Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.
Muhammed: 31 |
24.05.2010 |
Hiç düşmeyen ve yakıtı tükenmeyen uçaklar! Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz kadar bir cesamette ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kat eden sür'attedir... İntizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Şu kâinattaki ecrâm-ı semâviyenin kıyamları, devamları, bekaları, sırr-ı kayyûmiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyûmiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenâhi boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasıl ki, meselâ havada, tayyareler yerinde binler muhteşem kasırları kemâl-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyûmiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamlarıyla ölçülür. Öyle de, o Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin madde-i esiriye içinde hadsiz ecrâm-ı semâviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyûmiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı küre-i arzdan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinatsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazifeyle tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde, emr-i kün feyekûn’dan gelen fermanlara kemâl-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyûmun âzamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi, sırr-ı kayyûmiyetle kaim ve o sırla beka ve devam ediyorlar. Lemalar, Otuzuncu Lem'a, s. 337 *** Bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları—bir kısmı, kozmoğrafyanın dediğine bakılsa—küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyâde büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşayan ve bir misafirhâne-i Rahmâniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, hergün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki, sönmesin. Sözler, On Üçüncü Söz, s. 143 *** Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz kadar bir cesamette ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kat eden sür'attedir. İşte, böyle bir Sultana ubudiyet ve imanla intisap etmek ve şu dünyada ona misafir olmak ne kadar âli bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et. Mektubat, Üçüncü Mektup, s. 21 *** Hem, semâvât meydanında, denizinde, fezâsındaki yıldızlar ise, mutî neferler, muntazam sefîneler, hârika tayyâreler, acâip lâmbalar gibi vaziyetiyle, Senin saltanât-ı ulûhiyetinin şâşaasını gösteriyorlar. Lem’alar, Münacat, s. 351 *** Meselâ, tayyâre-i beşer Kur’ân’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevkî ver.” Elbette o daire-i Rubûbiyetin tayyâreleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân nâmına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevkî alabilirsin.” Sözler, Yirminci Söz, s. 240 LÜGATÇE:
tayyare: Uçak. küre-i arz: Dünya. cesamet: Büyüklük, irilik. ecrâm-ı semâviye: Gök cisimleri, yıldızları, kütleleri. sırr-ı kayyûmiyet: Allah’ın, varlığı ve diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için ayakta tutması sırrı. feza-yı gayr-ı mütenâhi: Sonsuz, nihayet bulmaz uzay. adem: Yokluk. kasır: Saray. kemâl-i intizam: Tam bir düzen. emr-i kün feyekûn: Allah’ın, bir şeye “ol” deyince onu hemen meydana getiren emri, işi. |
24.05.2010 |
Sûretler ve hakikatler
Gerek açık gerek üstü kapalı olarak sıkça sorulan, insanlar arasındaki özellikle dînî sohbetlerde söz konusu edilen bir suâl var. Bu suâl bazıları tarafından samîmiyetle ve öğrenmek kastıyla sorulsa da, ba’zı kişiler tarafından da “tenkît” amacıyla, muhâtabının bir açığını yakalamış olmanın güven ve üslûbuyla sorulmaktadır. Bugün tenkît kastıyla soranları istimâ makamında bırakıp, öğrenmek gâyesi ile soranları muhâtap alarak bu suâlin cevâbını bulmaya çalışacağız. Suâl şu: Cenâb-ı Hakk Âdil-i Mutlak’tır. Ancak çevremize baktığımız zaman görüyoruz ki, insanlar birbirinden farklı olarak yaratılıyor. Kimisi dahâ akıllı, kimisi dahâ zengin, kimisinin bütün âzâları tamam iken ba’zılarının ba’zı âzâları eksik. Kimisi vücûdça sağlam; kimisi bir hastalıkla ma’lûl v.s. Yaratılıştaki bu farklılıklar özellikle Adl ismi ile nasıl bağdaştırılabilir? İnsanların ba’zılarının hayat mücadelesinde böyle eksik ve kısıtlı bırakılması adâlete münâfî değil mi? Suâli değerlendirmeye başlarken öncelikle “adâlet” kavramı üzerinde çok kısa durmak gerektiğine inanıyoruz. İnsanlar belki bilerek, belki farkında olmadan adâlet kavramını “eşitlik” kavramı ile karıştırıp suâlde de söz konusu edildiği gibi, farklı özelliklerde ve farklı imkânlarda yaratılmış olmayı adâlete mugâyir görebiliyorlar. Ya’nî adâleti, herkese aynı imkânların verilmesi, aynı şartlarla hayâta muhâtap kılınması şeklinde anlıyorlar. Bu anlayış elbette ki doğru bir adâlet anlayışı değildir. Bunu adâletin tarifinden de kolayca anlayabiliriz. “Adâlet, zulüm etmemek; hak sâhibine hakkını vermektir.” 1 Bu târiften de anlayabileceğimiz gibi adâlet, herkese aynı imkânı vermek değil; herkesin hak ettiğini, kendisine uygun olanı vermek; ihtiyâcı olanı ihtiyâcı kadar ihsân etmektir. Aslana parçalayıcı dişler, güçlü pençeler verildiği için koyuna da aynı organları vermek adâlet değildir. Bir bebeğe rızık olarak yalnızca süt verildiği için-–eşitlik olsun diye—büyük bir insanı da sadece süt ile rızıklandırmak adâlet değil adâletsizlik olur. Adâlet kavramını böylece özetledikten sonra asıl suâlimize dönebiliriz. Her şeyden önce bizi yanıltan husûs, hayâtı bu dünya ile sınırlı kabûl etmektir. Ya’nî insanoğluna verilen imkânları da, onun hayâtından beklenen netîceleri de dünya hayâtı ile sınırlamak, kabir ile her şeyin sona erdiğini düşünmektir ki bu bizi doğru netîcelere götürmez. Zîrâ dünya hayâtı yaşadığımız hayâtın, bu hayâtta muhâtap olduğumuz hâdiselerin sâdece “sûretleridir”; dış görünüşleridir; zâhirleridir. Bu hayâtın hakîkatları da, netîceleri ve meyveleri de hayâtın bütün husûsiyetleri ile tecellî ettirildiği âhiret hayâtında ortaya çıkacaktır. Zîrâ asıl hayat orasıdır. Hayat ve hayatta yaşanılanlar kabirle nihâyete ermiyor. Bütün netîceler bu hayatta alınmıyor. Kazanç ve zararlarımız buradaki ile sınırlı değil. Burada yaşananlar-–yukarıda da belirttiğimiz gibi—yalnızca “sûretlerdir.” 2 Buradaki numûnelerin ve gölgelerin asılları, membâları3 öbür taraftadır. Bu dünya yalnızca bir imtihân salonudur; bir tecrübe sahâsı, bir müsâbaka meydanıdır.4 Nasıl ki bir talebe imtihân salonunda çeşitli suâllere muhâtap olur; değişik ağırlıktaki çeşitli suâllerle imtihân edilir. Suâllerin ağırlığı nispetinde alınacak puanlar, notlar da değişir. Aynen öyle de insanlar da bir imtihân salonu mesâbesinde olan bu dâr-ı dünyâda değişik ağırlıkta, farklı imtihânlara tâbi tutuluyor. Herkesin kabiliyeti, becerisi, dayanma gücü farklı farklı olduğundan, alacağı mükâfatları da muhâtap olduğu hâdiselerin zorluk derecesine göre farklı farklı olacaktır. Kimi fakirlikle imtihân olur; kimi zenginlikle. Kimi hastalıkla imtihân olur; kimi sağlıkla. Kimi âzâlarının noksanlığıyla, kimi sağlamlığıyla. Kimi zayıflığıyla, kimi kuvvetiyle. Kimi ilmiyle, kimi cehâletiyle v.s. Herkesin imtihânı farklı olduğu gibi kazandığı maddî-mânevî mükâfâtı da farklı olacaktır. Barışta, hazarda nöbet tutan ile savaşta, seferde nöbet tutan bir olmadığı gibi; meselâ âzâları tamam olanın mükâfâtı ile noksan olanın mükâfâtı da eşit olmayacaktır. Bunları değerlendirecek olan ise Âdil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakdır. O’nun terâzîsi, mîzânı aslâ yanlış tartmaz; haksızlığa izin ve imkân vermez. Burada dikkat çekmek istediğimiz bir nokta dahâ var. Cenâb-ı Hak, Âdil-i Mutlak olduğu gibi, aynı zamanda Rahîm-i Mutlaktır. O’nun şefkati, merhameti nihâyetsizdir. Dolayısıyla kullarını imtihâna tâbi tutarken, nihâyetsiz ilmi ile kimin hangi tarz imtihânı dahâ kolay verebileceğini bildiğinden, kimin için hangi imtihân dahâ kolay olacaksa onu onunla imtihân edeceğine inanmamız gerekir. Kimin fakirliğe dahâ mütehammil olduğunu, kimin ise zenginlikle yoldan çıkıp azanlardan olmayacağını bildiğinden, herkese kolay olan tarz ile muâmele edeceğine, ettiğine inanıyoruz. Sağlıklı olduğu takdîrde hayâtın zevk ve eğlencesine kapılarak kendini felâkete atacak kulunun bu durumunu bilen Rabbimiz’in, o kulunu hastalıkla frenleyip ebedî hayâtında ziyânda olmasına engel olduğuna inanıyoruz. Âzâları noksan olan birisinin bu eksikliği ile kendisini dahâ büyük felâketlere sürükleyecek olan “sağlamlık” yerine bu tür bir sınava tâbi tutulduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla fakîr olan insanın, “bana neden falanca adam gibi zenginlik verilmedi de böyle fakîrliğin ıztırabıyla baş başa bırakıldım?” diye isyân edeceğine, “belki zengin olsa idim, mâlik olduklarıma gereği gibi şükredemeyecektim. Belki Kârun gibi yoldan çıkıp asıl büyük felâkete dûçâr olacaktım” deyip hâline şükretmesi dahâ akıllıca ve dahâ doğru olacaktır. Toparlayacak olursak: Hayât, yalnızca bu dünyadan ibâret değildir. Hattâ asıl hayat bu dünyanın sona ermesiyle, kabir ile başlayacaktır. Burası “Cenâb-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.” 5 Onun içindir ki bu dünyada kiminin hasta, kiminin zayıf, kiminin fakir, kiminin sakat ve alîl olması bizleri aldatmamalıdır. Zîrâ onlar o hastalıklarıyla, zayıflıklarıyla, fakirlikleriyle ve sakatlıklarıyla; sıhhatli iken, kuvvetli iken, zengin iken, sağlam iken aslâ kazanamayacakları bir rahatı, huzûru, zenginliği, mutluluğu; kısaca Cenneti ve en önemlisi Rızâ-yı İlâhî’yi, Rü’yet-i Cemâlûllâh’ı kazanacaklardır. Rabb-i Rahîmimiz, hepimizi az sermaye ve kolay imtihânlarla çok ve dâimî mükâfatlara mazhâr eylesin; âmîn!
Dipnot:
1- Yeni Lûgat; s: 5. 2- Sözler; s: 54. 3- Sözler; s: 55. 4- Sözler; s: 241. 5- Mesnevî-i Nûriye; s: 39. |
24.05.2010 |