Nejat EREN |
|
Bayramlar ve kardeşlık |
Bir Müslüman’ın en büyük mutluluk kaynaklarından birisi “bayramlarının” olmasıdır. İslâmiyet’teki iki dinî bayram insanlar için hem şahsî, hem ailevî, hem de toplum hayatı bakımından müspet manada büyük bir tamirci, düzeltici ve mutluluk kaynağıdır. Bir ay oruç müddetinden sonra gelen “Ramazan Bayramı”, günün uzunca bir kısmında birçok helâl nimetlerden dahi uzak olmanın bir mükâfatı olmanın yanında, başta akrabalar olmak üzere dostlar, komşular ve tanıdıklarla ve bütün bir ümmetle kavuşmanın ve kaynaşmanın da bir sembolüdür. Beşer olmak hasebiyle, çoğu zaman kaçınamadığımız hata, kusur, yanlış anlamalar, kırgınlık, kin, husumet gibi birçok menfî hal ve hareketlerden kaçınma şansı ve fırsatıdır. İnsan hayatını gerçek mânâda önemli yapan ve en büyük bir değer olan “eğitim ve terbiyenin” en etkili süreci olan “Ramazan ayı” boyunca nefsin terbiyesinin açık ve net tezahürünün birisi de Ramazan Bayramıdır. Bir ay boyunca açlıkla malayaniyat ve günahlardaki “inadı” terk edip, nefs-i emmâreyi ıslah yolunda belli bir mesafe kat eden, ona hiç fırsat vermeden, onun en büyük sermayesi, âleti ve hazinesi olan nifaktan, kinden, gıybetten, inattan, yalandan, iftiradan, zandan, tarafgirlikten, sıkıntıdan, belâ ve musibetten uzak bir hâlet-i ruhiyeyi bu zaman zarfında—bir şekilde—kazanmış olduk. Bu mübarek gün ve anlar ve gelecek saatler, günler ve aylar artık en yakın akraba, dost ve kardeş bildiğimiz ve yıllarca omuz omuza verdiğimiz dâvâ arkadaşlarımızla mülâki olmanın, irtibatı sıklaştırmanın, kaynaşmanın, birlikte yeni hizmet plân ve projelerini hayata geçirmenin vesile ve yollarını arama ve bulma zamanıdır. Özellikle Nur dâvâsının hadimleriyle “özel olarak” uğraşan “ehl-i dalâlet fıkralarının” aradaki boşluklardan istifade edip, her türlü fesat ve tahribatı Risâle-i Nur talebelerinin aleyhine kullanma ihtimali öteden beri var ve devam ediyor. Bu yolda da çok geniş daireleri ve zayıf damarları kullanıyorlar. Madem şimdiye kadar çoğunlukla Risâle-i Nur talebeleri bütün bu oyun ve tuzaklara karşı, Risâle-i Nur hizmetini öne çıkarıp, ona odaklanarak her belâya, her derde bir çare, bir ilaç bulmuşlar; birçok tecrübelerle bu hizmette devam edenlerin, hergün hizmet derecesinde, geçimde kolaylık, kalbde ferahlık, sıkıntılara karşı genişlik hissettikleri bunca tecrübelerle sabittir. Elbette her türlü dehşetli yeni belâlara, musibetlere karşı da, yine Risâle-i Nur’un hizmetiyle mukabele etmek gerekiyor. Madem şimdiye kadar bütün Risâle-i Nur talebelerini sevindiren ve ehl-i imanı memnun ve minnettar eden ve bütün yurt sathı ve dünyaya yayılan bu tür nuranî hizmetler, Nur Talebelerinin sarsılmaz sadakatleri, sarsılmayan imanları, mükemmel tesanütlerinin bir neticesidir. O zaman aynı minval üzere devam etmeleri lâzımdır. “Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zarûretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten (bölünmekten, parçalanmaktan) muhafaza ediniz. İhlâs Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.” (Kastamonu Lahikası, s. 183, Mek. No: 147) ikazının bu dâvâyı kabullenenler için bir pusula ve yol haritası olduğu şuuruyla hareket etmek mecburiyeti vardır. Aynı ikazı “İnsan kusursuz ve rakipsiz olmayacağı” şeklinde de ifade eden Aziz Üstad, devamında da: “Risâle-i Nur’un kahraman şakirtlerinin her müşkilâta galebe ettikleri” müjdesini veriyor. Bunun tek yolunu ise: “Safvet ve ihlâsın bozulmaması ve hizmetlerin fütura uğramamasında” görüyor. “Manevî kuvvet”in yanında “fıtrî şeriatın“ gereği olarak maddî tedbirlere de müracaat edilmesi lâzım geldiğini; fakat Risâle-i Nur’da çok ehemmiyetli rükünlerin, etraflarında Risâle-i Nur’un çok ehemmiyetli şakirtlerinin teşekkül ettirdikleri müspet hizmet cereyanına tam bir tesanütle ancak bu ağır defineye omuzları dayanabileceklerini ifade ediyor. (Age.) Cemiyet ve cemaat hayatının sağlıklı devam edebilmesi için ise: “Sizde vuku bulan küçücük kusurları çok i’zam etmeyiniz (büyütmeyiniz). Yalnız ben değil, belki zannediyorum ki, hakikate muttalî olan herkes tasdik eder ki, ….Risâle-i Nur şakirtlerinde fevkalade bir sadakat ve sebat ve uhuvvet ve ihlâs ve kahramanlık var ki, bu acip zamanda binler esbab-ı fesat ve ifsat (fesat sebebi) içinde vahdetlerini ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar.” (Age) diyerek sağlam yol, sağlıklı bünyenin mânevî tedavi yollarını ve ilâçlarını göstererek doğru ve çözümlü bir reçete sunuyor. Bunca fırtınalı hadiseler içinde yıllardan beri hizmeti birlikte omuzlayan, parlatan, ışıklandıran gayretli dâvâ arkadaşlarının şiârı; her türlü dünyevî, içtimâî, siyasî, fani ve malayani işlere karşı; gerçek tercihini, mesaisini, enerjisini, kudsî hizmeti uğrunda, “tam bir aşk ve şevkle, gayret ve halisiyetle, samimiyet ve tesanütle, sadakat ve fedakârlıkla” ve çok daha önemlisi bunca tecrübeyle sabit olan “inayet-i İlahiye” inanıp, güvenerek onun şemsiyesi altına sığınıp âlemin bu yangınında onun gölgesinden istifade edebilmektir. Her türlü hizmet ve gayretlerini birbirleri hesabına çalıştırmayı esas iksir ve işin kimyası bilen ve öyle karar veren müttehid, kahraman bir ruh, binlerce, milyonlarca ceset ve “yeni Said” olabilme sırrını canlandırıp, kabullenmek ve yaşatabilmektir. Bir asra yaklaşan bu muhteşem hizmetin ve şahs-ı mânevînin, has, safi, samimi, ciddî, hasbî, berrak ve mânâlı yadigârı olan “Risâle-i Nur”dan ve “şahs-ı mânevî”den ayrılmamak ve sebat etmenin en büyük bir hizmet ve fedakârlık olduğunun idrakinde olabilmektir. Geçmiş bütün tarihî hizmetlerin senetleri mânevî levhalar olarak tarihe geçen güzel faaliyet ve eserleri azımsamayarak, burada rol alan kıymetli dâvâ erlerinin her türlü hata, noksan, kusurlarına rağmen, iman kardeşliğinden gelen müsamahayla bakarak mevcut hali hazmetmek gerekiyor. Kudsî dâvâyı ve dinimizi dünyanın çok üstünde tutmamız gerektiği, hayatî “çizgilerimizi” ve iman hizmetinin olmazsa olmazlarından olan “sebat etme özelliğimizi”, vesikalar hükmündeki geçmişteki hizmet imzalarımıza ve kader arkadaşlarımıza bütün mevcut halleriyle sahip çıkarak, Cenâb-ı Hakk’ın hazine-i rahmetine güvenmektir. Bütün bunlara ulaşabilmek için: “Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i imaniye olduğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan tecerrüt etmeye mesleğimiz itibarıyla mecburuz.” (Age, s. 191) hakikatine bütün zerratımızla uymaktır. Aksi takdirde: “Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna maruz bîçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar” (Age, s. 191) dehşetli tespitine mâsadak olmaktır. Türkiye ve dünya gündeminde her an ve her gün değişen mâlâyani ve boş gündem ve işleri asıl gündemimizden uzak tutarak, geçmiş mübarek Kadir Gecesi ve gelen şu mübarek bayram hürmetine aslî gündemimiz olan “iman hizmetine” odaklanmak, her şeye rağmen; kardeşliğimizi, birlik ve beraberliğimizi muhafaza edip, sadakat ve metanetle, sarsılmadan davamızda sabit olup devam ettirmek dilek ve temennisiyle... NOT: Geçmiş Kadir Gecenizi ve mübarek Ramazan Bayramınızı en hasbî duygularımla tebrik eder; İslâm âlemi ve insanlık için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. N.E. 10.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bir rahmet külçesi: Sıla-i rahim |
Rahm, Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin kâinatı kuşatan bir yüksek ve latif tasarrufudur. Aile içi fertlerden, yani anne, baba, evlât ve kardeşler arası tattığımız sevgi ve saygı bağlarından başlayarak; amca, dayı, teyze, hala ile devam eden ve derece derece uzaklaşarak genişleyen akrabalarımıza karşı duyduğumuz sıcak ilgi, sıcak sevgi, yoğun şefkat ve karşılıksız merhamet Allah’ın katından gelen bu rahmet lütfundan başka bir şey değildir. Bu eşsiz lütuf, bütün canlıların kendi nesil bağları ile aralarında en canlı, en yoğun ve en sıcak biçimde yaşadıkları yakınlık köprüsüne lezzetli bir zemin oluşturur. Sevgiyi, saygıyı ve merhameti lezzete dönüştürür. İşte bu yakınlık köprüsünü devam ettirmeye ve canlı tutmaya “sıla-i rahim” denmiştir ki, bu, dinimizin ilk ve önemli emirleri arasında yer almıştır. Sıla-ı rahmi önemle gündemimize getiren Kur’ân’dır. Kur’ân şöyle buyurur: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabb’inizden korkun. Kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.”1 Dihyetü’l-Kelbî (ra), Peygamber Efendimiz’in (asm) mektubunu Rum Kralı Herakliyus’a getirdiğinde, henüz iman etmemiş olan Ebû Süfyan da orada bulunmaktaydı. Herakliyus, Ebû Süfyan’a Peygamber Efendimiz (asm) hakkında birçok soru sordu. Herakliyus’un sorularından birisi, “O size neyi emrediyor?” sorusuydu. Ebû Süfyan bu soruya şöyle cevap verdi: “O bize namazı, zekâtı, sıla-i rahmi ve iffeti emrediyor.” Bunun üzerine Herakliyus O’nun (asm) hak peygamber olduğunu tasdik etti.2 Sıla-i Rahim konusunda yegâne söz, Rahmet Peygamberi olan Hazret-i Muhammed’indir (asm); dinleyelim: Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmandan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla rahmet bağı kurar, kim de koparırsa, Allah ondan rahmet bağını koparır.”3 “Rahm, Arş’a asılıdır ve şöyle duâ eder: “Kim beni devam ettirirse Allah ona rahmetini ulaştırsın. Kim benden koparsa Allah da ondan rahmetini koparsın.”4 ”Fakirlere yapılan tasadduk bir sadakadır. Ama akrabaya yapılan ikidir: Biri sıla- i rahim, diğeri sadaka sevabı getirir.”5 “Bir kimse: “Ya Resûlallah! Benim bir takım hısımlarım var; ben onlara ulaşmaya çalışıyorum, onlara sevgi gösteriyorum, oysa onlar benimle olan akrabalık bağlarını kesip koparıyorlar. Ben onlara iyilik yapıyorum, ihsanda bulunuyorum; onlar bana kötülük yapıyorlar. Ben onlar hakkında hayır düşünüyorum; onlar bana cahillik yapıyorlar, beni bilmezden ve görmezden geliyorlar.” Dedi. Bunun üzerine Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Eğer dediğin gibiyse, sen onlara ileride kendilerini yakacak sıcak kül yedirmektesin. Sen bu hal üzere devam ettiğin sürece, onlara karşı Allah’ın yardımını, rahmetini, bereketini, lütfunu arkanda bulursun.”6 “Her kim, rızkında bolluk ve genişlik verilmesini ve ecelinin ertelenmesini isterse sıla-i rahim yapsın, hısım ve akrabalarını gözetsin.”7 ”Sıla-i rahm yapabilecek kadar soyunuzu öğrenin. Zira sıla- i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzama demektir.”8 “Akrabalarının iyiliğine bedel onlara iyilik yapan sıla yapmış değildir; fakat asıl sıla-i rahim, akrabaları ve yakınları ile araları açıldığı zaman onlara Allah için ulaşan, onlarla akrabalık bağlarını koparmayan, devam ettiren ve onlara iyilik edendir.”9 Sıla-i Rahimin en çok yapıldığı ve yapılmayı hak eden günler bayram günleridir. Sevdiklerimizin ve akrabalarımızın bizzat yanlarında olmasak da, günümüzde iletişim araçları eskiye nazaran bir hayli ileri düzeydedir. Eskiden mektuplar ve kartlar günler sonra ulaşıyordu. Şimdi cep telefonları ve mesajlar anında sevdiklerimize ve akrabalarımıza ulaşabiliyor. Bu araçları “en yoğun rahmet fırsatı ve en çok sevap işi” olan “bayram içinde sıla-i rahim”de bol bol kullanmak dileklerimle… Bayramınızı tekrar tebrik ederim.
Dipnotlar 1 Nisâ Sûresi, 4/1; 2 Buhârî, 1/7; 3 Tirmizi, Birr 16, (1925); 4 Buhari, Edeb 13; 5 Nesai, Zekât 82; 6 Müslim, Sıla, 22; 7 Müslim, Sıla, 21; 8 Buhari, Edeb 12; 9 Tirmizî, Sıla, 10 10.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ebedî arkadaşlık sözleşmesi: Nikâh |
Hiç şüphesiz nikâh, yani evlilik, laletayn bir anlaşma, bir birliktelik değil. İki karşı cinsin bir arada yaşayacağının ebedî sözleşmesidir. Birlikteliğin resmen tescili, belgelenmesidir. Ömür boyu beraberliğin ilânıdır. Nikâh akdinin, sözleşmesinin geçerli olmasının maddeleri şöyle sıralanır: 1- Nikâhlananlar akıllı, bülûğ çağına ulaşmış ve nikâh anlaşması konusunda hür olmalı. 2- Nikâhı kıyılanların mevcut olmaları ve nikâh kıyılmaya bir mâni olmaması, yâni birbirlerine helâl olmaları. 3- Nikâh, her iki tarafın, en az ya iki erkek veya iki kadının huzurunda, “Seni eş olarak kabul ettim” denmesiyle gerçekleşir. 4- Nikâh anlaşmasını yapan erkek veya kadının veya vekillerinin birbirinin icap veya kabul anlamındaki, “Eş olarak kabul ettim” şeklindeki sözlerini işitmeleri gerekir. 5- Şahitler hazır bulunmalı. Şahitler de hür, akıllı, ergen ve Müslüman olmaları lâzımdır. Şâhitler ya iki erkek veya bir erkek iki kadın olmalı. Sadece iki veya üç kadının şahitliği kâfî değil. Yani, evliliğin aleniyete dökülmesi, bildirilmesi demektir. 6- Şahitlerin de “icap ve kabul” sözlerini işitmeleri şart. İki şahitsiz hiçbir nikâh geçerli değil. 7- Başka hiçbir şahit olmadan “Allah ve peygamber şahidimiz olsun ki!” diyerek yapılan bir nikâh akdi geçersizdir. 8- Kendisi hazır olmayan ve nikâhı kıyılan kadının ismi anılınca şahitler onları rahatlıkla tanımalı. 9- Bakire olsun, dul olsun ergenlik çağında olan kadının rızasının alınması lâzımdır. Yâni hür olması gerekir. Hanefîlerce ergenlik çağındaki kızı, velîsi onu evlendirmeye zorlayamaz. 10- Evlenecek kadın ile erkeğin icap ve kabul ile ilgili sözlerinin aynı mecliste söylenmesi ve işitilmesi şarttır. İcap bir mecliste, kabul başka bir mecliste olursa, nikâh sahih olmaz. 11- Kabulün icaba aykırı bulunmaması gerekir. Meselâ, erkeğin kadına hitâben, “Seni kendime eş kabul ettim” der, kadın bir süre düşündükten sonra “Kabul ederim” diye geniş veya gelecek zamana âit bir fiil kullanırsa, nikâh geçerli olmaz. Yâni, erkek ve bilhassa kadının geçmiş zamanı, “Kabul ettim!” sözünü kullanması lâzım. 12- Evlenecek olan kadın ve erkeğin bilinmesi şarttır. İki kızı olan bir kimse, kızın ismini belirtmeden kızını verirse, nikâh geçerli olmaz. Açıkça isimler belirtilmeli. 13- Erkeğin mektupla yazdığı icap teklifini kadın iki şahit huzurunda okuduktan sonra, “Kabul ettim” derse, nikâh geçerlidir. Yâni, mektubun okunmasıyla, icap ve kabul aynı mecliste tahakkuk etmiş oluyor. 10.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Hong Kong’ta ehl-i kitap düşünceleri |
Hong Kong’tan yurda dönerken ister istemez sayıları milyarlar ile ölçülen Çinlileri düşündüm. Ne yazık ki bunların çok büyük çoğunluğu dinsiz. Komünizm’in en acımasızca olanını Mao uygulamış ve bu ülkede inançlı insan neredeyse hiç bırakmamış. Zaten Çin’de Müslümanlar 20. yüzyıl başında büyük bir kıyıma uğramışlar, 1950’de ise bütün inançlı insanlar ortadan kaldırılmış. Tek tük bir Budist karşınıza çıkabiliyor, fakat onlar bile büyük bir yıkım görmüşler. Küçücük dünya menfaatleri insanları baştan çıkararak kutsal değerlere karşı gelmesine sebep olabiliyor. Materyalizm yani güç ve kudreti maddede arama fikri insanları pek derinden etkilemiş. Dinsizlik her yerde kol geziyor. Komünizm öldü ama tahribatı öyle etkili oldu ki insanlık hiçbir devirde bu kadar kötü duruma düşmemişti. Kendisini dindar olarak tarif edenler bile materyalizmin kıskacına girmiş durumda. Para kazanmak, rahat ve lüks içinde olmak birçok insanın yegâne yaşam felsefesi olmuş. Sabahtan akşama kadar üç kuruş para peşinden koşup dinlenme zamanlarını da medeniyet fantezileri ile geçirmeyi marifet sanan insanların sayısı çoğalmış. Hele hele Çin gibi yerlerde tamamen dünyaya dalmış boş şeyler ile kendilerini avutan insan sayısı milyarları buluyor. Hong Kong’daki camide konuştuğum Hintli bir Müslüman’a niçin namazlarda Çinli Müslümanlar yok diye sordum. Zira camide tek tük bir Çinliye rastlanıyordu. Bana “parayı çok seviyorlar” dedi. Diğer bir Pakistanlı ise Çinli bir imamın bulunduğu başka camiye gidiyorlar dedi. Fakat Çinli Müslümanlarda da para kazanma hırsının her şeyin önüne geçmiş durumda olduğunu öğrendim. Allah’tan tasavvuf yolu ile İslâm’a hizmet etmeye çalışan insanlar var. Camilerde medreselerde Kur’ân öğretip İslam’ı yaymaya çalışıyorlar. Onlarda olmasa felaketin boyutları çok dehşetli olacaktı. Fakat tasavvuf yani tarikatların yöntemleri günümüz insanlarının dini ihtiyaçlarına artık yeterli gelmiyor. Zira insanların değer yargıları çok değişmiş. Eskiden bir ülkede sadece birkaç dinsiz bulunurken şimdi küçücük bir kasabada bile onlarca, yüzlerce bulunabiliyor. Bunlar daha önce toplum baskısı ile kendilerini gizliyorken, şimdi açıktan açığa dine ve dindarlara saldırıyorlar. Bir kısım cahil insanlar anlamını bilmeden İslâm’ın özü olan Şeriata dil uzatıp hakaret edebiliyor. Bu konuda Bediüzzaman’ın eserlerini ve açıklamalarını dikkatle okumak gereklidir. Onu dinlemeden fikir yürütmek insanı hem mahcup, hem de mesul eder. Ehl-i kitapla diyalog konusuna kökten karşı çıkan bazıları, oturduğu yerden ahkâm keseceğine bir de Çin’i görsün bakalım. İçinde bir parça merhamet duygusu taşıyan insan, bu büyük dinsizlik faciası karşısında neler yaşayacaktır. İnsanlığın bu derece sukut ettiği ve dinsizliğin kol gezdiği Uzakdoğu ve Çin’de “Ehl-i kitap ile iyi ilişkiler kurmak gerekli mi, gereksiz midir?” sorusunu iyi düşünmeyi tavsiye ederim. Aslında Çin bariz bir örnek olduğu için üzerinde duruyorum. Bugün başta Avrupa olmak üzere bütün dünyada dinsizlik kol geziyor. Kiliseler, havralar kapanarak yok olmaya başlamış. Her yerde, ahlâksızlığın her türlüsünün yapıldığı eğlence yerleri açılmış. Avrupa’da bazı Hristiyanların “Kilisemiz bataklığa dönmesin” diye cami yapılması için karşılıksız olarak Müslümanlara hibe ettiği bir dönemde, bazılarının yaptığı gibi, ehl-i kitabı ve Hristiyanları acımasızca yermek, onları düşman edinmek, dinimize uygun mudur? Bu sorumun dikkatle düşünülmesini isterim. Bediüzzaman “Hristiyan ve Musevilerle dost olmayın” âyetini tefsir ederken bu konuyu gayet açık ve çarpıcı bir örnekle dile getirmiştir. “Ehl-i kitaptan bir eşin varsa elbette onu seveceksin” diyerek âyetteki “Dost olmayın” kelimesini “onların yanlış hareket ve inançlarına dost olmayın” şeklinde izah etmiştir. Evet, dinsizliğin her yerde insanlığı yakıp yıktığı âhir zamanda, Müslümanlar, aralarındaki kin, kavga ve nizayı bırakmalı; hatta Hıristiyanların dindar ruhanileri ile dahi iyi ilişkiler kurmak zorunda olduğunu unutmamalı. Bunun için “diyalog kurmak” acil ve elzemdir. İslâm’ı anlamaya ve öğrenmeye çalışan sayısız ehl-i kitabı yok saymak, hatta onlara düşman olmak gafletten başka bir şey değildir. Diyalog kelimesine neden bu kadar karşı çıkılır, anlam veremiyorum. Hazret-i Resulullah (asm) ehl-i kitaptan olanlar ile müşriklere yani Allah’a ortak koşarak onu inkâr edenlere karşı ittifaklar kurmuştu. Zira müşrikler sadece İslâm’a değil, Hristiyanlık ve Museviliğe de karşı idiler. Bizler de günümüzde büyük güç kazanan materyalizme diğer bir deyişle dinsizliğe karşı ehl-i kitapla iyi ilişkiler kurmak zorundayız. Aksi takdirde Çin’de olduğu gibi maazallah bu dinsizlik canavarı bütün insanlığı yutacak. İşte ateşleri her yeri sarmış, hatta evimizin içine dahi girmiş, içinde evlâdımız yanıyor. Buna karşı mücadele veren bir avuç insanı, belli bir kesimin yaptığı gibi, ağır hakaretlerle yermek, hatta din dışına atmak büyük bir haksızlık, dehşetli bir günahtır. Böyle yapanlara, sadece “zillet içinde diyalog kuranlar” ifadesini kullandıkları takdirde kısmen katılabilirim. Elbette bir Müslüman onurlu ve vakarlı olmak zorundadır. İzzetini muhafaza etmeden diyalog kanallarını açık tutmak İslâmiyet’e hıyanet anlamını taşır. Fakat bunun dışında İslâm’ı dünya düzeyinde yaymak için başta Hıristiyanlarla görüşme yani diyalog kurmak “emr-i bi’l-maruf” tanımına girer ki bu da farz bir ibadettir. Müslümanların çekmiş olduğu sıkıntıların en büyük sebebi zamanın büyüğünü, açık bir ifade ile Bediüzzaman Said Nursi’yi dinlememektir. Bütün olaylara siyasî mülâhazalarla bakmak büyük bir körlük, hatta ahmaklıktır. Dünya hayatı siyaset ve politikadan ibaret değildir. İslâm’ı yaymayı hayatının en önemli görevi olarak sayanlar, siyasete baktıkları vakit, çok dikkatli olmalı, haddini aşan söz ve davranışlardan uzak durmalıdırlar. Ne yapıp edip Bediüzzaman’ı anlamaya çalışmalı, yüzeysel ve önyargılı yaklaşımlarla onun eserlerini okumak yerine onun dâvâsını anlamaya çalışmalı, yoğunlaşmış olduğu “iman kurtarma” hizmetini öğrenmeye çalışmalıdır. İslâm’ı kan dökerek ve zorla insanlara kabul ettirmeyi esas alan sözde din adamlarına değil; akla, kalbe ve fikirlere kumanda eden; akılları ve gönülleri Kur’ân hakikatleriyle fetheden Risâle-i Nur’a kulak verilmelidir, vesselâm… 10.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Sincan’da Kadir Gecesi |
Gönlümüz, kalbimiz ve hatta midemizin de ve bir çok letâifimizin bırakmak istemediği ayların sultanı Ramazan-ı mübareği yolcu ettik. İlâhî nizam ve takdir böyle. Yağmurun yağıp gittiği, gece ve gündüzün kapanıp açıldığı gibi. Her ânı ile bereket, rahmet ve ikramlarla dolu olan Ramazan ayının en büyük ikramlarından bir tanesi, “Kadir Gecesi”nin kalbinde olması, son 10 günde saklı olması, 27’nci gecede oluşunun kuvvetle muhtemel olması, bu gecede her bir Kur’ân harfinin 30 bin sevap ve cennet meyvesi vermesi cihetiyle, o gece atılan adımlar ve kapanmayan gözler de bu sırra dahil olduklarından tartışılması ve tartılması mümkün olmayan bir ikram-ı İlâhî ve Rabbanî bir lütuf... Böyle lütuf ve ikramlarla ömürlerini geçiren ve Malikimizin dergâh-ı İlâhîsine ve bârigâh-ı rahmetine teveccüh eden, başşehrimizin Sincan ilçesinin münevver insanları ve aşk şevkle dolu cengâverleri bizi de böyle bir gecede aralarında bulmak ve gönül tellerine vurmak için davet ettiler. Uzun yıllardır, 365 günün en manidar beş büyük gecesini hep ikamet mekânımızın dışarısında geçirmiş ve o gecelerde yürüyüşümüz ve gurbetten gurbete intikalimiz daha çok olmuştur. İşte bu mana ve tefekkür içinde kendimizi Kadir Gecesi’nde bu muhterem zevatın içinde ve Sincan’da bulduk. Yıllar boyu ve bu nevî çok gecelerde ve başka mekân ve diyarlarda bulunduk. Doğrusunu söylemek icap ederse bazı mekân ve mevkilerde, gecede vücud binamıza ve akıl dimağımıza bir ağırlık çöker veya sabahın seherine, imsakına kadar dayanamazdık. Fakat Sincan’da sabah namazına kadar vakıf binası hizmet merkezinde gözler kapanmadı ve aynı canlılığını devam ettirdi. Belki kuşlar gibi cıvıldaşan safi gençlerin ihlâsından veya misafirperverlik için çırpınan can dostlarının kalplerdeki sevgisinin buharlaşmasındandı. Bunların hepsinin dışında çok yerlerde görmediğim, icrâ edilen programın akıcılığı ve canlılığı idi. Numune-i imtisâl bir program icra edildi. İnanın yazmakla olmuyor, ancak yaşamakla oluyor. Dersler, hatimler, Cevşenler, namazlar, hatıralar ve saat başı ikramlar… Bizler de gecenin derin ve geç saatlerinde mazideki gece ve gündüzümüzle alâkalı hatıraların dışında, bize ayrılan ders ve sohbet saati içinde; 97’nci sûre olan 5 âyetli Kadir Sûresi’ndeki “Bin aydan hayırlı” sırrına bakan Kadir Gecesi’nin üç yönü üzerinde durduk. Birincisi, Kadir Gecesi’nin ispatı; ikincisi, Kadir Gecesi’nin ibadet yönü ve üçüncüsü ise Kadir Gecesi’nin sosyal ve içtimâî dünyamıza bakan yönleri üzerinde durduk. Elbette bütün sohbetin istinad duvarlarını bu geceye bakan Kur’ân-ı Hakîm’deki âyetler, Efendimiz’in (asm) cihanşümul hadis-i şerifleri ve Hz. Bediüzzaman’ın tespitleri oluşturuyordu. Efendimiz (asm) öyle diyor: “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.”1 “Acaba mı?” vs. gibi vesveselere karşı da, cezaevlerinde verdiğim konferanslarda anlattığım Hz. Vahşi (ra) için nâzil olan “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz”2 âyetini nazara verdik. Bunların en bariz ve açık olanı, bu gecede bir harf-ı Kur’ân’a 30 bin hasenenin verilmesi. Hz. Peygamber (asm) “Üç ihlâs bir hatm-i Kur’ân’dır” buyurmuştur. Üç ihlâs Sûresi, 207 harf. Besmele-i Şerif ile bu gecede okunduğunda 6 milyon 210 bin hasene kazandırdı. Ya yüzlerce ve binlerce ihlâs hatmi ve Kur’ân hatmi yapanlar. Artık hesaplayabilirseniz hesaplayınız... 207 x 30.000 = 6.210.000. Sabahında Ankara otogarında ev sahipleri ve bizler aynı minvâl üzere “ayakta ve hayatta” idik. Emeği gecen başta Ş. Birol, İ. İriboz, H. Özkan, E. Öztok ve M. Aslan kardeşlerimiz başta olmak üzere bütün Sincanlı ağabey ve kardeşlerimize ve hâsseten gecemizin nurlu gençlerine binler tebrik ve binler teşekkür. Hem Sincanlıların, hem de bütün okurlarımızın bayramları mübarek olsun, kalpler aşk-ı İlâhî ile dolsun…
Dipnotlar: 1- Camiüssağır. 2- Zumer Sûresi: 53’ncü âyet 10.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bayramla gelen huzur |
Hemen her bayram olduğu gibi, idrak ettiğimiz bu Ramazan Bayramında da göz yaşartan güzelliklere şahit olunuyor. Başta İslâm ülkeleri olmak üzere Müslümanların azınlık olarak yaşadığı ülkelerde de bayram sevinci yaşanıyor. Ümidimiz ve temennimiz, bu sevincin bütün bir yıla yayılması... Bütün Türkiye’yi saran bayram havası, siyasî tartışmaların mânâsızlığını da ortaya koyuyor. Namaz kılmak için camilere koşan siyasiler de buralarda verdikleri mesajlarla meydana gelen müsbet havaya destek oldular. Peki, aynı sükûnet bayram sonrasında devam etse ne kaybederiz? Yurt dışından gelen ve birbirinden güzel olan bayram haberlerini duymak da ayrı bir sevinç kaynağı. Mesela, yıllarca ‘din’i, insanları uyutan bir afyon/zehir olarak gören idarecilerin yönettiği Rusya’da artık camiler dolup taşıyor ve Müslümanlar sokaklarda, caddelerde ya da meydanlarda bayram namazlarını kılıyor. Moskova’dan gelen haberlere göre, Rus güvenlik kuvvetleri Merkez Camii’ndeki bayram namazı için çevrede geniş güvenlik tedbirleri almış ve namazın kılınan caddeyi trafiğe kapatmışlar. Moskova Belediyesi de sokakta namaz kılanlar vaazı rahatlıkla duyabilsin diye hoparlör sistemi kurmuş, Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev ile Rusya Başbakanı Vladimir Putin de mesaj yayınlayarak bütün Müslümanların Ramazan Bayramı’nı kutlamışlar. Moskova dine sarılır da Kosova sarılmaz mı? Balkanlardan da müjdeli bayram haberleri var. Kosova liderleri Cumhurbaşkanı Fatmir Seydiu, Meclis Başkanı Yakup Krasniçi ve Başbakan Haşim Taçi, yayınladıkları mesajlarda, ülkedeki etnik ve dini kökeni farklı yurttaşların birlikte, hoşgörü ve uyum içinde yaşadıklarına dikkat çekerek, bu yapının bozulmaması için birlikte çaba harcanması gerektiği belirtmişler. Bayram namazı, başta Bosna-Hersek olmak üzere Sırbistan, Hırvatistan ve Karadağ’daki camilerde yoğun katılımla kılınmış. Camilerin avlusuna da sığmayan cemaat, bayram namazını tarihi Başçarşı’nın sokaklarında saf tutarak, birbirlerinin sırtına secde ederek kılmış. Yaklaşık 100 bine yakın Müslüman’ın yaşadığı Hırvatistan’da da bayram namazı ülkenin tek camisi olan Zagreb Camisinde ve ülkenin değişik şehirlerindeki mescitlerde kılınmış. Diğer Avrupa ülkelerinden de güzel bayram haberleri var. Alman hükümetinin uyumdan sorumlu Devlet Bakanı Maria Böhmer, yayımladığı Bayram mesajında, Müslümanların aileleriyle birlikte sevinçli bir bayram geçirmelerini dilemiş. Haberlere yansımamış olsa da, İslâm ülkelerinde ve Müslümanların azınlık olarak yaşadığı diğer ülkelerde de benzer tablolar yaşanmıştır. Mesela, gözden ırak olan ama asla gönülden ırak olmaması gereken Myanmar’da mutlaka çok güzel bayram tabloları yaşanmıştır. İki yıl önce Ramazan ayının ilk günlerinde bu ülkede bulunmuş ve teravihlerin bütün camilerde ‘hatim’le kılındığına bizzat şahit olmuştuk. Kimbilir, yeterince tanıyamadığımız gözden uzak başka ülkelerde hangi güzellikler yaşanıyor? Bütün bunlar “En yüksek gür sada”nın İslâm olacağının habercisi olsa gerek. Hamdolsun, şükrolsun... Bayramımız tekraren mübarek olsun. Amin. 10.09.2010 E-Posta: [email protected] |