Şükrü BULUT |
|
Ciddî meseleler veya gayr-i ciddî insanlar |
Bugünkü Meclis Başkanının ve diğer bazı bakanların muhtelif zamanlardaki açıklamalarına bakacak olursanız ‘tesettür yasağı’ milletin meselesi değilmiş. Ancak yüzde birbuçuğu alakadar eden marjinal bir mesele… Hayrünnisa Hanım, Zafer Üskül, Nimet Çubukçu ve Cumhurbaşkanının ittifak ettikleri “ilköğretimdeki’ başörtüsü yasağı”nın milletten tepki görmesi üzerine, bazıları, ilköğretim ve kamudaki bu hususu dillendirenleri fanatizm ve radikalizm ile suçlamaya başladılar.Yani hem devlet dairesinde ve hem de ortaokul 2 ve 3. sınıfta başını örtmek isteyenler fanatikmiş... Şu yüzde bir buçuk meselesinin neye dayandığını bilemiyorum. Avrupa ve Amerika’daki düşünce kuruluşu ve enstitülerden para alarak üniversiteyle birlikte saha çalışmalarına çıkan sivil kuruluşlarla bazı üniversite hocalarının bu yüzde bire ulaşma yöntemlerini de okuyamadık. Belki de Can Paker’in TESEV’i ve Açık Toplum Enstitüsünün çalışmaları üzerinden bu rakamı elde ettiler. Bilemiyoruz. Bildiğimiz birşey varsa o da yüzde 60-70 kadınlarımızın temel haklarındaki ısrarlarıdır. Genel merkezleri Amerika ve Avrupa’da bulunan düşünce kuruluşları ‘başörtüsü yasağını’ kayda değer görmüyor olabilirler. “Memleket ve millet için daha hayatî öneme haiz meseleler varken ‘tesettür yasağı’ üzerinde durulmaz” diyebilirler. Gerçi çoğu Freud’a peygamber gibi sarılan bu kuruluşlara göre, bizdeki kadın zaten yanlış yerde duruyor: Ailenin merkezine oturması, eşi, babası, kardeşi ve çocuklarınca neredeyse kutsanan kadın imajı ile, Freud’un bütün himaye ve desteklerden “kurtarıp azad (!) ettiği” kadın çok farklı yerlerde duruyor. Fakat AKP hükümetini maddeten ve mânen şartlı olarak destekleyen dış merkezler, başörtüsü meselesini gayri ciddî bulabilirler. Sadece ‘gayri ciddî bulmak’la kalmayıp, efkar-ı âmmedeki tartışmayı doğru dürüst yönetemedikleri için AKP yönetimindeki teorsiyen ve pratisyen kadrolarını tekdir de edebilirler. AKP iktidarıyla dindarları, dinî cemaatleri dünyevîleştirmeye, kudsî mânâ, sembol ve ritüellerin içlerini boşalttırmaya çalışan ‘neoliberallerin’ Müslüman kadına, nikâha, aileye ve semavî dinlerin öngördüğü ahlâki kurallara nasıl baktıklarını satır aralarından öğrenmek isteyenler, o cenahtaki bazı köşe yazarlarını veya sosyal muhtevalı haberlerini okuyabilirler. AKP’nin bir zamanlar ‘Çözmek namus borcum’ dediği başörtüsü yasağı meselesindeki hassasiyetini anlamaya çalışırken, dindarları temsil eden ve bünyesine ‘dinî cemaatleri’ katan bu siyasî hareketin iktidardaki farklı duruşunu hiç anlayamayacağız. AKP nin kadın temsilcisi Fatma Hanım ‘Temel eğitimde, eğer kız çocuğu kendi hayatı ile ilgili karar verecek yaşta değilse buradaki baskıyı da kabul etmiyoruz’ diyerek olayı cerbezeyle kapatmaya çalışıyor. Fatma Şahin ile Nimet Çubukçu Hanımefendiler 12-13 yaşlarında dinlerinin gereği olarak örtünmek isteyenlere ‘yönetmelik öcüsünü’ gösteriyorlar. Biliyorsunuz ki, tarihte Troçki’nin Rusya’sında, Hitler’in Almanya’sında ve Kemalistlerin Türkiyes’inde bütün yasakçılar kanun ve yönetmeliklerin arkasına gizlendiler. Şarklı olan Fatma hanım örtünme yaşını 18’e yükseltmiş. Tesettüre girme yaşını 18’e çıkarırsanız, liseli genç kızlar da muaf olmuş olurlar. Yani Hanımefendi Nimet Hanıma da yardım ediyor. Bütün bunları kanun emrediyormuş. Bravo doğrusu. Gaziantep’te, Urfa ve Şırnak’ta, 18’ inde ikinci kez anne olmaya hazırlanan binlerce kadını görmezlikten gelerek konuşmak pek mantıklı görünmüyor. Biliyoruz, cehalet diyeceksiniz. Aydınlatmak için çalıştığınızı söyleyeceksiniz. Fakat örnek aldığınız ikinci Avrupa’da da yine milyonlarca kızın 18 yaşlarına kadar kürtaj için ikinci kez jinekologa koştuğunu oradaki kayıtlardan Nimet Hanımla Fatma Hanım öğrenebilirler. 10 milyona yakın vatan evlâdını ilgilendiren bir meselenin ‘fevkalâde ciddî’ olduğuna inanıyoruz. Demokrasiyle idare edilen bir ülkede en ciddî, öncelikli ve idarecilere vazife olan mesele, milletin kahir ekseriyetini ilgilendiren meselelerdir. Şayet bu ‘temel hak ve hürriyetleri’ ilgilendiren bir mesele ise onu çözmek idarecinin birinci vazifesidir. Bu öncelikli ve îcil meselelere gayrî ciddî nazarıyla bakanların dâvâlarında ne denli ciddî olduklarını zaman gösterecektir. Gönül istiyor ki, AKP kadroları şu ülkeyi idare ederken, milletin hayatının her karesini bin seneden bu yana dolduran İslâmiyeti ve millî geleneklerimizi gözardı etmesinler. Londra’daki ‘finans aktörleriyle’ dünyayı idareye kalkışan bir avuç neoliberal yerine arkalarını bir buçuk milyarlık İslâm âlemine ve hakikî Hristiyanlık dünyasına istinad etsinler. Bunu yaparlarsa daha kuvvetli ve daha başarılı olurlar. Kendilerini insanlığa daha yakın bularak daha güzel hizmet fırsatını bulurlar. 19.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Evrâd-ı Kudsiye |
Abdülkadir Bey: “Üstad Hazretlerinin Cevşen ile birlikte okuduğu Evrâd-ı Kudsiye nedir? Nelerden bahseder? Ne zaman ve nasıl okuyabiliriz?”
Evrâd-ı Kudsiye, Bahâeddin Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin Peygamber Efendimiz’in (asm) mânevî rûhâniyetinden mânâ âleminde ders aldığı kuvvetli ve tesirli bir duâ metnidir. Bedîüzzaman Hazretleri kimi zaman “Evrâd-ı Kudsiye”, kimi zaman da “Evrâd-ı Bahâiye” nâmıyla andığı bu duâ metni için, “Şâh-ı Nakşıbend’in kudsî bir evradıdır ki, Hazret-i Peygamber Aleyhisselâtü Vesselam’dan âlem-i mânâda ders almış”1 demektedir. Baştan sonuna kadar Peygamber Efendimiz’in (asm) duâlarının özel bir düzenleme ile bir araya getirilmesinden meydana gelmiş olan bu yüksek metin, çok geniş bir niyazı ve çok kudsî bir yalvarışı ifade eder. Duâlarının hemen tamamı âyet ve hadis-i şeriflerde mevcuttur. Çok tesirli bir duâ metnidir. On dokuz defa ölümcül zehirle zehirlenen Bediüzzaman Hazretlerinin, okuyarak zehrin tesirini kırdığı duâlardan birisi de Evrad-ı Kudsiye’dir. Bir mektubunda bunu şöyle zikrediyor: “Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrâd-ı Bahâiye bu defa dahî o dehşetli zehirin tehlîkesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.”2 Evrâd-ı Kudsiye’de başlangıç Allah’ın isimlerine ayrılmıştır: Allah’ın Melik, Hayy, Kayyum, Hak, Mübîn olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, O’nun bizim Rabbimiz olduğunu, bizim yaratıcımız olduğunu, bizim O’nun kulu olduğumuzu ve gücümüz yettiğince O’nun ahdi ve vaadi üzerine bulunduğumuzu, yaratıklarının şerrinden Allah’a sığındığımızı, Allah’ın üzerimizde bulunan nimetlerini kabul ettiğimizi, günahlarımızı itiraf ettiğimizi ifâde ederek, “Ey Ğaffâr, ey Ğafûr olan Allah’ım, günahlarımı bağışla. Şüphesiz inanıyorum ki, Sen’den başka hiç kimse günahları bağışlayıcı değildir” niyazı ile bu duâya devam ediyoruz. Allah’ı tenzih, Allah’a hamd, Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Allah’ın en büyük olduğunu söyleyerek, yüksek ve büyük olan Allah’tan başka hiç kimsede güç de, kuvvet de bulunmadığını ifâde ile, O’nun Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın olduğunu ve O’nun her şeyi bildiğini zikrediyoruz. Allah’ın muhtelif isimleri ile Allah’ı tenzih ve tesbih ifâdeleri ile duâ devam ediyor. Allah’ın Evvel olduğu, Allah’tan önce hiçbir şeyin olmadığı; Allah’ın Âhir olduğu, Allah’tan sonra hiçbir şeyin olmayacağı; Allah’ın Zâhir olduğu, hiçbir şeyin Allah’a benzemediği; Allah’ın Bâtın olduğu ve Allah’ın görmediği hiçbir şeyin bulunmadığı; Allah’ın çok olmayıp Bir olduğu, vezirsiz Kadîr olduğu, danışmasız İdareci olduğu zikirleri ile duâ devam ediyor. Duâ, Tâ hâ, Tâ sîn mîm, Tâ sîn, Yâ sîn, Hâ mîm, Ayn sîn kâf gibi sûre şifrelerinden hareketle yüce sûreleri Allah’ın bizi kulluğuna kabûlüne, Allah’a imânımızın kemâle ermesine, şirksiz ve isyansız bir inanç içinde olmamıza, kâmil bir îmân ve istikametli bir amel-i sâlih içinde bulunmamıza şefaatçi yapar. Bu makamda Âyete’l-Kürsî’yi zikrederek duâya ve isteklere kuvvet verir. Duânın diğer bir orijinal yanı, Kur’ân-ı Kerim’in kırkıncı sûresinden kırk altıncı sûresine kadar olan ve başlarında Hâ mîm şifreleri bulunan yedi sûreyi, yani Mü’min Sûresini, Fussilet Sûresini, Şûrâ Sûresini, Zuhruf Sûresini, Duhân Sûresini, Câsiye Sûresini ve Ahkaf Sûresini başlarında bulunan Hâ mîm ifâdeleri ile zikrederek ayrı ayrı anmış olması ve Allah’ın emrini kabûlümüze, Allah’ın yardımına ihtiyacımızın şiddetli olduğuna, günahlarımızın bağışlanmasına, tövbemizin kabûlüne, cezâsından affedilmemize, azabından korunmamıza bu sûrelerin şefaatini istemiş olmasıdır. Allah’ın bizi şükredici kılması, Allah’ın bizi zikredici kılması, Allah’ın bizi O’nu isteyen kılması, Allah’ın bizi Kendisine itaatkâr kılması, Allah’ın tövbemizi kabul etmesi, kalbimizi arındırması, günah ve isyanlara karşı bizi koruması, kalbimizden mânevî hastalıkların, riyânın, gösterişin, kinin, nefretin, ihânetin, Allah’ın rızâsı haricinde olan her şeyin sevgisinin ve yönelişinin kaldırılması istekleri ile Cenâb-ı Hakk’a yönelişe devam edilir. Yüksek ve faziletli bir duâ metnini dar bir çerçevede özetlemeye ne imkânımız, ne gücümüz vardır. En iyisi bu duâ ile bire bir muhatap olmak ve bu duâ ile Allah’ı kendimize muhatap ederek Allah’a yalvarmaktır. İki salâvat ortasında yapılan duâların makbul olması ciheti ile Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin Evrâd-ı Kudsiyeyi, yüksek bir salâvat metni olan Delâilü’n-Nur’un ortasında okuduğunu, Evrad-ı Kudsiye bittikten sonra tekrar Delâilü’n-Nur okumaya devam ederek Delâilü’n-Nûr’u bitirdiğini yakın talebelerinin bildirdiğini burada ifâde edelim. Bu duâ metnini her sıkıntımızda, her ihtiyaç hissettiğimiz zaman okuyabilir ve böylece yüce Allah’ı imdadımıza çağırabiliriz.
DUÂ Ya Mücîbe’d-Daavât! Duâmı ibadet kıl! İbadetimi makbul kıl! Zikrime, fikrime, tesbihatıma, duâma, niyazıma, hissiyatıma ihlâs ve istikamet ver! Dilime hayır istemeyi nasip eyle! Şer istemeyi dilimden uzak kıl! Gönlüme hayır isteme neş’esi ver! Şer istemekten gönlümü beri kıl! Duâmı, dünyamın ve ahretimin mihveri kıl! Duâmı saat-ı icabeye mazhar eyle! Âmin!
Dipnotlar: 1- El-hakâiku Hizb-ü Envâri’n-Nûriye, s. 76., 2- Emirdağ Lâhikası, s. 123. 19.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Şuurlu Çinli, gafil Müslüman! |
Bu başlık, bir ilim adamımızın şu hatırasına dayanıyor: “Amerika’da master yaptığım yıllarda, üniversitenin yemek salonu açık büfe. Herkes istediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin kapısında ‘Take what you need. Eat what you take’ (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye) diye yazıyordu. “Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşım, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: ‘Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın.’ “Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü: ‘Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusu ile çarp bakalım, kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur’ dedi. “Yine denemek için dedim ki: ‘Şu anda Çin’de değil Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i değil, Amerika’yı zarara uğratacaktır.’ “Bu sözlerim karşısında güldü ve şöyle dedi: ‘Yaşadığım ülke olan Amerika’yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz.’ “Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim ve düşüncesini paylaştığımı söyledim. İslâm dininin bu konudaki, ‘Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez’ buyurduğunu açıkladım. “Çok hoşuna gitti. Tam o sırada (...) Müslüman bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş ....’yü göstererek: ‘O Müslüman değil mi?’ dedi. O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim.” (Prof. Dr. Saffet Solak) İsraf ve iktisat mevzularında Çinli’nin duyarlığı ile Müslüman’ın gafleti nasıl izah edilebilir? Şüphesiz İslâmiyetin güzellikleri, Müslüman pazarında revaç bulmadığından küsüp, müşteri olanların çarşısına gitmiş, onlar tarafından sergileniyor! İsraf, saçıp-savurmak, ihtiyaç olmadığı halde rastgele harcamaktır. Siz, hangi şeyleri çöpe atarsınız? Beğenmediklerinizi! İşte israf, nimeti hafife almaktır! Size hergün yemek veren cömert biri veya aşçının gözü önünde yemeği dökseniz durumunuz nedir? İsraf, Basîr olan Yaratıcının nazarı önünde nimetleri çöpe atmaktır! İsrafın dehşetine binâendir ki, müsrifler Kur’ân’da, “İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir”1 diye tanımlanırlar. Müslümanın hâline bakınız ki, israfıyla ne hallere düşüyor! Kanaat ve iktisadın zirvesinden insanlığa seslenen yüce Peygamberimiz (asm) maksatsız ve faydasız harcamalar için, “Her israf edilen haramdır”2 buyurmuştur. “Evinizin önünden bir nehir aksa, abdest bile alacak olsanız, suyu ihtiyaçtan fazla kullanmayınız” tavsiyesi de Resûlullah’ın (asm). Bu, suyun zayi olmasından değil, iktisat eğitimini vermek içindir. Hakim-i Mutlak (cc), bir âyette, “Yiyiniz içiniz israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez”3 emrini verir. Bir diğerinde de, “Elini büsbütün açıp malını harcama ki, kınanıp açıkta kalmayasın”4 îkazında bulunuyor.
Dipnotlar: 1- İsra Suresi: 27.; 2-Keşfü’l-Hafâ, 2:125. 3- A’râf Suresi: 31.; 4-A.g.e., İsrâ, 31. 19.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Halil USLU |
|
Tekel imâlâtını kapatalım! |
Kurban bayramında, Ankara’da iki okuldaki yüzlerce gence, 4207 ve 5727 sayılı yasa mucibince ve onun şemsiyesi altında “tütün ve tütün mamulleri ve zararlı alışkanlıklar ve bunlardan çıkış ve bırakma yolları” başlıklı verdiğim konferanslarda Cemal Yüksel İlköğretim Okulu son sınıf öğrencisinin sual-cevap faslında ısrarla “Tekel idaresini kapatmak, sigara imalatına son vermek lâzım, bunu nasıl yapalım?” suâlinin mânevî mesuliyeti ve düşüncesi içinde girdim. Bu gencin feryadı bütün tazeliğiyle kulağımda çınlamaktadır. Bu genç kardeşim adeta 70 bin ilköğretim, lise ve dengi okulda okuyan 15 milyonu aşkın gencin ve talebenin adına sormaktadır. Çünkü kendilerine takdim ettiğim belgeler ve dokümanlar hiç iç açıcı değildi. Gerek sağlık bakanlığının, gerekse bir çok kurum ve kuruluşun yaptığı anketlerde görülen resmî tablolar ürkütücü ve bir o kadar düşündürücü… Verdiğim cevap da bu mana içinde düşündürücü ve yol gösterici idi. Dedim ki: Bir dükkân, bir market müşterisi olmaz ise veya biz oradan alışveriş yapmaz isek ne olur? Orası hâliyle kapanmaya veya iflasa mahkûm olur. 1874 yılında Osmanlı devletimiz tarafından kurulmasına resmen izin verilen “Tekel idaresinin” durdurulması, ancak imal ettiği zararlı maddeleri ve içecekleri almamakla olacaktır. “Bu nasıl olacaktır?” suâlinin cevabı ise insan bünyesinde başlamaktadır. Malikimiz, sahibimiz olan Hz. Allah tarafından vücudumuza yerleştirilen “inad, azim, irade” gibi mânevî cihaz ve silâhları, bu sahada kullanmak lâzımdır. Sizi size anlatıyorum dedim. Çok şeyler okuyorsunuz ve okuyoruz, fakat bir insan kendini okumaz ise, ne garip değil mi? Ve bir insan ve bir okuyan genç, vücudundaki manevi silâh ve cihazâtları bilmez ise, bu nasıl okumaktır ve bu nasıl güzel insandır? Ve bu okullarda okuyanlar, Türkiye’nin takriben üçte biridir. Elimizdeki dokümanlar gösteriyor ki; üniversiteler, ilköğretim ve lise dengi okullar bir ateş çemberinin içindedir. Bu yetmezmiş gibi, tespitlere göre 25 milyon kişi sigara içmekte ve 20 milyon da duman altı kalmaktadır. Yine bu çerçevede dünyada sigaradan yılda 5 milyon, Türkiye’de ise 200 bin kişi ölmektedir. Bunun 40 bini duman altından ölmekte. Dünyada günde doğan 400 bin çocuğun yılda 1,5 milyonu sigara dumanından ölmektedir. Nerede çocuk sevgisi? Çıkış yolları içinde bir çok fikri sunarken, talebeler ve öğretmenlere A’râf Sûresi 31’nci âyeti naklettim. “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez.” Bu âyetin binlerce mânâsı var. Hâzirûna birden sordum: Anne ve babanız sizi sevmez ise üzülmez misiniz, moraliniz bozulmaz mı, huzurunuz kaçmaz mı? Hep bir ağızdan “Evet, çok üzülürüz, moralimiz bozulur” dediler. Şimdi başlarınızı kaldırınız ve 14 asır önce bize ikram ve irşad için gelen bu âyete bakınız ve düşününüz, israfımızdan Hz. Allah bizi sevmez ise ne olur? Dünya Sağlık Örgütü’nün tespitine göre; sigaranın dumanında 4 bin tane insan ve nebâta zararlı maddeler bulunmaktadır. Alkol ve uyuşturucu ise intiharın yeni adı. Anlatmakla göstermekle mücadele bitmiyor. Oralarda da ifade ettim, ben 73 milyonda bir hisseyim, bu hissenin üzerine düşeni yapmaya çalışıyorum. Bu inanç ve azimle ve bu cehd ve gayretle Mevlâ-i Kerîm’in payitahtına koşuyoruz, koşarken düşenleri kaldırmak ne büyük bahtiyarlıktır. Böyle bir bayram arefesinde ve uzun bir tatil haftasının mukaddimesinde yüzlerce gence ve değerli öğretmene bizleri muhatap eden ve konferans zemini hazırlayan Cemal Yüksel İlköğretim Okulunun müdürü Erünsal Öztok beye ve Sincan İlköğretim Okulu Müdürü A. Söylemez ve Müdür yardımcısı H. Özkan beylere ve emeği geçen bütün can dostlarına, ilçe milli eğitim müdürlerine binler tebrik ve teşekkürler. Keşke 70 bin küsûr eğitim öğretim okulumuzun bütün müdürleri böyle olsalar ve her iki yasayı hayata sunmakta daha faal ve daha gayretli olsalar… 19.11.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bayramlık yazılar (5) |
Prof. Dr. Kenan Demirkol'un sağlıklı beslenme dair sorulara vermiş olduğu cevapları aktarmaya bugün de devam ediyoruz.
Mera hayvanı ve besi hayvanı
S: Merada yetişen hayvanın eti, sütü... ihtiyaca kâfi gelir mi? C: Çok güzel bir konuya değindiniz. Yıllardır hep böyle aldatılıyoruz: "Dünya nüfusu aç. Dünyayı besleyebilmemiz için yapay gübreye, yapay yeme ihtiyacımız var" deniliyor. Hayvansal proteini, tek kaynak olarak görmemeli. İnsan ekmek yerken bile protein almış oluyor. Hububat, baklagillerde bile protein var. Meselâ, mercimekli bulgur pilavı yaptığınızda, bulgurda eksik olanı mercimekten, mercimekte eksik olanı bulgurdan alıyorsunuz. Anakız diye bir yemek varmış, ben de yeni gördüm, bulgurdan yapılan küçük köftecikler nohutla birlikte pişiriliyor.
S: Antep yöresinin yuvalaması gibi yani... C: Bir baklagil ve bir hububat. Birbirinin eksiklerini tamamlıyorlar. Tam ete eşdeğer protein almış oluyorsunuz. Bizim süte kalsiyum açısından ihtiyacımız var. Eğer merada otlayan bir hayvanın sütüyse, içinde bulunan omega–3'e ihtiyacımız var. Türkiye'de biliyorsunuz gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten. Ama yapay yem üreticileri "Biz dünyayı nasıl doyuracağız" yalanıyla kandırarak hayvancılığı katlettiler. Hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü neyle besleniyor? Pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor. Hızla kan şekerini yükselten, hayvanın yağlanmasına yol açan ve hayvanın şeker hastası olmasına yol açan bir beslenme şekli. Doğal beslenen ineğin sütünde omega–3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur. Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı doymuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün oksitlenmesine yol açar. Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur. Yine merada beslenen ineğin sütünde insüline benzer büyüme hormonu vardır. Bu gençlik aşısıdır, bütün hücrelerin kendisini yenilemesini sağlayan maddedir. Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Bir inek nasıl beslenir doğada? Öyle beslersek ineğin sağlıklı olmasını sağlarız. Dolayısıyla verdiği ürünün de insanlara sağlıklı olmasını sağlarız.
S: Yemekten hemen sonra çay içme adetimiz var. Doğru mu? C: Şekerle içmediğiniz takdirde hiçbir zararı yok. Yemekten hemen sonra çay içilebilir. Ben tekrar omega–3'e dönmek istiyorum. Çünkü hayati bir olay. Omega–3'ün eksikliği insanları şeker hastalığına itiyor. Damarların sertleşmesine yol açıyor. Pıhtılaşabilirlik oranın artmasına, dolayısıyla kalp damarının veya beyin damarının pıhtıyla tıkanıp "inme" veya "enfarktüs" olmasına yol açıyor. Bir yandan omega–3 kaynaklarımız çok azaldı Toplum olarak zaten balığı çok az tüketiyoruz. Omega–6'yı çok tükettiğimiz için omega–3'ün yolunu kesiyoruz. Artık kesin olarak biliyoruz ki, ayçiçeği ve soya yağı kansere sebep olabiliyor. Akciğer kanseri, meme kanseri, kalın bağırsak kanseri, şeker hastalığının oluşumunu kolaylaştırıyor.
S: Ayçiçeği de bir bitki. Neden zararlı? Kimyasal yapısından dolayı mı, üretim hatasından mı? C: Kimyasal yapısından. Kültür bitkisidir. Omega–6 yağ asidi içerdiği için. Mesela zeytinyağı omega–9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega–3' ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor. Biz bunlara trans yağ asitleri diyoruz. Bu yağ asitleri de yine kolesterolu oksitleyerek damar sertliği yapıyor. Diğer taraftan trans yağ asidi beyindeki sinir kılıflarına girerek beyindeki iletiyi bozuyor ve parkinson, alzheimer gibi hastalıklara sebep oluyor.
Kısa kısa "Omega–3"
S: Günlük Omega–3 ihtiyacımızı nasıl karşılamalıyız? C: Omega–3 kaynakları hayvansal ve bitkisel olmak üzere ikiye ayrılıyor. İnsan vücudunun günde 1–1,5 gr. hayvansal Omage–3'e ihtiyacı vardır. Hayvansal Omega–3 kaynakları arasında, ilk sırada yumurta yer alıyor. Her gün bir yumurta (köy yumurtası tercihen), Omega–3 ihtiyacının büyük bölümünü karşılar.
S: İkinci sırada yer alan Omega–3 kaynağı nedir? C: Balık…
S: Ama hangi balıklar? C: Özellikle küçük balıklar tercih edilmeli. Çünkü, büyük balıklar, denizlerdeki ağır metaller açısından risk içeriyor. Ağır metaller, balıkların yağlarında birikir, onları yediğimizde vücudumuzda serbest radikallere dönüşerek hastalıklara zemin hazırlar... Balık, kızartma yapılabilir; ancak kesinlikle ayçiçeği veya mısır yağı ile değil! Balığı, ayçiçeği yağında kızarttığımız zaman, balıktaki Omega–3 yok oluyor! Sadece ve sadece (sızma) zeytinyağı ile kızartılmalı. Evliya Çelebi'nin "Seyahatnâme"sinin Trabzon bölümünde, hamsiyi zeytinyağında pişirme tarifi vardır... Zeytinyağı yanınca kanser yapar iddiası, tamamen emperyalist oyunun bir parçasıdır. Margarin ve mısırözü yağını dünyaya pazarlayabilmek için! Yunanistan'da yıllık zeytinyağı tüketimi kişi başı 20 kg. Türkiye'de ise 1 kg. Sağlık sorunları Türkiye'de neden artıyor gerisini siz düşünün! Zeytinyağı ısıya dayanıklıdır, zeytinyağının yanma derecesi 250 derecedir. Sızma zeytinyağında daha düşük ısılarda duman görürsünüz ama bunun hiçbir zararı yoktur... Bu arada kızartma sevmeyenler, balık buğulama yapabilirler.
S: Çiftlik balıklarındaki Omega–3, deniz balıkları ile aynı oranda mıdır? C: Çiftlik balıkları yapay yem ile besleniyor ve deniz balıklarının yediği yosunu, yeşil Omega–3 kaynaklarını yiyemiyor.
S: Bitkisel Omega–3 kaynakları nelerdir? C: Meselâ Ceviz, Omega–3 kaynağı olarak bilinir. Cevizden vücudumuzun ihtiyacı olan Omega–3'ü alabilmek için çok fazla kalori alabileceğimiz noktasına dikkat edilmelidir.
S: Başka hangi bitkiler Omega–3 içerir? C: Tüm yeşil otlar… Semizotu, bu yeşil otların başında gelir. Salatada tercih edilecek yeşillikler, iyi birer Omega–3 kaynağıdır. 19.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
İnce ince mânâlar ve yaşamak... |
Anadoluda meşhur: ‘’Anan sana kurban olsun evladım’’,’’Kurbanın olayım.’’,’’Sana Kurban olurum.’’,’’filan sana kurban olsun.’’.....Kurban cümleleri vardır.. Ama ne Anadolu’daki, nede dünyada ki Kurban olmakla ilgili hiç bir cümle İbrahim AS’ın ‘’Kurban ediyorum’’ ve İsmail AS’ın ‘’Kurban olurum’’ Rablerine karşı hitaplarından ileri değİldir...Yaratılannın Yaratanına kendini kurban olarak takdimi.. Herşeyin sahibine karşı, hiçbirşeyin sahibi olmayanın kurban oluşu.. Ve Vedud-u Kerimin şefkat ve merhametiyle kucaklanarak, kuşatılmak... Kurban insana, müslümana ve özellikle mirac sahibi mü’mine varlık aleminin ortasında yaratıcısına yaklaşabildiği en iyi, en güzel ve en zirvede bir zaman biriminde yaşanabilinen en büyük ibadet, en muhteviyatlı ubudiyettir... Kurban ve dolayısıyla Hacc da müminin kalbine, ruhuna ve aklına kainatın sahibin, kainat büyüklüğünde ki yüklediği manevi mana ve rububiyet-i ilahiye tezahürleri insanoğluna hiç bir zaman ve mekânda verilmemiş, ihsan ve ikram edilmemiş kazanımlar ve kulluklardır... Bir amud-u nurani olan Kâbe-i muazzamayı Kâinatın derinliklerini ihtizaza getiren ubudiyetleri içinde dahil olarak tavaf etmek, elbetteki Kurban, Hacc zamanlarının yapılan tavaf ve dolayısıyla ubudiyetleri, ibadetleri, kullukları zirvelere çıkarmak manalarını taşmayı ifade etmektedir... Niyet, hayal ve aklın en iyi kullanılan noktalarını; Allah’a karşı yapılacak olan Ruhî ve mânevî hazlar açısından yakınlaşmayı; en iyi herhalde Hacc da , Arafat da, müzdelife de, minada ve Kurban keserek yakınlaşmak da bulabilmektedir... Kucaklamak, şefkat ve merhamet elinde Rabbimize yönelmek en çok Rabbimizin bizlere büyük bir ikram ve ihsanla sunduğu Hacc ve birvesile Kurban günlerinde; inanan ve inandığını yaşayabilen mü’min ve muvahhidleri sarıp sarmalamaktadır. Hemde anasından yeni doğmuş gibi günahsız ve masum olarak... Yani analarımızın ve atalarımızın dilinde ki ‘’Kurban olmak’’ tabirleri durduk yerde ve boşu boşuna bir laf olarak lisanımıza ve kültürümüze yerleşmemiş... Hayatın içindeki yaşanan ve mü’minlerin açılan bir gonca glülü olan Hacc ve kurban ibadeti hem yaşayanlarca hemde yaşamayı gönülden arzu edenlerce hayatımızda özlenen semboller ve kavuşmak istenilen ibadetler olmuştur... Cennet iklimine hep beraber, herkesin Hz. İbrahim ve İsmail olarak girdiği şu Hacc günlerinde hepimizin Kurban bayramı hepimizin kulluğu ve ubudiyetleri kadar mübarek olsun... Daha nice nice Kurban bayramlarına kavuşmak ve ince ince mânâları yaşamak özlem ve niyetiyle hayırlı bayramlar... 19.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Ambarını doldurup gitti…(İsmail Ambarlı’ya binler rahmet) |
Geçtiğimiz yaz, Ankara’da bulunan kadim Nur talebesi ve Yeni Asya’nın kırk yıldır arşivini yapan İsmail Yaman ağabeyden hem o eski arşiv gazetelerini almış, hem de kendisiyle bir röportaj yapmıştık. Orada Risale_i Nur’u nasıl tanıdığına dair sorumuza şöyle cevap vermişti: “1963 senesi ben bir Amerikan şirketinde çalışıyordum. İsmail Ambarlı kardeşle komşu idik. Bir gün bize, Diyanet’ten Mustafa Öztürk ‘Akşam bir yere gideceğiz, gelir misin?’ diye teklifte bulundu. ‘Gelirim, ama mevzu ne?’ dedim. Dinî bir sohbet olduğunu duyunca hemen kabul ettim. İsmail Ambarlı’yı aldık. Bir arabaya beş kişi sıkıştık, gittik. Bir eve selâm vererek girdik. Baktık ki evde ne sandalye var, ne koltuk; minderler yere dizilmiş. Samanpazarı’nda bir dershaneydi. Said Özdemir’le orada tanıştık. O zamanlar Ankara’da haftada bir ders olurdu.” İşte o röportajda ismi geçen İsmail Ambarlı ağabeyimizin vefat haberini bayramın ikinci günü akşamı aldım ve hislendim. Yakînen münasebetimizin olduğu kadim ağabeylerimizden; rahmetli Mustafa Özsoy, Refik Koçak ve halen hayatta olan İsmail Yaman ve Durmuş Irkılata ağabeylerden onun ismini çok duyar ve onunla alâkalı çok hatırayı dinlerdim. O dört ağabey, onunla 50 senedir hukukları olan, aynı akran, nur dâvâsı arkadaşıydılar. Özsoy ağabey ayrı, Refik ağabey ve diğer ağabeyler ayrı anlatırdı. Tam bir kahraman ve fedai olan İsmail Ambarlı ağabeyimizin yaşadıkları bir romana sığmaz belki. Bediüzzaman Hazretleri Ankara’da kaldığı Denizciler Caddesindeki Beyrut Palas Otelinin merdivenlerinden inerken Üstadı tanımış, eski hayatında ise tam bir külhanbeyi olan, her zaman haksızlığa karşı duran bu zat, Üstad ile orada göz göze gelince birden hayatı değişmiş ve o “Çankaya” lakaplı o külhanbeyi, artık Nur’un en gözüpek fedai ve hizmetkârlarından biri oluvermişti. Keyfî olarak yasak ve baskıların en koyusunun tatbik edildiği o günlerde, hiçbir şeyden korkmayarak, ağabeyler tarafıdan kendisine verilen her hizmeti yapmıştı.Nur_u İslâmı neşretmek için elinden ne geliyorsa yapıyordu. Hatta, o ağabeylerimizin bana anlattıkları ve unutamadığım birşey de, o zamanın bazı meşhur artistlerine mektup yazıp, onları hidayete davet etmesiydi. Birçok kez atıldığı hapislerde ve ayaklarına pranga bağlanıp hücre hapsinde yattığı_ günlerde dahi dâvâsından hiç taviz vermemiş, zor günlerin kahraman bir fedakâr ağabeyi idi. Kendisini yıllardır gıyaben tanıdığım İsmail Ambarlı ağabeyle, daha sonra biriki defa görüşmüştük. Konya Meram’daki evinde, komşularınca durumundan şüphelenilmesi üzerine, yine “ağabeyim” dediği çilekeş Nur talebesi, dâvâ arkadaşı rahmetli Mustafa Özsoy ağabeyin en küçük oğlu Fatih tarafından kendisine ulaşılarak, vefat ettiği öğrenilmiş. Allah rahmet eylesin. Makamı Cennet olsun! Rabbimiz çok çektiği elemli günlerden sonra, kabrinden başlayıp, Cennete kadar, o elemlerin lezzete dönüştüğü meyvelerini yemeyi nasip eder inşaallah! 19.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Bayram tebriği ve dilekleri |
“Sinirli geçirilen her dakikayla, mutlu geçirilebilecek bir altmış (60) saniye kaybedilmiş olunur” diyor William Somerset Maugham. Sinirlerin sıfırlandığı, mutlulukların şahlandığı anlardan olan mübarek Kurban Bayramının hakkıyla ve bütün maneviyatıyla tüm Müslümanlar ve insanlar tarafından yaşanmasını dileyerek bayram duygularımı paylaşmak istiyorum. Bayramlar özellikle Müslümanlar için çok önemli ve vazgeçilmez anlar ve günlerdir. Sevinçlerin paylaşıldığı, kırgınlıkların unutulduğu, dost ve akrabalığın daha sağlam bağlarla yenilendiği mutlu anlardır bayramlar. Vücut kadar, kafalardaki, hafızalardaki karanlık noktaların silinip atılması lâzım gelen, kin, inat, kırgınlık ve küskünlüklerin sıfırlanması gereken bulunmaz zaman şeritleridir bayramlar. Yanlışların, hataların, kusurların unutulduğu zamanlardır bayramlar. Nefis muhasebesinin ve kendine gelip içe dönmenin fırsatlarıdır bayramlar. Kötülüklerin iyiliklerle devşirildiği mukaddes günlerdir bayramlar. Allah’a kul olmanın, Onu tanımanın ve nimetlerinin bütün sırlarıyla ve tümüyle idrak edildiği bambaşka zamanlardır bayramlar. Zayıf yanlarımızın kuvvetlendiği ve kendisini bulduğu çok farklı ve benzersiz anlardır bayramlar. Fıtrî ve samimî hallerin ve gönül birliğinin harika organize olmasının bir başka şeklidir bayramlar. Birlik ve beraberliğin en zirve noktasıdır bayramlar. Sevginin, coşkunun zirve yaptığı; gönül bağlarının sıkılaştığı anlardır bayramlar. Hür olmak kadar, Hakka kul olmanın şahane yaşandığı ve yaşatıldığı anlardır bayramlar. Zoru, kolaylaştırmanın, olmazları olur etmenin bir başka yolu ve metodudur bayramlar. İnançların, geleneklerin ve hoş alışkanlıkların sevinçli bir tekrarıdır bayramlar. Hataların değil, müsbetlerin ve güzelliklerin hayatı sarıp kavradığı bulunmaz zamanlardır bayramlar. Ruhun ulvîleştiği, hislerin şahlandığı, duyguların coşkuyla tatmin olduğu bu mübarek Kurban Bayramını dünya durdukça yaşamak, tam olarak idrak etmek ve kulluk çizgisinde son nefese kadar devam etmek dilek ve temennîsiyle muhteşem ve mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder, dualarımla, dualarınızın devamını beklerim. Bu mübarek anların İslâm ve insanlık ailesi için barış, dostluk ve saadetler getirmesini Cenabı Haktan niyaz ediyor, daha nice bayramlara diyorum. 19.11.2010 E-Posta: [email protected] |