Selim GÜNDÜZALP |
|
Bir anlamı yoksa hayatın... |
Yeni günün getirdiği ışıklar için insan heyecan duymalı. Yataktan kalkmasının bir anlamı olmalı. Uyanmasının, yaşamasının ve konuşmasının bir anlamı olmalı. Bir tüy, bir yaprak, bir kelebek kadar hafif olmalı. Korka korka değil sadece, ümitle ve çığlık çığlığa, sevinçle yaşayabilmeli hayatı ve kendini. Sadece kendini değil, herkesten bir parça taşımalı üstünde. Bir gece yarısı kalkıp ıssız sokakları arşınlamalı. “Çocukluğum, gençliğim bu sokaklarda geçti. Bu evler, bu insanlar üzerimde hakları var” demeli. Işık yanan evleri ve içindekileri selâmlamalı, duâlamalı. Hele de çocukları, hastaları, ihtiyarları hiç unutmamalı. Bir helâl lokma için gün boyu didinen babaları ve anneleri de hatırlamalı. Hele de gençler, kim bilir, hangi derdi, hangi sevinci vardır paylaşılmayı bekleyen. Onları da duâlarına almalı. Kalbi ve dili bir olmalı. Kalbin fezası geniş. Her birine yer var orada. Sevebildiği kadar sevmeli. Hayır ve saadetler dilemeli. Kalbini, dilini temiz tutmalı. Belli mi olur, hangi duânın Allah katına ulaşacağı. Sadece kendimiz için yaşamıyoruz dünyada. Hayatımızı süsleyen ne çiçekler, ne yıldızlar var. Gözlerimizin görmediği nice güneşler var. Allah bize hafızayı niye vermiş? Bu nimetlerin kimden olduğunu bilip, hatırlayalım diye. Ayaklarını götüren, bedenini yürüten ruhuna bir not düşmeli: “Yanlış yolda değilsin, çizginde gidiyorsun. Hiç kimse olmasa da bu yolda, tek başına çoğunluksun…” Aklının, kalbinin ve ruhunun güzelliğini derinde hissetmeli insan. Bazen diplerde yaşamayı bırakıp, biraz da yüzeye çıkmalı. Dünyanın üstünde dolaşmalı. Hasta, garip dostlarını aramalı, kapılarını çalıp onları kucaklamalı. Yıllardır ihmal ettiği dostlarını; hatalarını ve vefasızlığını affedeceklerini umarak bir bir arayıp bulmalı. Bulamadıklarını kabrinde ziyaret edip duâlaşmalı, helâlleşmeli. Hayatın bir mânâsı olmalı. Lüzumsuz şeyler huzurunu bozmamalı. İnandığı yolda tek başına da kalsa yürümeli insan. Sadece kendi başarısını değil, başkalarının başarılarını da görmeli, en az kendi başarısı kadar onlar için de sevinmeli. Hayatı geriye alma şansı yok insanın. Ama hayata yeniden başlaması mümkündür her zaman. Geçmişin hatalarından ders alıp, yeniden hayatın anlamına tutunmalıdır insan. Nereye gittiğini bilene, kararlı yürüyene kâinat yol verir. Elhak, bu böyledir. Hayatın anlamı küçücük bir karede gizlidir. Ufacık bir an parçasında… Günlük güneşlik işlerimizin ve heyecan dolu çabalarımızın arasında unuttuğumuz o küçücük bir anda gizlidir her şey. Muhteşem bir hayatın içine doğru yürüdüğümüzü belki o anda anlamamız zordur, ama bizi hedefe götüren yol budur. Hayatın bir anlamı yoksa niye yaşıyoruz ki hayatı, niye? Hayat, tüketilmek için ya da buruşturulup bir kenara atılmak için verilmiş değildir. Hayat öylesine yaşanmak için verilmiş bir nimet de değildir. Anlamlı kılmak ve Allah adına yaşamak için verilmiştir. Gönlünü, yüreğini bu yola koyanın mağlûp ve mahcup olduğu nerede görülmüştür? Yusuf'un (as) yaşadıklarını bir hatırlayalım... Büyük aşkların olduğu yerde büyük imanlar, büyük imtihanlar ve büyük mu'cizeler vardır daima. Peygamberler bu yolun zirvesindeki örneklerdir. Söylediklerini yaşamışlar, ellerindekini paylaşmışlardır. Mutluluk, paylaşmakla azalmaz. Bunu biliyor, bunu yaşıyordu onlar. “Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” diyordu Mevlânâ. Belki de bu gerçeğe işaret ediyordu. Bir anlamı olmalı hayatın. Hayat kısa olabilir, ama onu anlamlı kılma çabası, en kısa hayatı bile uzun ve ebedî yapmaya yeter. Belki de önemsiz birçok şeyi dert ettiğimizden hayatın anlamını yitiriyoruz. Yeri ve zamanı geldiğinde önemli olana da gerçek değerini veremiyoruz. Öyle değil mi? Hayatı derinden ve anlamlı yaşayan insanlar, ölümden de korkmazlar. Çünkü her korkunun içinde bir ümit vardır. Ümidin kaynağı da güçlü bir imandır. Bir öykü anlatılır. Tanınmış bir trapez ustası öğrencilerinden hünerlerini göstermelerini ister. İçlerinden birinin yüreği korkuyla kaplıdır. Yere çakılacağını düşünür. Korkudan her tarafı buz kesmiştir. Kasları gerili ve hiçbirini hareket ettiremez hâldedir. “Yapamayacağım, başaramayacağım” diye söylenir durur. Trapez ustası, öğrencisinin o anda başarılı olmazsa bir daha aynı cesareti asla gösteremeyeceğini düşünür. Onu kucaklar ve şunları söyler: “Yüreğini trapez çubuğuna at; vücudun mutlaka onu takip edecektir” der. Öğrenci, ustasının dediğini yapar ve başarır. Hayatın bir anlamı varsa, işte budur. Ayağını götürdüğün yere gönlünü ve yüreğini koymaktır. Bir anlamı yoksa hayatın, niye bu dünyadayız, niye yaşıyoruz? Hayatın anlamı hayatın kendisinden daha kıymetlidir. Trapez ustasının öğrencisine söylediğini bir de biz düşünmeliyiz. İnandığımız yolda, tek başına da kalsak yüreğimizle beraber yürümeliyiz. (Genç Yaklaşım, Mayıs-2010 sayısından alınmıştır.) 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
İstişareyi zedeleyen hallerden uzak duralım |
Cenâb-ı Hak istişareyi mü’minlerin bir vasfı olarak saydıktan sonra Peygamber Efendimize (asm) de ashabıyla istişare etmesini emretmiştir. Bu meyanda Efendimiz (asm) de, ashabına, istişarenin önemini ve gerekliliğini anlatmış ve gerekli gördüğü konularda onlarla istişarelerde bulunmuştur. Ayrıca, istişarenin ne şekilde yapılacağı, istişare yapılırken riâyet edilmesi gereken kaide ve kurallar da âyet ve hadislerle izah edilmiştir. Tarif edilen bu kaide ve kurallara öncelikle Efendimiz (asm) uymuş; sonra Sahabe-i Kiram uymuştur. Çünkü istişare, gelişi güzel, rastgele yapılabilecek bir faaliyet değildir. Kur’ân’ın tavsiye ettiği, Efendimizin (asm) önemseyerek uyguladığı istişarelerden beklenen neticenin alınabilmesi de, ancak belirtilen usûllere, kaidelere uymakla mümkündür. İstişarede göz önünde bulundurulacak hususların başında, istişareyi zedeleyecek, onu gölgeleyecek, onu hedefinden saptıracak her türlü söz ve davranışlardan kaçınmak olmalıdır. Bu noktada en ufak tahriklere, tahkirlere, suçlamalara, ithamlara girmeden; nezaket ve görgü kuralları çerçevesinde, tatlı ve yumuşak bir üslûpla fikir ve düşünceler serdedilmelidir. Çünkü uygun olmayan ifadelerle, karşılıklı itham ve suçlamalarla yapılan istişarelerden doğru ve sağlıklı kararların çıkması beklenemez. İstişareyi zedeleyecek, onu akamete uğratacak hususlardan birisi de ‘peşin hüküm’dür. Peşin hüküm, kişinin önceden kafasında tasarladığı fikir ve düşüncelerini bir şekilde muhataplarına kabul ettirme plânıdır. Diğer bir ifade ile, kişinin doğru zannettiği düşünce ve kanaatlerini cemaate kabul ettirme çabasıdır. Öyle bir niyet ve çabanın içinde olan kişide, kayıtsız şartsız galip gelme hissi ön plandadır. Galip gelme hissi, başta ihlâsı, sonra yardımlaşma ve dayanışmayı sekteye uğratır. Böyle bir durum, istişarenin ruhunu ve maksadını altüst eder. İstişarenin ruhunu ve maksadını zedeleyen “peşin hükmün” sonucu inattır. İnadın gözü kör olduğundan, kendi görüş ve düşüncelerinden başka bütün fikir, düşünce ve kanaatlara kapalı olan, farklı teklif ve düşünceleri inatla reddeden insanlarla, doğru ve isabetli istişarelerin yapılması oldukça zordur. Halbuki istişare, farklı kanaat ve düşüncelere memnuniyet ve tahammül ile hedefine ulaşır. Konu ile alâkalı olarak, Bediüzzaman’ın Lem’alardaki şu tesbitlerine kulak verelim: “Eğer bir meselenin münâzarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münâzarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak, hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.” Muhalifine galip gelmeyi ve dolayısıyla ihlâs ve adaleti ortadan kaldırmayı sonuç veren “inat” gibi çirkin bir hâletin, istişarenin ruhunu zedeleyen, lekeleyen bir hâl olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca inadın, beraberinde gurur ve hased gibi iki çirkin hasleti getirdiğini de unutmamak lâzım. Çünkü muannit bir insan, kendi fikirlerinin başkaları tarafından savunulmasından memnun olup kibir ve gurura girer. Karşı kanaat ve fikirlerin beğenilmesinde de hased eder. Gurur ve hased, istişarenin aslını ve ruhunu bozan iki çirkin haslettir. Dolayısıyla istişareye katılanların, peşin hüküm, gurur ve hased gibi kötü hasletlerden uzak durmaları elzemdir. İstişarelere gölge düşüren peşin hükmün beraberinde getirdiği diğer bir tehlike de dedikodu ve gıybettir. Zira, yalnızca kendi fikir ve düşüncelerinin doğruluğuna inanan, farklı kanaat ve düşüncelere peşinen karşı çıkan kişi, muhalifini gözden düşürmek için, onun gizli hata ve kusurlarını bulup deşifre etmeye yönelir. Hatta, aslı olmayan iftiralarla onu karalamaya yeltenir. Böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınmak gerekir. 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
ŞEFKAT KAHRAMANLARI (17) |
Kastamonulu Lütfiye Hanım
Bediüzzaman Hazretlerinin Kastamonu günleri…
Bediüzzaman Hazretleri, 1936 yılının baharında Eskişehir Hapsinden tahliye edildikten sonra Kastamonu’ya sürgün olarak gönderilir. Orada karakolun göz hapsi altında sekiz yıl geçirir. Fakat boş durmaz, iman hakikatlerini neşretmek için gizli olarak çalışmalarına devam eder.1 Bediüzzaman Hazretleri ile talebeleri arasındaki haberleşme vesilesi olan mektupların toplandığı eserler Risâle-i Nur Külliyatında “Lâhika Mektupları” olarak anılır. Kastamonu Lâhikası, Bediüzzaman Hazretlerinin o havalideki hizmetlerini adım adım takip etmek açısından önemlidir. Kastamonu ve havalisinde, aynen Barla ve Isparta’da olduğu gibi bir çok fedakâr talebe yetişir. Bunların arasında elbette ki hanım talebeleri de bulunur. Bediüzzaman, Kastamonu’daki hanım talebelerini “Erkeklerden ziyade bir iştiyak ve faaliyetle tam çalışıyorlar” ifadeleri ile tanımlar. Onların çalışmaları karşısında kimi zaman sevinç gözyaşlarıyla ağlar… Isparta ve Kastamonu havalisindeki hanım talebelerin çalışmalarını ”numune-i teşvik” ve “hüsn-ü misâl” teşkil etmesi açısından mektuplarında anlatıp, bu gayretlerin o şefkat madenlerinde Risâle-i Nur’un parlayıp, fütuhat yapacağına bir delil olarak görür. Aşağıdaki ifadeler bu gerçeğe işaret eden örneklerden bir tanesidir: “Elhamdülillâh, bu havalide de, bu yakında erkeklerden ziyade bir iştiyak ve faaliyetle buradaki hanımlar tam çalışıyorlar, Savlı mübareklerin hemşireleri olduklarını gösteriyorlar. Bu iki tezahür bu zamanda bir fa’l-i hayırdır ki, o şefkat madenlerinde Risâle-i Nur parlayacak, fütuhât yapacak.” 2
Elle yazılan Risâleler…
1930’lu yılların şartlarında Risâle-i Nur’ların elle yazılıp çoğaltılması büyük bir önem arz eder. Çünkü bu eserlerin basımı ve dağıtımı yasaktır. İmanını tehlikede hisseden Anadolu insanı bu eserlere büyük bir ilgi ve alâka gösterir. Risâle yazma işi evlerde, dolap içlerinde, bodrum katlarda büyük bir gizlilik içinde yapılır. Risâle-i Nur’lar elden ele, kulaktan kulağa yayılır. O yasaklı dönemde elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı 600.000’i bulmuştur. Anadolu insanının gayret ve fedakârlığı teknolojiye meydan okumuştur! Kastamonu’da da Risâlelerin neşri elle yazılarak başlamış, sonrasında Bediüzzaman’ın “bin kalemli Nurcu” diyerek tanımladığı teksir makinesiyle devam etmiştir.
Sırmalı, yaldızlı gelinlik çeyizleriyle yapılan ciltler
Kastamonu hanım Nur Talebeleri o dönemlerde elleriyle yazdıkları eserleri, sandıklarındaki en değerli kıyafetleri keserek ciltlemişler, Risâle-i Nur’un manevî güzelliğine, şirin bir güzellik ilâve etmişlerdir. Risâle-i Nur’ları elle yazarak, böyle güzelce ciltleyenlerden bir tanesi de Lütfiye Hanımdır…
Kastamonu’da saff-ı evveller…
Asiye, Ulviye, Lütfiye, Saniye, Aliye, Hacer, Zehra… Kastamonu Lâhikası’nda adları sıkça geçen “Risâle-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan” hanım talebeler…3 Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lâhikası’nda Lütfiye Hanımı “Risâle-i Nur’a erkeklerden ziyade fedakârâne yapışan hanımlar”dan bir tanesi olarak nitelendiriyor.4 Kastamonulu Lütfiye Hanımı onu tanıyanların dilinden dinleyelim:
Saniye Çolakgil
Daha önce hatıralarını paylaştığımız Kastamonu saff-ı evvellerinden rahmetli Saniye Çolakgil, değerli arkadaşını şu cümlelerle bize anlatmıştı: “Biz en zor zamanlarda Ulviye, Lütfiye, Aliye ve Aşık Zehra ile bir araya gelir Risâle okurduk. Lütfiye ile ben eskimez yazı ile Risâleleri hem çoğaltıp, hem de hanımlara ders yapardık. “Kastamonu hanımlarının en kıymetli eşyası bindallıdır. Değerli kumaşlardan altın ve gümüşle işlenerek yaptırılır. Evlâdlara, torunlara miras kalır. Önemli günlerde bindallısı olmayanlar, olanlardan ödünç alırlar. Ulviye ve Lütfiye çeyizlerinden çıkardıkları bindallıyı, yazmış oldukları Risâlelere cilt yapmışlardı… “Üstadım yazma işine ve gizliliğe o dönemde çok dikkat ederdi. Daha geçen yıl Lütfiye Hanımın evi yıkılırken bacadan bir takım Külliyat çıktı. Acı günlerin acı hatıraları... “
Fatma Aydoğdu Ural
Bediüzzaman Hazretlerinin Kastamonu’da bulunduğu yıllarda küçük bir çocuk olan Fatma Aydoğdu Ural, hatıralarında Lütfiye Hanımı bize şöyle anlatıyor: “Hacı Lütfiye Teyze ev sahibimizdi. Annemi ziyarete her gelişinde Üstad Hazretlerinden, risâlelerden bahsederdi. Sohbetine doyum olmazdı. “O zamanlar Kastamonulu hanımlar yaz-kış başlarına, omuzlarını da örten büyük atkılar alırlardı. Hacı Lütfiye Teyze bazı Risâleleri atkısının altına saklayarak evine getirip gece sabahlara kadar uyumayıp yazar, ertesi gün Üstad Hazretlerine götürüp başka bir bölüm alırmış. Polisler, kapıda eve giren çıkan erkeklerin üstlerini aradıkları halde hanımları aramazlarmış.”
Ülker Ural
Geçtiğimiz hafta hatıralarını paylaştığımız Ülker Ural, onu evliliğine vesile olan kimliğiyle anlatmıştı. O hatıralardan ortaya çıkan neticelerden bir tanesi de şuydu: Kastamonu’dan Ankara’ya taşınan Lütfiye Hanım, orada da Risâle hizmetine devam etmişti. 1950’li yıllarda Sözler kitabını Ankara’da matbaada bastırmaya çalışan Atıf Ural, zaman zaman onu ziyaret etmekteydi. Bu ziyaretlerin birinde annesini de götürerek onunla tanıştırmıştı…
Şükran Demirel:
Daha önce hatıralarını sizlerle paylaştığımız Şükran Demirel, hatıralarında Lütfiye Hanımı da anlatmıştı: “Ben çok mübarek, değerli hanımlar tanıdım. Onların hareketlerini örnek aldım. Onlarla ahirette de görüşürüz İnşallah. Asiye, Ulviye, Şahide, Lütfiye Anneler… Beraber yerdik, içerdik, dersler, muhabbetler yapardık. Lütfiye Anne Ankara’dan İstanbul’a geldiğinde Beyazıt taraflarında oturan kızında kalırdı. Derslere iştirak ederdi, zaman zaman onu kızının evinde ziyarete de giderdik…”
Sıdıka Küçük:
Risâle-i Nur’un İstanbul’daki neşrinde önemli adreslerden bir tanesi de Yenikapı’daki Ekrem Yavuztürk’ün evidir. Evin giriş ve bodrum katı, risâlelerin teksirle çoğaltılması için kullanılır. Üst katı da dershanedir. Diğer katlarda da ailenin fertleri oturur. Ekrem Beyin eşi Ümmü Gülsüm Hanım, kızlarıyla Risâle-i Nur hizmetine elinden geldiğince destek olmaya çalışır. Evinden Risâle-i Nur’un hanım kahramanları eksik olmaz. Kimler ağırlanmaz ki evinde? Asiye Mülazımoğlu, Hatice Yıldız, Kastamonulu Ulviye ve Lütfiye Hanımlar, Şükran Demirel… Hep birlikte sohbetler, ikramlar yapılır, muhabbetler edilir… İşte bu evin büyük kızı Sıdıka Hanım yapılan sohbetleri can kulağıyla dinler. Sıdıka Küçük, Lütfiye Hanımı şöyle anlatıyor: “Anneme Asiye, Lütfiye, Hatice, Rabia Anneler misafir gelirler, dersler yaparlardı. Ders bittikten sonra ikramlar eşliğinde hatıralarını anlatırlardı. Beraber kıldığımız Tesbih Namazlarını hiç unutmam. “Lütfiye Anne, Risâle-i Nurları hep dolapların içinde gaz lambasının ışığında yazarmış. Evinde sabahları çoban sürüsüne kattığı hayvanları da varmış. ‘Sabah erkenden hayvanları otlamaya gönderirdim. Risâle yazmak için hemen yazının başına otururdum. Namaz için kalkardım sadece. Yazarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdım. Bir de bakardım ki, gece olmuş. Hayvanlar kendileri gelmiş, kapıdan geçip, yerlerine girmişler. Kaybolmamışlar’ diye bize tatlı tatlı anlatırdı. “Lütfiye Anne, ilk eşi vefat ettikten sonra uzun bir zaman gelen evlilik tekliflerini kabul etmiyor. En son emekli bir subay evlilik teklifiyle geliyor. Üstad Hazretlerine danışarak bu teklifi kabul ediyor. Evlendikten sonra eşinin düzenli olarak namaz kılmadığını anlıyor. Çok üzülüyor, namazlarında hep duâ ediyor. Bir gün eşi ‘Hanım şu okuduğun kitapları bana da anlat. Namaz kılmayı bana da öğret‘ diyor. Meğerse hanımını belli etmeden hep izlermiş. Böylelikle düzenli olarak namaz kılmaya, “Risâleleri okumaya başlıyor, zaten evlendikten birkaç ay sonra da vefat ediyor.” Lütfiye Anne ‘Üstad Hazretleri böylelikle eşimin hidayetine vesile oldu. Ben de ondan bağlanan maaşla âhir ömrümde zor durumda kalmadım. Allah kullarını böyle gözetiyor işte’ diyerek ibretle, tefekkürle anlatırdı bu hatıralarını bize…”
Kaynakça:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Hayatı, s. 247, Yeni Asya Neşriyat, Ağustos 1996. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 66, Yeni Asya Neşriyat, Ocak 2001. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 115. 3- Age, s. 115.
RİSÂLE-İ NUR’DA LÜTFİYE HANIM…
* Kastamonu’nun Zehraları, Hacerleri, Lütfiyeleri, Ulviyeleri, Necmiyeleri başka bir sahada (hanımlar âleminde) Nur hizmetinde Feyzi’ye arkadaşlık ediyorlar. (Emirdağ Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî) * Hem lâtif, hem güzel, zarif bir hadiseyi söyleyeceğim. Bu memlekette Risâle-i Nur’a erkeklerden ziyade fedakârâne yapışan ihtiyar hanımlar ve ihtiyare hükmünde masume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihâzâtının içinde kıymettar parçaları Risâle-i Nur’un eczalarının ciltleri üstüne çekip, bütün risâleler altın yaldızıyla ciltlenmiş gibi bir tarza girdi. Risâle-i Nur’un manen güzelliğine ve Hüsrev ve Tahiri ve Ali’lerin ve Hasan ve Atıf ve Asım gibi kardeşlerimizin yaldızlı yazılarının cemâline, cildi üstünde de şirin bir güzellik daha ilâve ettiler. Hafız Ali’nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risâle-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. Meselâ, Asiye, Saniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risâle-i Nur’un şakirtleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve duâ ediyorlar.” (Kastamonu Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî, s. 115) * Burada başta Âsiye olarak Ulviye, Lütfiye gibi çok çalışkan hanım şakirdler, Medrese-i Nuriye’deki hemşirelerine ve selâm gönderen Sabri’nin refikasına hem kardeşlerine arz-ı hürmet ve selâm ve duâ ederler. (Kastamonu Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî) * Ramazanınızı, Leyle-i Kadrinizi, hem bayramınızı tebrik ederim. Kastamonu’da iken nasıl her gün duâlarımda ve manevî kazançlarımda Nur’un has şakirdlerinden Âsiye, Ulviye, Lütfiye’ler, Zehra’lar, Şerife’ler, Hacer’ler, Necmiye’ler, Nimet’ler, Aliye’ler hissedar olmak için mânen yanımda bulunuyordular; aynen şimdi de öyledirler. (Emirdağ Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî) * Ben sizleri unutmuyorum. Hatta bugünlerde birden Ulviye, Lütfiye’yi merak ettim. İkinci gün ikisinin de mektuplarını, hediyelerini aldım, bunların sadakatlarına bir emâre oldu. Eskiden beri âdetim hediyeleri kabul etmemek ile beraber, sizin cübbe ve yeleğinizi bu geceki Leyle-i Kadir’de giyip Asiye ile beraber Kastamonu’daki bütün Nur Şakirdleri namına kabul ettim. Fakat kaideme muhalif olmamak için ona mukabil, Emin’de bulunan risâlelerimden Lütfiye, Ulviye istediklerini alsınlar veyahut benim hesabıma Mehmet Feyzi ve arkadaşları onların beğendiklerini yazsınlar. (Emirdağ Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî) * Râbian: Bu dakikada Kastamonu Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin tebrik ve Nur fütuhatının müjdelerini hâvi parlak, güzel mektubunu aldım ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak Hilmi, Emin, Beşkardeş’ler, Ulviye’ler, Zehra’lar, Lütfiye’ler gibi Nurcu hemşirelerimizin hem leyali-i aşerelerini, hem bayramlarını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. (Emirdağ Lâhikası, s. 265) 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İsmi-i Kayyûm üzerine - 1 |
Abdullah Bey: “Kayyûm ismi nedir? Otuzuncu Lem’a’nın Altıncı Nüktesinde işlenen Kayyûmiyet sırrını açıklar mısınız?”
Hâlık-ı Zülcelâl, Kayyûm’dur. Yani bizâtihî kâim, dâim ve bâkî olan, zevâl bulmayan, varlığı hiçbir şeye dayanmayan ve kendinden olan, her şeyi nizamla tutan, her şeyin kıyam ve idâresini bizzat yapan ve tekeffül eden, her şeyi bizzat ayakta tutan, her şeyin Kendisine dayandığı ve Kendisi ile kâim olduğu, Kendisi ile devam ettiği, vücutta kaldığı ve bekâ bulduğu; başlangıç, son ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh, ezelden ebede kâim, dâim ve vâr olan ve varlığı Vâcip olan tek varlık Allah Teâlâ’dır. Ebû Hüreyre’nin (ra) Peygamber Efendimiz’den (asm) rivâyet ettiği1 Kayyûm ismini Kur’ân’da da buluruz. Zât-ı Kayyûm-u Ezelî bir âyette: “Yüzler, Hayy ve Kayyûm olana boyun eğmiştir. Yükü zulüm olan hüsrâna uğramıştır”2 buyurmakta, diğer bir âyette ise; “Allah, kendisinden başka İlâh olmayan, Hayy ve Kayyûm olandır”3 buyurmaktadır. Hayatın gerçek hukûkunun Hayy-ı Kayyûm’un rubûbiyet güzelliklerini göstermek olduğunu4 vurgulayan Bedîüzzaman, kendisine eşref-i mahlûkât makamı ile emânet-i kübrâ verilen insana bütün semâvî kitaplarında ebedî saadeti ve bekâ hayatını kat’î olarak vaad ve ahdeden Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiklerini yerine getirmesinin, Kayyûm ismine bir bahar yaratmak kadar kolay olduğunu kaydeder.5 Bedîüzzaman’a göre, her insan ruh, kalp ve akıl cihetiyle, hayat ve duygular sahîfeleriyle Kayyûm ismini okuyabilir.6 Cenâb-ı Hakk’ın kemâli, güzelliği ve hüsnü zıdlarına bakmaz; mazhar olduğu ve taalluk ettiği eşyaya bakar. Hayy-ı Kayyûm’un rahmetindeki cemâl ise merhametine mazhar olanlara bakar. Kayyûm isminin haşre de işâret ettiğini beyan eden Bedîüzzaman, her kışta ölmüş ve kurumuş koca yeryüzünü her baharda yeniden ikame eden, hayat veren ve ayağa kaldıran Cenâb-ı Hakk’ın dünyayı yıkmaya da, bozmaya da, kıyâmeti getirmeye de, yeni bir ebedî âlemi var etmeye de Kudretinin ve Kayyûmiyetinin kemâliyle var olduğunu kaydeder.7 Hazret-i Ali (ra) ile İmam-ı Rabbânî (ks) hakkında Kayyûm isminin ism-i a’zâm olduğunu beyan eden8 Bediüzzaman Saîd Nursî, Kayyûm ismini Otuzuncu Lem’a’da ayrı bir bölüm hâlinde beş şuâ içinde inceler. Kısaca temas edelim: Birinci Şuâ: Kâinât Hâlık’ı Kayyûm’dur. Yani bizâtihî kâimdir, dâimdir ve bâkîdir. Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâl’in, kayyûmiyetiyle berâber ne zâtında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde, nazîri, misli, benzeri ve şerîki yoktur. Kâinâtta her şey O’nunla kâimdir. Kâinâttan bir dakikacık olsun Kayyûmiyet nisbeti kesilse, kâinât o an mahvolur.9 Zerrelerdeki kayyûmiyet cilvesi, zerreler tâifesini Vâcib’ül-Vücûd’un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir saniye o Kumandan-ı Azam emri ve kuvveti geri alsa, o çok yoğun, cansız, câmid ve şuursuz tâife, başıbozuklar hükmüne gelecekler, baştan başa mahv u perîşan olacaklar.10 Yarın İnşâallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Daavât, 86. 2- Tâhâ Sûresi, 20/111. 3- Bakara Sûresi, 2/255; Âl-i İmrân Sûresi, 3/2. 4- Şuâlar, s. 67 5- Şuâlar, s. 193. 6- Sözler, s. 576. 7- Sözler, s. 78. 8- Lem’alar, s. 332. 9- Lem’alar, s. 334. 10- Lem’alar, s. 335. 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Bir konuyu, beş kulakla dinlemek |
Uydu yayınlı, Kanalurfa Televizyonumuzda Pozitif Pencere programımız pek çok açıdan düşünce beslemesi yapan çalışmaları içine aldı. Her program, hayatımıza pozitif pencereler açtı. Bu etki öncelikle program yapımcısı tarafından hissedildi. Nitekim pek çok programın muhtevasındaki önemli mesajları önce nefsimize, aile bireylerimize, binlerce öğrencimize, radyo dinleyicilerimize, şimdilerde de gazete okuyucularımıza aktarıp, paylaşıyoruz. Bu, çok yönlü beslenme anlamına geliyor. Güzel olan şu ki, Pazar günleri saat 18.45’te yayınlanan Pozitif Pencere programımızın yavaş yavaş program arşivi oluşuyor. www. Kanalurfa.com internet sitesinde bu yayınlanan programlarımızı herhangi bir aksaklığı olmadan, yayını donuklaşmadan izleyebilmek mümkün. Bu yazımda, özellikle kıymetli eğitimci-yazar Halit Ertuğrul ile yapılmış olan programın izlenilmesinin çok açıdan faydalar içereceğini söylemek istiyorum. Kendi hayatının iyi bir gözlemcisi olan yazar, başından geçen her hadiseyi kitabının bir bölümü haline getirmiş. Şimdilerde ise, kendisine günlük gelen yüzlerce mektuptan, e-maillerden pek çok okuyucu mektuplarından, yaşanmış hayat öyküleri çıkarmaktadır. Durum onu gösteriyor ki, insan, kendi dünyasında, çevresindeki insanların dünyalarında olup biten hadiseleri ibret gözüyle, hikmet gözüyle gözlemlese, nice etkileyici hayat hikâyelerinin içinde kendisini bulacaktır. Yazar, Halit Ertuğrul ile Pozitif Pencere programımızda yaptığımız sohbette çok özel bir tesbit yapıldı. O da şu; bir konuşmanın insan üzerindeki tesirini arttıran şey, o konuşulan konuyu dinleyen kulak sayısıdır. Bu aynı zamanda, ilgi alanı sayısı kadar, dinleme kulakları sayısı demektir. Konuşulan bir konuyu, önce bir baba olarak dinlemek. Yani akşam eve gittiğimizde bu anlatılan konu bir baba olarak nasıl eş ile çocuklar ile paylaşılabilir? Bir baba kulağı ile anlatılanları algılamak. Bir başka kulak, bir eğitimci olarak anlatılanları dinlemek. Yani, yarın derse gittiğimde bu anlatılan konu, öğrencilere nasıl paylaşılabilir? Ya da beraber çalıştığımız arkadaşlara konu nasıl aktarılabilir? Bir yazar olarak, bu anlatılanlar nasıl kaleme alınabilir? Acaba bu konu kitabımda bir bölüm oluşturabilir mi? Bir salon konuşmacısı olarak konuşulan konu nasıl ele alınabilir? Yani yapacağım bir konferansta bu konuşulan konunun paylaşılabilecek boyutları neler olabilir? Belki de buradaki ilginç bir tesbit, konferansımın giriş cümlesi olabilir mi? Bir radyo, televizyon programcısı olarak burada anlatılanlar nasıl değerlendirilebilir? Alacağım notlar bir programımda konu olabilir mi? Ya da anlatımıma zenginlik katan anekdotlar olabilir mi? Bu alıcı kulakların sayısı arttırılabilir ve herkes kendine göre alıcı kulak sayısını çeşitlendirebilir. Yani, evinde sürekli huzursuzluk yaşayan bir genç veya kişi, anlatılanları bu ihtiyaç kulağı ile dinleyebilir ve eve taşıyabilir. Böyle bir ‘alıcı kulaklar’ topluluğu ile izlenecek konuşmada kalıcı bir takım bilgilerin yakalanmaması düşünülemez. Çünkü bilgiler bir kulaktan kaçsa, diğer ihtiyaç kulakları onları yakalayacaktır. Nitekim böyle yaşanacak hayat, insana nice dersler bırakacaktır. Durum sadece dinlemek de değildir. Görülen bir olayın, bir babaya söyleyeceği çok şeyler vardır. O olaydan alınacak derslerin çocuklarına götürülecek çok boyutları olacaktır. Çünkü o olayı şimdi icra eden de bir babanın evlâdıdır. Kendi evlâdında yaşanmış gibi, konuyu gündeme almak çok ciddî bir durumdur. Yani her yaşanmış olanın bir ders boyutu vardır. Bir eğitimci için durum daha farklı açılımlara gebedir. Çünkü eğitimcinin karşısında yüzlerce genç vardır. Yaşanan olayın o gençlerle paylaşılabilecek çok boyutları olacaktır. Bugün birisinin düştüğü yanlışa, yarın çokların düşmemesi için, eğitimci, bir işaret levhası gibidir. Onun için bir eğitimciye günlük hayatta yaşananların söylediği çok şeyler vardır. Ya bir yazar. Evet, yaşanan bir ağır hadise karşısında en fazla yüreği incinenler yazarlar, şairlerdir. O yaşanan hadise, bir yazı konusu olmanın çok ötesinde, önce yürekte kıyametler koparır. Bir milletin acısını yüreğinde hisseden insanlar topluluğu, yazarlarıdır. Zaten yazarlar, toplumların niteliğidir, canıdır. Bir milleti anlamak için önce yazarlarını tanımalı. Yazarlarındaki duyarlılıkları okumalı. Duygu zenginliğini görmeli. Çünkü yazarlarını etkilememiş hadiselerin, derinliği yok demektir. Hatipler… Onlar adeta toplumun dilidirler. Zaman zaman konuşurken ağlarlar, gülerler. Zaman zaman sevgi, zaman zaman da keder ön plana çıkar. Ama dile gelenler, toplumun içinden kopup gelen şeylerdir. Tabiî ki yaşanan bir hadisenin her insandaki ve hassas gönüllerdeki etkisi farklı farklıdır. Not: Uydu kanalı, Kanalurfa tv, Pozitif Pencere programımızda son zamanlarda yoğun programlar yapılan gençler üzerinde ele alınmış konulara giriyoruz. Bu programların birbirinin devamı niteliğinde seri olmasını arzu ediyoruz. Yani bir kişi ‘gençlik ve ibadetler’ konusunu izlemek istediğinde hemen yayınlanmış arşivimizden görebilecek. “Gençlik ve bilgi donanımı”, “Gençlik ve hedefli yaşamak” gibi konularımızı bizzat dönemin içinde olan gençlerimizle konuştuk. Üniversiteli, fen liseli ve hazırlık gençlerinin ortaya koydukları, orijinal görüş ve düşüncelere şaşıracaksınız. Genci olanlar, gençle çalışanlar ve genç eğitimi ile ilgili olanların ciddî istifade edecekleri programlar… 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Minnettarlık listesi... |
Hazırladığımız nice listeler var … Kimi zaman buzdolabının üzerine iliştirilmiş, kimi zaman bir ajandada, Bazen de bir post it olarak masamızın karşısındaki duvarda. Genellikle unutmamak, bazen de planlamak için kullanırız onları … Daha düzenli yaşamak, gereksiz zaman ve para kaybından korunmak da, Listelerin yapılma amaçlarından sayılabilir aslında… Okunacak kitaplar listesi, yapılacak işler listesi, Marketten alınacaklar listesi… Hayatımıza renk ve anlam getireceğini düşündüğümüz güzel cümleler listesi... Ezberlenecek kelimeler, sözler listesi vs. Çoğu zaman yapmak istediklerimizi, Planladıklarımızı listeler halinde yazarız. Peki yaptıklarımız ve sahip olduklarımız… Onların listesini yapmayı hiç düşündünüz mü? Bir gün oturup hatta o gün, bu gün olabilir, Sahip olduklarımızı yani bize verilenleri listeler halinde yazsak… Neler çıkardı acaba zihnimizin ve bilincimizin derinliklerinden… Daha önce hiç fark etmediğimiz, Hatta alışkanlık halinde sürekli yaptığımız bir çok şey…. Biz unutsak da, hayallerimizi ve dualarımızı… Onları hiç unutmadan saklayanın şefkatli hatırlatmaları…. Nice unutulmayan dualar hatırına bir minnettarlık listesi yapsak… Bize özel verdiklerini tekrar hatırlasak... Resmin içinden çıkıp, dışarıdan baktığımızda, Görüntüler ne kadar da netleşecektir aslında. Başkasındaki nimetin daha kolay görünmesi de, bu yüzdendir… Kendinden çok karşındakini daha kolay görürsün... Ondakinin daha kıymetli, daha değerli olduğunu düşünürsün... Kendi elindeki maalesef ki, daha az görünür, Ne zaman ki, azıcık bir kaybetme korkusu yaşansa, O zaman sıkıca tutunuruz elimizdekilere... Elindeki hep sen de kalacakmış, hep senin olacakmış gibi gelir, Alışkanlıklara dönüşür en özel olanlar bile.
Ve alışkanlıklar sıradanlaştırır, bize verilen en özel şeyleri. Bu gün bir değişiklik yapalım ve, Bize özel verilenleri hatırlamaya ve görmeye çalışalım … Rabbimizle aramızdaki mesafe, Eminim ki, listenin uzunluğu oranında azalacaktır…. Fark ettikçe ve görmeye başladıkça, Kendimizi daha korunaklı ve daha özel hissedeceğimize de eminim... Aslında ne kadar korunmuşuz, ne çok da sevilmişiz, Nice uçurumların kenarından kıl payı kurtulmuşuz, O şefkatle öğretmeye çalışırken, ben görmemekte, ne çok direnmişim. Ne çok yanılmışım, ne çok inat etmişim, Ne çok üzülmüşüm, kendime acımışım ... Şimdi bakıyorum da, O zaman ağladığım bitişlerden, Şimdi sevindiğim başlangıçlar doğmuş, Bütün gitmelerden hayırlı gelişler olmuş Oysa ki, ben kendime zulmetmişim, Ben kendime eziyet etmişim, Yaşamadan bilebilir miydim acaba? Bilmiyorum... Gelin, bugün bir minnettarlık listesi yapalım, Bütün modern zamanların şikâyet modasının inadına, Bugün hiç şikâyet etmeyelim, yakınmayalım havadan, sudan... Hayatın gidişinden ve zorluğundan... Farkındalığımızı ve olumlu düşüncelerimizi arttıralım, Eminim her şey daha fazla yolunda gidecektir.... 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Nezihi Mustafa Polat |
Geçtiğimiz Perşembe akşamı Cağaloğlu’nda önemli bir toplantı yapıldı. ESKADER’in düzenlediği toplantının konusu “Basınımızda İttihad ve Nezihi Mustafa Polat” şeklinde belirlenmişti. İttihad ve Polat ismi yan yana geldiğinde heyecanlanmamak mümkün değil. Çünkü İttihad, Yeni Asya’dan önce yayınlanmaya başlamış ve bir anlamda Yeni Asya’ya öncülük yapmış. Yeni Asya ile tanıştığımız ilk yıllarda, onun adıyla yarışmalar düzenlendiğini görmüş ve “Mustafa Polat kimdir?” diye merak etmiştik. Tanıyanların dilinden onun çalışma azmini ve kararlı duruşunu dinleyince de hayran kalmıştık. Gazetemizin her kuruluş yıldönümünde onu rahmetle anmayı ve yâd etmeyi sürdürüyoruz ve İnşâallah da sürdürmeye devam edeceğiz. Aslında böyle ‘anma toplantıları’ umumiyetle vefat yıldönümlerinde yapılır. Bu defa öyle olmadı, çünkü sadece Mustafa Polat değil, “İttihad” gazetesi de konuşuldu. Cağaloğlu’nda düzenlenen toplantıya merhum Mustafa Polat’ı yakînen tanıyanlar ve onunla birlikte hem İttihad, hem de Yeni Asya gazetesinde çalışanlar katıldı. Elbette onu şahsen tanımayan, ama İttihad ve Yeni Asya vesilesiyle ‘eserleri’ni tanıyanlar da katıldı. Onu tanıyanların üzerinde ittifakla durduğu bir nokta var: Mustafa Polat çok çalışkan, dürüst, cesur ve velûd/üretken bir yazardı. Yazı yazarken odasının kapısını kilitler, yazıyı bitirinceye kadar da açmazmış. Bazen yarım saatte iki, hatta üç ayrı yazı yazdığı da olurmuş. Gazeteciliğe ‘çocuk’ yaşta, 8 yaşında başladığı ifade ediliyor ki, tam anlamıyla ‘çekirdekten yetişme’ demek mümkün. Anadolu’dan, Erzurum’dan çıkıp Bab-ı Ali’ye gelmek ve çok kısa sürede İstanbul’daki ‘kurtlar sofrası’nda yer edebilmek her yiğidin harcı değil. Bu kadar çalışkan ve üretken bir ‘başyazar’ın çok genç yaşta, 29 yaşında vefat etmesi de hakikaten kaderin bir cilvesi. Yeni Asya’nın ‘herşeyi’ olan Polat’ın vefatının sebep olduğu üzüntüyü tahmin etmek lâzım. Ne var ki, “Kader söylese; iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.” (Mektubat, Onbeşinci Mektup, s. 56) Mustafa Polat Ağabeyin konuşulduğu toplantıda İttihad ve Yeni Asya’nın; Bab-ı Ali’de ne gibi hizmetlere vesile olduğunu da bir defa daha canlı şahitlerden dinledik. Nerede bir yanlışlık olmuş olsa bu ‘çizgi’ ona müdahale etmiş, nerede bir hizmet olsa yine bu ‘çizgi’ onu dünyaya duyurmuş. Bugün bu kulvarda at koşturanlar, İttihad ve Yeni Asya’nın onlar için ‘paratoner’ vazifesi yaptığını hatırlamalıdırlar. Merhum Mustafa Polat, 1941 yılında Erzurum’un İspir kazasında doğmuş ve 23 Ağustos’u 24 Ağustos’a bağlayan gece (1970) Zeytinburnu sahilinde geçirdiği bir trafik kazasında vefat etmiş. Gazetelerde yazdığı yazıların bir kısmı, vefatından sonra derlenmiş ve Hekimoğlu İsmail imzasıyla “Çığ” adıyla kitap olarak yayınlanmış. Gazetemizin arşivindeki eski Yeni Asya ciltleri arasında tarama yaparken merhum Mahir İz Hocanın Mustafa Polat’ın vefatıyla ilgili yazdığı bir yazı dikkatimizi çekti. Mahir İz Hocamız Mustafa Polat’ı anlattığı yazısında şöyle demiş: “Gençti, cevherdi, serâpa timsâl-i fazîletti. Akıllara hayret veren bir çalışma kudretine sahipti, inanmıştı. Hayır uğruna çalışan faaliyet dinamosu imanla müteharrikti. Gecesi gündüzü yoktu. Bilmem kaç saat uyurdu? Mişkat-ı felâhını aydınlatan Nur kandilini misbah-ı Kudret daha sabâvetinde tenvir etmişti. O parlak bir iman ve mefkûre yıldızı idi. Onun hayatı bir kitap teşkil edecek kıymet ve ehemmiyettedir.” (Yeni Asya, 24 Ağustos 1972) Merhum Mahir İz (1895-1974) hocamızın yıllar önce dile getirdiği bu ihtiyaç, hâlâ tahakkuk etmeyi bekliyor... Bu vesile ile merhumları bir defa daha rahmetle yâd ediyoruz. Mekânları Cennet olsun İnşallah. Âmin. 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Alkışlamak mı, yoksa… |
Anayasa değişiklik teklifinden sonra milletvekilleri tatilde iken Başbakan Erdoğan, o devlet senin bu devlet benim diyerek ziyaretlerde bulunuyor. Birkaç gün içinde; Yunanistan, İran, Azerbaycan ve İspanya’da temaslarda bulunan sayın Erdoğan, bu arada değişik illerde mitingler yapmayı da ihmal etmiyor. Buralarda yaptığı açıklamalar da dikkat çekiyor. Meselâ daha bir hafta önce İsrail’in OECD üyeliğini veto etmesi durumunda İsrail’in üye olamayacağı ortada iken, “veto” etmeyen, sadece “şerh” koymakla yetinen Erdoğan’ın, İspanya’da İsrail’le ilgili sert açıklamalara devam etmesi bunlardan birisi. Diğer bir açıklama da, “AB ‘sizi kabul etmiyoruz’ derse, biz bunu alkışlarız, takdir ederiz. Ama hem ‘sizsiz olmaz’ hem de ‘sizinle olmaz’ derseniz dürüstlük olmaz” açıklaması… Bu cümlede yanlışlık yok mu? Türkiye on yıllardır AB’ye girmek isterken, hükümet de bunun için çaba sarf ederken, AB’nin Türkiye’nin üyeliğini kabul etmemesi durumunda bu kadar sevinmememiz gerekmez mi? Hele hele bir de alkışlayıp takdir etmek ne oluyor? Bir terslik yok mu bu açıklamalarda? “Durmak yok yola devam”ı, yoksa “durmak yok söze devam” olarak mı değiştirseler?
BOL KESEDEN… Kemal Kılıçdaroğlu, kurultaya günler kala gazetelerin Ankara bürolarını tek tek gezerek vaatlerini sıraladı. Kılıçdaroğlu’nun Sabah gazetesini ziyaretindeki vaatleri hayli dikkat çekiciydi. “Türbanlı kızlar randevu ister ve ‘Üniversitede okumak istiyoruz’ derse tutumunuz ne olacak?” şeklindeki soruyu, “Elbette randevu veririm. Onları dinlerim. Sorunları anlamaya çalışırım. Bu sorunu çözecek olan parti CHP’dir. Biz bu sorunu çözeriz” demiş. (19.5.2010) Bu vaatleri duyunca doğrusu tebessüm ettik. “Türban sorununu biz çözeriz” derken, neyi kast etti acaba? Çözmekten “çöz”meye fark vardır zira… Bol keseden vaatlere bu milletin karnı tok artık…
AYNI ANDA ÜÇ YERDE Televizyon kanalları arasındaki yarış, olmadık hilelere başvurulmasına da yol açıyor. Baykal’ın başına gelen kaset olayından sonra iki-üç kez aday olmayacağını üstüne basa basa söyleyen Kılıçdaroğlu, “geri adım” atma konusunda ünlenmesinin gereğini yerine getirerek, yine geri adım atarak bu fikrinden vazgeçip, aday olduğunu açıklayıverdi. Kılıçdaroğlu’nun bu kararı vermesinde medyada bir grubun “gaz ve destek vermesinin” de etkili olduğu söylenirken, Kılıçdaroğlu geçen hafta paylaşılamayan adam oldu. O gazete senin, bu televizyon benim gezip durdu. Canlı yayınlara katıldı. Bu arada paylaşılamayan kişinin aynı anda üç televizyonda canlı yayınlanıyor olması herkesi hayretler içine düşürdü. Bu hileyi şaşkınlıkla izleyen herkesin aklına türlü türlü sorular geldi. Bu soruların cevabını önümüzdeki günlerde hep birlikte öğreneceğiz. Bakalım altında neler yatıyor?
‘NE ZAMAN BIRAKACAKSINIZ?’IN CEVABI Bundan bir ay önce Vatan gazetesinden Mine Şenocaklı’ya (21.4.2010) açıklamalarda bulunan Deniz Baykal, CHP Genel Başkanlığı’nı hangi şartlarda bırakacağını açıklamıştı. Baykal, “Pek çok kişi ‘Halk Baykal’ı sevmiyor’, ‘Baykal Genel Başkan olduğu sürece CHP iktidar olamaz’ diyor. Hiç siyaseti bırakmayı düşündünüz mü?” sorusuna şu cevabı vermişti: “Bu görevi ne kadar yapacağım Allah’ın takdiridir. Partim ‘Sen bu işi yapacaksın’ dediği sürece ben buradayım” demişti. Genel Başkanı olduğu dönemde milletvekili listelerini hazırlayan Baykal’a, 60’a yakın milletvekili, yine kendisinin refakat ettiği il başkanlarından 77’si “Sen bu işi yapamazsın” dediler.
MİLLETVEKİLLERİ TATİL DE… Anayasa değişikliğinin Meclis’te görüşmeleri hayli kavgalı ve hararetli geçmişti. Günlerce yorgunluktan uykusuz kalan milletvekilleri tatile çıkmışlardı. Tatil 18 Mayıs Salı günü bitmesine rağmen, çok az sayıda milletvekili Meclis’e gelebildi. Böyle olunca da Meclis gerekli çoğunluğu sağlayamadığı için çalışamadı. Tabiî bunda Erdoğan’ın yurtdışı gezilerinde olması sebebiyle grubunu toplayamaması, CHP’de yaşanan kurultay sürecinin etkisi vardı. MHP niye grup toplantısı yapmadı bilmiyoruz, ama tek grup toplantısını BDP yaptı. Bakalım önümüzdeki Salı Meclis yeni bir hummalı çalışmaya başlayabilecek mi? Milletvekilleri geceli gündüzlü çalışıp anayasa değişikliğini yaptılar, ama sonrasında da iyi dinlendiler. Artık millet vekillerinden acil çözüm bekleyen konularda çalışmalarını bekliyor. 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Vakıflık” üzerine |
Aşağıdaki satırları, iki hafta önceki yazımızla ilgili olarak “Amerika mektubu” yazarımız Said Hafızoğlu’nun gönderdiği mesajdan aktarıyoruz. Birlikte okuyalım: “33. yıla girerken” başlıklı yazınızı, ilk yayınlandığı gün okumuştum. Hem yazınızın sonundaki çağrıya cevap vermek, hem de bahsettiğiniz konularda bazı düşüncelerimi iletmek istiyorum. Öncelikle bu güzel yolculuğunuzda muvaffakiyetler diliyorum. Yazılarınızı uzun zamandır takip eden biri olarak, bu yolculuğa nasıl başladığınızı paylaşmanız benim için çok önemli. Üniversite tercihinde Yeni Asya’da hizmet fikrini esas aldığınızı ifade babında verdiğiniz önemli bilgiyi okurken bazı düşünceler hâsıl oldu: Aynı düşüncelerle üniversite öğrenimi için İstanbul’u tercih ettiğini söyleyen başka değerli kalem erbabını da duymuştum. Ve Hakîm isminin tecellîsi olarak, istidadına uygun yolculuk yapanların meyvelerinin de güzel olduğunu görüyoruz. Bu çok önemli gerçekten. Bu noktada belki şu soru sorulmalı: Risale muhatabı gençler, şimdilerde bu yolculuklara çıkabiliyorlar mı? Bunu her iki yönden de tahlil etmek gerekiyor diye düşünüyorum. Yani aktif halde görünen neşriyat hizmetindekilerin, genelde okuyucu kitlesiyle, özelde gençlerle iletişimi nasıl? Tabiî, iletişim derken, modern pazarlamacılığı değil, iman kardeşliği temelli irtibatı kast ediyorum. Diğer bir yönü de gençlere bakıyor. İstidadını keşfeden gençlerin hizmetin neşriyat birimlerinde istihdamı noktasında karşılıklı samimî yaklaşımlar geliştirilerek güzel neticeler alınabilir. Tercüme ve tashih çalışmalarının meyvelerinden bahsetmişsiniz. Allah razı olsun. “Okura saygı açısından önemli” notunuz da çok hoş. “Vakıf” sisteminin neşriyat ünitelerinde de geçerli olması konusu ise zihinlerde ihmale uğramış bir nokta. Aslında ilk başta “vakıf” kavramının çerçevesinin iyice belirlenmesi gerekiyor. Bu konu hakkında sizden bir “tahlil” bekliyoruz. Şahsen vakıf denince benim aklıma, imanî sorularıma en samimî bir arkadaş olarak muhatap olan ve bu soruların cevaplarını, Risale-i Nur’daki hakikatlerin kendi dünyasındaki mânâ ve karşılıkları çerçevesinde paylaşan kimse geliyor. Diğer hizmet, faaliyet ve neticeler bu samimî paylaşımın fıtrî tezahürleri olarak ortaya çıkmalı... *** Hafızoğlu’na, özellikle bu konulardaki yakın, samimî, sürekli ilgisi ve katkıları için teşekkür ediyoruz. Düşüncelerini umumun istifade, istişare ve değerlendirmesine sunarken, vakıf meselesi için ilâveten ifade edebileceğimiz husus şu: Mesele, münhasıran rıza-yı İlâhîyi esas maksat yaparak ömrünü Risale-i Nur hizmetine vakfetmek. İhlâsın özü, esası ve temeli de Allah rızasına kilitlenmek değil mi? “İmanî sorulara samimî muhatabiyet” de bu ihlâsa bağlı. Kur’ân’ın Risale-i Nur’a yansıyan derin ve şifreli mesajlarını daha iyi anlayabilmek ise, bu mânâ ekseninde teşekkül eden ihlâslı bir şahs-ı manevîye mensup hizmet erlerinin bütün hayatlarını doldurup nurlandıracak son derece ulvî bir meşguliyet. Ve böyle bir anlayışla hizmetin her geçen gün çoğalıp genişleyen birimlerinden herhangi birinde, istidat ve kabiliyete göre yapılacak tercihle istihdam edilmeyi öngören bir niyet ve kararlılık, hem ne kadar zorlu olursa olsun bilumum engelleri aştırır, hem de muvaffakiyet ve inkişafların önünü açar. Dershanelerde de, neşriyatta da, hizmet için ihtiyaç olan diğer tüm alanlarda da. Bilal Yükselten'in yazdığı gibi, hizmet ve neşriyat müesseseleri için gerekli olan yöneticilik, işletmecilik, finans uzmanlığı da bunlar arasında. Bu itibarla, hizmet alanı olarak hangi birimi seçerse seçsin, bir vakıf için önemli olan, öncelikle Risale-i Nur’da, sonra da istidat ve kabiliyetine göre tercih ettiği hizmet branşında yoğunlaşıp “uzmanlaşmak” ve hayatı boyunca her iki cenahta da derinleşerek son nefesine kadar ihlâs ve istikamet çizgisinde, bu cehd üzere sebat etmek. 23.05.2010 E-Posta: [email protected] |