Selim GÜNDÜZALP |
|
Uyanmak için sabahı bekleme |
Hayattan o kadar çok şey aldığım halde, hayata bir şey katamamaktan sıkılıyorum. Alıyor, boyuna alıyoruz hayattan. Nimetlerini tadıyoruz nefes nefese içimizde. Kâinat dolusu nice nimeti gözlerimizle içiyoruz. Bir teşekkürü bile etmeden geçiveriyor hayatım. Sıkıyor canımı. Geçiyoruz… Kimsenin kimseye onun olmayan bir nimeti verme hakkı yok, şansı da yok. Oysa her şeyi vereni ne de çabuk unutuyoruz… Ne de çabuk unutuyoruz O’nu, Rabbimizi… Kıyısından köşesinden tattığımız bir şey değil hayat. Kıyısında köşesinde ne varsa kâinatın, hepsini ama hepsini merkezindeki hayata bıraktığı nimetler topluğu. Bilmem ne yapmak lâzım… Bir ağacın tepesine çıkıp oradan mı bağırmak gerek? Oradan mı seyretmek gerek güneşin doğuşunu, batışını? Ağaçların elleriyle beraber orada mı açmak gerek göklere doğru ellerini? Belki de oradan yakarmak en güzeli… Sahi, hiç ağaçlara çıktığınız, tırmandığınız oldu mu şu sıralar? Kimse göze alamıyor yükseklere çıkmayı. Yükseklere çıkmadıkça güzellikleri keşfedemiyoruz. Bulutların üstüne ne dersiniz? Bulutların üstünde ve ötesinde de bir hayat var… İlk defa uçakta seyretmiştim, pamuk tarlası gibi bembeyaz bulutların üstünde ve masmavi gökyüzünde. Gözümde hayret, dilimde şükür ve içimde çılgın bir çocuk çığlık çığlığa… “Aman ya Rabbi! Bu ne güzellik… Bu güzelliğin içinde seyeran etmek ve akla hayale gelmedik bir âletle, yüz-iki yüz sene öncesinin hayal edemediği bir âletle gökyüzünün on bin metre yukarısında, üç yüz kişilik yolcularla beraber bir şükür duâsına durmak ne güzel şey…” Hayata bir şeyler katmak gerek… Hayata bir şeyler vermek gerek… Malûm, artık vermeden almak takdir ediliyor, öğütleniyor. Bir şükür kat hayata attığın her adımda, gördüğün her şeyde. Bir şükür izi bırak. Senden geriye şükür kalsın, senden geriye hayret kalsın. Uyanmak için sabahı bekleme… Her şey geçer gider, gün gelir, ömür de biter. Senden geriye söz kalır, senden geriye bir samimî şükür kalır. Hayata bir şeyler kattığını hissettiğin an, yaşadığın andır. İsterse bu, çok uzaklardaki bir yıldızı gözlerinle okşadığın an olsun, isterse bir gülü kokladığın an... Hayat rengini gülden alır. Lâleden, sümbülden alır. Hayat rengini şükürden alır. Hayata renk katan insanlar… Size merhaba… Dalda çiçek kadar güzelsiniz. Baharın müjdecisi serçeler kadar yakışıyorsunuz akasyaların kuru dallarına… Üç aylar girdi… Hayata yeni bir sayfa açıldı... Rahmet mevsimi dört bir yandan şehre indi… Uyanmak için sabahı bekleme… ‘Öleceğim’ korkularından sıyrılıp, hayata bir şeyler katmalı insan. Allah için yaşanmayan her an, zaten ölüdür. Hayatın her anını ve gününü mayalamalıyız şükürle, tefekkürle… Üç aylar bir fırsattır, kaçırmayalım. Takvimlere gelir de, bizim ruhumuza uğramazsa o üç aylar, işte o zaman “Eyvah” demeliyiz, hayıflanmalıyız. Hayatta her şey bir kere. Hiçbir şey birbirinin aynı değil. Üç aylar da bir kere. Son defa bak bu şu kâinata… Belki ömründe başka bir üç aylar daha olmayabilir. Şükür için, yeniden doğmak ve yaşamak için, hayata bir şeyler katmak için, hayatı, bu mübarek zamanları fırsat bil… Kalp kulağıyla dinle ki kâinatı, işitesin ne söylediğini, ne dediğini, neyin habercisi olduğunu… Gece bürülür söyler, gündüz görülür söyler. Binbir eser, “Varsın Allah’ım varsın!” der. Hayat böyledir işte. Hayata bir şeyler katmak isteyeni tutar, içine çeker. Gözüne ibret, diline şükür katar hayat. Ve insan, vazifesinin ne olduğunu vicdânen anlar, rahatlar. Bu sabah erken kalk, sen de hayatına anlam kat… Hayata, kâinata, ağaçlara yepyeni bir gözle bak… Resmigeçitte kâinat. Şeref tribünündeki yerini bekliyor en şerefli varlığın, yeryüzünün halifesi olan insanın. Rabbimizin sonsuz güzelliklerinin ve eserlerinin bir resmigeçit nöbetidir hayat… Göklerde şahidi meleklerdir, yeryüzünde melek insanlardır, mü’minlerdir. Şeref tribünü seni bekliyor, istersen pencerenden bak, istersen kırlara uzan, dilersen bir ağacın tepesine çık ya da yıllardır o küçük pencerenden seyrettiğin caminin minaresinin şerefesinden seyret. Tozlu merdivenlerin tozunu alsın ayakların. Gafletle örtülmüş, kirlenmiş eşyanın üzerinden gözlerin sıyırsın, çeksin perdeleri. Yaratanın kâinatla göstermek istediği sırlara bir de oradan bak şükürle. Hayata anlam kat. Hayat fazla sürmüyor, ertelemeye gelmiyor. Kazası yok hayatın. Uyanmak için sabahı bekleme… Ezberden söylediğin Esmâ-i Hüsnâ’yı bir kere de kâinatın şahitliğiyle beraber söyle. Her türlü yemek yapmayı bilen, ama hiç mutfağa girmemiş, bir yumurta kırmamış aşçının tembelliği gibi durma öyle… Bir kere olsun terk et şu tembelliği. Ezbere söylediklerini hayata geçir. Kalbinde şükür olsun, dilinde zikir… Kendine bir iyilik yap, şehrin hiç geçmediğin sokaklarından geç. Kabristana uğrarsa yolun, o da güzel, hatta daha da güzel… Kâinatı Fatihalar yolladığın dostlarının kabirlerinin başında, onlarla beraber yâd et. Yalnız değilsin… Sarı bir çiçek gülümseyecek, bir yaprak omzuna düşecek. Bir güzellik gözlerine ilişecek, bir kelebek şöyle bir dokunup geçecek. “Ohooo, kaçırdığım ne güzellikler varmış…” diyeceksin. Yaşadığın bir saat, sana bir gün gibi gelecek. Hayatına bir pencere aç. Bırak kalbin çocuk gibi sevinsin… Rabbine şükran borcu olarak, “İşte yaşadığımı bugün hissettim!” desin… Sakın “Bugün olmazsa, yarın..” deme, uyanmak için sabahı bekleme. Şeytan tetikte, ölüm takipte… Ölüm, bir gölge gibi peşinde… Bir satır da olsa, bir âyet de olsa, oku… Küçük bir renk, küçük bir ses, birkaç harf bile kalmasın geçip gittiğimiz, boş verdiğimiz… Ne dersin? Daha fazla güzellikleri görelim diye bir fırsat mı sunuluyor? Gece de güzeldir, ama okumak ve dinlenmek için. Oysa hayata bir anlam katmak ve üretebilmek için aydınlığa muhtacız, ışığa, güneşe… Günler uzuyor… Rahmet mevsimi kapımızda… Uyanmak için sabahı bekleme… Aç kapını… 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Meslek ve meşrebi koruma sorumluluğumuz |
Risâle-i Nur’u doğru okumak, doğru anlamak ve doğru bir şekilde tebliğde bulunmak, Nur Talebeleri için önemli bir vazife, öncelikle bir sorumluluk. Bediüzzaman’ın fikir ve düşüncelerini, vermek istediği mesaj ve tavsiyeleri onun eserlerinden doğru ve olduğu şekilde öğrenip, kabullenmek ve o şekilde hayata geçirmek, onun dâvâsını dâvâ edinenler için önemli ve hayatî bir mes’ele. Risâlelerdeki prensip ve düsturları, kaide ve kuralları bilerek veya bilmeyerek, eksik veya yanlış okuyup, olduğundan farklı bir şekilde yansıtmak, doğru olmadığı gibi, beraberinde mânevî mesuliyetleri getiren bir durumdur. Risâlelerde verilmek istenen anlamlara farklı anlamlar yükleyerek, kendine ait fikir ve düşünceleri nazara vererek ifade ve beyanlarda bulunmak, Nurlara talebeliğe tâlip olanlar için kabul edilemez bir duruştur. Hüve hüvesine Bediüzzaman’ın bütün fikir ve düşüncelerine vâkıf olmak, Risâlelerdeki bütün prensip ve düsturları, hak ve hakikatları olduğu gibi öğrenip hayata geçirmek elbette kolay olmayabilir. Ama bazı eksik ve yanlış anlama ve uygulamalara girilmemesi, muhtemel bazı yanlışlara meydan verilmemesi için hiç değilse Nur mesleğinin esaslarından olan mevzularda talebelerin azamî bir dikkat ve gayret içinde bulunmaları gerekir. Eserlerdeki paha biçilmez hak ve hakikatlara gölge olmak; mesaj ve prensiplerin yanlış anlaşılmasına sebebiyet vermek hiç kimsenin bilerek göze alabileceği bir durum değil. Eserlerdeki hakikatların, prensip ve düsturların toplumda yanlış anlaşılmasına sebep olacak tarz ve beyanları bertaraf etmek vazife ve sorumluluğu da yine hakikî Nur Talebelerinin işidir. Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebinin esaslarını muhafaza etmek; onun asliyetini ve özünü hedefinden saptırmaya yönelik girişim ve faaliyetlere mani olmak da bu hizmetin kapsamı içindedir. Yoksa herkesin, her camiânın kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda Nurlara muhatap olması ve o istikamette tekellüflü yorum ve te’villerle eserlerdeki hak ve hakikatları, kaide ve kuralları kendilerine uydurarak faaliyetlerde bulunması ve çevrelerine de Risâle-i Nur’lardaki hakikatları o şekilde tebliğ etmeleri ve yansıtmaları Bediüzzaman’ın bu kudsî emanetine verilebilecek en büyük zarardır. Şahsî zaaflarımızı, kendimize ait meşrep ve mizaçlarımızı bir kenara koyarak, peşin fikir ve düşüncelerimizden arınarak, tam bir ihlâs ve sâfiyetle Nurlara muhatap olabilme becerisini başarabildiğimiz ölçüde, Nur’lardaki derin mânâları, ince mesaj ve ölçüleri kavrayabiliriz her halde. Görüşü, düşüncesi, inancı, itikadı ne olursa olsun her insan, her camia Risâle-i Nur’ları okur, dinler, istifade eder elbette. Çünkü bu eserler Bediüzzaman’ın ifadesiyle “mîrî malıdır”, bütün insanlığın istifadesine sunulmuş ilim hazinesidir. Yalnız Müslümanlar değil; gayr-ı müslimler, hatta hiçbir inancı olmayan ateistler dahi Nur’ları okuyup ondan istifade hakkına sahiptir elbette. Yalnız burada bir durumun altını çizmekte fayda var: Hiç kimse, hiçbir cemaat veya kurum Nur’ları gerek şahsi, gerek siyasî, gerek ticarî menfaatlerine âlet edemez ve etmemeli. Çünkü Risâlelerden istifadeye sonuna kadar izin var; istismâra kesinlikle izin yoktur. Bu noktada Nur’lardan istifade etme konumundaki insanların durumları böyle iken; Risâle-i Nur’la hizmet etmeyi kendine gâye edinen hadimlerin, yani Nur Talebelerinin Nur’lardan istifade etmeye ilâve olarak; yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Nur’lardaki belli bazı prensip ve düsturlara uymak gibi mükellefiyetlerinin bulunduğu unutulmamalıdır. 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat Kahramanları (20) |
Emine Sungur
Emine Sungur’u ilk defa 2006’nın soğuk bir Aralık ayında Yeni Asya Vakfı’nda yapılan bir programda tanımıştım. O günün duygularımızı, aldığım notları da “Saff-ı evveller” başlığı altında Satır Arası’nda sizlerle paylaşmıştık. O gün “Akıllı olun evlâtlarım! Nurlara sahip çıkın!” dersini vermişti bizlere. Heyecandan titreyen sesiyle “Kim derdi ki, o zaman yaptığımız işleri şimdi buralarda sizlere anlatacağız? O zaman atılan nur tohumları bakın nasıl da yeşillendi, meyveye durdu!” diyerek yedi çocuğuyla yaşadıklarını paylaşmıştı bizlerle. Eşini hizmete uğurlarken “Sen hiç merak etme bizi. Ben çocuklara baktığım gibi dikiş diker sana da harçlık gönderirim!” demiş, dağa üç günlüğüne odun toplamaya gidişini anlatmıştı. Bir gün dağa gidiş, bir gün odunları hazırlayış, bir gün de dönüş… “Rabbim nasıl da kolaylaştırıyordu işimi. Hele bir gün tek öküzle odun taşırken zorlandığımda baktım, önüme başka köyden teyzemin öküzü çıktı. Hemen onu da aldım yanıma. Böyle çok yardımlar gördüm…” demişti. O çileli yıllarda kimi komşuları “Bu kadın yanında kocası olmadığı halde, hiçbir şeyden korkmuyor. O halde silâhı olmalı!” diyerek söylentilerini yayarak evinde defalarca arama yaptırmışlardı. Tabiî sonuçta hiçbir şey ele geçirememişlerdi…. “Risâleleri okumaya ancak çocukları emzirirken, uyuturken fırsat bulabiliyordum, ama eşime maddî manevî hep destek oldum” demişti. Bediüzzaman Hazretleriyle Eskişehir’de görüştüğünü, hususî duâsını aldığını aktarmıştı bizlere. Şefkat Kahramanlarını hazırlarken defalarca kendisi ile görüşmek için değerli kızları Saide Nur ve Cihannur hanımlarla irtibata geçtim, ama geçirdiği bir ameliyatın nekahat dönemine rastladığından bu talebim bir türlü gerçekleşemedi. Kısmet hanımlara yönelik yine toplu bir programda görüşmekte imiş. Geçtiğimiz günlerde Barla Platformu’nun düzenlediği “Bediüzzaman’ın Emirdağ Yılları” sergisinde içlerinde Emine Sungur’un da yer aldığı bir grup saff-evvel ablalarımız hatıralarını hanımlarla, genç kızlarla paylaştılar. Program sonrası kendileri ile yüz yüze görüşme, sohbet etme imkânımız da oldu. Aşağıda okuyacağınız satırlar 2 Haziran 2010 tarihinde Fatih Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde yapılan programda Emine Sungur’un konuşmasından bölümler ihtiva etmekte. Program sonrası değerli kızları Cihannur ve Saide Nur Hanımlarla yaptığımız mini sohbetin notları da ibretli anekdotlar içermekte…
Emıne Sungur anlatiyor:
“Sungur Ağabeyinizle evlendiğimizde ben 18, o 16 yaşındaydı. 1926 doğumluyum. O zamanlar, Eflani’de hiçbirimiz tanımıyorduk Risâle-i Nur’ları… “Safranbolu’ya gittiği bir gün Nur Talebeleri ile tanışıyor. Öncesinde de zaten 23. Söz’ü okumuş çok etkilenmiş. 23. Söz’ün üstüne Safranbolu’da da Âyetü’l-Kübra Risâlesini Mustafa Osman Abi tanıtınca, Sungur Ağabeyiniz artık mest oluyor “Âyetü’l-Kübrâ’yı okuyunca ruhum kâinat kadar inkişaf etti” diyor. “Safranbolu’daki akrabalarımız o günü bana şöyle anlatmışlardı: “Sungur evimize geldiğinde odanın içinde ‘Bu eseri yazan zatı mutlaka tanımam lâzım’ diyerek dönüp duruyordu. Çok şaşırdık, ne olduğunu sorduk…” Böyle bir haldeymiş… Onlara da Risâle-i Nur’ları anlatmış… “Üstadımız ile görüşme arzusu hep içini yaktı. 1947’de Emirdağ’a onu görmeye gitti. “Sen evli olmasaydın, yanıma vakıf olarak alırdım” deyince o kadar seviniyor ki, onun yanında kalmayı çok arzu ediyor. Tabiî öğretmen olduğu için geri döndü vazifesine. Bir zaman sonra Cuma namazına gittiği için hakkında dâvâ açıldı. Afyon Hapsinde Üstad ile birlikte kaldı. Mesleğinden çıkarıldı. Ama içinde hep Üstad Hazretlerinin yanında kalma isteği vardı. Bir gün kararını söyledi. “Sen hiç merak etme bizi. Ben senin işlerini de yaparım, dikiş diker sana harçlık bile gönderirim” dedim.
Bu arada kızı Saide Nur annesinin sözlerine ilâve yapıyor:
“Babam bu olayı bize anlatırken şöyle der: Annenize kararımı açıklarken ruhuma sanki dikenli çalı takılıyordu. Gidiyordum, ama geride kalanlar ne yapacaktı? Annen ‘Merak etme. Ben dikiş diker çocuklara bakarım.’ deyince çok rahat bir nefes aldım. “Annem böyle demekle kalmaz, babamın valizini otobüse kadar taşır. O yüzden Üstad Hazretleri babama ‘Sungur senin yaptığın bütün amellere hanımın da şeriktir!’ demiş.
Üstadımdan hususî mektup…
Emine Sungur anlatmaya devam ediyor: Rabbim bütün işlerimi kolaylaştırdı. Komşular “Bu kadın burada çocuklarıyla kalakaldı. Kocası bıraktı gitti” diye lâflar ederlerdi. Hizmete zarar gelmesin diye gece uykusu da uyumazdım, gece de çalışırdım. O günlerin hizmetini Cenâb-ı Hak zayi eder mi? Ben de sizler gibi genç kızdım, gelindim. Dünya fani evlâtlarım, her şey geçiyor, dünyanın güzelliklerine aldanıp da oyalanmayın… Sizlere Üstadın bana yazdığı mektubu anlatacağım. Sungur ağabeyiniz bir gün çıkagelince “Üstadı bıraktın da niye geldin? Yoksa seni kovdu mu?” diye üzülerek soruverdim. O günlerde bir mektup geldi Üstaddan. Şöyle diyordu: “O kadın ki kocası muallimlikten çıkıp fakir olup kendisini ve kardeşlerini teselli edemediği zaman kocası gelince ‘Niçin geldin?’ diyor. O da anlamış dünyanın fani olduğunu…”
Üstad Hazretlerini ziyaretim…
Üstadımı Eskişehir’de 1953’te ziyaret ettim. Büyükoğlum iki yaşındaydı. Sungur ağabeyinizle gittiğimizde gece idi. Yanında Bayram, Hüsnü kardeşler vardı. Yanına gidip cübbesinin üzerinden dirseğini öptüm. Konuşmalarını anlamıyordum, ama Sungur ağabeyiniz anlayıp bana aktarıyordu. Oğlumun bir gözü hastaydı, üzülürdüm buna. “Oğlun gözünü benim yerime verdi” diyerek oğlumun sırtını sıvazladı. Bana “Seni Mekke’de Kâbe’yi tavaf ederken vefat eden hemşirem Âlime gibi kabul ediyorum” dedi.
Hapishane günleri…
Sungur ağabeyiniz tam 13 kere hapse girdi. Elhamdülillah… O hapisteyken, ben dikiş diker, harçlığını da gönderirdim. Rahmetli kayınvalidem yanımdaydı. Ağabeyiniz her gidişinde annesine “Ana duâ et, Medrese-i Yusufiye’ye gidiyorum” deyince kayınvalidem ne olduğunu anlamaz, ama “medrese” lâfını duyunca çok sevinir “Oğlum medreseye ilim tahsiline gidiyor. Ona yardım et Allah’ım!” diye duâ ederdi. Hapishaneye gittiğini anlamazdı, sevinirdi, arkasından duâ ile uğurlardı… İkinci oğlum doğduğunda Sungur ağabeyiniz subay olarak askerlik yapıyordu, yanımıza geldi. Sonra Üstad Hazretlerinin yanına gitti üç sene gelemedi. Geldiğinde oğlum büyümüş, artık yürüyor, konuşuyordu. Akrabalarımız “Sungur bu çocuk kim, tanıyor musun?” diye ağabeyinize gülerek sordular. Kaynım “Kimse yengem kadar kahraman olamaz” der. Evlâtlarım! Hizmet zorluklara göğüs gererek bu günlere geldi. Duyuyorum bazen şimdi bazı hanımlar, beyleri eve gelmekte biraz gecikince, hemen şikâyet ediyorlarmış. Bizim Ahmet Şahin Hocaya akıl danışıyorlarmış… Hizmette fedakârlık gerekiyor… Şimdi çocuklarımı görenler “Bu çocukları böyle nasıl yetiştirdiniz?” diyorlar. Hep çalıştım, onlara fazla zaman ayıramadım, ama Üstadım, ağabeyinize “Ben senin çocuklarına da bakacağım” demiş.
Bu arada kızı Saide Nur annesinin sözlerine ilâve yapıyor:
Babam hizmetinde azamî derecede dikkatlidir. Üstadımıza ruh u canıyla intisap etmiştir. “Ben çocuklarımı ve hanımımı, Allah ve Resûlüne emanet ettim!” der. Çocukken babam Eflani’ye yanımıza geldiğinde de bize sırayla Risâle-i Nur okuturdu, ders yapardı. Üstadımız “Sungur sen merak etme! Senin evlâtlarına bakacağım!” dermiş. Gerçekten de Allah bereketini eksik etmedi üzerimizden. Eflani’de yayla havası yaşadık. Tarlamızı eker, biçer, her şeyin en güzelini yerdik. Tavuklarımız, ineklerimiz vardı. Cenâb-ı Hak bizi kimseye muhtaç etmedi o zor günlerde. Mallarımız bereketlendi. Elhamdülillah. Kimseden bir kötülük görmedik…
Lâtif teselliler…
Emine Sungur çok sıkıldığı anlarda hep lâtif bir şekilde Üstad Hazretleri tarafından âlem-i mânâda teselli edildiğini anlatıyor bizlere… “Bir Kurban Bayramı idi. Sungur abiniz yine hapisteydi. Namazın akabinde tekbir alırken çok ağladım. Ağlayarak sedire uzandım, uyku uyanıklık arası rüya mıydı bilmem… Üstad Hazretleri siyah cübbesi, yün çoraplarıyla baş ucuma geldi. Hemen toparlanıp ‘Üstadım ben Sungur’un eşiyim!’ dedim. ‘Ben senin kim olduğunu biliyorum!’ dedi. ‘Canım, ruhum, evlâtlarım feda olsun!’ dedim. Odadan çıktı, bahçeye gitti. Kuyunun yanında durdu. ‘Eyvah içine düşecek’ derken kuyunun içine atladı. Kuyu o anda cennet misâl sonsuz yeşillikler içinde düzlük bir alan oluverdi…. O bayramı yüreğim sevinç dolu geçirdim. Yine bir gün hem oğlum Ahmed’in beşiğini sallıyor, hem de bir taraftan ağlıyordum. Uyku uyanıklık arası Üstad Hazretlerini bembeyaz bir at üzerinde gördüm. Arkasında mahşer gibi bir kalabalık talebe grubu vardı… Demek ki ben o zamanlar bugünleri görmüşüm. O zor günlerde kim derdi ki Risâle-i Nur’lar dünyanın dört bir yanında yayılacak?
Hastane dershane oldu
Ankara’da ameliyat olduğumda, doktor evlâtlarım, hemşire kızlarım bir taraftan benimle ilgilendiler, bir yandan da “Siz o zamanlar çalışmasaydınız, hizmet etmeseydiniz, bizler şimdi kim bilir ne hallerde olurduk?” diye hep ağladılar… Kızlarım yanımda refakatçi gelmişlerdi güya, ama gençler onları hep alıp derslere götürdüler. Sungur ağabeyiniz telefonla hâlimi sorduğunda ona “Burası hastane değil, artık dershane oldu!” dedim. Güldü…
‘İneklerden birini satsak da parasını hizmete versek’
KIZLARI ANLATIYOR:
Cihannur Hanım:
Üstad Hazretleri babama “Sungur! Çocuklarının kurtulmasını istiyorsan, milletin çocuklarını kurtarmak için çalışman gerekir” diyor. Babam bunu bize sıkça hatırlatır. Oğluma, babamı Risâle-i Nur’larla ilk tanıştıran kişinin adını verdim: Ahmet Fuat… Babamı Risâlelerle ilk o tanıştırmış, ardından Mustafa Osman Abi anlatmaya devam etmiş….
Saide Nur Hanım:
Babam Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. O zamanlar Gölköy Enstitüsünü bitirenlere bugünün üniversite hocaları gibi çok saygı gösterirlermiş. Tabiî Anadolu’da tarla işleri çok. Dedem “Oğlum bir an önce evlensin de gelin ve torunlar işlerimize yardımcı olsun” düşüncesiyle babamı erken evlendiriyor. Annem yetim büyümüş, terbiyeli, çok çalışkan bir genç kızmış. Onu alıyorlar. Annem ve babam zaten akraba çocuklarıdır. Ecdadımız Ahmet Yesevî’nin talebelerinden… Bu talebeler Anadolu’ya geldiklerinde Eflani’ye yerleşiyorlar. Eflani’de halkın ziyaret ettiği çok türbeler vardır. Üstadımız “Ben her sabah Eflani’nin dirilerine de, ölülerine de dua ediyorum!” demiş babama. Maddî manevî çok güzel bir yerdir. Babam Risâle-i Nur’ları okumadan önce 1000’e yakın kitap okumuş. Üstad Hazretleri “Okuduğun kitaplar, Risâle-i Nur’a tebdil edilecek Sungur!” dermiş… Çocukken annemin ve babamın fedakârane çalışmalarını görüyorduk. Hiç unutmam annemin gayretleri ile aldığımız iki ineğimiz vardı. Bir gün babam geldiğinde anneme diyor ki: “Hanım! Ankara’da dershane açılacak. Paraya ihtiyaç var. Bu ineklerden birini satsak da parasını versek." Annem hiç itiraz etmeden, rıza gösteriyor. İneği satıp, parasını dershaneye veriyorlar. Hani âyette var ya, o hali anne babamızda müşahede ediyorduk: “Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resûlüne iman ederler, sonra da asla şüpheye düşmez, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad ederler. İşte onlar özü sözü doğru olanların tâ kendileridir.” (Hucurât Sûresi, 15.) 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Yeni bir köşede daha sizlerleyiz! |
“Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define: Onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin.” Mektubat, s. 252
ALLAH’IN SELÂMI İLE İsm-i Selâm’ın ailelerinize esenlikler getirmesini dileyerek satırlarıma başlamak istiyorum. Allah’ın selâmı, lütfu, bereketi, ihsanı ve ikramı sizin ve ailenizin üzerine olsun. Aile Çay Saati’ni ailevî mutluluklarımızı, güzelliklerimizi, örnek tablolarımızı, problemlerimizi, sıkıntılarımızı, dertlerimizi, iyi hallerimizi, kötü hallerimizi, teşekkürlerimizi, şikâyetlerimizi Pazar çayımızı yudumlarken, aile mahremiyetini de çiğnemeden paylaşmak üzere açtık. Bir kahve içimi örnek hayatlarımızı burada paylaşalım, içinden çıkamadığımız problemlerimize burada din-i mübin ölçüsünde, risâle tadında çözümler arayalım. Başka bir ifadeyle, Fıkıh Günlüğü’nden çaldığımız bu köşeyi, Pazar günleri, Fıkıh Günlüğü’ne de teşekkür ederek, ailevî problemlerimizin fıkhî açıdan çözümleri için kullanalım. Bu köşe daha mahrem ve daha özel biçimde bizim, ailemizin köşesi olsun. Yazışma adresim yukarıdaki klişede mevcut. Örnek hayat tablolarınızı bekliyorum.
ANA HAKKI Peygamber Efendimiz’in (asm) sahabelerinden olan Alkame çokça namaza düşkün, hayrı ve hasenâtı çok seven cömert bir gençti. Bir gün aniden rahatsızlandı. Amansız bir hastalığa tutulmuştu. Ne yaptılarsa çare etmedi. Genç Alkame ölüm döşeğindeydi. Yanında Hazret-i Ali (ra) Şehadet kelimesi getiriyor, böylece Alkame’ye de Şehadet kelimesi getirmesi için telkin ediyordu: “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resulüh.” Ama Alkame Şehadet kelimesi getiremiyordu. Alkame’nin dili tutulmuştu. Alkame canhıraş bir sıkıntı içinde kıvranıyor, kıvranıyor, bir şeyler fısıldamaya çalışıyor, ama iki kelimeyi bir araya getiremiyordu. Alkame’nin hanımı Peygamber Efendimize (asm) koştu. “Ya Resulallah! Kocam Alkame ölüm döşeğinde… Şehadet kelimesi getiremiyor!” Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) derhal Hazret-i Bilâl’i ve Selman-ı Farisi’yi Alkame’nin evine gönderdi. Geldiler. Alkame’yi gerçekten çok perişan gördüler. Dilinin bağı bir türlü çözülmüyordu. Hazret-i Bilâl (ra) Resul-i Ekrem Efendimize (asm) koştu ve durumu bildirdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) Alkame’nin anne ve babasının hayatta olup olmadıklarını sordu. Babasının öldüğünü, ihtiyar annesinin hayatta olduğunu söylediler. Peygamber Efendimiz (asm) ihtiyar kadına derhal haber gönderdi. İhtiyar kadın geldi, ama dertliydi. “Ben ona kırgınım ya Resulallah!” dedi. “O beni unuttu! Onun anası var mı ki? Onun varsa yoksa bir karısı var. Anasını gözü görmez oldu! Anasının hiçbir derdiyle ilgilenmez oldu!” Peygamber Efendimiz (asm) kadına oğlunun sıkıntı içinde kıvrandığını bildirdi ve ona dua etmesini istedi. Kadın: “Ben ona hakkımı helâl etmedim ya Resulallah! Duâ etmeye dilim varmıyor!” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) Alkame’nin sekeratta olduğunu, ana duasına ihtiyacı bulunduğunu söyledi. Kadın oralı olmuyordu. Bu defa Peygamber Efendimiz (asm) Hz. Bilâl’e (ra): “Bilâl! Odun toplayın, çalı çırpı toplayıp ateşleyin! Ve Alkame’yi yakın!” buyurdu. İhtiyar kadın yerinden fırladı. “O benim yüreğimin meyvesidir ya Resûlallah! Onu benim gözlerimin önünde yakacak mısın? Buna yüreğim dayanmaz benim!” diye çığlık attı. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ey Alkame’nin annesi! Sen oğluna hakkını helâl etmiyorsun! Allah’ın azabı daha çetindir! Ahiret ateşi dünya ateşinden daha şiddetlidir! Sen ona hakkını helâl etmezsen Allah onu yakacak! Sen ona kırgın oldukça onun ne namazı, ne orucu ona bir fayda vermeyecek!” Bunun üzerine ihtiyar kadın gerçeği anladı ve oğluna hakkını helâl ettiğini söyledi. “Ya Resulallah! Allah’ı, seni ve bu etrafındaki mübarek Sahabe-i Kiramı şahit tutarım ki ben oğlum Alkame’den razı oldum ve ona annelik hakkımı helâl ettim, helâl ettim, helâl ettim. Ahirette oğlumdan dâvâcı olmayacağım!” diye haykırdı. Peygamber Efendimiz (asm): “Ya Bilâl! Git bak! Alkame rahatlamış mı?” buyurdu. Bilâl-i Habeşi (ra) derhal gitti. Alkame gerçekten de rahatlamıştı. Kolaylıkla Kelime-i Şehadet getiriyordu. Ardından gülümseyerek vefat etti. Peygamber Efendimiz (asm) Alkame’nin cenaze namazını bizzat kıldırdı ve defin işlemleri ile bizzat ilgilendi. Ardından şöyle buyurdu: “Allah katında makbul olmak isteyen, annesini ihmâl etmesin! Annesinin bedduasını değil; duasını alsın!”1
Dipnot: 1- Kitabü’l-Kebâir, Zehebî s. 44. 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Mutluluk, algılamadadır |
İnsanların mutluluk arayışı öyle içten ki… İnsan, mutlu olmak istiyor. Fıtrata adeta bu kodlanmış. Herkes, işlerinin düzenli olmasını istiyor. Herkes, başarılı olmak istiyor. Herkes, tıkır tıkır işleyen bir hayat istiyor. Herkes, istiyor da istiyor. Vermeyi İsteyen, istemeyi verdiğinden, insan istemeyi seviyor. İstemek kulluğun özünde var. İnsan en çok da mutlu olmak istiyor. Peki bu kadar istenen bir şey, nerede ve nasıl kazanılacak? ** Kimse, aksaklığı aramaz. Kimse, tıkanan işler arzu etmez. Kimse ağlamak, gözyaşları dökmek, sıkıntılar içerisinde olmak, arayışlar içerisinde olmak istemez. Her günün yeni yeni güzellikler getirmesi, yeni yeni anlamlı sayfalar açması, yeni yeni kazançlı imtihanlar taşıması ortak arzudur. Dünyanın da, ahiretin de mağmur olması; inançlıların duası. ** Anne, anneliği ile mutluluk yaşamak istiyor. Baba, baba olduğu için, babalık yapabildiği için mutlu olmak istiyor. Çocuk, çocukluğundan; genç gençliğinden mutluluk sahneleri yaşamak istiyor. Çalışan da çalıştıran da memnun olmak istiyor. Görüyorsunuz, bitmiyor istekler, arzular. Bu, hep böyle olacak. İnsanın olduğu her yerde istekler, arzular, beklentiler hep var olacak. İnsanın hadsiz ihtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış. Nerede, nasıl yaşarsa yaşasın insan, hep bir şeylerin derdi, tasası içerisinde olacak. Kural bu. Dünya, rahat yeri değildir. Bu kuralı dikkate almayan yorulur. Nitekim bütün yorulmaklar, dinlenmek için. Ebedî istirahat için de, dünyada yorulmak gerekiyor. Bütün dertler, tasalar, kaygılar, huzursuzluklar, arayışlar, çırpınışlar, hep mutlu olmak için. Yani düşünebiliyor musunuz, mutlu olmak için, mutsuzluk yaşıyor insan. Mutlu olmak için, terliyor, çabalıyor, uğraşıyor, yoruluyor. Bütün peşinde olduklarımız, mutlu olmak için. Bile bile mutsuzluğu seçmek diye bir şey yok. Öyle yorucu bir arayış ki, bu; bulunmayacak bir şeyin arayışı. Rahat yeri değilse dünya, rahat ve mutluluk arayışının ölçüsü nedir? Bilinmelidir ki, mü’min ailesi, mutludur. Çünkü iman vardır. İman, dayanmaktır güç Sahibine. O zaman musîbet bile musîbet olmaktan çıkar ve bir yeni güzel sayfa açılır. Mü’min algılamasında musîbet sadece dine gelendir. Mutluluk, kulluk halidir. Mutlu aile modeli seminerlerimizdeki sorulan sorulardan anlaşılıyor ki, insanlar öyle kolayca mutlu olmak eğilimi içerisindeler. Çağın getirdiği bir hastalık bu. Çalışmadan, terlemeden, kısa yoldan çok kazanmak. İşte bu felsefe mutluluk için de geçerli olmuş. Oysa dünya gibi, mutluluk da peşinden koşulacak bir şey değildir. Mutluluk, hayata yayılmış bir çabanın, uğraşın, çalışmanın sonucunda ortaya çıkan bir sonuçtur. Dünya için genel geçer bir kural var; zahmette rahmet vardır. Konu aile ise, konu insan ise, konu eşimiz, çocuklarımız, komşularımız, akrabalarımız ise kolay kazanmak diye bir şey yok. Kolay mutlu olmak diye bir şey yok. Ama kolaylaştırmak var. İşi zevkli kılmak var. Formülü yakalamak var. Ama hepsinin de altında çaba, sıkıntı, dert ve derdimizi, sıkıntımızı seveceğiz. Mutluluk arayışı fıtratında var insanların. Oysa mutluluk, mutlu olmak isteyen bireylerin birlikte inşa etmeleri gereken bir binadır. Nasıl bir binada yaşamak istiyorsa insan, nasıl bir planı, düzeni, kuralı olsun istiyorsa, onu inşa sürecinde yer alacak ve yorulacak. Yani mutluluk dışarıda aranmamalıdır. Mutluluk, algılamadadır. Algılama yoksa, mutlusunuzdur, ama farkında değilsinizdir. Mutluluk, farkındalıktır, bir hissediştir. Onun için algılama kanallarının açık olması gerekir. Değilse, insan safra hastası gibi olur. Safra hastası, şeker tadı alamaz. Ne kadar şeker kullanırsa kullansın, şeker algılaması yoktur. Önce o zaman, safra hastalığının tedavi edilmesi lâzımdır. Mutluluk bileşenleri içerisinde mutlu olamayanlar varsa, algılama kanallarında bir problem, bir hastalık var demektir. Önce onun tedavisi şarttır. Yoksa mutluluk, sahip olunan veya olunacak şeylerle alâkalı bir durum değildir. Mutluluk, sahip olunanları algılama, hissetme, şükretme ile alâkalı bir durumdur. ** Geçtiğimiz hafta sonu Hatay/Kırıkhanlı dostlarımızla birlikte, mutlu aile modelini konuştuk. Mutluluğu konuşurken bile, terledik, yorulduk, bir çaba içerisinde olduk. İşte bu uğraş hali, bir mutlu olma halidir. Mutluluk bir uğraşın, bir çabanın, bir duanın, bir arayışın sonunda insanın karşılaştığı bir sonuçtur. Mutlu olma sürecinde problemler varsa, çözüm gereklidir. Aranan problemsizlik değil, oluşan problemlere çözüm bulabilmektir. Çünkü her çözülen problem daha üst versiyonlarını çözme potansiyeli taşıyacaktır. Kırıkhanlı Diyanet-Sen üyesi dostlarımız, Pozitif Pencere isimli kitabımıza sahip çıktılar ve konferansa katılan üyelere kitabımızı imzaladık. Aynı zamanda Mutlu&Pozitif Aile Modeli kitabı yazma sorumluluğu yüklediler. Biz de çalışmalarımıza daha bir hız verdik, İnşallah. Diyanet-Sen Kırıkhan temsilcisi kıymetli Ahmet Hocam, program sonrası yaptığı geri bildirimde, din görevlisi arkadaşlardan bazıları konferans sırasında aldığı notları ve başlıkları kendileri de çalışarak, camilerin bulunduğu semtlerde Mutlu Aile Modeli anlatımları yapacaklarını ifade ettiler. Programımızın böyle bir hayırlı başlangıca vesile olması ne güzel. Mutluluk, yapılan işin sonunda şükür, Elhamdülillah diyebilmektir. Şükür.
İlgililerine not: 90 bin nüfusu bulunan bir büyük ilçede, Yeni Asya Gazetesi Temsilciliğine büyük ihtiyaç var. Bu durum bu güzide ilçe ile ilgili, pozitif adımlar atmayı gerekli kılıyor, sanırım. 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Nasıldım anne? |
Onaylanmak, kabul edilmek, takdir edilmek insan için ne kadar temel bir ihtiyaçtır aslında… İnkâr edip, buna ihtiyacımız olmadığını, kimsenin onaylamasına gerek duymadığımızı düşünüp, buna inanmaya çalışsak da, bu gerçeği değiştirmek zordur. Bazen yıllar sonra, bu ihtiyacı fark etmenin travması ile uyanırız… Artık büyüdüğümüzü ve kendi başımıza her şeyin üstesinden gelebileceğimizi sandığımız zamanların aksine, karşımızdakinin gözlerine, onaylanma ve takdir edilme arzusu ile bakarız. Küçük bir çocuğun ‘nasıldım anne’ diye seslenişi gibi, güzel bir şeyler duymak isteriz. Yanı başımızda güzel bir şeyler söyleyecek güzel bir yürek olsun arzu ederiz. Sıcacık bakışlarıyla onaylasın, desteklesin, anlatmadan da anlasın isteriz. Öyle yürekten olsun ki, hiçbir şey değişmese de, içindeki acı geçsin... Yeniden başlama arzusu gelsin kalbine... Düştüğün yerlerden, dizlerindeki tozları silkeleyip, ayağa kalkıp, daha hevesle yeniden başlamak hayata... Özellikle çocukluğun ilk yıllarında ve büyüme çağları boyunca aileden alınacak onaylanma duygusu eksik kaldığında, fark etmediğin ve bununla yüzleşmediğin sürece, içindeki boşluğu doldurmak ve kareleri tamamlamak üzere yaparsın bütün seçimlerini… Bütün tercihlerin, bütün çabaların ve sürekli vermelerinin ardında hep aynı acıyı yakalarsın… Neden gereğinden fazla, hatta insanlar istemeden bile, sürekli vermelerinin sebepleriyle karşılaşırsın... Yıllar sonra sen büyüyüp ebeveyn olursun, ama geldiğin yaş ne olursa olsun, bazen bir ses, bazen bir rüya ile o ilk onaylanma ve takdir edilmeye ne kadar ihtiyaç duyduğunu tekrar tekrar hatırlarsın… İçindeki kocaman boşluk o kadar ağrır ki, acısını dindirmek için elini bütün gücünle yüreğine bastırman gerekir... Canını yakan acı bir söz, ya da masum olmayan her tavır küçük bir çocuk gibi teselli edilmek ihtiyacını hatırlatır sana. Kocaman ve güçlü bir yetişkin olamadığın zamanlarda, içindeki çocukla karşılaşırsın... Başını güvenle dayamak istediğin bir omuz olsun, orada bütün sızıların geçsin istersin. Sevilmek, takdir edilmek, onaylanmak, anlaşılmak dilersin... Zaferlerin kadar, kayıplarını da onaylayacak bir bakış olsun, güzel bir kelime, kısa da olsa küçük bir cümle olsun istersin... Dizlerine yattığın annen saçlarını okşarken, ağlamaktan yorgun düşüp, oracıkta garip bir huzurla uyumak istersin. Herkes kaçsa da senden, o seni hep sevsin, hep gelsin, kıyamasın, bırakmasın, sevgisiyle yaralarını sarsın, bütün eksik taraflarınla, bütün hatalarınla kabul etsin istersin... Nasıldım anne, diye seslendiğinde... İyi gidiyorsun, devam et, yanındayım, hiç korkma dese... Hep güzel dualar etse arkamdan, beni şartsızca sevse, iyi olmadığım zamanlarda da sevse, bedelini ödemesem de sevse beni... Ama olmuyor işte! Kaç yaşına geliyorsun, ama hâlâ büyümemiş tarafların onaylanmak istiyor, görülmek istiyor, takdir edilmek istiyor. Artık büyüdüm, yalnız da olur, kim ne derse desin diyen benliğine, kalbinin hemen cevap vermesini bekleme sakın... O bekler, seyreder seni... Bilir ki, benlik ancak düştüğünde öğrenir, düştüğünde fark eder gerçek kendini... Hiçliğini fark ettiğinde, her şeyin hikâyesini, gerçek büyük ve yalan küçüklerin görüntülerini daha da iyi görür. Onaylanmak isteyen benliğin, kaderin öğrettikleriyle öyle hisseder, öyle dibe vurur, öyle susar, öylesine susar ki... Kendini, gerçek onaylayan ve takdir edenin sonsuzluğuna teslim eder. Anlar ki, O’nun kadar anlayan da, dinleyen de, bekleyen de yok.... 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Gazeteyi ulaştırmak |
Geçen haftaki “Gazeteyi hazırlarken” başlıklı yazımızda, muhtevanın hangi süreçlerden geçerek sayfalara yansıdığına dair bazı bilgiler vermiştik. Dağıtım Müdürümüz Saim Çelenli de, sayfalar Yazıişlerinden çıktıktan sonraki safahatı anlatan bir yazı kaleme almış. İşin o kısmını da oradan takip edelim. “Gazetemiz sizlere nasıl ulaşıyor, hangi merhalelerden geçiyor, bu süreçte neler yaşanıyor ve işler nasıl yürüyor; bir de onlara göz atalım. “Bir koşuşturma ve zamana karşı yarış da muhteva hazırlıkları bittikten sonra başlıyor. “Sayfa filmleri basılıp montajların hazırlanması ve kalıpların çekilmesinin ardından baskı için start veriliyor. Matbaamızın rutin kontrolleri yapıldıktan sonra gazetemizin baskısı için yarım tonluk kocaman bobinler takılıyor. Ve matbaa ağır ağır dönmeye başlıyor. Temiz baskıya geçene kadar her ünitenin sorumlusu kendi sayfasını kontrol ediyor ve baskı hızlanıyor. “Matbaada teknik bir arıza çıkmaz, bobin kâğıdı kopmaz ve başka bir aksilik olmazsa, baskı bitiyor ve gazete paketleri bölge bölge ayrılarak havaalanına gidecek araca yüklenip yola çıkıyor. “İşte o safhada, havaalanına giden yolda trafiğin yoğun olmaması çok büyük önem taşıyor. “Gazetemiz sizlere hava ve karayolu ile ulaştırılıyor. Havayolu ile bölgelere gidecek gazeteler Ankara, Adana, Antalya, Trabzon ve İzmir’e gönderiliyor. Buralara gidecek paketlerin saat 18.50’den önce mutlaka havaalanında olması gerekiyor. Çünkü havaalanındaki sistemler o saatte kapanıyor. Beş vilâyete uçacak uçaklar için bu saatten sonra hiçbir işlem yapılamıyor. “Havaalanında ayrı ayrı her bölgenin paketlerini taşıyan araçlar var. Bunlar gazeteleri alıp bölgelere giden uçaklara götürüyor. Bu uçaklar hemen kapının önünde değil; her biri bir yerde. Bundan dolayı, paketlerin nakil araçlarına yüklendiği yerden uçağın bulunduğu yere gitmek için de yeterli bir zamanın ayrılması gerekiyor. “Olay orada da bitmiyor, serüven devam ediyor. Eğer uçaklar herhangi bir sebeple rötar yaparsa, fazla yükten dolayı bagajı almazsa veya hava şartları müsaade etmediği için havalanamazsa, gazetelerin vaktinde yerine ulaşması yine tehlikeye girmiş demektir. Bu tür aksilikler olmaması için de her gün ayrıca dua ediyoruz. “Uçaklar kalkıp bölgelerine indikten sonra da başka bir telâş başlıyor. Dağıtım şirketinin aracı gazeteleri havaalanından alıp kendi dağıtım merkezine götürürken orada da trafik sorunu yaşanmaması gerekiyor. Paketler dağıtım merkezine ulaşınca bölge bölge ayrılıyor ve bir karayolu serüveni daha başlıyor. Her bir araç dağıtım şirketinin belirlediği güzergâhlardan giderek kendi bölgesinin gazetesini Yay-sat’ın ana bayiine bırakıyor. 21.30 olarak belirlenen ilk hareket saatinde kalkacak araçlar uzak mesafelere gidenler. Meselâ Adana’dan Hakkâri ve Van’a gidecek gazeteler bunlara yükleniyor. 22.30’da hareket eden ikinciler yakın mesafelere gidiyor. “Orada da herhangi aksama olmaz, araç bozulmaz veya kaza yapmazsa gazeteniz ertesi günün sabahında elinize ulaşıyor. (Gazetenin gelmemesi halinde mahaldeki temsilcimizin mutlaka bayiye tutanak tutturması icab ediyor.) “Yay-sat bayiine gelen gazeteler oradan şehirdeki tâlî bayilere dağıtılıyor. Böylece gazeteyi bayiden alanlar için kolaylık sağlanmış oluyor. “Elden dağıtım yapan temsilcilerimiz ise ana bayiden veya istedikleri bir tâlî bayiden gazetelerini topluca alarak dağıtım elemanları vasıtasıyla veya bizzat abonelere ulaştırıyorlar. Bu dağıtım yaya olarak, bisiklet veya motosikletle ve bazı yerlerde de özel araçlarla yapılabiliyor.” İşte yaz-kış her gün yaşanan telâşlı sürecin baskı ve dağıtım kısmı da ana hatlarıyla böyle. Hiç değilse en stresli basamaklardan biri olan “uçağa yetiştirme ve uçakla gönderme telâşı”nı ortadan kaldıracak bölge baskılarını artık gerçekleştirebilmek dileğiyle, şimdilik noktalı virgül... 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Devlet adam öldürür mü? |
İsrail komandolarının Mavi Marmara gemisine saldırıp zalimlik yaptığı ilk günün akşamı eve gittiğimde küçük kızım, “Haberlerde gördüm. Baba bu İsrail denen kişi kim? Hiç göstermediler onu. Nasıl birisi? Niye öldürmüş insanları?” diye sordu. Kızımın bu sorusunda İsrail’i bir insan olarak değerlendirdiğini anladım. “Kızım İsrail, tıpkı ABD gibi, Türkiye gibi bir devlet” dediğimde kızım işin özetini söyledi: “Baba devlet nasıl adam öldürür?” “Devleti yönetenler askerlerine emir verir. Onlar da gidip masum insanları, çocukları öldürürler” dedim. “Nasıl olur” dedi. “Savaşta mıyız ki, adam öldürüyorlar?” diye sordu. Anlatamadım tabiî. “İsrail terör devleti” dedim, “zalimler” dedim, “katiller” dedim. Ama kızım hâlâ bunu anlayabilmiş değil. Devlet nasıl katliâm yapar? Devletlerini kan üzerine kuranlardan başka ne beklenir ki? * * * ‘KARDEŞİM NE İSTİYORSA…’ İsrail’in insanî yardım gemilerine saldırıp, 9 kişiyi şehit etmesi ve 50’den fazla kişiyi yaralamasından sonra İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, Başmüzakereci Egemen Bağış’la görüşmesinde Erdoğan’a mesaj göndermişti. “Tayyip kardeşim ne istiyorsa yapmaya hazırım” demişti. Bağış’ın da bu görüşmeden sonra Erdoğan’a bu mesajı ilettiği söylenmişti. Erdoğan’ın, Silvio kardeşinin bu sözüne ne cevap verdiğini bilemeyiz, ama henüz ortada bu duruma dair bir gelişme yok. * * * BAYKAL’IN KIYMETİNİ BİLEMEDİLER! Daha bir ay geçmeden AKP, Deniz Baykal’ı özledi. CHP Genel Başkanı seçildikten sonra Erdoğan tarafından fazla dikkate alınmayan Kılıçdaroğlu’na cevap yetiştirmek yardımcısı Bülent Arınç’a düşüyor. Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasının CHP adına çok faydalı olduğunu söyleyen Arınç, “Tayyip Bey’e de bana da sorsalar ‘keşke bizim muhatabımız Sayın Baykal olsa’ deriz. Çünkü Baykal’lı bir CHP’nin AK Parti karşısında bir milim dahi ilerleme imkânı yok. Baykal’dan farklı bir insanın genel başkanlığı ile CHP kıpırdayacaktır, hareketlenecektir, teşkilâtlarına hayat suyu gelecektir” diye konuşurken, Baykal’a özlemini dile getirdi. Kılıçdaroğlu’nun gelmesinin de bir “PR çalışması” olduğunu söyledi. Diğer yandan da Kılıçdaroğlu’nun “Başbakan İsrail’in avukatı için sağına baksın” diyerek işaret ettiği Arınç buna da şu cevabı verdi. “Sağda Cemil Çiçek var. Ben sol tarafında bulunuyorum…” Bu cevaptan Arınç’ın yerinin neresi olduğu da ortaya çıkmış oldu. Anlaşılan AKP-CHP polemiklerinde durmak yok. Baykal’ın gitmesi de bu polemikleri son erdirmeyecek anlaşılan… * * * TEYYO DAYI YİNE İMDADINA YETİŞTİ! Erzurum’un Hasankale ilçesinde “Teyyo Pehlivan” namıyla bilinen Tayyip İde geçtiğimiz aylarda siyasette polemiklere malzeme yapılmıştı. Dünyayı yakından izleyen ve anlattığı palavralarla tanınan, Teyyo Pehlivan’ın Tayyip Erdoğan tarafından gündeme getirilmesi dönemin CHP Grup Başkanvekili Kılıçdaroğlu’nun eline koz vermişti. “Sayın Başbakan Teyyo Pehlivanı örnek vererek, ‘Sayın Baykal ne diyorsa on iki ile çarpmamız lâzım’ demiş. Ben de diyorum ki, ne deniliyorsa iki ile çarpacağız” diye konuşmuştu. Demek ki, Erdoğan bu cevabı unutmamış olacak ki, Kılıçdaroğlu’nu yine Teyyo Pehlivan üzerinden hedef aldı. Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın “öldürmeyeceksin” sözünü eleştirmişti. Erdoğan da “Tarihleri çalmayla, çırpmayla, yağmayla, yalanla, iftirayla dolu olanlar, şimdi kalkmış Tel Aviv üzerinden bize söz yetiştiriyorlar. Desteksiz atmayla bir şey elde edilse Erzurumlu Teyyo Pehlivan cihan padişahı olur” diye cevap verdi. İsminin böyle polemiklerde kullanıldığını duysa Teyyo Pehlivan, nasıl palavralar atardı acaba? *** VEKİLİNE TAHAMMÜL EDEMEYEN… Gazze’ye yardım gemisinde 32 ülkeden 600 gönüllü vardı. Bunlardan birisi de, İsrail parlamentosunun ilk kadın Arap milletvekili olan Balad partisi üyesi Hanen Zubi idi. Zubi, gemiden indirilip sorgulandıktan sonra parlamentoda bu olayı protesto etmek için çıktığında İsrail parlamentosundaki diğer milletvekilleri tarafından “Gazze’ye git, hain” diyerek tartaklamaya varan sözlü saldırıya uğradığı görüntüler televizyonlarında gösterildi. Ağza alınmayacak sözlerle eleştirilen Hanen Zubi’nin, mensup olduğu partisinin lideri Muhammed Barake ise milletvekilinin davranışının “çok asil” olduğunu belirterek destek vermişti. Zubi Hanıma barış, demokrasi, insan hakları isteyen, zalimliğe ve zulme karşı olan her “insan” destek olmuştur. Bu da ona yetmiştir her halde. 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Senoz Vadisinin gözyaşları |
Türkiye’nin her bölgesinin kendisine has özellikleri ve güzellikleri vardır. Karadeniz’in ‘yeşil’ güzelliği de dillere destan. Doğuya gittikçe coğrafî yapısı daha da farklılaşan bu bölgemizin güzelliğinin temelinde, tahmin edileceği üzere akan dereler ve gür ormanlar vardır. Karadeniz’in güzelliğinin temelinde coşkun ‘akan dereler’ olduğu halde, kimileri bu derelerin ‘boşa aktığını’ düşünüyor. “Sular, dereler boşa akıyor. O halde biz bu dereleri akamaz hâle getirelim ve buradan ‘para’ kazanalım” diye düşünenler, bölgedeki vadiler üzerinde ölçüsüz ve hasapsız bir yarışa girdiler. Bölgedeki her vadi talan edilmiş durumda. Müsaadenizle, yakînen bildiğimiz Çayeli’nin Senoz Vadisi’nden biraz bahsetmek istiyorum... Doğup büyüdüğüm yer, bu vadinin denize en uzak köylerinden (Ormancık) biri. Vadide, 14 köy bulunuyor ve burada yaşayanlar çay üreterek geçimini temin etmeye çalışıyor. Yıllık izinlerimizde köyümüze gittiğimizden dolayı, izin dönüşlerinde Senoz Vadisi ve köylerinde çektiğimiz fotoğrafları arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Fotoğrafları gören bütün arkadaşlarımız ahlanıp vahlanıyor ve bu güzelliklerin bozulmaması için dua ediyorlar. Diğer vadilerde olduğu gibi Senoz Vadisinde de çok sayıda HES inşaatı devam ediyor. Bir kaç yıl önce başlayan bu çalışmalar, yörede yaşayanları ve dolayısı ile hepimizi ilgilendiriyor. Ormanları kırıp, vadileri ‘inşaat alanı’na çevirenlerin dayandığı bir ‘atasözü’ var. Diyorlar ki, “‘Su akar, Türk bakar’ anlayışını değiştireceğiz!” Daha önceleri de bazı vesilelerle ifade etmeye çalıştığımız gibi ‘su’ zaten ‘akmak’ için yaratılmıştır. Akmayan su olur mu? İnsanoğlunun, suların boşa akmadığını anlaması için ‘su’ nimetini elinden kaçırması mı gerekiyor? O vadilerde sular akmasa, imrendiğimiz ve hasret kaldığımız güzellikler olur muydu? Senoz Vadisi, İkizdere Vadisi ya da Fırtına Vadisi, ancak ve ancak akan dereleriyle var olabilir. Suların coşmadığı, derelerin akmadığı bir vadi ne anlam ifade eder ki? “Ne yani, teknolojiye, elektriğe, sanayie mi karşı çıkıyorsunuz?” diyenler olabilir. Hayır, hiç birine karşı çıkmıyoruz. Karşı çıkıp itiraz ettiğimiz şey, plansızlık ve keyfî davranışlardır. Mesela, Senoz Vadisi üzerinde 13 ayrı proje olduğundan bahsediliyor ki, bu vadinin bu kadar projeyi kaldırmayacağı ehlince ifade ediliyor. Sınırlı sayıda proje olsa neyse, ama bu sayıdaki proje o vadide yapılırsa sular akamaz hâle gelir. Çünkü projeler ile akan dereler ‘boru’lara alınıyor ve gerçekten de dere yatağı kurumuş oluyor. Kimse, “Öyle değil, ‘can suyu’ bırakılıyor. Dereler kurumaz’” demesin. Yakın zaman önce benzer şekilde hizmete açılan bir HES sayesinde Güneysu’daki “Gürgen Deresi”nin kurumuş hâlinin fotoğrafını gördük. (Merak edenler şu adrese bakabilir: http://www.senozderesi.com/haber-detay.asp?haberID=863) Bakınız, Çevre Bakanı değilse de Ulaştırma Bakanı bile karşı karşıya olduğumuz tehlikeye dikkat çekip şöyle demiş: “Doğayı, çevreyi hoyratça kullanmayacaksın. Dengeyi mutlaka muhafaza etmemiz lâzım. Ardahan, binbir bitki örtüsüyle çevre anlamında harika bir konumda. Bu konumu çok iyi korumak gerek. Çok büyük bir değerimiz. Bu değerlerimizi kaybettikten sonra aynısını yerine koymak hem asırlar alır, hem de çok büyük maliyetle olur. Bu bakımdan dengeli olmak gerek. Çevre konusunda batılıların, gelişmiş ülkelerin yaptığı hatalara düşmemek lâzım. Çevre değerlerini muhafaza ederek, ülkemizin, halkımızın ihtiyacı olan tesisleri de yapacağız. Bunlara da ihtiyacımız var. Pekâla ikisini de bir arada yapabiliriz.” Belki Çevre Bakanı’na derdimizi anlatamadık. O halde Ulaştırma Bakanı Yıldırım’ı Senoz Vadisi’ne davet ediyor ve ‘cinayet’i yerinde görmesini talep ediyoruz. Belki Bakan Yıldırım, “Türkiye’yi idare edenler”i ikna edebilir. Senoz Vadisinin gözyaşları sel olup akmadan bunu yapalım... 13.06.2010 E-Posta: [email protected] |