Nimetullah AKAY |
|
Güzek kelâmlar ve mektuplar |
Kelâmların en güzeli Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kelâmlarıdır. Gerek Kitab-ı Kebîr-i Kâinattaki kelâmlar, gerekse Kur’ân-ı Azimüşşanındaki kelâmlar, idrak sahibi insanlar için, ruhları ulvîliklere çıkaran, insanı insan eden, kalpleri kirlerden temizleyip parlatan, vücuttaki zerrelere mânâ kazandıran, gerçek ifadesi mümkün olmayan güzel nağmelerdir. Evet Cuma hutbelerinde hatiplerce hep ifade edilen şu gerçeği tekrar hatırlayalım: “En doğru söz ve en beliğ nizam, hakikî mülk sahibi ve sonsuz ilim sahibi olan Allah’ın kelâmıdır.” Elbette Kâinat Hâlıkının kelâmını en güzel bir şekilde okuyan ve yaşayan Muhammed-i Arabî (asm) gelmiş geçmiş bütün insanlarının en güzelidir. O Kâinat Hâlıkının bahçesinin Bülbül-ü Zîşânıdır. O kalplerin aydınlığı, gözlerin feri, sevgililerin en sevgilisidir. Güzel olmak için onu sevmeli, onun yolunun tozu, gölgesinin takipçisi olunmalı. Elbette kim Allah’a ve Resûlü’ne (asm), yaşayış itibariyle ve düşünce kanalıyla yakın olsa o güzeldir. İnsanlar kurbiyetleri itibariyle, itaatleri nisbetinde güzel olmaktadırlar. Nefis ve şeytanlar insanları iyilik ve güzelliklerle buluşturtmaz, gözlerine güzel manzaraları göstertmez, kulaklarına “Rabbanî aşkları iras eden” nağmeleri dinlettirtmez. Ruhlar şeytanlarla yollarını kaybeder, kalbler günahlarla karalara bürünür, akıllar safsatalarla yolunu şaşırmış zavallılara dönüşür. “Her şey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbânîdir, bir ilânnâme-i İlâhîdir” diyor Bediüzzaman. Habib-i Rabbü’l-Âlemîn’den ders almış asrımızın imamı. Kur’ân nurlarını, sünnet şuâlarını Rabbim onun vasıtasıyla günümüze ve gönlümüze aksettirmiş. Bu sebeple Bediüzzaman da, onun Risâle-i Nur ismindeki eserleri de güzeldir. Çünkü orada “Rıza-i İlâhî” vardır. Çünkü o zat ve o eserler için “İhlâs” esastır. Bakınız Peygamberimiz (asm), şaşmaz ve şaşırtmaz rehberimiz, Lem’alar’da nasıl tavsif ediliyor: “... şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (asm) kâinatın manevî bir güneşi olduğu gibi; bu kâinat denilen Kur’ân-ı kebirin âyet-i kübrası ve Furkan-ı âzam’ın ism-i âzamı ve ism-i Ferdin cilve-i âzamının bir ayinesidir.” İşte buyurun kırlardaki güzel çiçekleri dermeye, kelâmların en güzelinin tefsirinde geçen gül güzelliğindeki ifadelere... Evet mânâsız kelime yoktur bu âlemde. Her şey bir yerlere mesaj göndermek içindir. Bahar ordugâhındaki neferler en güzel bir şekilde derin mânâlar ifade etmektedir düşünebilenlere... Bakınız “Kaside-i Rabbânî” tabiri ne güzel ifade etmektedir mahlûkatın nizam ve intizamını. “İlannâme-i İlâhî” ile de her şeyin Rabbimizin kudretinin ilânı olduğunu idrak ediyoruz... Torunum bile eline geçirip âfiyetle yediği meyvelere, “Bunlar bize mektuptur” demekte, gaflet perdesinden sıyrılmamıza yardımcı olmaktadır. Çocuk safiyetiyle kâinata bakalım. Okuyalım kelimelerin en güzellerini, dinleyelim kelâmların en yücesini... Gerçekten ne kadar çok mektup varmış çevremizde, ne kadar mânâ varmış yediklerimizde, ne kadar güzellikler varmış hayatımızda?.. Lütfen kandırmayalım kendimizi. Lütfen şımartmayalım nefsimizi... Bakınız ömrümüz hızla geçiyor. Güneş doğduktan sonra mutlaka batıyor, baharlar kalıcı kalmıyor, arkasından güz mevsimleri ölümü hatırlatıyor. Dün yaşadığımız gibi yarın yaşayamayabiliriz. Dün güldüysek yarın ağlayabiliriz. Bugün konuşabiliyoruz, evet ama yarın konuşmayı geride bırakabiliriz... Zannetmeyelim ki şeytanlar bizi unuttu. Sanmayalım ki nefsimizin hilelerinden kurtulabildik. “Su uyur düşman uyumaz”. Nefis ve şeytan son nefesimize kadar peşimizi bırakmaz. Dünyayı bize hep güzel gösterenlere, yüzümüze karşı bizi övenlere, hep nefsimizin hoşuna giden kelimelerle bize hitap edenlere aldanmayalım. Güzellikler Rabb-i Rahîm’e, çirkinlikler ise nefis ve şeytanlara aittir. Rabb-i Rahimin güzel kelâmlarıyla güzelleşelim, sadece Kur’ân yolunun yolcusu olalım. Ebedî saadeti bize kazandırmak için çırpınan, Rabbinden aldığı şefaat imtiyazıyla bizi kucaklamayı bekleyen bir Peygamberin (asm) ümmeti olmaktan daha büyük bir şeref olabilir mi? Elbette olamaz. Şereflerin en güzeli, Âlemlerin Rabbine ve Allah’ın Habibine aittir. Ne mutlu bu şereften nasibini alana... 24.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ergenlerle iletişim kurmanın yolları |
Bülûğ veya ergenlik çağı, kendine yer edinme çabalarının en üst seviyeye çıktığı, farklılıkların da hassasiyet kazandığı devredir. Ergenliğe ayak basmak üzere olan gençlerle sağlıklı ve rahat bir iletişim kurmak zorunludur. Aksi halde; kişilik kırılmaları, kaymaları ve sapmaları olur. Genç, fırtınaya tutulmuş bir gemi gibidir âdeta. İyi bir rehbere ve doğru bir pusulaya ihtiyacı vardır. O yaşa kadar çocuk, güvenliğini, anne-babanın her şeyi bildiği ve üstesinden geleceği inancından alır. Ergenlik çağında ise, bağımsızlık dürtüsü öne çıkar. Genç, anne-babayı beğenmemeye başlar, hattâ acımasızca eleştirir. Anne-babanın yerine, dayanacağı, aidiyet hissi duyacağı başka birilerini koymaya başlar. İşte bu durum, genç yanlış gruplaşmalara girebileceği için bir tehlike kaynağıdır. Bu dönem, iyi bir anne-baba genç münasebeti ile atlatılabilirse, genç, daha sonra kendisi için olumlu bir çizgi çizebilecektir. Fırtınalı dönemdeki genç, kimlik arayışı içerisindedir ve bunalım yaşamaktadır. Kimlik bunalımı içerisinde olan gencin, yalancı önderlere ve güç gösterilerine kapılması çok kolaydır.1 Acaba onlarla nasıl sağlıklı ilişki kurar; onlara nasıl yardımcı olabiliriz? Hangi davranışlarımıza olumlu, hangilerine olumsuz tepki verirler? - Hepimizin pek çok yönden farklı olduğumuzu kabul etmemiz gerekir: Yaratılışımız, biyolojimiz, kapasitemiz, psikolojimiz, algılarımız, kabiliyetlerimiz, ideâllerimiz, yetişme ortamımız, çevremiz, eğitimcilerimiz (bize etki eden unsurlar) farklıdır. Gençlerin farklılıklarını değiştirmeyin; geliştirin. - Tenkit, rencide ve alay etmekten uzak durun. - Yargılamayın. Duygularını paylaşın. - Baskı yapmayın. - Yapmalarını istemediğiniz davranışlardan siz de uzak durun. - Onlarla münâzarâ, müzâkere ve mütalâalar yapın; ama çatışarak tartışmayın. - İlgisizliğinize mazeretler uydurmayın, savunmaya geçmeyin; özür dileyin. - Problemlerini size anlattıklarında veya duygularını paylaşmak istediklerinde onları reddetmeyin. İşiniz onlardan önemli değildir. - Samimî, ihlâslı, dürüst olun; yapmacıklardan uzak durun. Nâzik olun, ses tonunuzu ona göre ayarlayın. Radar gibi kesinlikle duygularınızı hisseder, bakışlarınızı okurlar. - Anlayışlı, esprili olun. - Onları dinleyin. Anlamaya çalışın. Anlamak istediğinizi ve dinlediğinizi de onlara hissettirin. - Onlara yardımcı olmanın, eğitip terbiye etmenin bir angarya değil; göreviniz ve sorumluluğunuz olduğunu anlamalarını sağlayın. Onlara yaptıklarınızı başlarına kakmayın.
Dipnot: 1- Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Yeni Ümit, Ocak-Şubat-Mart, 2003, s. 47. 24.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İsm-i Kayyûm üzerine - 2 |
Abdullah Bey: “Otuzuncu Lem’a’nın Altıncı Nüktesine göre Kayyûm İsmi ve buna bağlı Kayyûmiyet sırrı ile İlâhî fiiller arasında ne gibi bir ilişki vardır?”
Kayyûmiyet sırrıyla en küçük bir îcad fiili, kendisinin doğrudan doğruya kâinât Hâlık’ının fiili olduğuna delâlet eden bir büyük sır taşımaktadır. Mevcûdâtta görünen bütün îcad fiilleri öyle bir keyfiyettedir ki, her şeyin, bilhassa hayat sahiplerinin, bütün kâinâtı görecek, bilecek ve kâinâta karşı münâsebetini tanıyacak ve temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini göstermektedir. Meselâ, arının îcâdına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle kendisinin Hâlık-ı Kâinâta mahsus olduğuna işâret eder: Birinci Cihet: Arının bütün emsâlinin, bütün yeryüzünde, aynı zamanda, aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki, bir tek arının îcâdı, ihâtalı ve bütün yeryüzünü kaplayan bir fiilin ucudur. Öyle ise bütün arıların mûcidi, fâili ve sahibi kim ise, o tek arının mûcidi, fâili ve sahibi de O’dur. İkinci Cihet: Bu tek arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının hayat şartlarını, duygularını ve kâinatla münâsebetini temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyâr lâzım geldiğinden; o tek arıyı îcâd eden zâtın, bütün kâinâta hükmü geçen Zât olması zarûrîdir. İkinci Şuâ: İki meseledir: Birinci Mesele: Yıldızların ve dev kürelerin kıyâmları, devamları ve bekâları Kayyûmiyet sırrı ile bağlıdır. Eğer Kayyûmiyet sırrı bir an yüzünü çevirse, bir kısmı yer yüzünden binler derece büyük milyonlar küreler sonsuz boşlukta dağılacaklar, birbirlerine çarpacaklar ve yokluğa dökülecekler. Havada tayyareler gibi muhteşem kasırları ve sarayları muntazaman ayakta durdurup gezdiren bir zâtın kayyûmiyet iktidarı, nasıl ki havadaki sarayların sebat, nizam ve intizamları ile anlaşılabilirse; Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâl’in de esîr maddesi içinde hadsiz semâvî cirimlere, sonsuz intizam ve mîzan içinde Kayyûmiyet sırrı ile bir kıyâm, bir bekâ ve bir devâm vererek, çoğunluğu Dünya’dan milyonlar defa büyük milyonlar dev küreleri direksiz, istinatsız, dayanaksız ve boşlukta durdurmakla berâber; her birini bir vazîfe ile tavzif edip gâyet muhteşem bir ordu şeklinde “Ol!” emrinden gelen fermanlara tam bir itaatle boyun eğdirmesi, Kayyûmiyet sırrının âzamî cilvesine eşsiz bir ölçü teşkil etmektedir. Her bir varlığın zerreleri ve canlıların hücreleri dahi, yıldızlar gibi Kayyûmiyet sırrı ile kâim bulunmakta, o sır ile dağılmaktan muhafaza edilmekte, o sır ile hayat için bekâ bulmakta ve o sır ile varlıkları devam etmektedir. Hadsiz zerreler, hadsiz dilleriyle Kayyûmiyet sırrını îlan etmektedirler.1 İkinci Mesele: Her şeyin vücudunun hikmeti, vücudunun gâyesi, hilkatinin faydası ve hayatının netîcesi üçer nev'îdir: Birinci Nev'î: Kendine, insana ve insanın menfaat ve maslahatlarına bakar. İkinci Nev'î: Her şey; bütün şuur sahipleri mütalâa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelâl’in isimlerinin cilvesini bildirecek birer âyet, birer mektup, birer kitap, birer kasîde hükmündedir ki, mânâlarını hadsiz okuyucularına ifâde eder. Üçüncü Nev'î: Her şey; Sâni-i Zülcelâl’e âittir, O’na bakar. Sâni-i Zülcelâl, Kendi acâip san'atlarını Kendisi temâşâ eder; Kendi isimlerinin cilvelerine Kendi eserlerinde bakar. Her şeyin, bu sırra ulaşması için bir saniye kadar yaşaması kâfidir. İnşâallah yarın devam edelim.
Dipnot: 1- Lem’alar, s. 337. 24.05.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (10) |
Necip Fazıl ve Büyük Doğu
Suâl: 1950'li Yakın tarihimizin gerek fikrî ve ideolojik, gerekse içtimaî ve siyasî hayatı itibariyle fevkalâde önemli şahsiyet olan Necip Fazıl ve onun başında bulunduğu Büyük Doğu Cemiyeti hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap: Necip Fazıl (1924–1983), yaşadığı dönem itibariyle kendini çok iyi yetiştirmiş şair, edib ve hatip bir şahsiyettir. Aynı zamanda, Türk fikir ve siyaset hayatını çok yakından ve derinlemesine etkilemiş, önemli bir ideologtur. "İdeolojya Örgüsü", onun en gözde eserlerinden biridir. (Hatta, denilebilir ki: Bugün iktidarda olan partinin çekirdek kadrosunda bulunanların çoğu, Necip Fazıl'ın rahle–i tedrisinden geçmiş kimselerdir. Bu noktada kendi beyan ve hatıraları var.) Necip Fazıl, 1943 yılında, 20 küsûr yıldır İstanbul'da mûkim Şeyh Abdülhakim Arvasî (1865–1943) ile tanışması, onun hayatında bir dönüm noktasını teşkil etti. Şeyh Arvasî'ye mürid ve talebe olduktan sonra, eski hayatını terk ederek, hidayet dairesine adım attı. Risâlelerde "İstanbul'daki ihtiyar zât" diye de kendisinden bahsedilen Arvasî Hoca ile irtibat ve görüşmesi fazla uzun sürmedi. Zira, "Efendim" diye hitap ederek ziyadesiyle bağlandığı hocası, aynı yılın Kasım ayı sonlarında vefat etti. Sürgün olarak gönderildiği Ankara'da 27 Kasım 1943'te vefat eden Arvasî, buraya çok kısa bir süre önce İzmir'den gelmişti. İzmir'e ise, İstanbul'dan sevk edilmişti. İstanbul'da tutuklanıp İzmir'e sürgün edilmesi tarihini, Necip Fazıl, Eylül ayı ortaları şeklinde kaydediyor. Kendi ifadesine göre, 17 Eylül 1943'te çıkan Büyük Doğu Mecmuasının ilk nüshasını heyecan ile Eyüb'e götürüp hocasına göstermek istemiş, ancak hocasının 24 kişiyle birlikte tutuklanıp Anadolu'ya sürgüne gönderildikleri haberiyle sarsılmış. Seksen yıllık hayatında ilk kez tutuklanan Şeyh Arvasî'nin sürgün hayatı, yaklaşık 50 gün sürdü. Önce İzmir'in en rutubetli, en ufunetli bir yerine, ardından ricâ–minnetle Ankara'ya gönderiliyor. Gittikten birkaç gün sonra vefat ediyor. Yakındaki Bağlum Köyünün kabristanına defnediliyor. Oysa, yıllarca İstanbul'daki Eyyûb Sultan, Fâtih, Yavuz Selim, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsülerinde serbest şekilde vaazlar veren Arvasî Hoca, kendi talebe ve hizmetkârlarının da ikrarıyla "Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi." (Gülistan dergisi, 43. Sayı, Temmuz 2004 Ancak, buna rağmen, 1943 yılı Sonbaharında, hükûmet eliyle Türkiye genelinde dindarlara karşı büyük bir operasyon başlatıldı. Bu operasyonun asıl hedefi, Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleriydi. Gerekçe, kànun yoluyla yasaklayamadıkları Ayetü'l–Kübrâ isimli risâlenin neşredilmesiydi. Bu risâle, gizlice İstanbul'da bir matbaada basılmıştı. Hiddete gelen o dönemin hükûmeti, bu işte dahli, ya da ihmâli olan herkesi hedefe koymuştu. Bediüzzaman ve 126 talebesini Denizli Hapishanesine sevk eden devrin ceberrut idarecileri, o tarihe kadar hemen hiçbir vukuatı olmayan ve hiç karışmadıkları Şeyh Arvasî ile 24 talebesini de sürgün yoluyla cezalandırma cihetine gitti. Bu noktada, 13. Şuâ'da zikredilen şu ifade, fevkalâde dikkat çekici: "...Bir seneden beri, gayet dikkatle içimize casusları sokan ve safdil ve cür'etkâr talebelerin ifşaatını zapteden ve bil'iltizam bizi perişan ve mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal eden, hattâ aleyhimize Şeyh Abdülhakîm'i sevk ettikleri halde, onu ve Şeyh Abdülbâki'yi ve bana ara sıra itiraz eden Şeyh Süleyman'ı bizim gibi perişan eden adamlara karşı inkârlarınız ve kaçmanız, onların kanaati vicdaniye dedikleri düşüncelerinde beş para etmez." (Şuâlar, s. 289.)
Hocasına bağlılık ve medihnâme
Necip Fazıl, "Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!" diyerek ondan sitayişle bahsettiği hocası Şeyh Arvasî'ye ziyadesiyle bağlıdır. Ayrıca, onu alabildiğine methetmekte de bir beis olmadığını, hatta ziyade övgünün kabul ettiği meşrebin gereği olduğunu ifade eder. (Son Devrin Din Mazlumları) İşte o övgülerden bazı satırlar:
Efendim! Benim Efendim!
Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız; Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!
"Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah'ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağhysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim... Düşünsünler farkı!.. "Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiçbir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah'ı zikrederken görüyorum. "Yirmidokuz yıl değil, iki bin dokuz yüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen... Ruhun gibi kalbin de mahfuz... Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah'ın izniyle her tarafta ve benim yanımda... "Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum. "Ama bu Kapı'ya beni köpek diye yazan, bu gemiye paspas diye alan sen, kabul etmez misin ki, 'O Kapı'nın köpeği' ve 'O geminin paspası' olmak rütbesinin üstüne bu dünyada paye yoktur? "Allah bana, Bağlum köyünün yalçın ve çıplak mezarlığında, namsız ve nişansız bir taş altında, başım onun ayaklarına doğru gömülmeyi nasip etsin." (Bkz: "O ve Ben" ile Age.) Necip Fazıl "Son Devrin Din Mazlumları" isimli eserinde Bediüzzaman Said Nursî'den de genişçe söz ediyor. Bu kısma da bir sonraki yazıda değinmeye çalışalım. (Devamı var) 24.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Siyasetin ıslâhı… |
Bediüzzaman, siyasetin millet nezdinde itibar kazanması için öncelikle milletin inanç ve mânevî değerlerine saygılı olması gereğini bildirir. Tek parti devrinde “dinden tecrid” politikalarıyla devleti lâdini (din dışı) esaslar üzerine oturtmaya uğraşan Halk Partisi’nin ve diğer bütün siyasî partilerin siyaseten iflâhının dinle ve milletin değerleriyle barışmak olduğunu daha baştan belirtir. Bunun içindir ki uzun yıllar Halk Partisi’nde parti müfettişliğinden genel başkanvekilliğine kadar önemli görevler yapmış, çeşitli idarî kadamelerde ve muhtelif bakanlıklarda bulunmuş, 1920’de İstanbul’da Osmanlı Meclis-i Mebusanına seçilmiş Cumhuriyet dönemi siyaset ve devlet adamlarından zamanın Halk Partisi Kâtib-i Umûmumisi (Genel Sekreteri) Hilmi Uran’a 1947 sonlarına doğru “Eski Dahiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umûmisi Hilmi Bey” hitabıyla yazdığı mektupta, bu hususu açıkça bildirir. (Emirdağ Lâhikası-190-191) Bin seneden beri İslâm âlemini bayraktarlığı ve kahramanlığı ile memnun edip birliğini temin ettiğini eden bu milletin şanlı tarihinde olduğu yine kahramancasına Kur’ân’a ve hakikatlerine sahip çıkmasının önemini izâh eder. Halk Partisini, “din zararına olan medeniyetin propagandası”ndan sakındırır. İslâm dünyasındaki sömürgeci zâlim güçlerin sömürgeleri kendilerine bağlamak için “merkez-i İslâmiye” dediği bu ülke ile Müslüman ülkelerin arasını bozma ve birbirine düşman etme plânını güttüğünü nazara verir. Bu tuzağa karşı dikkate dâvet eder.
DİNLE VE MİLLETLE BARIŞMA… Bunun içindir ki açık açık rejimi din ve mâneviyat bigâneliğine dayandıran tek parti dönemi siyasetin, tahripkâr fitnelerle tefrika ve zafiyet veren cereyanlara mağlup olacağını uyarır. Bu “deşetli akıbet”e karşı, “İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mâzideki şerefini İslâmiyette bulmuş millet” anlayışının ancak dayanabileceğini önerir. Bozuk Batı medeniyeti yerine, “bu milletin hâmiyetperverleri ve milliyetperverleri” olarak “herşeyden evvel bu mümteziç (kaynaşmış)-müttehid (birleşmiş) milliyetin can damarı hükmünde olan” Kur’ân terbiyesinin tercih edilmesinin lüzûmunu beyân eder… Bu sebeple, “şimdiye kadar umumî harp ve sâir inkılâpların icbarıyla (zoruyla) yapılan “inkılâp kusurları”nı üç dört adama verip bundan böyle sahip çıkılmamasını, özellikle dinî değerler hakkındaki tahribatların tâmire çalışılmasını tavsiye eder. Bunun istikbâlde kendileri için çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza kefaret olacağını kaydeder. Böylece “vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hâmiyetperver nâmına müstehak olursunuz” istikametini verir. Halk Partisi’ni, çeyrek asrı aşkın sürdürdüğü “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhâfaza ve üç-dört şahsın inkılâp nâmında yaptıkları icraatı esas tutma” bu yanlışlardan vazgeçip dinle ve milletle barışmaya çağırır. Aksi halde İslâm âleminin muhabbet ve kardeşliği yerine dehşetli nefretine muhatap olunacağını milletin parçalanma ve dinsizlik cereyanlarının istilâsına mâruz kalma tehlikesiyle kalacağını ikaz eder. “Milletin yüzde doksanının bin seneden beri ruh ve kalple bağlandığı İslâmiyetin inanç ve kültür değerleri”ne muhalefetini sürdürmesi halinde, Halk Partisi’nin halk nezdinde sürekli muhalefette kalacağını ve siyasette de başarılı olamayacağını haber verir.
BÜTÜN SİYASETE TAVSİYELER… Mektubunda yirmi yıl boyunca kendisine yapılan işkenceleri ve kanun dışı muamelelerin arkasındaki maksadı deşifre eden Bediüzzaman, siyasete sürekli “Birinin hatasıyla akrabası, partidaşı, yakınları mesul olmaz” mânâsındaki âyet-i kerimenin tefsirini hatırlatır. “İnadçı ve garazkârene siyaset”tin içteki ve dıştaki zararlarını anlatır. (Emirdağ Lâhikası, 45) Aslında bu tavsiyelerini sadece Halk Partisi’ne değil, başta Demokrat Parti’ye, Millet Parti olmak üzere bütün siyasete yapar. Devletin ve bütün partilerin vatana ve millete hizmet için öncelikle milletin inanç ve değerlerine sahip çıkası gerektiğini, “particilik taraftarlığı” ve siyasî mülâhazalarla değerleri ayrıştırıp çatıştırmanın ve değerler üzerindeki siyasetin gerçek adalet ve kardeşliği sağlayamadığı, vatandaşların bir kısmını “ikinci sınıf” konumuna ittiği için dışlayacağını ve dışa karşı temel meselelerde ihtilâfla millet irâdesinde çatallaşmaya sebebiyet verdireceğini uyarır. “İttifaksızlıktan gelen zâfiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına” kapı açacağını, “ecnebinin ehemmiyetsiz, muvakkat (geçici) yardımlarına karşı acîb siyasî rüşvetler”e mecbur edip “hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına zemin hazırlanacağı” vartasını haber verir. (Tarihçe-i Hayat, 320) İslâmiyetin bu temel esasının dinlenilmemesinin sosyal cemiyet hayatını tamamen zir-û zeber (darmadağınık) eden bir zehir olduğunu, hakikî adalet, emniyet ve âsâyişin ancak bu Kur’ânî düsturlara bağlı kalınarak temin edilebileceğini ifâde eder. (Tarihçe-i Hayat, 534-535) Siyasetin ıslâhı ve iflâhı, Bediüzzaman’ın temel Kur’ânî tavsiyelerinde… 24.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Komşu komşunun külüne muhtaçtır |
HHani derler ya… Ev alma komşu al… Ne doğru bir lâf. Kötü komşu… Ne rahat bırakır ne huzur. Hayatı zindan eder.Tek çare kalır… Terk-i diyar etmek. Milletlerin böyle bir şansı yoktur. Birbirlerine mahkûmdurlar. Hoşlanmasalar da, darılsalar da, dövüşseler de aynı coğrafyayı paylaşmak zorundadırlar. Bazı ülkelerin komşusu azdır. Ülkemiz ise Karadeniz’de kıyısı olanları da hesaba katarsak komşudan yana zengin. Ne yazık ki irili ufaklı sorunlar da yaşanıyor. En başta da Yunanistanla. Kıta sahanlığı… Hava sahası… Adalar… Batı Trakya… Kıbrıs… Yıllardır çözülmeyen bu sorunlar dolayısıyla zaman zaman savaşın eşiğine bile geliyoruz. Bu yüzden iki taraf da silâhlanıyor. Yunanistan Avrupa’da silâhlanmaya en çok para harcayan ülke. Son iki yılda 13,4 milyar euro bu uğurda sarf edilmiş. Türkiye de aşağı kalmıyor. Bu yarışta kazanan Alman silâh şirketleri. Her gün jetler Ege üzerinde uçuyor. Bir uçuş ortalama 150 bin euro’ya mal oluyor. İki ülke arasındaki anlaşmazlıkları görüşmek üzere geçtiğimiz hafta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 300 kişilik bakan, bürokrat ve iş adamı heyetiyle Atina’ya çıkartma yaptı. Finans, enerji, turizm gibi sektörleri kapsayan 22 anlaşma imzalandı. Amaç 2,5 milyar dolara düşen dış ticaret hacmini 5 milyar euroya yükseltmek. Başbakanın bu ziyaretiyle koordineli olarak İstanbul Ticaret Odası da 17 Mayıs’ta 200 üyesi, milletvekilleri, bürokratlar ve üniversite hocalarının katılımıyla Batı Trakya’nın Gümülcine şehrinde 18. dönem 3. Çalışma Toplantısını gerçekleştirdi. Basını temsilen biz de dâvetliydik. Başkan Murat Yalçıntaş, düzenlediği basın toplantısında; Türkiye ile Yunanistan arasındaki işbirliği ve ekonomik dayanışmayı arttırmayı amaçladıklarını ifade ederek Batı Trakya’nın yeni yatırımlar için önemli bir nokta olduğunun altını çizdi. Ayrıca bu bölgeden İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde okumak isteyen her gence burs imkânları seferber edileceği sözünü verdi. Bu büyük organizasyonu gerçekleştiren Murat Yalçıntaş’ı ve ekibini alkışlıyoruz, hem tanıtım hem de ticarî açıdan çok yararlı olan dış dünyaya yönelik bu tür faaliyetlerin sürdürülmesini diliyoruz. Ziyaretimiz sırasında Yunan-Türk iş adamları hayvancılık, tarım, turizm alanlarında işbirliği imkânlarını araştırdılar. Özellikle hayvancılık konusunda ortak yatırımlar ülkemizin et sorununa çare olabilir. İzlenimlerimize gelince; Batı Trakya Türkleri anayurttan gelenleri büyük bir heyecanla karşılıyor ve bağırlarına basıyor. İzzet ikramda sınır yok. Dinî ve millî değerlere sımsıkı bağlılar. Kozlubekir Camii’nde miniklerin sesinden yansıyan müthiş Kur’ân ziyafeti duygularımızı zirveye taşıdı, gözlerimiz yaşardı. Güzel Kur’ân okuma yarışmasının birincilik ödül töreninde konuşan Gümülcine milletvekili Ahmet Hacı Osman; “Anayurttan gelen kardeşleriyle birlikte olmaktan dolayı mutlu olduklarını” dile getirdi. Başta Gümülcine Başkonsolosumuz Mustafa Sarnıç olmak üzere bizi en mükemmel şekilde ağırlayan dostlarımıza teşekkür ediyoruz. Bu arada Batı Trakya’da yaşayan soydaşlarımızın sorunlarını dinlemek fırsatını bulduk. Etnik kimlik, eğitim, ekonomik, müftülük, haymatlos başlıcaları. Yunanlıların, Lozan Antlaşması’nda “Türk Azınlığı” ifadesinin yer almadığını ileri sürerek Türkleri “Müslüman Azınlık” olarak tanımlamalarından üzüntü duyuyorlar. Halbuki İstanbul’da Balıklı Rum Hastanesi, Rum Zografyon Lisesi gibi isimler rahatça kullanılıyor. Araç gereç eksikliği, Türkiye’den gelen öğretmen sayısında azalma eğitimde sıkıntıya yol açıyor. Ekonomik durumları Yunanlılara göre geri. Öyle ki bölge Türkiye’nin güneydoğusu gibi. Atina bölgesinde GSMH kişi başına 22 bin euro iken Batı Trakya’da 8 bin euro. Genelde Türkler işçi, çiftçi; Yunanlılar patron. Eskiden tablo tersineymiş. Uzun yıllar imar izni, mal ve mülk edinme hakkı verilmediğinden bu duruma düşülmüş. Bir diğer dertte, Türklerin İskeçe ve Gümülcine’de müftülerini seçememesi. Müftüleri Yunan Hükümeti atıyor. Bu sebeple bir atanmış bir de seçilmiş müftüleri var. Bütün bu sorunların temelinde korku ve güvensizlik yatıyor. Ticarî ve kültürel ilişkiler geliştikçe ortam yumuşayacaktır. Unutmayalım ki komşu komşunun külüne muhtaçtır. Neticede bu ziyaretten olumlu ve umutlu döndük. Seyahatimiz karayoluyla gerçekleşti. Sınır kapısından ülkemize girerken dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız özgürlüğümüzü simgeliyordu. Devamlı eleştirsek de, kızsak da Türk Bayrağı altında yaşamanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu bu seyahat dönüşü çok daha iyi anladık. 24.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Alkışlar yeter mi? |
33. ‘kurultay’ını düzenleyen Cumhuriyet Halk Partisi yeni genel başkanına kavuştu. Bir ay önce gündemde olmayan bir isim, sürpriz şekilde CHP’ye, yani dünün ‘Tek Parti’sine genel başkan oldu. Bize, “Halk Parti’liler sevinsin” demek düşer. Yeni Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk bakışta CHP’ye ‘taze kan’ verdiği söylense de, bunun pek de inandırıcı olmadığı ortada. Partinin ‘yenilendiği’ni söylemek zor. Bilinen CHP kadroları yine işbaşında. Bu demek değil ki “CHP baştanaşağı yeni yöneticileri işbaşına getirsin!” Ancak bilinmelidir ki sadece genel başkan değiştirerek iktidar olmak mümkün değil. Yılların ‘kurt politikacısı’ Deniz Baykal’ın bir kaset marifetiyle devre dışı bırakılması ve partisinin neredeyse bir günde onu tamamen unutması, sahnedeki siyasetçilerin ibret alması gereken bir hal olsa gerek. Meselâ, CHP kongresi bir ay önce yapılmış olsaydı böyle bir netice çıkmasına ihtimal verilir miydi? Dün Baykal’a oy vermesi beklenen delegenin, bir anda yeni bir isme ve üstelik de ‘ittifak’la evet demesi siyasette ‘vefa’nın olmadığını da göstermez mi? O halde herkes gibi bütün siyasetçiler de “Ne oldum” değil, “Ne olacağım” demeli ve ona göre adım atmalı. En güçlü göründükleri anda ‘sıfır’la çarpılmaları mümkün. Elbette aynı şey, iktidarda olanlar için de geçerli. Acaba yeni genel başkan Kılıçdaroğlu’nun kongrede yaptığı konuşma, delege ve partililere ‘gaz verme’ dışında bir anlam taşıyacak mı? Sadece alkış ve vaadlerle bir yere varmak mümkün mü? Üstelik Kılıçdaroğlu’nun sözlerinde ‘yeni’ olan bir husus gören oldu mu? İnanın, bazı sözleri 1980 öncesinin CHP sloganlarından farklı değildi! Sanki o günün Karaoğlan’ı kürsüye çıkmış ve “Ne ezilen ne ezen, insanca hakça bir düzen” diyordu. Elbette her ‘yeni’nin bir cazip yönü olur ve bu lider değişimi ister istemez CHP’ye bir miktar ‘kararsız/ yüzer gezer oy’ çekebilir. Ama bu oyların hem kalıcı olması hem de CHP’yi iktidara taşıması mümkün değildir. Bu bakımdan CHP’nin yeni yöneticileri medyanın rüzgârını fazla ciddiye almasalar kendileri açısından iyi ederler. Kılıçdaroğlu’nun sıklıkla tekrarladığı “Yoksulluk bitecek” ya da “Çocuklar aç olarak yatağa girmeyecek” sözlerinin CHP eliyle gerçekleşmesi acaba mümkün mü? İhtimal vermiyoruz, çünkü CHP oldum olası yolsuzluk ve yoksullukla birlikte hatırlanan bir siyasî geçmişe sahip. Bunu hatırlatırken hem ‘Tek Parti’ devrindeki iktidar günlerini hem de sonraki yıllarda idare ettikleri Türkiye’yi unutmamak lâzım. CHP’nin kesintisiz olarak Türkiye’yi idare ettiği 1950 öncesi baştansona yoksulluk ve yolsuzluk örnekleriyle doludur. Hadi o yıllarda “Dünya savaşları vardı” bahanesine sığınılsın, 1980 öncesi ve sonrasındaki iktidar ortaklıkları yıllarında farklı bir tablo ile karşılaşılabilir mi? Bu parti, ellerinde bulundurduğu ‘mahallî idareler’ de de büyük çoğunlukla iyi örnek olamamış ve yolsuzluk ve yoksullukla birlikte hatırlanmıştır. CHP gerçek anlamda bir parti olmak istiyorsa, en önce milletin değerleriyle barışmayı gündemine almalıdır. Bu yapılmadan sadece lider değiştirerek ya da alkış toplayarak bir yere varmak mümkün değil. “Yeni genel başkan bunu yapacak” diyen varsa buna sadece seviniriz. Bekleyelim ve görelim: Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler... 24.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Somali Konferansının ardından |
Uluslar arası Somali Konferansı İstanbul’da yapıldı. Türkiye, Afrika’nın bu en çok acı çeken yoksul ülkesine elini uzattı. Elli beş ülke ve uluslar arası örgütlerin temsilcileri katıldı konferansa. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Mun Somali’de güvenliğin sağlanması ve bunun korsanlığın sona erdirilmesine katkısı üzerinde durdu. Ancak toplantıyı özetleyen sözler bir gazetecinin “konferans pratikte bir şeyler verdi mi?” sorusuna verdiği cevap oldu: “Vaatler verildi, bunların pratiğe dönüşmesi gerekiyor. Uluslar arası düzeyde uygulamaya geçeceği konusunda işaretler var” dedi. Yani maalesef konferans, dünyanın dikkatinin Somali’deki duruma bir kez daha çekilmesi, sorunların ve çözüm yollarının altının çizilmesinden başka somut bir sonuç doğurmadı. Aslında çözümün BM aracılığıyla gerçekleştirilemeyeceği, zeminde iç savaşın tarafı olanları dinleyecek bir yapının müdahalesinin gerektiği, ama bunlardan da önemlisi Etiyopya ve ABD gibi eli sürekli Somali’yi karıştıran ülkelerin buradan elini çekmesinin sağlanmasının önemi biliniyor. Fakat bunların bu konferansta dile getirilmesi mümkün değildi. Somali’deki durumu iki sözcük özetliyor: Can korkusu ve yoksulluk. İngilizler ve İtalyanlar dahil o kadar çok Batılı ülke sömürmüş ki, kaynaklarının önemli bir kısmı ellerinden gitmiş. Yoksulluğu Somalililer şu sözlerle ifade ediyorlar: "Azrail Somalilinin evine gelse canını alacak kimse bulamaz”. Sekiz milyon nüfuslü ülkede 1,4 milyon kişi yerlerinden edilmiş, 3 milyon kişi tamamen yardımlarla yaşıyor. Gelen yardımların çoğu da rakip güçlerin elinde kayboluyor. Dünyanın koskoca ülkeleri deniz korsanlığı ile başa çıkamıyor. Güya küçücük teknelerle gelen Somalili korsanlar koskoca gemileri ele geçiriyor ve istedikleri fidyeyi almadan bırakmıyor. Durumun böyle olmadığı, işin ardında ülkedeki savaş ağaları ve onların ardındaki yabancı güçler olduğu biliniyor. Bu Konferansta Ban Ki Mon güzel bir söz söylüyordu: “karadaki korsanlık sorunu çözülmeden, denizdeki korsanlık sorunu çözülmez”. Bunu çözmek de Afrika Birliği’nin bu konudaki çabalarının desteklenmesinde, ülkeyi karıştırmakta yarar görenlerin ikna edilmesinde yatıyor. Türkiye, Somali güvenlik güçlerinin eğitimi yoluyla katkıda bulunmayı planlıyor. Peki hangi güvenlik güçleri? Ülkede asıl gücün ülkeyi bölmüş olan savaş ağalarının elinde olduğu dikkate alındığında, bunları kontrol altına almadan güçlü bir merkezi hükümet kurulması mümkün değil. Bu şartlar altında sorunu çözmek de çok kolay görünmüyor. Kısacası; Uluslar arası Somali Konferansı bol bol dostluk mesajlarının verildiği, ancak somut bir adımın atılamadığı, Türkiye’nin Afrika’nın bu talihsiz ülkesine önem verdiğini gösterdiği bir dostluk toplantı olarak hatırlanacak. Hükümet de bu tür konferanslar ile soruna çözüm bulunamayacağını görmüş oldu. Somut katkı; bizzat ikili görüşmelerle mevcut tarafları uzlaştırıcı yöntemler bulmakla, TİKA’nın bu güçlerin onayı ile yoksul halka hizmet ulaştırmasını sağlamakla gerçekleşebilir. 24.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Toplantı haftası |
Son olarak geçen hafta hatırlattığımız gibi, 2010 bahar dönemi temsilciler toplantımız 29 Mayıs Cumartesi günü, yani bu hafta sonu yine İstanbul’daki gazete binamızda yapılacak. Toplantıda, birimler adına hazırlanan raporlar sunulacak, geçen dönemdeki hizmetler gözden geçirilip değerlendirilecek ve bir sonraki döneme ilişkin hizmetler için de ön hazırlık mahiyetinde istişarelerde bulunulacak. Hafta sonunda bütün temsilcilerimizi bekliyor, şimdiden toplantının hayırlı neticelere vesile olmasını Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz. Görüşmek üzere. *** Bu vesileyle, Kasım toplantısından bu yana gazete olarak yaptığımız çalışmalardan bazılarını kısaca hatırlatmakta fayda görüyoruz. * Demokratik açılım meselesini Üstadın görüşleri ışığında tahlil eden bir broşür neşrettik. Broşür çok sayıda internet sitesinde, bazı gazete ve TV kanallarında haber konusu oldu. Konuyla ilgili olarak bazı TV kanallarına davet edilip görüşlerimizi bir ölçüde ifade ettik, ama bu davetlerin arkası gelmedi. * Yayınlarımızda demokratik açılımın ancak Said Nursî ile başarılabileceği mesajını ısrarla vurgulamaya devam ederken, Kemalizmin referans alınması halinde hiçbir yere varılamayacağına dikkat çektik. * Üstadı 50. vefat yıldönümünde rahmetle yad ettiğimiz 23 Mart’ta “Aydınların gözüyle Said Nursî” ilâvesi verdik. 70’lı yıllarda yapılan “Aydınlar konuşuyor” çalışmasının 2010’da gerçekleşen daha küçük çaplı versiyonu olarak hazırlanan ek büyük ilgi ve takdirle karşılandı. * Üstadı anma toplantılarında verilen ana mesajları “Kemalizm tıkadı, çıkış Risale-i Nur’da; barışçı çözüm Said Nursî’de; Bediüzzaman’ın fikirleri hâlâ tazeliğini koruyor; Açılım Said Nursî ile topluma mal olur” gibi manşetlerle ilân ettik. * 41. yılımıza girdiğimiz 21 Şubat’ta Yeni Asya’daki Üstad ve Risale-i Nur manşetlerini bir araya getirerek hatırlatan bir ek hazırladık. Böylece Risale-i Nur-Yeni Asya bütünlüğünü ve Yeni Asya’nın “Risale-i Nur’u matbuat lisanıyla konuşturma” misyonundaki rolünü bir defa daha dikkatlere sunduk. * Gazeteyle birlikte Aralık ayında Hastalar, Ocak’ta Uhuvvet ve geçtiğimiz 20 Mayıs’ta Tabiat Risalelerini hediye ettik. * 28 Şubat ürünü EMASYA protokolünün iptali gerektiğini manşetten ilân eden ilk gazete biz olduk. Kısa süre sonra protokolün yürürlükten kaldırıldığı açıklandı. Ancak bu adımın yeterli olmadığını, protokolün dayandığı İl İdaresi Kanunundaki ilgili maddenin de kalkması veya düzeltilmesi gerektiğini vurguladık. Bu yapılmadı ve haklılığımız, Genelkurmay’ın protokol iptal edildikten sonra birliklere gönderdiği “Değişen birşey yok, toplumsal olaylara müdahale görev ve yetkiniz kanuna istinaden devam ediyor” yazısının ortaya çıkmasıyla anlaşıldı. Bu arada, gündeme getirdiğimiz gizli anayasanın (MGSB) ve TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesinin de iptali veya değiştirilmesi konusunda ise henüz bir gelişme yok. * Anayasa paketi için temkinli bir duruş sergilerken, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddeler” kaldığı sürece demokrasi ve hukukun önünü açmanın mümkün olmayacağına her vesileyle dikkat çekmeye çalıştık. * Gazetemiz imtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular, “Deprem İlâhî ikazdır” dediği için çarptırıldığı ve 276 günü infaz edilen hapis cezasıyla ilgili dâvâda, AİHM’in Türkiye’yi haksız bulup tazminata hükmetmesinden sonra yapılan iade-i muhakemede beraat etti. Kararı Kutlular’ın ağzından “Beni mahkûm edenler utansın” manşetiyle yorumladık. * Yazarımız Cevher İlhan’a deprem yazılarından dolayı verilen mahkûmiyet AİHM tarafından haksız bulunduğu halde, Yargıtay Başsavcılığının ceza talebinde ısrar etmesini “AİHM’e rağmen ceza talebi” manşetiyle duyurduk. * “TSK yanlış yapanları korumasın” manşetimize açılan dâvâda beraat ettik. Sincan Hakimi Osman Kaçmaz tarafından İbrahim Özdabak’a bir karikatüründen dolayı açılan dâvâ ise düştü. 24.05.2010 E-Posta: [email protected] |