12 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Bediüzzaman hiç taviz vermedi

RESMî ideoloji tarihçileri pek önemsemezler, üzerinde durmazlar ama Atatürk’ün sağlığında da, ölümünden sonra da her kesimden muhalifleri olmuştur. Bunlardan bazılarını zikr edeyim:

1. Müslüman kesimden:

* Bediüzzaman Said Nursî: Onun sağlığında da, ölümünden sonra da kesin ve köklü muhalefet yapmış, bu yüzden ömrü mahkemelerde, cezaevlerinde, sürgünlerde geçmiştir. Bediüzzaman bu muhalefetinde en ufak bir tâviz vermemiştir.

* Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi: 1922’den sonra yurt dışına çıkmış, en sonunda Mısır’a yerleşmiş ve Türkiyedeki Kemalist devrimleri İslâmî açıdan tenkit eden Arapça kitaplar yayınlamıştır.

* Şeyh Abdülhakim Arvasî: Bu zat da Mustafa Kemal’e kökten karşı olmuş, 1944’te Ankarada sürgünde vefat etmiştir.

Mustafa Kemale karşı olan ulema ve meşayih, onu Şeriatı ve Hilafeti kaldırmakla, İslâm medreselerini ve tasavvuf tekkelerini kapatmakla, İslâm’a açıktan açığa cephe almakla, Müslüman kadınları açmakla ve diğer devrimlerle suçlamaktadır.

Müslüman kesimdeki Atatürk’e muhalefet bugün de vardır.

2. Marksist kesimden:

Nazım Hikmet.

Mustafa Suphi.

Kemal Tahir.

Fikret Başkaya.

İdris Küçükömer.

Ve daha niceleri.

3. Türkçü ve milliyetçi kesimden:

Dr. Rıza Nur. Bu zat, aslının bir nüshası Londra British Museum kütüphanesinde bulunan “Hayat ve Hatıratım” adındaki mufassal hatıralarıyla Paşayı yerden yere vurmaktadır.

Milliyetçi ve Türkçü kesimdeki Atatürk muhalifleri saymakla bitmez.

3. Ordu kesiminden:

Doğu Fâtihi Kâzım Karabekir Paşa “İstiklâl Savaşımız” adındaki büyük kitabında Atatürk’e çok ağır tenkitler ve ithamlarla yüklenmiştir.M. Kemal’in ölümüne kadar Erenköy’ündeki evinde hapis hayatı yaşamıştır.

Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Sakallı Nureddin Paşa gibi askerler de ona muhalefet etmişlerdir.

4. Kürt kesimden:

Bir kısım Kürtler Atatürk’e ve devrimlerine karşı silahla karşı koymuş ve muhalefet etmişlerdir. Nakşibendî şeyhi Şeyh Said bunlardan biridir. ŞeyhSaid idam edilmiş, doğu ve güneydoğu bölgesindeki Kürt âyan ve eşrafı Batı bölgelerine, Trakyaya sürgün edilmişlerdir.

5. İsmet İnönü:

Resmî ideoloji tarihçileri her ne kadar İsmet Paşa’yı Atatürk’ün en candan arkadaşı gibi göstermektelerse de o, 1938’den önce muhalefete geçmiş, “Ben rakı sofrasından emir almam” diyerek rest çekmiş ve başbakanlıktan istifa etmiştir. Onun ölümünden sonra takipçisi gibi görünmüşse de (1) Paralardan, pullardan resmini kaldırarak, (2) Devlet dairelerinden resimlerini indirerek, (3) Kendisini Millî Şef ilan ederek, (4) Kâzım Karabekir Paşayı ev hapsinden çıkartıp Millet Meclisi Başkanı yaparak. (5) Yurt dışında yaşayan Atatürk düşmanları için af çıkartıp onlara memlekete gelme imkânı vererek dolaylı bir muhalefet sergilemiştir.

6. Alevî kesimden:

Nice Alevî babası ve dedesi de M. Kemal paşaya muhalefet etmiştir. Bunu inkâr edenlere sadece gülünür ve acınır. Atatürk devrindeki Tunceli vak’alarına rağmen bu gerçeği inkâr edebiliyorlarsa onlarla tartışmanın lüzumu ve imkânı yoktur.

7. İslâm dünyasında:

Millî mücadelede Ankara rejimini tutan ve destekleyen nice Arap ulemâsı da devrimlerden sonra M. Kemal’e cephe almıştır. Bunlardan Mısırlı Abdülaziz Şavik’in “El-Kumbuletü’l-Kemaliyye ‘alâ Hayati’l-İslâmiyye” adında bir kitap yazmış olduğunu duymuşsam da bir nüshasını ele geçirmek mümkün olmadı.

8. Osmanlı saltanatı ve Hilafeti İslamiyye taraftarları da M. Kemal’e muhalefet etmişlerdir. Bu zümre, Atatürk’ün ölümünden sonra Mısır’da yaşayan, Halife Abdülmecid zâde Şehzâde Ömer Faruk Efendiyi tahta çıkartma teşebbüsünde bulunmuşlardır.

9. Necip Fazıl Kısakürek yakın Tarihimizdeki Atatürk muhalifleri listesinin başında gelen Müslüman bir düşünür ve yazardır.

10. İzmir Suikasti davasında asılarak idam edilen eski İttihadçılar da M. Kemal’e muhaliftir.

11. Gazeteci Arif Oruç, İstanbul’da Yarın gazetesini yayınlarken, M. Kemal’e ve İsmet Paşa’ya muhalefet ettiği için canını kurtarmak için Bulgaristana kaçmış, gazetesini orada Osmanlı alfabesi ile yayınlayarak ağır muhalefet yapmıştır.

12. Sabataycılardan da M. Kemal’e muhalefet edenler olmuştur. Asılarak idam edilen meşhur Maliye Nazırı Cavit bey bunlardan biridir.

Atatürkü Koruma Kanunu dolayısıyla, yukarıda bazısını saydığım muhalefetler hakkında şimdiye kadar araştırma ve yayın yapılamıyordu. Bundan sonra, ciddî olmak, hakaret etmemek, seviyeyi düşürmemek şartıyla bu gibi araştırmaların yapılması temenni olunur.

Hakkında on binden fazla kitap, risale, makale, şiir yayınlanan, yüz binlerce heykeli, büstü dikilen, portresi asılan M. Kemal (ne gariptir ki) ülkemizin ve yakın tarihimizin en büyük bilinmeyenidir.

Doğum tarihi bile belli değildir.

Babası olarak gösterilen Ali Rıza bey hakkında çeşitli iddialar vardır.

Keşke “Türkiye Millî Mücadelesi ve M. Kemal Araştırmaları Enstitüsü” adında ilmî bir merkez kurulsa ve yakın tarihimiz hakkında ciddî (gayr-i ciddî ve fasafiso değil) değerli incelemeler yapılıp yayınlansa.

Mehmet Şevket Eygi, Millî Gazete, 11 Haziran 2010

12.06.2010


Köprü ülke konumumuz yeni değil ki...

TAMAMEN boş bir tartışma ama insan kayıtsız kalamıyor, mecburen tartışmaya bir yerinden girmek gerekiyor.

Türkiye, yüzünü Batı’ya dönmekten vaz mı geçti? Artık yüzümüz Doğu’ya mı dönük?

Bu sorular, bizim ülkemizde salt dış politika soruları değil. Hatta dış politikadan çok iç politikanın, iç politikada yaşanan sözde ideolojik tartışmaların soruları bunlar.

Üst üste yaşanan gelişmelere bakalım...

- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırımlara evet oyu vermesi için ABD başta olmak üzere Batı’nın baskısı altındaki Türkiye, Brezilya’yla birlikte İran’ın nükleer materyal takası yapmasını öneren bir anlaşma imzaladı.

- Anlaşmanın imzalanmasının üstünden saatler geçmişti ki, ABD, Güvenlik Konseyi’nin o ana kadar ayak sürüyen veto yetkili iki daimi üyesi Rusya ve Çin’le İran’a uygulanacak yaptırımlar konusunda uzlaşmaya vardığını açıkladı, Türkiye’nin İran’la imzaladığı anlaşmanın ‘yetersiz’ olduğunu duyurdu.

- Aradan birkaç gün geçmişti ki, İsrail komandoları, Türk bayrağı ve içinde üçyüzden fazla Türk vatandaşı olan gemilere saldırdı, 9 Türk öldürüldü. Türkiye’nin bu olaya tepkisi çok büyük oldu. Türk Dışişleri Bakanı, İsrail’i diplomatik anlamda yalnızlaştırmaktan söz etti, Cumhurbaşkanı, ‘Türkiye İsrail’i hiçbir zaman affetmeyecek’ dedi.

- İran’a yaptırımlar BM Güvenlik Konseyi’nden geldi. Türkiye, Amerikan Başkanı Obama’nın bizzat arayıp rica etmesine rağmen yaptırımlar aleyhine oy verdi, çekimser oy bile kullanmadı.

- Amerikan Savunma Bakanı Gates, Avrupa Birliği’ni suçladı, ‘Türkiye’yi Doğu’ya itiyorlar’ dedi.

- Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan’la dörtlü bir ekonomik birlik oluşturma peşinde olduğunu açıkladı.

***

Bu saydıklarım sadece son birkaç haftanın gelişmeleri. Kronolojiyi daha da gerilere götürmek mümkün.

Bu gelişmelere bakanlar, “Hah işte” diyorlar, “Türkiye adım adım Batı’dan kopuyor ve yüzünü Doğu’ya çeviriyor.”

Bunu diyenler, bu ülkenin dış politika tarihini yeterince bilmeyenler. Türkiye, en azından 50’li yılların sonlarından itibaren ‘çok taraflı’ diye de adlandırılan bir dış politika çizgisi izliyor. Soğuk savaşın göbeğinde, NATO üyesi Türkiye’de Sovyetler Birliği’nin sanayi tesisleri inşa ettiğini unutuyoruz bazen. Aynı Türkiye’nin 70’li yıllardan beri İslam Konferansı Örgütü’nde etkin roller oynamaya çalıştığını, İslam ülkeleriyle, özellikle de Arap ülkeleriyle ilişkilerin bu yıllardan itibaren zenginleştirildiğini kimse hatırlamıyor olamaz.

Kısacası şu: Türk dış politikası, en azından elli yıldır, konjonktür ve imkânlar izin verdiği ölçüde, Batı çıkarları ile Doğu çıkarları arasında bir denge gözeten ve bu dengeyi de hep kendi özçıkarları açısından oluşturan bir dış politika.

Bugün yakınımızdaki dört Arap ülkesiyle ekonomik birlik oluşturma çabasına bakıp ‘Hah işte Türkiye Araplara dönüyor’ diyenler, Bağdat Paktı’nı bilmiyor olabilirler mi? CENTO’yu bilmiyor olabilirler mi?

Türkiye’nin bütün stratejik gücü ve ağırlığı, Doğu ile Batı arasında her bakımdan köprü olmasında yatıyor zaten. Biz, gerek yaşam tarzımız ve gerekse ekonomik eğilimlerimiz bakımından Batılı bir ülkeyiz; Batılı değerlere sahibiz, bu değerleri daha da yerleştirmek, derinleştirip geliştirmek için çalışıyoruz. Ama aynı zamanda doğumuzla aynı dini-kültürel değerleri paylaşıyoruz, onlarla aramızda koparılması imkânsız bağlar var.

Türkiye bu özellikleri sayesinde aynı anda hem Batı’yla hem Doğu’yla konuşabilen, iki tarafa da kendi ilkesel tutumunu anlatabilen bir ülke.

İsmet Berkan, Radikal, 11 Haziran 2010

12.06.2010


İlkokul ve ortaokul birbirinden ayrılmalıdır

4306 sayılı “İlköğretim ve Eğitim Kanunu, Milli Eğitim Temel Kanunu, Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ile 24.3.1988 Tarihli ve 3418 Sayılı Kanunda Değişiklik Yapılması ve Bazı Kâğıt ve İşlemlerden Eğitime Katkı Payı Alınması Hakkında Kanun” ile birlikte 1998 yılından itibaren ilkokul ve ortaokullar birleştirilerek ilköğretim kurumları haline dönüştürülmüş, okul içerisinde birinci ve ikinci kademe uygulamasına geçilmiştir. Eskiden öğrenciler ilkokul ve ortaokulda ayrı statülerde ve mekânlarda eğitim süreçlerine tabi tutulurken yeni yasa ile bunların tek çatı altında birleştirilmesiyle beş yıllık eğitim sekiz yıla çıkarılmıştır.

1997 yılında tartışmalarla kabul edilen 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması ile eğitimde arzu edilen hedeflerin büyük bir kısmına ulaşılamamıştır. Milli Eğitim Bakanlığı, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçildiğinde 3 yıl içinde öğrencilerin 30 kişilik sınıflarda okuyacağını, ilköğretimin 4. ve 5’inci sınıflarından itibaren öğrencilere en az bir yabancı dil öğretileceğini, her ilçede en az iki okula bilgisayar laboratuvarı kurulacağını, taşımalı eğitimde öğrencilere öğle yemeği verileceğini, öğretmensiz okul kalmayacağını vs. vaat etmişti. Ne var ki her yıl milyarlarca dolar para harcanmasına rağmen bu vaatlerin büyük bir kısmı gerçekleştirilememiştir.

8 yıllık kesintisiz eğitimin ardındaki siyasi nedenler;

28 Şubat sürecinin ideolojik havasına uygun olarak hayata geçirildiği bilinen 8 yıllık kesintisiz eğitimle ilgili olarak basına da yansıyan bazı iddialar ortaya atıldı. Bu iddialardan eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya ait olduğu iddia edilen bir ses kaydında, (...) hükümetten 8 yıllık eğitimi mutlaka sağlamalarını istediğini söylemekteydi. Buna göre Orgeneral Karadayı’nın 8 yıllık zorunlu eğitim talebinin ardında İHL’lerin orta bölümünün yok edilmesi yatmaktaydı. İHL’nin önünün kesilmesi için atılan bu adımın pek çok köklü eğitim kurumunun da yapısını bozacağı hiçbir şekilde hesaba katılmadı. Anadolu liseleri, fen liseleri öğrenci alımlarını 8. sınıf sonuna bırakmak zorunda kalırken; pek çok köklü özel okul orta kısımlarını kapatmak ya da ilkokul açmak zorunda kaldı. Aslında 8 yıllık zorunlu temel eğitim projesi yeni değildir, ilk kez yine olağanüstü bir süreçte 12 Mart Muhtırası sonucu kurulan I. Erim hükümeti programında; “Zorunlu öğretim süresinin ileride bütün yurda yayılmasına hazırlık olarak çok yönlü öğretim yapan ve öğrenciyi hem üst okullara hem de çalışma hayatına hazırlayacak 8 yıllık okulların deneme olarak kurulmaları için gerekli hazırlıklara hemen başlanacaktır.” şeklinde karşımıza çıkmıştır.

8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamasının ardında herhangi bir siyasi niyet olmuş olsa bile bu uygulama özellikle kırsal kesimde kız çocukların 6. sınıfa devamında yüzde yüzlere varan artışlara neden olmuştur. Keza erkek çocuklarında okullaşma oranı bir hayli artış göstermiştir. Ancak bu durum, kesintisiz 8 yıllık eğitim uygulamasının doğurduğu çok önemli problemlerin görmezden gelinmesine sebep olmamalıdır.

Sorunun pedagojik boyutu çok önemli;

Bu kanunla hedeflenen sosyal-siyasi hedefleri bir tarafa bırakacak olursak bu uygulamanın yarattığı bazı sorunların acilen çözülmesi gerekmektedir. Bu problemlerden en önemlisi; “I. kademe ile II. kademe öğrencilerinin aynı mekânları paylaşma” uygulamasıdır. Eski sistemde ilkokuldan ortaokula geçiş öğrenci için yeni bir aşama olma özelliği ile ayrı bir motivasyon kaynağı olmakta ve çocuklar kendilerinin daha bir olgunlaştığını düşünmekteydiler. Şimdi ise çocuklar için II. kademe uygulaması sınıf öğretmeninin yerini birden çok öğretmenin alması dışında fazla bir anlam taşımamaktadır. Fiili uygulamada bugün pek çok okulda 4. ve 5. sınıflarda—öğretmen sayısı yeterli ise müzik, beden eğitimi, İngilizce, görsel sanatlar, satranç vb.—derslere sınıf öğretmenleri dışında öğretmenler girebilmektedir.

Birinci ve ikinci kademenin acil olarak birbirinden ayrılması gerekmektedir. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz yaş problemidir. 7-14 yaş arası oldukça uzun ve çok önemli bir dönemi kapsamaktadır. Yeni uygulamalar ile birlikte—anasınıflarını da işin içine kattığımızda—son sınıflardaki öğrenciler ile ilk sınıflardaki öğrenciler arasında çok büyük bir yaş farkı doğmaktadır. Bu kadar farklı yaş gruplarındaki öğrencilerin okullarda aynı ortak mekânları paylaşmaları pedagojik açıdan sorunludur. II. kademe öğrencilerinin yaşları ile paralel farklı problemleri olmaktadır ve bu da beraberinde farklı problemler yaratmaktadır. Ergenlik dönemine giren ya da girmeye hazırlanan bu öğrencilerin davranışları farklılaşmaya başladığı gibi bu öğrencilere yaklaşım da daha farklı olmalıdır. Bu farklı yaklaşımlar küçük öğrenciler tarafından da fark edilmekte ve bazı yanlış davranışların temelini atmaktadır. Duygusal, bilişsel ve fiziksel düzeyleri birbirinden oldukça farklı öğrencilerin bir arada bulunması beraberinde pek çok problemi getirmektedir. Bu problemlerden kaynaklanan uygunsuz hal ve hareketlere çoğunlukla öğretmen ve okul idareleri yeterince müdahale edememektedir. Özellikle bölge yatılı okullarında bu problemler daha bir fazla önem arz etmektedir.

Ufuk Coşkun, Şenol Kaluç,

Zaman, 11 Haziran 2010

12.06.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.