?

Dokuz ay on gün süren hârika olaylar zinciri sonunda bebek 3 ile 3,5 kg ağırlığa ulaşır. Boyu 50 cm civarındadır. Göbek kordonu bu zaman zarfında iyice yorulmuş ve ihtiyarlamıştır. Rahim ise çocuğu daha fazla taşıyacak durumda değildir. Bu arada, anneden çocuğa bol miktarda dışarıdaki mikroplara karşı koruyan antikorlar verilir. Altı ay onlar çocuğu korur. Altı aydan sonra çocuğun lenf sistemi devreye girer ve kendi korumasını hazırlar.

Doğum öncesi sancılar başlar. Niye başlar, nasıl başlar, bu durum hâlâ çözülebilmiş değildir. Rahimin kasılmalarıyla sıkıştırılan amniyon sıvısı eşliğinde, o karanlık âlemden bu güzel dünya memleketine yapılan yolculuk nihayet sona erer. Mutlu bir başlangıç gerçekleşmiştir.

Anne karnında gerçekleşen bu kusursuz sistemlerin sahibi olan Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ında şöyle ferman eder. “Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden yarattı da onu insan biçimine koydu. Sonra anne rahminden çıkmak için ona yolunu kolaylaştırdı.” (Nâziat Sûresi: 18-19-20) Her insanın dünyaya geliş serüveni aynıdır. Bütün bunları gördüğü, bildiği ve yaşadığı halde, Allah’a apaçık bir düşman kesiliverenlere ne demeli?

21.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Okulları ‘çöp’e atmayalım!



Okulların açılmasıyla birlikte ‘sıkıntı’lar da başladı. Büyük şehirlerde nisbeten işler yolunda giderken, bazı illerimizde kalabalık sınıf ve yetersiz okul sayısı eğitimin dertlerini hatırlatıyor.

Mesela bir beldemizde, daha önce depremden zarar gören okulun tamiri tamamlanamadığı için eğitim bir hafta sonra başlayacakmış. Başka bir okulda ‘depo’ sınıf yapılmış, bir başka okulda da ‘iki müdür’ bir odada oturmak durumunda kalmış. (Yeni Asya, 20 Eylül 2006) Batman’da da 600 öğretmen açığı olduğu ve bazı okullarda sınıf mevcudunın 70’i aştığı ifade edilmiş. (“Batman Çağdaş”dan aktaran, Bianet.org, 19 Eylül 2006)

Bu örnekleri arttırmak mümkün. Türkiye’nin dertlerinden biri olan ‘gelir dağılımındaki adaletsizlik,’ eğitime de yansımış durumda. Ne zaman düzeltileceği de mechul. Her defasında, “Önümüzdeki yıl sıkıntı sona erecek” denilse de ciddî bir değişim olmadığı görülüyor.

Eğitim sistemindeki aksaklıkların yanında, takdire değer çalışmalar da yapılıyor. Ama bunlar eğitim sisteminin temel problemlerini çözmeye ne yazık ki yetmiyor. Mesela, son yıllardaki ‘ücretsiz kitap dağıtımı’ çok iyi düşünülmüş bir proje olmakla birlikte sıkıntıları sona erdirmiyor.

Okullarda gözardı edilen bir konu da, çocuklarımızı ‘israf’a karşı şuurlandırmamak. Bu konuda öğrenciye ‘bilgi’ vermek bir yana, çocuklarımız adeta ‘israf’a teşvik ediliyorlar.

“Küçük” görülen bazı konuların, aslında “büyük” neticeler doğurduğunu görmek lâzım. Okulun ilk günü akşamı, çocuklara “İlk gününüz nasıl geçti?” diye sordum. Anlatıp öğretmenlerin istediklerini sıraladılar: “Türkçe için 100 sayfa, spiralli, plastik kapaklı defter, kılıflı olmak şartıyla flüt, dosya vs.” diyerek bütün dersler için lâzım olan araç ve gereçleri sıraladılar. “100 sayfa spiralli defter” lafını duyunca, bu ‘sipariş’i veren öğretmen/lere içimden kızdım. Çocuklara da “Tabii ki defter alırız, ama spiralli olması şart değil” dedim. Haliyle çocuklar da bizden çok öğretmenleri dikkate/kaale alma meylindeler. İstekleri olmayacak diye üzüntü beyan ettiler.

Bu vesile ile Türkiye’yi ‘idare’ edenlere bir iki laf söylemek icap edecek: Öğretmen ‘defter’ istemeli, ama ‘spiralli’ gibi bir ‘şart’ ileri sürmek haksızlık değil mi? Niçin daha uygun fiyata ‘normal’ defter varken, israfa girip ‘spiralli defter’ alalım? Hem, 100 sayfa diye dayatmak niçin? İsteyen 20 sayfalık alır, bitince bir daha alır, ne mahzuru var?

Bazıları belki ‘bu kadarı da fazla’ diyecek ama ben şöyle düşünüyorum: Öğretmenler öğrencilerine, istedikleri halde geçen yılki defterlerini de kullanma müsaadesi vermelidirler. Bazen yıl sonuna gelince 100 sayfalık defterlerin 20-30 sayfası ancak kullanılmış oluyor. Yarıdan çoğu kullanılmayan defterleri ‘çöp’e atmak israfın katmerlisi değil midir?

“Ücretsiz kitap” kampanyasını yürüten Milli Eğitim Bakanlığına da iş düşüyor: Her yıl ücretsiz olarak dağıtılan milyonlarca kitap, bir yıl sonra ‘çöp’e atılıyor. Yazıktır, israftır... Bir kampanya başlatılsa ve öğretim yılı başında ücretsiz dağıtılan kitaplar, yıl sonunda öğrencilerden toplansa ve ‘hurda kâğıt’ olarak satılsa bu parayla kaç adet okul yapılır? Buna, kullanılmayacak olan ‘eski defter’lerin de ilave edildiğini hesaplayalım...

“Küçük hesap”ları ihmal etmeye devam ettikçe, bir kaç okul binasını ‘çöp’e attığımızı da unutmayalım... Böyle bir kampanya açılırsa, ‘çöpten kurtarılan okullar’ı görmemiz mümkün...

21.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004