21 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

ÖLÜMÜ NASIL BİLİRSİNİZ?


A+ | A-

Ölümü her ne kadar hayattan çıkarıp uzaklaştırmaya çalışsak da, yine aynı hızla geri dönüyor her gün. Biz ölümü unutsak da, ölüm bizi unutmuyor. Şehrin dışına götürüp taşısak da mezarları, ölüm şehirlerde kol geziyor. Mezarları şehrin dışına taşımakla, ölüm yanımıza gelmeyecek zannediyoruz. Büyük aldanış…

Ölümün işi, ölmüşlerle değil, ölmemişlerle.

Ölümün işi, dirilerle, yaşayanlarla. Yani bizlerle.

Peki, bizim işimiz kiminle ve neyle?

Biz hayatla beraberiz.

Öyle bir hayat ki bu, ölüm yok bu hayatın içinde sanki.

Hani bir zamanlar şehir mezarlığının kapısına asılan bir âyetten rahatsızlık duyulmuştu ya… “Her nefis ölümü tadacaktır.” âyetinden…

Hatırlarsınız değil mi? Biri bize hatırlatmalı ölümü. Hayatın nişanlısı, ölümün nikâhlısı olduğumuzu hatırlatmalı bir şeyler bize.

İzler taşımalı hayat ölümden. Bir yerlere yazılmalı, bir yerlere kazınmalı bu söz. İlgi çekmeli.

Dönemeçler için nasıl işaretler konuluyorsa, hayatın her yerine asılmalıydı bu sözler. Ölümü hatırlatacak çok şeye de ihtiyaç var.

Salâ sesi, her şey, ama her şey ondan haberci. Düşen yaprak, minarede salâ sesi, batan akşam güneşi, günlerin ve mevsimlerin ardı ardına geçip gidişi, her şeyin sonu ve bitişi hep ondan haberci.

Ömürleri, saatleri sayılı olanlar, boşa harcamazlar zamanı.

Hemen şimdi ne yapmak istiyorsak, o anda gizli her şey. Soralım bakalım o zor soruyu:

“Ölümü nasıl bilirsiniz?”

Kaç kişi cevap verebilecek acaba?

Hayat kitabını ne kadar okursak okuyalım, hâlâ içinde gizli kalmış yapraklar yazılı duruyor.

Her şeyden kaçan, hatta kendinden bile kaçan insan, bir gün ölüme yakalanıyor. Ölümün işi, ölmüşlerle değil. Ölümün işi, dirilerle.

Nereye gidersek gidelim, ölüm bizimle beraber geliyor. Her şey, ama her şey bizden uzaklaşırken, ölüm anbean yaklaşıyor bize.

Dün iki-üç kişi içindi ölüm; bugün, her gün yüz binler için ölüm.

İnsanların sayısı arttıkça, ölümler de çoğalıyor.

Hız kesmiyor ölüm. Aksine sür’at peyda ediyor. Eh, bu modern asra da, bu yakışıyor doğrusu.

Biz istediğimiz zaman olacak ya da istediğimiz zaman olmayacak şeylerden biri değildir ölüm. Çarnâçar dönecek ve istemesek de arz-ı endam edecek kapımızda. Vakitli vakitsiz gelecek. Sen işini bitirmeyi düşünürken, o senin işini bitirecek. Çökecek kapının önünde; seni almadan gitmeyecek.

Yok saymakla, göz kapamakla, ölümü yok edemeyiz.

“Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyât var.” diyor Bediüzzaman. (Lem’alar, 225)

Ölümün işi bu. Görevi, gelmektir, götüreceğini bulup götürmektir.

Hindistan’da da olsa, Türkistan’da da olsa insan, hangi istan ya da fistanın içinde de olsa fark etmez. Ölümden kaçıp kurtulma şansı yoktur. Sonunda bir taş dikiliverecek bir gün başına. “El-Bâki hüve’l-Bâki” denecek. Son durak olacak kabristan…

Vadesi gelen ayda da ölür, dünyada da. Ölümün unuttuğu tek bir kişi yoktur bu dünyada. Öyle ki, o kadar hikmetli, takipli, yapanı bellidir ölümün. Tesadüfün zerresi yoktur bu işin içinde.

Hayatı kendi arzusu dâhilinde kurgulayan, belki yok zanneder ölümü. Oysa feci halde yanılır ve aldanır insan.

Kendi başına, tesadüfen olan ya da olacak bir iş değildir ölüm. Ölüm, büyük şeydir. Allah’ın “Mümît” isminin tecellisidir. Odanızdaki sineğin de, kurbanlık ineğin de eceli, belirlenen bir vadededir. Hayatı belirleyip yaratan, ölümü de belirlemiştir çok önceden. Ölüm ise o anın geldiğinde olan şeye verilen isimdir sadece. Önce-sonra, genç-ihtiyar, bey-ağa dinlemez ölüm.

Göz önünde bir çınar, bir yaprak devrilir, düşer de uyanmaz insan. Her gün, hem de ne çınarlar, ne yapraklar düşer de uyanmaz insan. Her gün, ama her gün, yüz binlerce insan toprağa düşer. Ölümün hızına yetişmek ne mümkün? Vadesi gelen, gider; eceli gelen, durmaz, gider.

Bu asrın ortalarında günlük ölüm listesi otuz binlerdeymiş. Şimdi ise, yüz, belki iki yüz binlerde, belki de üç yüz binlerde seyrediyor. Doğrusunu Allah bilir ya…

Diğer canlıların, hayvanların, bitkilerin ve cinlerin, her saniye vücudumuzdan dışarıya atılan sekiz milyon ölü hücrelerin sayısı dâhil değil buna.

Hayatı veren O. Hayatı alan, ölümü veren de O. Her şey, Yaratan’ın kontrolünde. Dünyaya geleni yine dünyadan götüren de O. İster yaprak, ister çınar, ister zerre, ister yıldızlar ve küreler olsun; fark etmez O’nun gücünün önünde.

Kadîr-i külli şey’dir; yazılan, başa gelecektir ve gelen gidecektir. “Giden gelmez, gelen gider.” (Sözler, 56)

Her gün bir koca dünya boşalıyor, yerine bir o kadarı da gönderiliyor, geliyor. O kadar itinayla, ince bir ilimle, hassas bir mizanla işler dönüyor ki, şaşmamak elde değil… Kudretine, Kadir-i külli şey’in icraatına, Hakîm-i zü’l-celâl’in faaliyetine hayran olmamak elde değil.

Bir devran edelim şöylece, bir seyran edelim böylece, hayran kalmayacak acaba ne var öylece?

“Gelenler, gidenler, hep akın akın.

Ölenlere değil, ölüme bakın

Uzakta sanırız; ne kadar yakın…

Gözün az üstünde, kaşıdır ölüm.”

Öyle diyordu çok sevdiğim bir şâir.

Bir milyar nüfusun içinde, her gün yüz bin kişi ölseydi, her halde bu boşluk çok daha iyi fark edilecekti. Ama olmuyor. Allah çağına göre, yerine göre, ölümü de ayarlıyor. Gelmek de, gitmek de O’nun elinde.

Nasıl askere alınmakta ve terhis edilmekte bir düzen söz konusu ise, hayatta ondan çok daha fazlası söz konusu. Hassas ve ince bir ölçü var. Rast gele gelip rast gele gitmek yok. Bir yere sıkışmak yok. Birdenbire gidip de dünyayı boşaltmak yok. Ama isteseydi Rabbimiz, hepsi olabilirdi. Kudretine engel ve mani hiçbir şey yok. Hikmetli işler bunlar. Dikkatli seyirciler, anlayışlı muhataplar istiyor hayatı ve ölümü anlayacak, gelip gitmekteki sırrı anlayacak.

Neden geliyor insan bu dünyaya ve niçin gidiyor derseniz, Nurlarda cevabı var:

“Hayat vazifesinden terhis eder, fani dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder.” (Mektubat, 220)

Yine Mektubat’tan:

“Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.” (Mektubat, 221)

Yirmi beş - otuz yaşına kadar insanın yakın çevresinden ahirete göç eden insan sayısı pek fazla görünmüyor. Belki birkaç kişiyi geçmiyor.

Bu arada insan nefsi, “Fırsat bu fırsat.” deyip, yaslanıyor hayatın içine, kapanıyor bir kenara. Hem kendini, hem ölümü unutmaya çalışıyor.

Ama yok öyle yağma… Bir musîbetin tahrikiyle kımıldanıyor insan. Başını uzaklarda zannettiği o hakikatin duvarına çarpıyor.

Tanıdıkları çoğaldıkça ve hayat basamakları bir bir ilerledikçe, çevresindeki ölümlerin de çoğalmaya başladığına şahit oluyor insan.

Herkese ölüm var; kendine ölüm yok sanıyor bazen insan. Bir yaşa kadar aldanmak mümkün. Ama her daim, asla…

Ölümü hasta ve ihtiyarların limanına uğrayan bir gemi zannediyor. Oysa hiç de öyle değil. Ölümden kaçacağın bir yer yok. Ya kabulleneceksin, ya yok zannedip avunacaksın. Ya da birçoklarının yaptığı gibi, gafletle, eğlenceyle, günahla dolu bir hayat yaşamaya kalkacaksın. Sonra bir köşede oturup geçen günlere ağlayacaksın…

Hangi yaşta olursan ol, yeter ki ağla. Ağla ki, pişmanlık gözlerinden yaş olup çağlasın. Allah pişmanlık duyanları affeder.

Allah affeder, ama senin vicdanın seni affeder mi, orasını bilmem…

İşte öyle kuvvetli bir duygumuz var ki, onun yargılamasından kaçmak ya da kurtulmak çok zor. Delice girdiğin hayat ırmağının içine, ya da kendi zannınca dolu dolu yaşadığın bir hayatın içinde, o gençlik yıllarında belki de pek fark etmezsin bunu. Arada bir kalp krizi gibi gelip yoklasa da seni, fark etmezsin vicdanın krizini, sancılarını. Oysa her daim yoklar vicdan seni.

Ya kabulleneceksin, ya da yok zannedeceksin. Ama bu neyi değiştiriyor ki? Ne durdurabilir, ne yavaşlatabilir, ne de kaldırabilirsin ölümü…

Ya ölümü ve hayatı vereni bilip tanıyacağız, ya da ölümden köşe bucak kaçacağız.

Kaçsak da kurtulsak keşke… Ne mümkün?

Gölgesinden ne kadar kaçabilir insan?

Hayatın nişanlısıyız, ama ölümün de nikâhlısıyız. Eninde sonunda o bizi bulacaktır.

Nerede, ne olacağını bilmiyoruz. Unutulduğumuz zannına kapılmayalım sakın.

“Allah nasıl hesaba çekecek?” diye sorulduğunda, Hz. Ali’nin (ra) sözünü hatırlayalım:

“Dünyada iken nasıl sizin tek tek rızkınızı veriyorsa, ahirette de hesaba öyle çekecek!” diyordu.

Bu rızkın içine neler dâhil değil ki?

Aldığın her nefes, baktığın her güzel şey, attığın her adım, hissettiğin ve tattığın her şey var. Hepsi O’nun ilminde ve kontrolünde, bilgisi dâhilinde.

Hayatı bilmeyen, gerçekten ölümü de bilemiyor, anlayamıyor.

Âlim’dir O. Hakim’dir O.

O biliyorsa, mesele yok.

Onun bilgisi dâhilinde oluyor her şey.

Hayatı bilmeyen, gerçekten ölümü de bilemiyor, anlayamıyor.

Arka arkaya dünyadan gidiyoruz diyor her salâ sesi. Büyük bir göçten haber veriyor.

Bak, yine minarede bir salâ sesi. Bir yakın dostun cenazesi. Az sonra musallada olacak, cenazesi kalkacak.

Yarın bizim salâ sesimiz duyulacak; onun göç haberi etrafa yayılacak.

Kaçmakla kurtulan yok. Ölüm bizi vademiz geldiğinde bulacak.

***

Bazen bulunduğu yerden başka yere gidince insan, orada hiç ölmeyecekmiş hissine kapılıyor birden. İyiden iyiye aldatıyor kendini. Oysa nereye gidersek gidelim, vademiz belli.

Sen kavak ağacı isen, çınarların arasında saklanmakla çınar olamazsın. Vaden neyse, ecel geldiğinde onu yaşayacaksın. Kafkasya’ya gitmekle ya da ne bileyim, Japonya’ya kaçmakla, uzun ömürlü insanların arasında yaşamakla ömrünün uzayacağını mı zannediyorsun senin de, ey gafil?

Yaratan biliyor kimliğini. Çınarsan çınarsın; kavaksan kavaksın. Neysen osun sen.

Evet, zahiren bir sebep görünmese de, gece ve gündüzün kat’iyetindedir ölümün geleceği.

Rızık nasıl belli ise, ecel de o kadar bellidir. Ama gizlidir. Sebepler perdesiyle örtülüdür, o kadar... Veren bellidir, getiren bellidir, götüren bellidir.

Tesadüfün payı ise yüzde bir bile değildir.

Hayatın içinde ölümün tesadüf ihtimali, sıfıra sıfırdır.

Kaldı ki:

“Hep isabet edene, hiç tesadüf denir mi?” M. Selahaddin Şimşek

Ne yapmalıyız ki kurtulalım?

Âyete kulak verirsen, problem yok:

“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratan O’dur. O’nun kudreti her şeye üstündür; O çok bağışlayıcıdır.” (Mülk Sûresi, 2)

Hayatı âyetin belirttiği tarzda yaşayan, anlayan, elbette ölümden de nasibini alacak ve tadacaktır. Ama bu tadış ve anlayış her halde anlamlı olacaktır.

Niye geliyor başımıza ölüm?

Neden ölüyor bunca insan?

İşte biz de bu dersi peygamberlerden ve onların varislerinden almak için gelmişiz dünyaya. Hâsılı, biz de öğrenciyiz. Hayatı öğrenmekle, okumakla, Kur’ân’ın dersine muhatap olmakla vazifeliyiz.

Karşılaşacağı o anı, yaşayacağı o günü, o büyük randevuyu bilmemek ve kaderinden kaçmaya çalışmak, insanı yanlış yollara saptırır. Allah’ın rahmetinden ve ölüm denen nimetten habersiz yaşamak, hayatı acılara gark eder.

“Şimdi ölüm de nasıl nimet oluyormuş?” diyeceksiniz. Onu da bir başka yazıya bırakalım İnşâallah…

Son olarak, aklı başında bir insanın gözüyle bakalım ve kendimizi sıkıntıya, zora atmayalım.

Soralım şimdi o soruyu biz de bir kere daha:

“Ölümü nasıl bilirsiniz?”

“İyi biliriz, iyi biliriz!” demeliyiz ve diyebilmeliyiz. Hayatı tanıdıkça ve bildikçe, O’nun rahmetine yakın oldukça, bunu biz de gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

Yaratan’ın yaşatması zor olduğu için ölüyor değiliz. Bugün yedi buçuk milyar insan var. İlk insanın yaratıldığında kaç kişiydik? Bir hatırlayalım bakalım…

Yaratan, yaşatması zor olduğu için öldürmüyor. Dünyadan ölüm de bizi yaşatması zor olduğu için götürmüyor. Onun da bir hikmeti var.

Bunu da bir başka yazıya saklayalım. Ölümün nasıl ve niçin nimet olduğunu o yazıda anlamaya çalışalım.

Unutmayalım. Bir daha soralım kendimize:

“Ölümü nasıl bilirsiniz?”

“İyi biliriz, iyi biliriz!” demeliyiz ve diyebilmeliyiz inşâallah.

21.11.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Siyasetin bayramlaşması da böyle olur!


A+ | A-

Kurban Bayramını idrak ettik. Bayram huzur içinde geçerken, yollardaki kazalar yine milletin yüreklerini burktu. Dokuz günlük bayram tatili ise bugün bitiyor. Bu yüzden bugün yola çıkacakların dikkatli araba kullanmasını tavsiyede ediyoruz.

Bayram tatilinde siyasetteki tartışmalar da devam etti. Gaflar, açık unutulan mikrofonlardan yayılan sesler bayramlaşmalarda yaşandı.

Partilerdeki bayramlaşmalarda en çok konuşan MHP’li Osman Durmuş’un hem DP, hem de HAS Parti heyetlerine karşı yaptığı gaflar çok konuşuldu.

HAS Parti’nin ziyaretinde “liderlerin üslûbu” tartışma konusu oldu. Durmuş’un diğer parti liderlerinin üslûbunu eleştirirken, Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin üslûbunun örnek (!) alınmasını istemesi tartışmayı alevlendirdi. Bu sözler üzerine HAS Parti heyetinden Havva Karademir buna itiraz etti. O da kendi genel başkanının örnek alınmasını istedi. Peşinden de “Kimse sütten çıkmış ak kaşık değil” demesi bayramlaşmada olması gereken “hoşgörü”yü azalttı. Hele hele Durmuş’un bu sözden sonra Saadet Partisi’ndeki kavgayı hatırlatması, Karademir’in Mehmet Şandır’ın polemiklere sebep olan “Başbakanın dili koparacağız” sözünü hatırlatması ile bayramlaşmayı polemiğe dönüştürmüş oldu.

Durmuş’un Erdoğan’a yönelik “Oy ihtiyaç olunca ’Ülkücü kardeşlerim’, ihtiyaç olmayınca ’Kafatasçı’... Bu nasıl perhiz nasıl lahana turşusu” sözleriyle gerginlik sona erdi. Ancak daha sonra AKP heyetini karşılamadı. Bunun sebebini de anlatalım.

Durmuş’un gafları (!) ilk değil. Sene başında Durmuş, Tayyip Erdoğan’ı yakışıksız bir ifade ile “peygamber”e benzetmesi de TBMM Genel Kurulu’nda kavgaya sebep olmuştu. Bu kavgada AKP Konya Milletvekili Orhan Erdem’in parmağı kırılmıştı. Adı geçen milletvekili Erdem, MHP’yi ziyaret eden AKP heyetinde vardı, ama Durmuş bu heyeti karşılamada yer almadı. Eğer orada olsaydı, neler yaşanırdı, yeni gaflar olur muydu? diye düşünmeden edemiyoruz.

Durmuş’un gafları bununla da kalmadı. Demokrat Parti heyetine karşı söylediği cümlede gafın ötesinde bir şeydi. Kamerelara da yansıyan görüntülerde Durmuş, DP heyetinde “Sizin genel başkanınız Cindoruk’tu değil mi?” deyince adeta soğuk bir rüzgâr esti. DP Dış İşler Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Ünal, iki elini yana açarak “Eee her halde” demesinin ardından, ziyaret oldukça kısa sürdü. Heyet “biz kalkalım” diyerek MHP Genel Merkezinden 5 dakika sonra ayrıldı.

Bu arada HAS Parti’den bahsetmişken, bayramlaşmada dikkate çeken bir olayı daha aktarmak gerekiyor. Bilindiği gibi, Numan Kurtulmuş, SP Genel Başkanlığına seçildikten sonra partide “ak saçlılar” denilen isimleri listeye almayınca günlerce süren bir mücadele başlamıştı. Kurtulmuş, özellikle Şevket Kazan ve Oğuzhan Asiltürk tarafından sert eleştirilere maruz kalmıştı. Sonrasında yapılan kongrede aday olmamış ve HAS Parti adıyla bir parti kurmasına kadar olaylar gitmişti. Birkaç ay önce gerçekleşen bu olaylardan sonra HAS Parti heyeti SP’yi bayramlaşmak amacıyla ziyaret etti. Ondan önce parti heyetlerini karşılayan Genel Başkan Yardımcısı Kazan, CHP, MHP, DSP heyetlerini, hatta yine kendilerinden ayrılan ve parti kuran AKP heyetini kabul ederken, HAS Parti heyetini karşılamaması da dikkat çeken bayramlaşma görüntülerindendi. HAS Parti’yi karşılamak için de epey bir süre geçmesi gerekiyor her halde.

Diğer polemik ise, iktidarla anamuhalefet partisi arasında yaşandı. AKP Ankara Milletvekili Haluk Özdalga’nın partiler arası bayramlaşma programında açık unutulan mikrofondan yansıyan sözleri CHP’yi hayli kızdırdı. Özdalga, kendini savunurken CHP kanadından sert cevaplar gelmeye devam ediyor.

Bayramda yapılan konuşmalarda da yine liderlerin birbirlerine karşı üslûpsuz beyanları devam etti. Bayramdan yeni çıkmışken, bu sözleri yazmanın pek doğru olmayacağını düşünüyorum. Ama şunu söyleyebiliriz. Liderler yine bildiğiniz gibi karşılıklı polemiklere, birbirini anlamamaya devam ettiler…

Oysa ki bayramlar dargınlıkların ve küslüklerin sona erdiği günlerdir. Siyasette yeni bir sayfa açmak gerekirken, bunun yapılmadığı görülüyor.

Siyasetteki bayramlaşmalarda bu görüntüler yaşanırken, bayramın birleştiriciliği, kardeşliği, sevgiyi, dayanışmayı ve hoşgörüyü arttıran mânâsına uymayan yüzü yine ortaya çıktı. Siyasetteki karşılıklı polemik ve üslûpsuz tartışmalar biraz yumuşasa da aynen devam ediyor.

21.11.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

O hutbeyi dinlememek için 20 km yol yaptık!


A+ | A-

Kâzım Güleçyüz’ün, 6 Kasım günü yazdığı “Cumhuriyet hutbesi” başlıklı yazısını okumuşsunuzdur. Yazıda bahsi geçen 29 Ekim Cuma günkü resmî devlet hutbesini dinleyen herkes de işitmiştir.

İşte o Cuma günü sabahı, okunacak hutbe metnini tahmin ettiğimizden, mahalle camiimizin imamına telefon açıp sorduk. Tahmin ettiğimiz gibi, hutbenin o güne mahsus olarak hazırlanan metin olduğunu söyledi. "Peki, hutbedeki o problemli kısmı geçsen olmaz mı?” dedim. İmam, “Osman ağabey, şikâyet ediyorlar” dedi. “Bir şey olmaz“ dediysem de, yanaşmadı. Baktım olacak gibi değil. O hutbenin okunmayacağını tahmin ettiğim bir camiye, 20 km gidip gelerek namazımı huşû içinde edâ ettim şükür.

Anlamıyorum ben bu işleri! Elli senedir okuduğumuz mekteplerde laikliğin tarifini yaparken, “Devlet dine, din de devlet işlerine karışmaz” denmiyor muydu? İş icraata gelince, dinin devlet işlerine karışması mümkün değilken, devletin dinin içinden hiç çıktığı, elini çektiği yok. Camilerde; dine ait olan şeylerden bahsedilip, onların zikredilmesi gerekirken, bu ne dayatmadır böyle. Resmî ideolojinin emrinde olan Diyanet salâhiyetlileri, kendi ikballeri için falan göz yumdukları, fetva verdikleri böyle yanlış işlerden dolayı, bunun hesabını yarın Allah katında vereceklerdir şüphesiz.

Bu arada hutbelerden mevzu açılmışken söyleyelim:

Bir defa, aslında, hutbenin Arapça’nın dışında bir lisanla okunmaması lâzımdır. Bunu bilen selef-i sâlihinden mübarek zâtlar, İslâmı neşretmek, yaymak için gittiği Asya ve Afrika’da bid’at olmaması için hutbeyi hep aslî lisanından, yani Arapça olarak okutmuşlardır. Halbuki o milletlerin hiçbiri de o zaman tam olarak Arapça’yı bilmiyordu. Bu mevzuda İbn-i Abidin Hazretlerinin, “Hutbeyi, Arabi’den başka lisan ile okumak, başka lisan ile iftitah tekbiri almak gibi tahrimen (harama yakın) mekruhtur” buyurduğu rivayet edilir. Osmanlı âlimleri de bu yüzden hutbelerin Türkçe okunmasına cevaz vermemişlerdir. Onun yerine, Cuma namazından önce vaaz ihdas edilerek, Türkçe olarak hutbedeki mevzu anlatılmıştır. Zaten, hac için Suudi Arabistan’a, başka vesilelerle de diğer Müslüman Arap devletlerine gidenler görmüştür ki, oralarda bizdeki gibi Cuma namazından önce vaaz verilmez. Bizde verilmesinin en büyük hikmeti de odur işte.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, bir kaç yerde bununla alâkalı görüşler beyan etmiştir. Bunlardan biri de Mesnevî-i Nuriye adlı eserindedir. Orada şöyle söylüyor: “...bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar (güzel görüyorlar) ki, halkın bilhassa siyasî ahvâlden (hallerden, durumlardan) haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahvâl-i siyasiye (siyasi haller, hadiseler) yalandan, hileden, şeytanî fikirlerden hâlî (uzak) değildir. Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlâhiyenin (Allah’ın hükümlerinin, emirlerinin) tebliği (açıklanması) için ittihaz edilmiş (kabul edilmiş) bir makamdır…”

Durum böyleyken ve hakikatte de, hutbelerin okunuş tarzı yukarıda belirtilen gibi olmasına rağmen, bu dayatmalar neyin nesidir acaba?

Hutbelere Türkçe adına atılan eller, hep dayatma ve zorbalık dönemlerinde, ya inkılâplarla veya ihtilâllerle yapılmıştır. En son da, 28 Şubat döneminin bir eseri olan Türkçe yapılan duâlar olmuştur. Hani, “Allah’ım devletimizi, milletimizi koru…” diye başlayan duâ ki, bu da bid’attır.

Bir de, minberden her hafta Nahl Sûresi’nin 90. âyeti, hutbenin en sonunda okunur. Bunun da son zamanlarda meâlini vermeye başladılar. Orada geçen “fahşâ” kelimesini de maalesef, tam olarak vermiyorlar. Fuhuş mânâsına gelen o kelimenin meâlini, bir çok hoca “fuhuş” olarak vermiyor. Tamam, “azgınlık, haddi aşma” mânâlarına da gelir, ama öyle söylemekle “fuhuş” demek farklı şeyler. Bu millet “fuhuş” denince ne denmek istendiğini çok iyi bilir. Ama, haddi aşma vs. denilince, sanki fuhuş kamufle ediliyor gibi bir mânâ çıkıyor. Yoksa bu da, bazılarına ucu dokunmasın diye mi söylenmiyor? Halbuki âyetin meâli normalde şöyledir: “Muhakkak ki Allah, âdil olmayı, ihsanı ve akrabalara iyilik yapmayı emreder. Ve fuhuştan, münkerden (Allah’ın yasakladığı şeylerden) ve azgınlıktan (hakka tecavüzden) sizi nehyeder (yasaklar). Böylece umulur ki siz, zikredersiniz, hatırlarsınız diye size öğüt veriyor.”

Gerek hutbe olsun, gerekse başka ibadetlerde olsun, Hakkın hatırını gözetmek şarttır.

21.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Gönül nikâhtan sonra devreye girmeli


A+ | A-

Bayan okuyucumuz: “Aradığım özelliklere sahip olmayan birini seviyorum. Sevdiğimi ona da söyleyemiyorum. Üstelik akraba, sonuçlarından korkarım. Başkasıyla da evlenmeyi düşünemiyorum. Unutmaya çalıştım. Olmadı. Bana bir yol gösterir misiniz?”

Kız olsun, erkek olsun, evlenme çağına geldiğinde kendisine uygun bir aday aramasında sakınca olmaz. Fakat arama ve karar safhasında bunu gönül meselesi haline getirmesi, her zaman kendisini doğru sonuca götürmeyebilir. Konuyu içinden çıkılmaz bir noktaya sürükleyebilir.

Oysa evlilik meselesinde evlenecek aday olsun, aile bireylerinden birisi olsun, anne-baba olsun, herkes için sağlıklı düşünmek ve sağlıklı karar almak zorunluluğu vardır. Gönül ise, çoğu zaman bunu engeller. Gönül, sağlıklı karar almak durumunda bulunan anne-baba veya diğer aile bireyleri üzerinde önüne geçilmez bir baskı meydana getirebilir veya bir karşı duruş doğurabilir. Bu ise, aileyi ya gönlün emrine teslim eder, ya da ailede karşı duruş baskın olursa onulmaz yaralar açar.

Bu noktada kimin isabetli olduğu bilinmeyebilir de... Kimi zaman (akıl ile gönlü birlikte götürebilenler için) gönül isabetli çıkabileceği gibi, kimi zaman karşı duruşlar da isabetli çıkabilir. Fakat bu iki ucu birleştirmek, yani gönül ile varsa karşı duruşu aynı hedef etrafında birleştirmek her zaman kolay olmayabilir.

Bu açıdan, evliliğe adım atarken; önce akıllı ve hikmetli düşünmek ve doğru karar vermek büyük önem taşıyor. Bu safhada, baskı unsuru olmaması için, gönle çok fazla söz hakkı vermemek gerekir. Gönlün hakkı her zaman, sadece tercih şıklarından birisini doldurmak kadardır. Fakat başka tercih şıkları da vardır: Onu da uygunluk, denklik, durum ve şartlar gibi başka kriterleri esas alan akıl dolduracaktır. Aklı gönle kaptırmamalı. Aklı baştan çıkarmamalı. Gönül, aklın yanında pek fazla söz söylememeli. Yoksa isyan başlatır ve akıl çaresiz kalır.

Akıl tercih şıklarını doldururken, etrafında sorabileceği, fikir alabileceği, kararında destek bulabileceği kimselerin görüşlerine de yer verir. Bu durumda ise, daha sağlıklı sonuç alabilir. Meselâ yine o gönül verilen kişi olacaksa bile, akıl duruma el koyup uygunluk ve olurluk şartlarına göre meseleyi ele alır, anne ve baba gibi yakın çevreye münasip bir dil ile danışır, en azından onların rızalarını ve duâlarını alır. Sonra gönlün tercihi doğrultusunda karar verirse, hiç olmazsa evliliğe doğru yürürken sıkıntılar yaşanmaz, kırgınlıklara meydan verilmiş olmaz, işler saygı ve sevgi çerçevesinde yürütülür.

Bu açıdan, kendisiyle evlilik birliği kurmayı düşündüğümüz birisi karşımıza çıktığında, konuyu kendimiz halletmeye kalkmayalım. Durumu en yakınlarımızla görüşmeyi her zaman önemseyelim. Kararımızda mutlaka anne ve baba gibi en yakınlarımızın da desteği, katkısı ve paylaşımı olsun. Hareket planımızı en yakınlarımızla yapalım. Unutmayalım ki, aile birlikte hareket ederse, daha sağlıklı sonuçlar alınmaması için hiçbir neden kalmaz. Güç ve kuvvet bunda olduğu gibi, mutluluk, huzur ve saadet de bundadır.

Karar verilirse, örf, adet, ahlâk ve adap çerçevesinde durum karşı tarafa bildirilir. Örf ve adetlerimizde kız tarafının bildirmesi pek alışılmış bir şey olmasa da, dinimize göre kız tarafının da bildirmesinde sakınca yoktur. Buna bir yol bulunur.

Bundan sonrası tevekküldür. Kararın hayırlı olmasını Cenâb-ı Allah’tan istemektir.

İki taraf tercihlerini birbirleri lehine yaparlarsa, nikâha doğru adımlar atılmaya başlanır.

Gönül nikâhla başlar. Nikâh kıyıldıktan ve karı koca birbirine meşrû olduktan sonra, gönül devreye girerse, bunda sevap da vardır. Bu açıdan nikâh olmadan gönle yer vermek aldatıcı olabilir, isabetsiz sonuçlar getirebilir, aklı sıkıntıya sokabilir. Ama akıl karar verdikten ve gerekli adımları aklî bir biçimde attıktan sonra iş nikâhla neticelenirse, gönül bu aşamadan sonra devreye girmeli ve Allah’ın nikâhla meşrû kıldığı evliliği gönül sağlamlaştırmalıdır. Sünnet olan budur.

DUÂ

Ey Vedud-u Rahîm! Aklımızı, fikrimizi, gönlümüzü, yönelişlerimizi haramdan uzaklaştır! Bize helâl olanı sevdir! Aklımızı haram bir hedefle, öfkemizi vehmî bir düşmanla, gönlümüzü haram bir hülya ile imtihan etme! Sevgimizi meşrû kıl! Ayağımızı kaydırma! Kullarını dirilttiğin gün, bizi azabından koru! Âmin!

21.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Bugünkü gizlilik ve 15 asır önceki şeffaflık


A+ | A-

Eski ressamlardan biri, yağmurlu havada tarlada çalışan bir çiftçinin resmini yapar ve teşhir eder. İzleyenlerden bir çizmeci, çizmedeki bâzı kusurları görür ve hatırlatır. Ressam hatâsını anlar ve samimiyetle teşekkür eder. Bundan cesâret alan çizmeci, çiftçinin şalvar ve başındaki giysisine de itiraz etmeye başlayınca ressam ihtarını verir:

“Çizmeyi aşma!”

İster yönetici, ister yönetilen olalım; acaba ne kadar şeffafız ve eleştirilere ne kadar açığız? Kendimize yapılan tenkitleri hazmedebilme maharetini gösterdiğimiz takdirde, eksiklerimizi tamamlar, hatâlarımızı telâfi eder, olgunlaşırız.

İnsaflı eleştirilere kulak verirsek, gerçeği buluruz. Eleştirende de gerçeği bulma ve ifâde etme aşkı olmalıdır. Eğer eleştiriyi insaf işletirse, gerçeği parlatır.1 Gurura dayanan tenkit ise, müthiş bir hastalık ve musîbettir.2 Hem hakikati incitir, hem de gayret ve şevki kırar.

Eleştiri, aynı zamanda oto-kontrolü sağlar. Ancak, tenkid, sathî bir nazarla yapılmamalıdır. Mü’minlerin, ilim adamlarının lüzumsuz şeylerde birbirini tenkit etmeleri gayet zararlıdır. İlim ve fikir ehli, mal satın alan bir müşteri gibi yalnız kusurları göremez.3 Meseleye çok yönlü bakarak, önce iyi ve güzel taraflar dikkate sunulur. Kıskançlık, ele geçirememe, aşağılık kompleksinden kaynaklanan tenkidin zararları zâhirdir.

Hz. Ömer de (ra), devlet başkanı seçildiğinde yaptığı konuşmada “Size açık söylüyorum. Sizden kim bir haksızlığa uğrarsa veya benden hoşlanmadığı bir tutum ve davranış görürse bana haber versin. Çünkü ben de sizin gibi bir insanım. Siz söylemezseniz ben bunları bilemem” 4 demişti.

Ve, “Eğer içinizden biriyle benim ihtilâflı bir meselem olursa istediğiniz birinin önünde onunla muhakeme edilmekten kaçınmayacağım. Eğer benden bir şikâyeti olanınız varsa, hâkim huzûruna çıkmaya hazırım” 5 güvencesini vermişti.

Yine birgün hutbe irâd ederken vatandaşın biri topluluğun huzurunda itiraz eder:

“Ben seni dinlemiyorum ya Ömer!”

“Neden?”

“Hepimize Beytülmal’dan ganimet bir parça kumaş düşmüştü; ben gömlek diktiremedim. Görüyorum ki, senin sırtında elbise var. Bu nereden geliyor?”

Devlet reisinin çehresinde kızgınlığın hiçbir alâmeti yok. Mütebessim bir çehre ile oğluna seslenir:

Hz. Ömer (ra) “Kalk, cevap ver ey Abdullah!” diye seslenince, “Payıma düşen kumaş parçasını babama verdim. O da bir gömlek diktirdi” der.

Sahabî, “Şimdi konuş, dinleyeceğim ya Emire’l-mü’minîn!” der.

Ömer bin Abdülaziz halîfe olunca, halka ilk hitâbesinde “...Hiç kimse bana körü körüne itaat etmeyecek. Allah’ın şeriatına uymayan emirlere de itaat yok. Ben sizin en hayırlınız değilim, sadece sizden biriyim...” 6 diye seslenir.

Bugünün demokrasilerindeki gizliliğe ve 15 asır önceki şeffaflığa bakınız!

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şâmiye, s. 147; 2- Hutbe-i Şâmiye, s. 147; 3- Muhakemât, s. 105.; 4- Hayatü’s-Sahâbe, c. 3, s. 329.; 5- Age, c. 3, s. 324; c. 2, s. 20; Hilye, c. 1, s. 54; 6- İbni Sa’d, Tabakatü’l-Kübrâ: 5334, (Prof. Dr. İbrahim Canan, İslâmda Çevre Sağlığı, s. 133)

21.11.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

İstanbul fotoğrafları


A+ | A-

Hayal-et yapılar!

İSTANBUL Saraçhane’de otobüsten inip de Fatih’e doğru yürümeye başladığımda üzerinde “Hayal-et” yazılı tarihî iki bina maketi şaşırtıyor beni. Üzerindeki yazıları, ardından da medyada yer alan haberleri okuyunca durum netleşiyor.

Hayal-et Yapılar İstanbul’da şimdilerde boy gösteren bir serginin adı.

Sergi “Yıkımlar olmasaydı, kent nasıl gelişirdi?” sorusuna çeşitli cevaplar bulabilmek amacıyla tasarlanmış. Web sitesi, kitap, ana sergi haricinde vaktiyle imar edildikleri, zamanla yerinde yeller esen mekânlarda tasarlanan maketleriyle de şimdilerde İstanbul’da 12 noktada arz-ı endam ediyorlar.

Düşünüyor, bir o kadar da hüzünleniyorsunuz…

Tarih boyu, neler görmüş, neler geçirmiş bu koca şehir. Her şeye rağmen yine de güzel ve inatla direniyor şehir planlamacılarına…

Darülfünun Binası, Taksim Kışlası, Galata Surları, Eski Çırağan Sarayı, Polyeuktos Kilisesi, İncili Köşk…

Hüzünleniyorsunuz, ama anlattıklarına göre projenin hedefi kaybolan İstanbul’a dair bir nostalji üretmek değil, tersine bugün de devam eden yıkımlara bir hassasiyet oluşturmak. Yıkımların hatıralarını taze tutmak, yıkım kavramını tartışmaya açmak… Kısacası İstanbul’u yara izleri, çizikleri ve kesikleri üzerinden okumak ve bunları paylaşmak.

Velhâsıl eğitici, hoş bir faaliyet!

Not: Bu arada Fatih’te hemen her tarafta yer alan küçük bilgilendirme levhalarını da belirtmek isterim. Camilerin giriş kapılarında ya da özel isim taşıyan sokakların levhalarının hemen altına yerleştirilmiş bu bilgileri okuyarak Osmanlı tarihinde keyifli küçük bir gezinti yapıyorsunuz.

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi

YILLARDIR otoyolun kenarında görüp bir türlü giremediğimiz bahçeye sonunda gidebildik.

Sağından solundan geçen yoğun otoban trafiğine inat huzurlu bir ortam. “Çimenlere basabilirsiniz!” levhaları gülümsetiyor. Yapay göllerin arasında çiçek kokuları eşliğinde termosunuzla getirdiğiniz çayınızı yudumlayabilirsiniz. (Termosla çay getirmezseniz açıkta kalırsınız. Çünkü hiç bir şey satılmıyor.)

Park aynı zamanda bir vefa örneği...

Nezahat Hanım vefat ettiğinde, eşi Tema Vakfı Başkanı A. Nihat Gökyiğit hatıra parkı kurma arzusu ile işe başlamış. Aynı zamanda maksadı otoyolla tahrip edilen yeşil alanları tamir etmekmiş. Çalışmalarının neticesi, 50 hektarlık Botanik Parkı olmuş.

Kaktüsler, soğanlı bitkiler, şifalı otlar, dünyanın dört bir yanından gelen ağaç cinsleri, arı kovanları, limonluk, çocuk keşif parkları, piknik alanları, kuşlar, ördekler, kazlar, tavus kuşları…

Şehrin otobanında hoş bir İstanbul rüyası gerçekleştirmiş Nihat Bey…

Yolunuz düşerse demeyeceğim, bir şekilde oradan geçeceksiniz. Çünkü çevreyolunda yer alıyor. Mutlaka uğrayın!

Siteler, uydu şehirler…

BOTANİK Parkına giderken yanlış rota izleyince insana “Vay, vay, vay…” dedirten cinsten İstanbul’un bambaşka bir yüzü ile karşılaştık.

Televizyon reklâmlarından, gazetelerin emlâk ilâvelerinden bildiğimiz son zamanların meşhur yapıları. Gökdelen gibi inşa edilmiş siteler, geniş güvenlik tedbirleri, koruma görevlileri, iyi planlanmış bahçeler, parklar, yollar, alış veriş merkezleri, restoranlar, büyük marketlerin ana şubeleri…

Aynen Hollywood filmlerindeki gibi tasarlanmış yepyeni bir İstanbul…

Araba ile çaresiz turlarken eksik olan bir şeyleri hissediyorum, ama kelimelere dökemiyorum. Kızım buluyor eksiği. “Burada hiç cami yok!” diyor.

Evet, gerçekten de o çok iyi tasarlanmış yeni uydu şehirlerde camiye yer bulamamış çağdaş mimarlarımız (!)

Binlerce insanın yaşadığı bu modern yerleşim merkezlerinde cami, mescid yok, vazgeçtim ibadethane yok!

Günde beş vakit ezanların okunduğu camilerle donanmış tarihî yarımadanın bir sakini olarak Fener’in, Balat’ın daracık ara sokaklarında sinagoglar da, kiliseler de görmeye alışkınım. Ama yeni tasarlanmış İstanbul’da mabetlere yer yok! Onların yerini ihtişamlı tüketim merkezleri almış.

Yeni İstanbul’u masa başında planlayanlar böyle uygun görmüşler. Alan memnun, satan memnun!

İstanbul’un bu yepyeni cilâlı yüzünü bütün şirinliğine rağmen ürkütücü ve çok soğuk buluyorum. Yeni yürümeye başlayan sevimli oğlu ile sabah yürüyüşüne çıkan annenin “Anne eli bırakılmaz!” sözü kulağıma takılıyor. Duâ ediyorum içimden, onlar ve bütün “yeni İstanbullular” için…

Düşünüyorum da…

Şiirleriyle olduğu kadar yazılarıyla da İstanbul’u en güzel şekilde resmeden Yahya Kemal yaşasaydı, o muhteşem “Ezansız Semtler” yazısını nasıl yazardı acaba?

21.11.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Bediüzzaman şimdi olsaydı?


A+ | A-

Siyasî tercihlerimizi beğenmeyen ve bunun için zaman zaman bize ağır ithamlarda bulunan bazı dostlarımıza karşı kendimizi müdafaa durumunda kalıyoruz. Bu meyanda her ne kadar Risâle-i Nur’dan, Bediüzzaman’ın siyasîlere karşı takındığı tavırdan, tavsiye ettiği prensip ve düsturlardan örnekler vererek şimdiki tavrımızın haklılığını ifade etmeye çalışsak da bu çeşit dostlarımızı ikna edemediğimiz gibi, onların ölçüsüz, dayanaksız ağır suçlamalarından da kurtulamıyoruz maalesef. Bu konuda bizim eserlerden naklederek gösterdiğimiz delillere karşı; “Bediüzzaman öyle demiş; şimdi olsaydı, öyle demez, böyle derdi” diyerek, farkında olmadan, Bediüzzaman’ın söylediklerinin yaşadığı zamana münhasır olduğu; bu zamanı kapsamadığı anlamına gelecek konuşmalarda bulunarak kesip atıyorlar.

Siyasî tavırlarına haklılık kazandırmak uğruna Bediüzzaman’ı kendi adlarına konuşturmakta hiç beis görmeyen bu dostlarımızın bu acayip durumlarını bildiğimizden, bu gibi konularla alâkalı olarak onlarla münakaşadan kaçınıyoruz. Velâkin onlar, her zaman ve her fırsatta böyle siyasî meseleleri gündeme getirerek bize yönelik suçlamalara devam ediyorlar.

Şahsımıza yönelik hata ve kusurlarımızı elbette kabul ederiz. Fakat şahıs üzerinden Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur’daki fikir ve düşüncelerine yönelik—niyetleri öyle olmasa dahi—bazı mesnetsiz ve ölçüsüz ithamlar sözkonusu oluyorsa, böyle bir durum karşısında sessiz kalmamızı kimse düşünmesin.

“Bediüzzaman o zaman öyle diyordu, şimdi olsaydı şöyle derdi… Tercihini böyle yapardı” gibi Bediüzzaman’a vekâleten hüküm serdederek, kendileri gibi düşünmeyenlere suçlamalarda bulunmak doğru olmadığı gibi, bu yanlış anlayışın düzeltilmesi de bize düşüyor her halde.

Şimdi cismen aramızda bulunmayan Bediüzzaman’ın kendi ifadeleriyle “Her bir risâle bir Said’dir” hakikatından hareketle diyoruz ki, Bediüzzaman’ın bu fikirleri dün olduğu gibi bugün de bütün tazeliğiyle önümüzdedir ve geçerliliğini hayatta iken muhafaza ettiği gibi, bugün de muhafaza etmektedir.

Zaman ve zemine göre çok küçük değişiklikler olsa da, Bediüzzaman’ın eski Said döneminde, yeni Said döneminde ve üçüncü Said döneminde siyasî ve içtimaî hayatımızla ilgili ortaya koyduğu ölçü ve esaslar aynıdır. Bunlarda şu veya bu şekilde herhangi bir değişiklik yoktur.

Onu o geçmişte söylediği gibi; “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım”, “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır”, “Siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar”, “Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasetlerin fevkindedir” tesbit ve ifadelerinin gereği olarak hayatı boyunca siyasete ve siyasilere mesafeli durmayı şiâr edinen Bediüzzaman, bugün de cismen aramızda olsaydı, aynı durumu şüphesiz devam ettirirdi. Bediüzzaman’ın yıllar önce önümüze koyduğu ve bugün de geçerliliğini muhafaza eden tesbitlerini görmezlikten gelerek, yaşamakta olduğumuz sıkıntıların çarelerini siyaset arenasında arayanlara ne diyelim?

Bu meyanda, Bediüzzaman’ın hayatı boyunca dinin siyasete âlet edilmesine karşı çıktığını biliyoruz. Onun “Münâzarât” adlı eserinde dinin siyasete âlet edilmesi durumunda meydana gelecek zararı dikkatlere verdikten sonra, “Sünûhat” isimli eserinde de din adına siyasete girenlerin “İsabet de etseler mes’uldürler” tesbitlerine baktığımızda, o günden bugüne kadar dine hizmet niyetiyle siyasete girenlerin, dini siyasete âlet ederek dine ve dindarlara ne kadar zarar verdiklerini yaşayarak gördük. Bediüzzaman bu zamanda olsaydı, bu çeşit siyaset ve siyasetçilere yine karşı çıkmaz mıydı acaba?

Bediüzzaman’ın “vatan, millet ve Kur’ân menfaatine” diyerek desteklediği ahrarların devamı diye tarif ettiği demokratlardan bunun karşılığı olarak Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirmelerini, Ayasofya’yı ibadete açmalarını, Risâle-i Nur’a sahip çıkıp, resmen neşretmelerini istediğini biliyoruz. Bediüzzaman şimdi aramızda olsaydı ve mecliste demokratların devamı olan bir parti bulsaydı, aynı isteklerini dile getirmez miydi? Hatta o isteklere, yıllardır devam etmekte olan başörtüsü zulmü başta olmak üzere hâlen kısıtlı olan diğer hak ve hürriyetleri de eklemez miydi?

21.11.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Kabul etmek onaylamak değildir


A+ | A-

‘İnsan gerçekten kabul edildiğinde, değişmek için daha çok çaba gösterir’

Çevremizdekileri ve bütün sevdiklerimizi farklı olduklarını bildiğimiz halde,

Yine de eskisi kadar sevebilsek keşke…

Keşke, tam da bizim istediğimiz gibi olmadıkları halde,

İlişkimizin daha da renklenebileceğini hissedebilsek,

Ve bunun özgürlüğünü, rahatlığını yaşayabilsek,

Keşke karşımızdakini asıl değiştirmenin yolunun,

Onu önce olduğu gibi kabul etmek olduğunu anlayabilsek,

Keşke kabul etmenin aslında onaylamak olmadığını görebilsek.

Oysaki yargılamayla başlayan her diyalog dirençle biter, savunmayla başlar.

Kendin olduğun yerde, ötekini de fark edersin,

Onun duygularına da dokunabilirsin aslında…

Kendini bırakabildiğin sularda, etrafının daha da farkına varırsın,

Daha net görürsün herşeyi...

Kendini seyretmediğin her an,

Aslında sana sunulan her şeyi fark ettiğin an oluverir.

Seni gerçekten kabul edebilen birinin yanında öylesine sen olursun ki,

‘Ben’in kendini göstermeye asla ihtiyaç duymaz,

Salarsın kendini güvenli sulara,

Kendi iç sesinin bile daha çok farkına varırsın.

Daha çok dalga geçersin kendinle,

Bütün saçmaladıklarınla seversin kendini.

Bütün geçmiş hatalarınla tanışıp, hesaplaşıp, helâlleşip uğurlarsın onları… Sana bütün öğrettikleri için onlara öfke duymak yerine, minnet duyarsın, camdan fırlatmak ya da sonsuz çukurlara gömmek yerine,

Kapıdan yolcu edersin,

El sallarsın arkasından,

Tozlu sandıklarından sürekli çıkarıp karıştırmanın,

Yüreğinin kabuğunu soymaktan, enerjini almaktan başka bir işe, yaramadığını görürsün.

İnsan bazen bırakabilmeli boşuna yükünü taşıdığı ne varsa,

Gönüllü ya da gönülsüz aldıklarını,

Hayır diyemediği için yaşadıklarını,

Bilmemiş gibi yaptığı bütün bildiklerini...

Oysa ki bırakmadan başlayamazsın, boşaltmadan dolduramazsın yüreğini…

Gerçekten seni kabul eden,

Öylece kabul edebilen birinin yanında,

Her gün yeniden başlarsın yaşamaya…

Her doğan günün sana getireceği hediyeleri beklemeye başlarsın.

Hayat ayaklarının altında kaygan bir zemin olmaktan çıkar,

Bulutların üzerinde bile yürüyecekmişsin gibi güvende hissedersin kendini.

O seni hep duyar, hep kabul eder, nereden geliyor olursan ol.

Bütün bitiremediklerinle ve bütün başlayamadıklarınla kabul eder seni,

Hem de tekrar tekrar.

Her zaman için yeniden başlama fırsatı veren var mıdır, O’ndan başka?

O seni bekler,

Öğrenmeni de, sevmeni de, görmeni de, anlamanı da bekler.

O’ndan daha çok kabul eden var mıdır?

21.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.