12 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Zindan-ı atalet yazıları (2)


A+ | A-

ÜMİT, İMAN NİSBETİNDEDİR

Yeis ve atalet

İnsanda atalet üreten düşüncelerden en önemli ve düşman-ı gaddar tabir edileni yeistir. Değişmezlik inancı, böyle gelmiş böyle gider düşüncesi, benim adım atmamla mı değişecek, bu dünyayı sen mi kurtaracaksın gibi düşünceler insanın himmetini zapt eden, kuvve-i mâneviyesini kıran en önemli düşmandır.

Ümitsizlik, ehl-i imanda olmaması gereken, kebâirden kabul edilen bir hastalıktır. Çünkü hakikî imanın gereği olarak kişi, “Her şeyin sahibi Allah’tır. O her şeye gücü yetendir. O isterse, olmazları oldurur. Çünkü O’nun kudreti nihayetsizdir. O, rahmet sahibidir. Vermesi de rahmet, vermemesi de rahmettir” şeklinde inanır. Böyle bir inancın içerisinde ümitsizlik barınmaz.

Ümitsizlik ile insanın kuvve-i mâneviyesi kırılır ve hayat enerjisi tükenir. Böyle bir insanın da adım atacak, bir şeyleri başaracak, değiştirecek mecâli kalmamıştır. Ümitsizliğe düşenler aslında hevesle yola çıkıp, hevâlarına göre aradıklarını bulamayanlardır. Ümitsizlik tövbe kapısını kapatıp, insanı şeytanın oyuncağı haline getiren, çok tahripkâr, öldürücü bir hastalıktır. Çünkü affedileceğine ümidini kaybetmiş bir insanın yapamayacağı kötülük, günah, zulüm yoktur. ‘Ben zaten batmışım, beni ancak cehennem paklar’ gibi düşünceler, ümitsizliğe düşenlerin ruh hallerinin yansımasıdır.

İnsanı zindan-ı atalete atan bu düşman-ı gaddara karşı hakikî anlamda teselli verecek, ümitsizliğini ümide çevirecek imandan başka yoktur. Sefih medeniyetin telkinleri insanların ümitsizliğine ümit bulmak yerine, bu hastalıklarını iyice derinleştiren adımlar atmaktadır. Kişisel gelişim adı altında, insana sağlamaya çalıştıkları özgüven, daha doğrusu şişirme operasyonu, insanları hızlı koşturup, nefessiz bırakıp, yorup, tamamen bir bitmişliği netice vermekten başka bir işe yaramamaktadır. Bugünkü medeniyet, insanlığın geldiği noktada birçok problemleri teşhis etmiş, fakat tedavi noktasında mücerrep ilâçlar bulamamıştır.

Himmeti zapt eden ve atalet üreten ümitsiz düşüncelere karşı Zümer Sûresi 53. âyeti imdada çağırmak, hatırlamak gerekecektir. Bu sûrede Cenâb-ı Hak şöyle emreder: “Ümidinizi kesmeyiniz.”

Ümit, bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nispetindedir. Kişi ümitle var olur, onunla dirilir. Çünkü hayatın ihtiyacı olan faaliyet ve hareket şevkle olur. Şevkin de adeta motor gücü ümittir.

Çağlara hükmeden, çağlar kapatıp açan, olmaz artık dendiği vakit inkılâplar gerçekleştiren peygamberlerin, kutupların ve dâvâ adamlarının hepsinin ortak noktası, ümitlerini hiç kaybetmemeleridir.

Münâzarât adlı eserde, Bediüzzaman şöyle bir tesbitte bulunur: “Çabuk ye’se inkılâp eden hamiyet, hamiyet değildir. Ye’s aczden gelir ve mani-i her kemaldir.” Bu tesbitten anlaşılacağı üzere, ümitsizlik düşmanının alt ettiği hamiyet dâvâları aslında hakikî hamiyet değildir. Hamiyetin âlî olması, maksadın yüksekliği, himmetin büyüklüğü nispetinde ümitsizlik düşmanı da bir tesir veremeyecektir. Bunun en güzel örneğini Peygamberimizin (asm) hayatında görmek mümkündür. Mekkeli müşriklerin, Peygamberimize (asm) sunduğu dünyaya dair cazip teklifler ve tehditler karşısında Resulullah (asm), “Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz, ben yine bu dâvâmdan vazgeçmem” demiştir.

Himmeti âlî olanlardan olan Bediüzzaman’ın hayatında da ümitsizlik adına hiçbir hâlin olmadığını görürüz. Daha genç yaşlardan itibaren hayatının iki önemli dâvâsı vardır. Birincisi Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün âleme ispat, diğeri de fen ilimleri ile din ilimlerinin beraber okutulacağı Medresetü’z-Zehra projesidir. Ömrünün sonuna kadar bu dâvâsından vazgeçmeyen Bediüzzaman, türlü türlü engellere, işkencelere, hapislere, mahkemelere rağmen, dâvâsından vazgeçmemiş ve hiç ümitsizliğe düşmemiştir.

Hâsılı, yeis öyle bir hastalıktır ki, insandaki yüksek ahlâkı öldürür ve insanlığın menfaatini bırakıp, şahsî menfaatlere hasreder. Atalet hastalığının başlamasına sebep olan, kanser hücresi gibidir. Yeis hastalığına düşenler başkasının lâkaytlığını, kendi tembelliğine özür zanneder, nemelâzım der, herkes benim gibi berbattır düşüncesiyle himmetini kaybeder. Yeis, aynı zamanda mükemmeliyetçi olanların hastalığıdır. Oysa, “Tamamı elde edilmeyen şeyin, tamamı terk edilmez” düsturu, mükemmeliyetçi insanların yaşayamadığı bir prensiptir.

Sonraki hafta, zindan-ı atalet yazılarından, atalete atan önemli bir düşman olan “acelecilik” üzerinde duracağız İnşâallah.

12.06.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Bir Kadir Eren vardı


A+ | A-

Evet, bir Kadir Eren vardı.

1970’li yıllardı.

Çorum İmam Hatip Lisesi edebiyat öğretmeni idi.

Aslen Çanakkaleli idi.

Peşinen ifade edeyim: Onu gerçek anlamı ile tarif edemeyebilirim. Bu açıdan şimdiden affınızı bekliyorum.

Yaşı benim gibi ellinin üzerinde olanlar, hem Çorum’da, hem de Yeni Asya camiasında onu daha yakından tanırlar sanırım.

Çorum’da hem öğrenciler, hem meslek arkadaşları, hem de kamuoyu onu çok iyi bilirdi.

Öğrencileri ile çok yakından ilgilenen, sosyal aktivitesi çok mükemmel, iyi bir hatip, iyi bir Nur Talebesi idi.

Risâleleri Çorum’da tanımıştı.

Kısa zamanda Külliyât’ı kavramış ve bunu hayat tarzı hâline getirmişti.

Çorum’da “Aydınlar Ocağı"nın şubesinin açılmasına vesile olmuştu. Bir çok öğrenci arkadaşımızı topluma kazandırmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda bir dönem hac daire başkanlığı yapan Mustafa Çalışkan; elliye yakın kitapta imzası bulunan, geçtiğimiz Kasım ayında Hakk’ın rahmetine uğurladığımız, canım kardeşim Şaban Döğen; amcaoğlum, emekli din görevlisi Ahmet Yücel ve daha birçok değerli insanda büyük emekleri vardır.

Bazı çevrelerin o günlerde Kadir Eren’i hazmedememe gibi halleri vardı. Ve tayinini çıkardılar.

O buna aldırmadı. Ve öğrencilerin boykot isteklerine de taraftar olmadı. Otogarda onu uğurlamaya neredeyse okulun tamamı gelmişti.

O çok sevilmişti, o çok sevgili idi.

Uğurlamada ağlayanlar oldu.

Bediüzzaman’ın tarif ve tabir ettiği, en değerli talebelerinden olan Zübeyir Gündüzalp sisteminde biri idi.

Çanakkale’de aynı hizmetlerine devam etti.

1977 seçimlerinde AP Çanakkale milletvekilliğine aday oldu ve az bir oy ile milletvekilliğini kaybetti.

1979’da Demirel azınlık hükümetinde Millî Eğitim Bakanlığı’nda orta öğretim genel müdür yardımcılığı yaptı. Ve birçok eğitimcinin idareci olmasına vesile olmuştu.

Kısa zaman içinde hem Millî Eğitim Bakanı, hem de bakanlıktaki personel tarafından sevilmişti.

Ve uzun yıllar sonra bir gün, Erzurum milletvekili merhum Osman Demirci, Çorum eski milletvekili Yüksel Kavuştu ve İstanbul eski milletvekili Recep Özel ile 23 Mart 1980 günü Çorum’a geldiler. Ben kendisine takıldım:

“Ağabey, yıllar oldu, bir gittiniz bir daha gelemediniz, sizi özledik “dedim. Bana cevabı şu olmuştu:

“Kardeşim, artık Ankara’ya geldik, her zaman geliriz İnşallah” demişti.

Fakat vâ esefâ…

Beş gün sonra bir trafik kazasında Kadir Ağabeyimin vefat haberini gazeteden okuyunca vurulmuşa döndüm.

Bu haber bir anda Nur camiâsında büyük bir hüzne vesile olmuştu.

Yeri zor doldurulacak bir insandı.

Cenâb-ı Hak, çok sevdiği kullarını yanına alırmış.

Cenazesi büyük bir kalabalıkla kılındı ve defnedildi.

Unutuldu mu?

Hayır unutulmadı.

Çanakkale’de bu vefat büyük bir yankı yaptı.

Bakanlıkta bir çok eğitimci onun hizmetlerini hayırla yâd etti. O günün Millî Eğitim Bakanı Orhan Cemal Fersoy “Keşke onu hiç tanımasa idim” diyerek gözyaşlarıyla anmıştı.

Onu çok sevmişti.

“Kardeşim, Nur Talebesinin silâhı her zaman hazır olmalıdır” derdi. Silâh dediği şey ise Nur Risâleleri idi. Cebinden kitap eksik olmazdı.

Hayatta iki vefat haberi hep bağrımı dağlamıştır: Bunlardan biri Kadir Eren Ağabeyimdir, diğeri ise Şaban Döğen.

Ama, takdir bu, ne dersiniz?

Geçtiğimiz gün Çanakkale Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Mehmet Kaplan Beyi arayarak Kadir Ağabey hakkında bilgi aldım. Tevafuk eseri, o anda Kadir Ağabeyimin oğlu Yar. Doç. Dr. Sait Beyin de yanında olduğunu söyledi. Kendisi Bolu’da üniversitede öğretim görevlisi olmuş.

Sait Bey kardeşim ile görüşürken, sanki Kadir Ağabey ile görüşmüş gibi oldum. Ne kadar güzel ve mütebessim bir yapıya sahip olduğunu anladım. Uzun uzun sohbet ettik. Bu vesile ile Kadir Ağabeyimin hanımı ablamıza da hürmetlerimi, Ayşe Betül kardeşime de selâmlarımı iletiyorum.

Ve bundan sonra her 28 Mart günü bir vefa yazısı yazmak boynuma bir borç olsun diyorum. Öyle umuyorum ki, ebedî âlemde çok sevdiği kimseler ile beraberdir.

Cenâb-ı Hak mekânını ve makamını Cennetü’l-Firdevs etsin İnşâallah.

Aziz ağabeyim, seni unutmadık ve unutmayacağız.

12.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İslâm dini cariyeliğe karşıdır!


A+ | A-

Samsun Alaçam’dan Mehmet Demir: “Cariyelik hakkında bilgi verir misiniz? Bu meseleye İslâmiyet nasıl bakıyor? Hangi hükümleri getirmiştir?”

İnsanın yaratılış gayesi yalnız Allah’a ibadet etmek, yalnız Allah’a kul ve köle olmaktır. İnsan Allah’tan başkasına karşı ise hür olarak yaşamalıdır. İnsan fıtratı kula köleliği kaldırmaz.

Ama ne hazindir ki, insan insanı tarihin en eski çağlarından beri köleleştiregelmiştir. Oldum olası büyük küçüğü sindirmeye çalışmış, zengin fakiri ezmiş, güçlü zayıfa zulmetmiş, kuvvet ve kudret sahipleri, kimsesiz ve sahipsizleri köleleştirmiştir. Bu acımasız anlayış, bilhassa Eski Yunan’da, Roma İmparatorluğu’nda, Hint bölgesinde, Eski Mısır’da ve Arabistan putperestlerinde vahşîce uygulama alanı bulmuştur.

Düşmandan esir alınan erkeğe köle, kadına ise cariye denir. Öncelikle bunu tesbit ve teslim edelim: İslâmiyet’e göre düşman ancak kâfirdir.

İslâmiyet geldiğinde Arabistan kölelerden ve cariyelerden geçilmiyordu. Kölelerin ve cariyelerin hiçbir hakları yoktu. En zor işlerde çalıştırılırlar, horlanırlar, aşağılanırlar, dövülürler, aç ve susuz bırakılırlardı.

Köleliğin ve cariyeliğin ana kaynağı savaşlardır. Tarih öncesi devirlerden beri savaşlarda ele geçirilen düşman askeri köle olarak, ele geçirilen düşman kadını da cariye olarak mukabil güçlerce alınmış; böylece hem pazarlık yapma gücü arttırılmış, hem de köle ve cariyelerden yararlanılmıştır. Fakat zulümde barbarlaşan insanoğlu savaş dışında da baskınlar, yağmalamalar ve eşkıyalık yoluyla kimsesiz ve güçsüz kimseleri boyunduruğu altına almış, kullanmış ve satmıştır.

Şunu muhakkak görmeli ve takdir etmeliyiz ki: İslâm Dini, köleliği ve cariyeliği kaldırmak istemiş; bunu bizzat ibadet dilinin içine koymuş ve belirli bir süreç içinde de köleliği de, cariyeliği de kaldırmıştır. Ama hâlâ orada burada en azından zulmen bu mantık devam ediyorsa, hâlâ köle veya cariye olduğu kabul edilen mazlûmlar varsa, İslâm’ın hükümleri bâkîdir. İşte örnekler:

Hata yoluyla adam öldüren veya karısına zıhar yapan kişi, günahına kefaret olarak bir köle veya cariye azad edecektir.1 Zekât gelirinin sekizde biri köle ve cariyelerin hürriyetlerine kavuşturulması için tahsis edilecektir.2 Çocuk doğuran cariyelerin alınıp satılması yasaktır ve derhal hürriyetlerine kavuşturulacaktır.3 Ramazan orucunu bilerek bozan kişi veya yeminini bilerek bozan kişi bir köle veya cariye âzâd edecektir.4 Kölesini veya cariyesini döven kişi, bu cürmüne ceza ve kefaret olarak dövdüğü kölesini veya cariyesini azad edecek, hürriyetine kavuşturacaktır.5 Kölesine veya cariyesine zulmeden kişiye Allah azab edecektir.6

Örnekler arttırılabilir. Görülüyor ki, esas olan insanların hürriyetlerine kavuşturulmasıdır ve İslâm dini, İlâhî karakteri itibariyle köleliğe ve cariyeliğe karşıdır. Fakat elbette, hukuku çiğnenmesin ve hakkı yenmesin diye, köle ve cariyeler ile ilgili bir takım düzenlemeler de getirmiştir.

Müslümanlar yaptıkları savaşlarda düşmanlardan ele geçirdikleri kadın veya erkek kişileri esir alabilirler. Esir almanın İslâmiyet nezdinde birçok amacı vardır. Bunların başlıcaları; savaş ve kargaşa dolayısıyla korumasız kalan bu insanları korumak, düşman tarafı ile pazarlık ve barış gücünü arttırmaktır.

İslâm Tarihi ortadadır. İslâm Tarihi boyunca alınan esirlere, köle ve cariyelere sırayla şu muâmeleler uygulanmıştır:

1- Devlet başkanı elindeki esirleri, düşman tarafta bulunan esirlerle mübadele etmiştir. Böylece önce kendi vatandaşını kazasız belâsız kurtarma şansı elde etmiştir. Esir Müslümanları kurtarmak için elindeki esirleri fidye olarak kullanmıştır.

2- Devlet başkanı bu esirleri düşman tarafın kabul edilmez isteklerini ve anlaşma şartlarını reddetmek ve düşmanı barışa zorlamak için bir üstünlük gücü olarak kullanmıştır.

3- Devlet başkanı esirler içindeki ilim adamlarını, san'atkârları, meslek erbabını ve sair işe yarayan vasıflı insanları kendi ülkesinin imarında, eğitim ve öğretim işlerinde ve sair faydalı mesleklerde çalıştırmıştır. Faydalanma karşılığında esirleri azad etmiştir.

4- Eğer bu ön tedbirlerle düşman esirleri dağıtılmamış ise, son çare olarak bu köle ve cariyeler ekonomik güçlerinden istifade etmek ve birer insan olarak sosyal hukuku gözetilmek şartıyla-–yediklerinden yedirmek, giydiklerinden giydirmek, çalıştıklarında ücretleri eksiksiz verilmek, cariyelerle evlenildiğinde hürriyetlerine kavuşturmak gibi önemli insânî şartlara riâyet etmek kaydıyla—mücahitlere dağıtılmıştır.

Savaşta esir alınan kadın ancak ehl-i kitaptan olması ve bütün hukuku gözetilmek şartıyla kendisiyle evlenilebilir. Cariye, hür bir kadınla evlenebilecek kişi ile evlenemez. Hür kadın üzerine kuma olarak da alınamaz.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi: 92; Mücâdele Sûresi: 3.

2- Tevbe Sûresi: 60.

3- İbn-i Mâce, Itk, 2515/6.

4- Mâide Sûresi: 89; Tâc: 2/67.

5- Müslim, Eyman, 1657.

6- İbn-i Mâce, Diyât, 2663; Müslim, Eyman, 8.

12.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Tam da bu yüzden değişmeliydi


A+ | A-

İhtilâl ürünü 1982 Anayasasını eleştirmeyen neredeyse yok gibi. Herkes değiştirilmesi konusunda hemfikir. Ancak ne zaman değiştirilmeye kalkılsa sert tartışmalar oluyor. Bazılarının hassasiyetleri hemen depreşiyor. Yıllardır anayasanın neden değiştirilmesi gerektiği konusunda sayfalarca yazı yazıldı. Anti-demokratikliğinden, özgürlükleri kısıtladığından, darbe ürünü olduğundan bahsedildi.

1982 Anayasasında 16 kez değişiklik yapılıp toplam 85 maddesinin değiştirilmesine rağmen, bir türlü ihtilâlci ruhu değiştirilemedi. Geçen ay Meclis’te yaşanan sert tartışmalarla 28 maddesi değiştirilmişti. Değişiklikler bir adım olarak değerlendirilmiş, ama bu “ruh”un silinmesine yetmemişti. Bu değişikliğin üzerinden 7 gün geçtikten sonra CHP, DSP ve bağımsız milletvekillerinin imzalarıyla iptali ve yürütmesinin durdurulması isteğiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmuştu.

Anayasa Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesinin kendi yapısını da değiştiren anayasa değişikliğinin iptali istemli dâvâda, başvuruda bir eksiklik görmeyerek anayasaya aykırılık iddiasını oy çokluğuyla inceleme kararı verdi. Mahkeme’nin kararı duyurulurken, “şekil incelemesi yapılacağı” belirtildi. Mahkeme şimdi, anayasa değişikliğinin, anayasanın ilk 3 maddesindeki ilkelerle bağdaşıp bağdaşmadığını, değişikliğin bu ilkeleri değiştirmeye yönelik olup olmadığını inceleyecek. Bu ilkeye aykırılık tesbit ederse, devletin niteliğini tanımlayan bu maddelerin değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceğinden dolayı iptaline karar verebilecek.

Daha kısa süre önce Yüksek Mahkemenin, üniversitelerde başörtüsünün serbest hale getirilmesini sağladığı öne sürülen 10 ve 42. maddelerde yapılan değişikliği de anayasanın ilk üç maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti’nin laik devlet olduğu” ilkesine dayanarak iptal ettiği göz önüne alındığında “şekil yönünden” incelemesinden “esasa” girilmesi sürpriz olmayacak.

Değişiklik paketi ile ilgili dosya şimdi raportörde. Raportör raporunu hazırlayıp, (incelemenin Temmuz ayının ilk yarısında bitirileceği söyleniyor) Mahkeme Başkanlığına sunacak. Başkanın belirleyeceği günde başvuru karara bağlanacak. Anayasa Mahkemesinin paketin bazı maddelerini iptal etmesi halinde, iptal edilen bu düzenlemeler referanduma sunulan metinden çıkarılacak. Geri kalan maddeler için halk oylaması yapılacak.

Bunlar şimdilik normal prosedür olarak görülüyor.

Ancak, bazı hukukçular Mahkemenin paketin maddelerini ayıramayacağını söylerken, karşıt görüş ise ayırabileceğini söylüyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, önce anayasa değişikliği paketiyle ilgili, “Tamamını iptal etmek gibi bir şey söz konusu değil. 4-5 madde ile ilgili görüşülecek” demişti. Bu sözlerin “ihsas-ı rey” olacağının tartışılmasından sonra Kılıç, “Bana şekil yönünden bütünü iptal edilmezse esas yönünden paketin bütünü iptal edilebilir mi?” diye soruldu. Ben de dâvâ dilekçesine göre buna yanıt verdim” demişti.

Yani bu konuda bir netlik yok.

«««

İşte tam da bu sırada şunu söylemek mümkün: Anayasa tam da bu yüzden değiştirilmeli…

Anayasayı Meclisler yapar, Meclisler değiştirir. Demokrasilerde normal olan budur. Ancak 1982 Anayasasını yapan ihtilâlci zihniyet öyle karmaşık, antidemokratik bir anayasa metni hazırlamış ki, Meclis bazı maddeleri değiştirebiliyor, ama bazılarına kenarından dahi ilişemiyor. Çünkü “lastikli” diye tarif edilen şekilde hazırlanmış. Neresinden tutsanız sünüyor, sündürülüyor. Bunun örneklerine son birkaç yıl içinde çokça şahit olduk. 411 milletvekilinin oyuyla değiştirilen maddeler iptal edildi. “367” icat edildi.

Bu değişiklikle ilgili şimdi, Mahkemenin referandum gerçekleşmeden bir inceleme yapmasının hukukî olmadığını söyleyen de var, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, referandum sonrasına bırakmasının söz konusu olmayacağını söyleyen de…

Türkiye’de birçok anayasa hukukçusu var. Ancak her anayasa hukukçusunun anayasa ile ilgili değişik fikirleri, farklı yorumları olabiliyor.

Bir anayasa düşünün ki, bazı maddelerini değiştirmeniz yasak, hatta bunu teklif etmeniz bile yasak. Bu “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerin arasında son yıllarda pek gündeme gelmese de hazırda tutulan ve değişiklik tartışmalarında her zaman öne sürülen “laiklik” meselesi var. Bu laiklik kavramını da tıpkı anayasanın bazı maddelerinde olduğu gibi herkes farklı anlayabiliyor. “Bu kavramı netleştirelim, ‘din ile devlet işlerini ayırmak” olarak açık yazalım” dediğinizde suç işlemiş oluyorsunuz.

Anayasa öyle yazılmış ki, bu değişikliğin akıbetini bile kimse tahmin edemiyor. Herkesin yorumu farklı. Hukukçular metin üzerinde farklı yorumlar yapabiliyorsa, millet ne yapsın demek kalıyor sadece…

Şimdi 11 kişinin vereceği karar bekleniyor. Nasıl karar verirse versin, mutlaka hukukçular yine ikiye ayrılacaktır. İşte bu yüzden bu anayasa hepten değişmeliydi, ama olmadı, olamadı…

12.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Gündem zehirlenmesi…


A+ | A-

Son günlerin en sıcak gündemi şüphesiz, İsrail saldırısının ardından ABD’nin baskısıyla BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a yönelik “ağır yaptırımlar” kararı ve Türkiye’nin “ret” oyu. Diğer gündemler buna bağlı ele alınıyor…

Türkiye ve Brezilya’nın arabuluculuğuyla “İran’la uranyum takas anlaşması”nın ardından ABD’nin ısrarı ve dayatmasıyla “yaptırımlar”ın devreye sokulması, en başta Ankara’nın barış ve uzlaşma çabalarını tahrip etmekte.

Oysa, ABD daha önce “takas anlaşması”nı diyaloga kapı açan ve İran’la müzâkere zeminini temin eden güven arttırıcı tedbirler olarak uygun görmüş ve desteklemişti. Uluslararası Enerji Kurumu—önceki—Başkanı Muhammed Baradey’in teklifi ve ABD’nin “oluru”yla yapılan “takas anlaşması”na karşı, yine ABD’nin öncülüğünde “yaptırımlar”a gidilmesi, Amerikan yönetiminin “stratejik müttefiklik”ten sonra “model ortak” olarak tanımladığı Türkiye’yi uluslar arası arenada tam bir devre dışı bıraktırma ve açığa çıkarma oyunu…

Bu bakımdan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, Obama yönetiminin “üzüntü duyup” “hayal kırıklığı”yla kınadığı Türkiye’nin “hayır” oyunun “müzakere zeminini açık tuttuğu” yorumu, peşinen havada kalıyor.

Kısacası, bu emr-i vaki, ABD’nin Ortadoğu’da barış ve istikrar istemediğini ve “İsrail’in güvenliği”ni herşeye tercih ettiğini bir defa daha ortaya koyuyor.

Ve İsrail’in “yetersiz” bulduğu “yaptırımlar”, İran’la müzâkereyi değil, ABD ve işgal ortaklarının Irak ve Afganistan’a ilâveten İslâm dünyasında yeni bir küresel hegemonya ve çıkar cephesi açma ve ucu Şîi kuşağı-Sünnî ekseni çatışmasına varacak bölgesel büyük fitneyi alevlendirme maksadını deşifre ediyor…

TIRMANDIRILAN TERÖR VE TEHDİT!

Bu arada, yedi askerin şehid edildiği İskenderun saldırısının, İsrail’in Akdeniz’de resmî rakamlara göre dokuz kişiyi katledip yirmisini yaraladığı Mavi Marmara baskınıyla eş zamanlı olması, tartışmaları devam ediyor.

Kandil’deki terör örgütü elebaşılarından Karayılan’ın bizzat üstlenmesine karşı, iktidar partisi sözcülerinin “tesâdüf olmayacağı”nı söylediği, Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı’nın “mânidar” bulduğu ve en son Başbakan’ın “taşeronluk” nitelemesi, bu konudaki soru işâretlerini çoğaltıyor…

İstifhamların ortasında en son askerleri taşıyan otobüsü hedef alan mayın patlaması gibi, terör örgütünün mayın tuzakları, saldırıları ve çatışmalarla peşpeşe şehidler verilmesi, “açılım”ın ana amaçlarının başında gelen “terör örgütünün tasfiyesi”, “terörün bitmesi” ve “anaların gözyaşının dinmesi” söylemlerinin aksine, terör daha da tırmanmakta.

İmralı’dan “terörün azdırılacağı”, “büyük şehirlerde orta ölçekli isyanların baş göstereceği” tehditleri gelmekte. PKK’nın sivil yapılanması olan KCK operasyonlara karşı sokağa dökülen terör örgütü sempatizanlarının önüne geçen BDP temsilcilerinden, yeniden “İmralı’nın muhatap alınması” şartı koşulmakta. “Terör devam edecek” şantajıyla Terörle Mücadele Yasası’nın değiştirilmesi ve düzeltilmesi isteği garâbeti sergilenmekte! Ve bu vasatta güya “âcil düzenlemeler”in başında gelen, ancak aylardır sürüncemede bırakılan “taş atan çocuklarla ilgili tasarı” Meclis’in gündemine gelmekte.

ABD ve İsrail’in resmen desteklediği PKK’nın İran’a yönelik terör ve bölücülük yapan kolu PEJAK terör kamplarının İran savaş uçaklarınca bombalandığı ve Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlara hız verdiği süreçte Barzani’nin “Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başkanı” sıfatıyla “Irak ve bölgesel bayrağı olmadan” resmen karşılanması, oldukça anlamlı…

TARTIŞILACAK TASARILAR…

Bu hayhuyda Seçimlerin üzerinden aylar geçtiği halde hâlâ hükûmetin kurulmadığı siyasî bunalım ve kargaşa içindeki Irak’ta bir türlü istikrar sağlanamamakta…

Erbil’in Bağdat’a baş kaldırması, Kuzey Irak yerel yönetiminin ayrılıkçı tutumu, özellikle petrol ihâlelerinde merkezî hükûmeti takmaması, Türkiye’nin başta gelen kırmızı çizgilerinden olan Irak’ın bütünlüğü ve Kerkük’ün statüsünü yeniden tartışmaya açmakta…

Dış gündem gürültüsünde içte de fevkalâde önemli gelişmeler oluyor. En başta Anayasa Mahkemesi’nin “anayasa paketi”ni inceleme kararı, yeni tartışmaların habercisi. Yine yeni Maden Yasası, Meclis Genel Kurulu’nda. Görünen o ki maden arama-çıkarma ruhsatının kamudan (MTA’dan) özel sektör perdesinde ecnebilere peşkeş çekilmesi cihetiyle önümüzdeki dönemde çokça tartışılacak.

Keza hâlen Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurumu’nun usûlsüzlüklerini incelediği RTÜK yasası değişikliği tasarısı, Meclis komisyonunda. Yabancıların yayın kuruluşlarındaki hisselerinin yüzde 50’ye çıkarılmasını ve birden fazla yayın kuruluşuna ortak olmasını öngören bu tasarı da medyanın yabancı sektörün kontrolüne kayması açısından AKP iktidarının en çok tartışılacak icraatlarının başında gelecek…

Neticede hazırlıksız ve başarısız politikalar daha baştan gündemi zehirliyor. İran’la “takas anlaşması”nın zehirlenmesinde olduğu gibi…

12.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Doğru söylemeyen siyasetçi


A+ | A-

Yalan sözlerin ‘siyaset pazarı’nda fazlaca müşteri bulabildiğinin farkındayız, ama siyasetçilerin dillendirdikleri bazı ‘yalan’ları anlamakta yine de zorlanıyoruz. “Yapacağım, edeceğim” sözleriyle ifade edilen ‘yalan’ların maksadını anlamak belki mümkün; ama “dereler yukarı akıyor” anlamına gelecek “apaçık yalan”ları söylemek siyasetçi de olsa ‘insan’a yakışır mı?

CHP Genel Başkanlığına seçilen Kemal Kılıçdaroğlu, bir gazetecinin sorularını cevaplandırırken bazı doğru sözlerle beraber onlarca ‘yanlış’ ve bir de kocaman ‘yalan’ söylemiş. “27 Nisan muhtırasını onaylamıyoruz” diyen Kılıçdaroğlu, daha da önemli olarak “Genelkurmay Başkanı bakana bağlansın’ demiş. (Haber Türk g., 11 Haziran 2010)

Genelkurmay Başkanının “Başbakan”a bile bağlı olmadığı bir ülkede, “(Savunma) Bakanına bağlansın” demek elbette alkışlanır. Aynı şekilde “27 Nisan muhtırasını” onaylamamak da güzel bir hareket. Ancak hemen ifade edelim ki, “Benim darbem iyidir” anlayışını hatırlatan bir yaklaşımla, “bazı darbeler”i onaylamak da mümkün değildir. Hangi siyasî görüşe mensup olursa olsun “siyasetçi”den beklenen “bütün darbe ve muhtıralara kökten karşı olmak”tır. Bunu yapamayanların günümüz şartlarında iktidara gelme şansı yok demesek de zor göründüğünü söyleyebiliriz.

Gelelim, Kılıçdaroğlu’nun ‘yalan’ına. Görüşmenin ilgili bölümü gazetede şu şekilde yer almış: “Türkiye’de laiklik konusunda ne düşüyordu CHP lideri? Zira Avrupa’dan farklı olarak Türkiye’de laiklik, din ve devlet işlerini ayrı tutmaktan ziyade devletin dine bir şekilde egemen olduğu bir sistem üzerine oturuyor. ‘Dinin siyasete âlet edilmesine tamamıyla karşıyız ve bunu tehlikeli buluyoruz’ diyerek sorumuza çok da tatmin edici bir cevap vermeyen Kılıçdaroğlu, başörtüsü konusunda da oldukça muğlak konuştu. İktidara gelince üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldıracak mıydı? ‘Aslında böyle bir yasak yok. Bu mesele, siyasî emeller için kullanılmadığı takdirde herhangi bir problem yok. Doğal akış içerisinde çözülür. Kaldı ki üniversitelere başörtüsüyle giriliyor artık, yani problem yok.’” (Agg.)

Haziran 2010 tarihi itibarıyla “Aslında böyle bir yasak yok. (...) Üniversitelere başörtüsüyle giriliyor artık, yani problem yok” demek ‘doğru’nun yanından geçebilir mi? Kanunsuz başörtüsü yasağı ne zaman sona erdi de bizim haberimiz olmadı? Doğru olmayan bu beyan, aslında bir siyasetçi için intihar anlamına gelmeli. Milletin gözünün içine baka baka böyle bir beyanda bulunulabilir mi? Hadi üç beş kişiyi inandırdınız, her gün üniversite kapısına giden ve başı örtülü olduğu için içeri giremeyen binlerce öğrenci ve onların velilerini nasıl inandıracaksınız?

Kanunsuz olarak uygulanan bu yasak, geçen yıllara nisbetle bazı üniversite ya da fakültelerde gevşemiş olabilir. Meselâ, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi gibi bazı yerlerde bu yasak uygulanmıyor. Ama buna bakarak “Üniversitelerde başörtüsü yasağı sona erdi” denilemez ki? Sayın Kılıçdaroğlu, başörtüsü yasağı var mı, yok mu diye İstanbul Üniversitesi merkez binasına ya da başka herhangi bir üniversitenin kampüsüne gidip ‘test’ edebilir. Biz de onunla beraber gidip, ‘yasağın sona erdiğini’ görmek isteriz.

Elbette bu yasak sona erecek ve ermelidir. Ama devam eden kanunsuz bir yasağı ‘sona erdi’ diye anlatmak ve milleti yanıltmak siyasetçiye hiçbir şey kazandırmaz.

Bu beyanı, ‘mizah’ niyetiyle manşetlere taşımak belki de en iyisi...

12.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Paket AYM’de


A+ | A-

Meclisten geçip Cumhurbaşkanı onayını takiben Resmî Gazete’de yayınlandıktan hemen sonra CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürülen anayasa paketinde mahkeme ilk kararını verdi. Başvuruyu kabul etti ve “şekilden” inceleyeceğini açıkladı.

İktidar çevrelerinin ve bir kısım hukukçuların beklentisi, başvurunun reddi istikametindeydi.

Bu beklentinin dayanağı, “Paket Cumhurbaşkanınca halkoyuna sunulmak üzere onaylandı, dolayısıyla referandum yapılıp paket halk tarafından onaylanmadıkça yürürlüğe girmez ve bu süreç tamamlanmadan da paket Anayasa Mahkemesine götürülemez” değerlendirmesiydi.

AYM bu yoruma itibar etmeyip, iptal ve yürürlüğü durdurma talepli başvuruyu kabul etti.

2’ye karşı 9 oyla alınan bu kararın ardından, “şekilden inceleme”nin en geç Temmuz ayı içerisinde, hattâ bazı haberlere göre 5 Temmuz’da sonuçlandırılacağı söyleniyor. Karar en kısa zamanda verilmeli ki, belirsizlik ortadan kalksın.

Çünkü referandum süresini yarıya indiren yasal düzenlemeye itibar etmeyip paketin oylanacağı günü 12 Eylül olarak tayin eden Yüksek Seçim Kurulunun belirlediği takvime göre süreç işlemeye ve hazırlıklar yapılmaya devam ediyor.

Bunların hepsi masraf ve emek gerektiriyor.

Ama bir taraftan bunlar devam ederken, diğer taraftan “AYM’nin vereceği karar referandumun önünü keser mi?” suali ortada duruyor.

Bu sualin cevabı en kısa zamanda verilmeli.

Yapılacak “şeklen inceleme”de paketteki düzenlemelerin anayasaya aykırı olmadığı sonucuna varılırsa, CHP’nin iptal ve yürütmeyi durdurma talebi reddedilir, referandumun önü açılır.

Ama ilk görüşmede dâvânın kabul edilmesi, şu etapta bu ihtimali zayıflatmış gibi görünüyor.

Başka hangi ihtimaller söz konusu olabilir?

Orada, 9 kabul oyunun sahipleri arasında yer alan mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın kısa süre önce dile getirdiği ihtimaller gündeme gelebilir.

Bunlardan biri, başvuruda paketin tamamı için iptal gerekçesi olarak gösterilen—değişikliğin hükümet teklifi olarak verilmiş olması, ilk verilen şeklinde Meclis Başkanının da imzasının bulunması, gizli oylama kuralının ihlâl edilmesi gibi—usulsüzlük iddialarının yerinde görülmesi neticesinde, tümden iptali cihetine gidilmesi.

İlk görüşmede başvuru kabul edilirken, yürürlüğü durdurmaya gerek görülmemesi, bu ihtimalin de devre dışı olduğuna işaret sayılabilir.

Diğer ihtimal, özellikle Anayasa Mahkemesi ile HSYK’ya ilişkin düzenlemelerin, değiştirilemez maddelerdeki “hukuk devleti” ve başlangıç kısmındaki “kuvvet ayrılığı” ilkelerine aykırılık gerekçesiyle iptali. Ve bunun “esasa girmeden” şekil incelemesi üzerinden gerçekleştirilmesi.

Eğer karar bu yönde çıkarsa, referandum yine yapılır, ama paketteki diğer maddeler oylanır.

Ve böyle bir oylamada, özellikle bu iki maddeye itirazlarından dolayı pakete tavır alarak şimdiden “hayır” kampanyası açanlar, bu yaklaşımlarını değiştirerek “evet”e yönelebilirler.

Nitekim CHP, eski Başkanı Baykal’ın ağzından, “O iki maddeyi çıkarın, pakete biz de kabul oyu verelim” çağrısını defalarca tekrarlamıştı.

Ama söz konusu iki maddenin iptali durumunda AKP’nin tavrı ne olur, orası belli değil.

Bilindiği gibi, iktidar partisi paketin bilhassa üç maddesine özel bir önem veriyordu. Bunlardan parti kapatmayla ilgili olanı, Meclisteki ikinci tur oylamada 327 oyda kalarak düştü. Diğer iki madde de AYM engeline takıldığı takdirde, paketin kalan kısmı AKP’yi tatmin eder mi?

Yoksa referandumla birlikte aynı gün erken seçime gitme girişimleri mi gündeme getirilir?

Bütün bu soruların cevapları AYM’nin vereceği karara bağlı. O kararın ne olacağı ve—yine 2’ye 9 mu, 3’e 8 mi, 4’e 7 mi, yoksa 5’e 6 mı—nasıl bir oy dağılımı ile çıkacağı meçhul. Toto oynar gibi yapılan hesap, tahmin ve spekülasyonlara, karar belli olana kadar sabretmek zorundayız.

12.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.