Yasemin YAŞAR |
|
Adalet, Allah’a ibadetle başlar |
(İbadet yazıları - 2)
İbadet merkezli olması gereken dinî yaşantı, kâinatta bir düzenin varolduğuna inanmak ve düzenle uyum içinde yaşamaya çalışmak demektir. İnsanın nihayetsiz arzuları ve nihayetsiz düşmanları vardır. Bu arzu ve düşmanlara karşı, bir nokta-i istinat ve bir nokta-i istimdada ihtiyacı vardır. Her şeye hâkim olma arzusuna sahip olan insan, kendi vücudundaki sistemi kontrolden âcizdir. Maddî ve mânevî ihtiyaçlarının bir zerresini bile karşılayamayan insan, kendini güvende hissedemez. İşte tam bu noktada her şeyi bilen, her şeyin dizgini onun elinde olan Sonsuz Kudret ve Zenginlik sahibi olan Allah’a inanma ve sığınma ihtiyacı hisseder. Bu ihtiyacını en güzel şekilde tatmin ettiği an, ibadet anlarıdır. Adeta, rûhî dinginliğin yakalandığı bu anlarda, Biri var, beni işitiyor, beni biliyor, benim her maksudumu karşılamaya muktedir, hem düşmanımdan emin edecek kadar kuvvetli olduğu inancı ile insan, korkularından kurtulur. Bu coşku ve güven ile iç huzuru yakalar. İşte insana bu düşünceleri hissettiren, yaşadığı hayat içerisinde, akıp giden anları arasında, ibadete tahsis ettiği vakitlerdir. Yaratıcının ibadet emri altında kulunu kendine yakınlaştırmak isteği bulunmaktadır. Çok çabuk gafletle dünyaya dalan insan, Yaratıcısını dünya meşgaleleri içerisinde çok az hatırlamaktadır. Kullarını en iyi bilen Yaratıcı da kulluğu hatırlatmaya olan dâvetini gün içerisine beş vakte serperek emretmiştir. İnsanın ruhsal dinginliği yakalaması, enfüsî ve âfâkî tefekkürünü gerçekleştirmesi, şükrü yerine getirmesi gibi anlamları içerisinde barındıran ibadetler ile insan, emr-i İlâhînin içerisinde peşin ücreti daha bu dünyada almaktadır. İbadetler kusurların farkına varıp arınma, temizleme iradesi ile başlar. İradesini iyi şeyler yapma niyetiyle planlayan insan ise, meyillerini temyiz edip hayırlı tercihler ortaya koyar. Böylelikle zihin faaliyetleri rıza-yı İlâhîyi kazanmak noktasına sevk edip, kalbini muhabbetullahla doldurur ve yaratılanı Yaratandan ötürü sevmeye başlar. Her şeyden önemlisi de onu Yaratanın onun her hâline nazar ettiğini idrak eder. İbadet insanda iyilik güzellik ve doğruluk düşüncesine kuvvet veren bereketli bir kaynak ve nefsin kötülük meylini kıran, iyiliğe çeviren sırlı bir iksirdir. “Duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tövbe dahi meyelân-ı şerri keser.” (Sözler, s. 432) İnsan sürekli denge halinde olmalıdır. Sınır konmamış kuvveleri dengeye çekmek hiç şüphesiz fazilet değerlerine sahip olmaktan, iman, inanç ve ahlâkî değerlerden geçer. Adalet ve ibadet birlikteliği müsbet hareketi ortaya çıkarır. Adalet, ahlâkî bir kavram olarak düşünüldüğünde davranış ve hükümlerde doğru olmak hakka göre hüküm vermek anlamındadır. Adalet ve ibadet iç içe kavramlardır. Daha doğrusu biri diğerinin lâzımıdır. Adalet, hak temeline dayandığı için insanın önce Yaratıcısına ibadetle hakkı yerine getirmesi gerekecektir. Yani adalet, Allah’a ibadetle başlar. Daha sonra insan hakları ve diğer mahlûkât hakları gelir. İnsan önce hukukullaha riâyet ettiği zaman diğer hukuklara da saygılı olur. Aksi düşünüldüğünde, Allah’ı tanımayana her şey düşman olacaktır. İnsanlar nefislerinde ne derece adaletli olurlarsa âfâkî dairede de muamelâtlarında da o derece adaletli olurlar. İmam-ı Gazali’ye göre muamelattaki, siyasetteki adalet nefsin ahlâkına bağlıdır. Nefsin ahlâkı ise insanda hüküm süren ve sınır konmamış kuvvelerin vasatta kullanılması ile mümkündür. Zaten Adl ve adalet sırat-ı müstakîm denen şecaat, iffet ve hikmetin mezcinden hâsıl olmasıdır. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 29) Yani had konmayan kuvvelerin vasat halde olması adaleti netice verecektir. İnsan ibadetlerin sağladığı iç disiplin ile, iffetli, hikmetli, şecaatkâr, yani ahlâklı ve adaletli davranışlar sergiler. Bu davranışlar da müsbet hareketlerdir. İslâmiyet had konmamış şehvet ve gadap kuvvelerinin yok edilmesini değil, her ikisine hâkim olup, Yaratıcının rızasında kullanmayı emretmektedir. Şehvet ve gadap bir avcının köpeği veya askerin atı gibidir. Amacını gerçekleştirmek için köpeğini ve atını öldürmek yerine bunları terbiye ederek faydalanması lâzımdır. Dolayısıyla bu ikisi olmadıkça ahiret nimetleri kazanılmaz ve insan mukadder olan kemâlâta ulaşamaz. 22.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Serbest düşünce ile beraber serbest kıyafet |
Okullarda uygulanması düşünülen ‘serbest kıyafet’ konusundaki yazımız (15 Mayıs 2010) üretici ve velilerden değişik tepkiler aldı. Kimi ‘Geç bile kalındı’ diyerek kararı desteklediğini ifade ederken, kimi üreticiler de ‘serbest kıyafet’in işsizlik başta olmak üzere başka problemlere de sebep olacağını söylüyor. Her ne kadar gündemde ‘daha önemli konular’ olsa da, bazı sivil toplum kuruluşları da bu tartışmaya katıldı. Meselâ Özgür-Der yaptığı açıklamada şöyle demiş: “(...) Her sabah çocuklarımıza okutturulan andımız, kitaplardaki ideolojik tarih anlayışı, kişilerin kutsanması gibi ‘formalar’ın da zihinlere giydirilmekten vazgeçilmesi bu bağlamda tartışmaya açılmalıdır. Çocukların tek-tip kıyafeti tartışmaya açılırken, üniformalı askerlerce verilen Millî Güvenlik Dersleri konusunun da Bakanlıkça acilen gündeme alınması gerektiğini hatırlatıyoruz. Bu bağlamda öncelikle Millî Güvenlik Dersleri kaldırılmalı, eğitim kurumlarına hiç yakışmayan askerî forma okullardan uzaklaştırılmalıdır. (...) Öğrencilerin kıyafetlerini serbest bırakmaya çalışırken başörtüsünü yasaklamak açık bir çelişkidir. Okullar dinî inançların yasaklandığı değil teşvik edildiği yerler olmalıdır.” Elbette farklı görüş ve düşünceleri dile getirenler olacak. Niyetler ‘doğru’yu bulmak olduktan sonra itiraz seslerinden rahatsız olmamak lâzım. Başlangıçta bazı sıkıntılara sebep olsa da, uzun dönemde ‘serbest kıyafet’in Türkiye’nin menfaatine olacağını düşünüyoruz. Tabiî ki üretici firmaların itirazları da dikkate alınmalıdır. Meselâ bir firma, yıllardan beri bu konuda ihtisaslaştığını ifade ederek; “Bu konu tartışılırken, karar aşamasında bizden hiç görüş alınmıyor” diyor. Ya da “Madem böyle bir değişiklik yapılacak, niçin okulların açılmasına az bir zaman kaldığı halde hâlâ kesinleşmedi?” diyorlar. Bu yöndeki itirazlar yerden göğe kadar haklıdır. ‘Serbest kıyafet’le ilgili tartışmalar, hiç değilse bir yıl öncesine dayanıyor. O halde bu konudaki karar vaktinde ve zamanında alınması gerekirdi? Yıllar önce plan yapılsa ve firmalar da ona göre yatırım kararları alsa elbette çok daha iyi olurdu. Bütün bunlar Türkiye’yi idare edenlerle ilgili firmalar ya da ‘oda’lar arasındaki uyumsuzluğun göstergesi. Veli olarak bizler, kanaatlerimizi bütün bunlardan bağımsız olarak açıklayabiliriz. Serbest kıyafet olsun, ama öncelikle eğitimdeki ‘tabu’lardan da kurtulalım. Daha önce de ifade etmeye çalıştık: İsimler ve resimlerin değişmesiyle hakikatin değişmeyeceği bilinmelidir. Önlük ya da ‘forma’dan ‘serbest kıyafet’e geçişle eğitimdeki kalite artmaz. Serbest kıyafetle birlikte ve belki de daha öncelikli olarak eğitimdeki ‘muhtevâ’da değişsin, yenilensin. Kıyafetler için gösterilen hassasiyetin daha fazlası bu konularda gösterilsin. Alınan kararlardan çok, bu kararların nasıl uygulandığı da önemlidir. Talebimiz, geçilmesi düşünülen ‘serbest kıyafet’ uygulamasının bugünkü uygulamayı aratmamasıdır. Yeni dönemde de ‘özel’ler başta olmak üzere bazı okullar keyfî uygulamalar yapıp velilere yeni masraflar çıkarabilir. Böyle yapanlara kesinlikle müsamaha edilmemeli ve izin verilmemelidir. Aynı zamanda yeni uygulama ‘kıyafet bekçiliği’ yapmak isteyenlere de kapı açmamalı. Her konuda olduğu gibi bu konuda da temeller sağlam atılırsa ‘ayrıntı’da ortaya çıkacak problemler çözülebilir. Atılması düşünülen bu adım bazıları için ‘geçim kapısı’ haline gelmesin vesselâm. 22.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Yıldızlar ve engeller |
Geçen Salı günü bazı gazetelerin Ankara temsilcileri ile birlikte Çankaya Köşkü’ndeydik. Köşk’te bu yıl ikincisi yapılan “81 ilden 81 yıldız” eğitim projesinin tanıtım toplantısı vardı. Köşk’ün tören salonu hınca hınç öğrenciler ve aileleri ile doluydu. Hem geçen yılın, hem de bu yılın “yıldız”larını temsilen konuşmalar yapıldı. Öğrencilerin “manevî anne” dediği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül, ev sahipliğinde gerçekleşen programda, ailelere “çocuklarınızı okutun”, çocuklara da “okuyun, mutlaka eğitiminizi tamamlayın” dedi ve ekledi: ”Çünkü bugün karşı karşıya olduğumuz pek çok sorunun nedeni cehalet…” Salonda gerek Bayan Gül’ü gerekse diğer konuşmaları dinlerken aklımıza çeşit çeşit (bazılarının cevabını veremesek de) sorular geldi. Meselâ; bu sözler yasaklar veya imkânsızlıktan okuyamayanları aklımıza getirdi. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre, Türkiye genelinde 4 milyon 640 bin kişi okuma yazma dahi bilmiyor. Okur-yazar olmayan nüfusun 3 milyon 730 bin 553’ünü kadınlar oluşturuyor. Yine, eğitim durumuna göre Türkiye’de en çok ilkokul mezunu bulunuyor. 18 milyon 204 bin kişi ilkokul mezunu olarak kayıtlara geçti. Kadınların okuyamama sebebini sadece ailelerin okutmamasına bağlamak doğru değil. Yasakların da büyük payı var. Bunu kimse yabana atamaz. ««« Bu projenin yanı sıra Hayrünnisa Hanımın himayesinde “Eğitim her engeli aşar”, “Bilişim Teknolojisi Sınıfları”, “Konuşan Kitap” projeleri de devam ediyor. Bu projeler tebrik edilmesi gereken projeler. Ancak eğitimin, eğitimcilerin, öğrencilerin önünde “engel” olan daha birçok mesele var. Bunların da unutulmayıp, çözümünün bulunması gerekiyor. Sinop’tan ilin yıldızı seçilen öğrencinin “Gelecekten umudumuzu kesemeyiz. Hiçbir engel başarma hırsımızın önüne geçemez” sözü bir takım çağrışımlar yaptırdı kafamızda. Her ilden bir öğrenci belki yıldız oldu, ama daha pek çok yıldızlar böyle ödüllendirmeyi bekliyor. Öğretmeni olmayan okullar, 50-60 kişilik sınıflarda okumak durumunda olan öğrencilerin varlığı bu çağda hâlâ mevcut. Katsayı engeli dolayısıyla meslek liselerinin durumu ortada. ««« Hayrünnisa Gül’ün “Sizlerden söz vermenizi istiyorum. Derslerinize çok çalışacak, hedeflerinizi yüksek tutacaksınız... Başarı, bilgi ve ahlâkınız ile herkese örnek olacaksınız. Bana söz veriyor musunuz?” şeklindeki soruya salondan gelen “Söz veriyoruz” sesleri insanları tebessüm ettirirken, Bayan Gül “Herkes şahit oldu” diye konuşmasını sürdürdü. Burada da “ahlâk” derken, aklımıza internet ve televizyonlardaki öğrencilerin psikolojisini etkileyen yayınlar geldi. Bunlarla ilgili artık bir şeyler yapma vakti geldi de geçti bile. Programdan sonra verilen resepsiyonda öğrencilere kendi deyimiyle “manevî anne şefkati” ile yaklaştığını gördüğümüz Hayrünnisa Gül’ün, seçilen “yıldızların” dertleri ile tek tek ilgilendiğini müşahede ettik. Ancak Hayrünnisa Hanım da biliyordu ki, bunun gibi milyonlarca öğrencinin maddî ve manevî anlamda yaşadığı birçok sorunu var ve çözüm bekleniyor. ««« Buraya küçük bir not düşelim: Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun programda olmaması bizim gibi birçok kişinin de dikkatini çekti. Bazı ünlü şarkıcı ve sporcuların olması öğrencileri mutlu etti, imza alma yarışına girdiler. Ancak Çubukçu’nun böyle bir törende olmasının gerekli olduğu söylendi. (Sayın Bakanın başka bir programı var mıydı? bilemiyoruz.) ««« Öğrenci ailelerinden bazılarının başörtülü olması dikkatimizi çekti. Bazı başı örtülü gazeteciler de programa dâvetliydi. Bunları görünce, geçmişte kendisi de mağdur olan Hayrünnisa Gül’ün yıllardır binlerce mağdur üreten ve hâlâ devam eden başörtüsü yasağı konusunu düşünüp düşünmediği aklımıza getirdi. Çünkü bu kanunsuz “engel” yüzünden birçok öğrenci hâlâ okuyamıyor, birçok memure görevini yapamıyor. Yapmaya kalksalar hâlâ cezalar alıyorlar. Bu projeler devam etmeli. Bunun yanında gençleri tehlikelerden korumak için tedbirler alınmalı. Onların önünde engel olan, eğitimde fırsat eşitliği önünde set olan yasaklar kaldırılmalı. Buna da birileri ön ayak olmalı… Bir projenin tanıtım toplantısını izlerken aklımıza bunlar geldi. 22.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Tayland’da neler oluyor? |
Tayland aylardır yavaş yavaş yükselen bir gerginlik ve çatışma ortamını yaşıyor. Uzakdoğu’nun yıldızı parlayan, ekonomik açıdan hızla gelişen ülkelerinden olan Tayland’da sular bir türlü durulmuyor. Ordu ile göstericiler arasındaki çatışmalarda son iki ayda 82 kişi öldü. 23 vilayette sıkıyönetim ilân edildi. Bangkok’un önemli bir kısmı göstericilerin kontrolünde. Nüfusunun yüzde 94,6’sı Budist, yüzde 4,6’sı Müslüman. Müslümanlar da gösterilerde yer alıyor. Beş yıl önce ordunun darbe yaparak Taksin Şinawatra hükümetini devirmesi ve anayasayı askıya almasından bu yana sıkıntılar sürüyor ülkede. Yeniden demokrasiye dönülmesi 23 Aralık 2007 seçimleriyle oldu. Beş partili bir koalisyon kuruldu, ancak sıkıntılar durmadı. Başbakan güvensizlik oyu ile devrildi ve sonra da Anayasa Mahkemesince yolsuzluklardan mahkûm edildi. Bir sürü olaylardan sonra muhalefet partisi olan Demokrat Parti iktidara geldi. Şimdi Kırmızı Gömlekliler’in ardında olduğu söylenen mahkûm edilen lider Taksin Şinawatra’nın tahrikiyle Kırmızı Gömlekliler geçen Nisan ayı başından itibaren protestolara başladılar. Hükümet ise çok sert tepkiler gösterdi ve orduyu üzerlerine saldı. Peki Kırmızı Gömlekliler kim? Bunlar daha çok Tayland’ın yoksul kırsal kesimlerinden, özellikle de ülkenin kuzey ve kuzeydoğusundan geliyorlar ve seçmen çoğunluğunu oluşturuyorlar. Bir çoğu Şinawatra’yı destekliyor. Hareket kısa sürede bir tür demokrasi hareketine dönüştü. Bilinen ünlü bir liderleri ve hiyerarşik yapıları yok. Birkaç önde gelen siyasal eylemci (bir doktor, bir eski parti yöneticisi, bir pop star) tarafından yönlendiriliyor. Bir diğer liderleri olan General Seh Daeng, bir sniper atışıyla başından vurularak öldürüldü. 10 Nisandaki ordu saldırısında 37 sivil öldü 800 kişi yaralandı. Karşılarında ise hükümet ve ordunun ardında Bangkok’taki amayata olarak bilinen seçkinler grubu Sarı Gömlekliler var. Sarı giyinmelerinin sebebi monarşinin rengi olması. Bu arada Tayland krallık ve mevcut kralları Prajadhipok 1932 yılından bu yanda tahtta. 17 anayasa ve bir çok darbeye rağmen o yerinde ve herkes ona bağlılığını bildiriyor. Tayland ekonomisi 1985 ile 1996 yılları arasında dünyanın en büyük büyümesini yaşadı. Yılda ortalama yüzde 9,4 büyüdü. Yıllık ihracatı 105 milyar dolar. Otomobil, mücevher, elektrikli aletler ve tekstil dahil bir çok ürün ihraç ediyor. Ancak ülke içindeki gelir dağılımı adaletsizlikleri, azınlık eliti olan Sarı Gömlekliler’in, ordu ve hükümeti kontrol ederek, yoksul Kırmızı Gömlekliler’e karşı kullanması, yolsuzluklar, etnik ve kültürel farklılıklar ülkesi bir kargaşanın içine itti. Bunda Tayland’ın hızlı büyümesi ve etrafıyla ilişkilerinden rahatsız olan dış güçlerin parmağı olup olmadığı bilinmiyor. Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde renkli devrimler yapanların, o bölgede başarısız olunca, Uzakdoğu’ya yönelip orada kan kırmızısı isyanlar başlatması ihtimali hiç de akıldan uzak değil. Ancak görünen o ki; Bangkok’ta başlayan halk hareketi, hükümetin şiddet kullanmasıyla, adeta benzin dökülmüş ateş gibi büyüyor. Hele son olarak önceki gün protestocuların kampının basılması ve bir günde aralarında kadın ve çocukların da olduğu 23 kişinin öldürülmesi işi kan dâvâsına döktü. Zulümle payidar olunmayacağını bu ülkede de görmek üzereyiz. Ancak bu işten en çok masumlar zarar görüyor. Umarız isyan ve kargaşa ateşi Uzakdoğu’yu da sarmaz. 22.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Kerimov’la nereye? |
Bir süredir Özbekistan’dan gelen üzücü haberler maalesef artarak devam ediyor. Geçen yıldan beri yargılanıp toplam 380 yıl hapse mahkûm edilen Risale-i Nur Talebelerinin sayısı 47. Ve son gelen haberlere göre, yine çok sayıda Nur Talebesi tutuklanmış durumda. Bu çeşit haberler yakın zamana kadar Türkiye’nin de hazin bir gerçeğiydi. CHP’nin 1950 öncesindeki tek partili ceberut iktidar döneminde Bediüzzaman ve talebeleri üç defa toplu gözaltı ve tutuklamalarla hapse konulup yargılanmıştı. Ama o devirde bile, öne sürülen iddia ve suçlamaların hiçbiri ispat edilemedi ve Eskişehir Mahkemesinde Tesettür Risalesi bahane edilerek ve “vicdanî kanaat”le hükmedilen mahkûmiyet kararı dışında, mahkemeler ceza veremedi. Said Nursî ve talebeleri hep beraat etti. Sonraki dönemde periyodik olarak yapılan ihtilâllerin akabinde yine öncelikle Nur Talebelerini hedef alan yoğun operasyonlar gerçekleşti. Evlerinde birlikte kitap okuyup sohbet etmekten ve çay içmekten başka “suç”u olmayan insanlar, baskına uğrayıp önce karakolların nezarethanelerine, sonra da cezaevlerine götürüldü. Ama açılan dâvâların tamamı beraatle sonuçlandı. Ve aynı iddialarla açılan binlerce dâvâda aynı kararın verilmesi, dünya adalet tarihine, başka benzeri bulunmayan bir rekor olarak geçti. Bu durum, herşeye rağmen Türkiye’deki hukuk ve adalet anlayışının sağlamlığını, hakimlerdeki hakkaniyet ve vicdan duygusunun gücünü gözler önüne seren çarpıcı bir tablo oluşturuyor. Tabiî, bu tesbit 28 Şubat öncesine ait. Sonrasında yargı maalesef 28 Şubat ideolojisinin yoğun baskı cenderesine girdi ve rahmetli İhsan Tombuş’un ifadesiyle, tek parti devriyle 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde bile görülmemiş derecede siyasallaşarak yıprandı. Depreme “İlâhî ikaz” diyenlere açılan dâvâlar ve verilen mahkûmiyet kararları, bu durumun en trajik örneklerinden. Yazarlarımızdan Cevher İlhan’a verilip AİHM’den dönen ceza için, Yargıtay Başsavcılığının yine onama istemesi de. Türkiye’deki durum bu. Özbekistan’daki Kerimov rejimi ise çok daha katı ve insafsız bir şekilde Nur Talebeleriyle uğraşmaya devam ediyor. Hayli zaman önce Fergana Vadisinde gerçekleştirdiği katliâmla, din adına yürütülen silâhlı direnişleri son derece kanlı bir şekilde bastırmakta zerre kadar tereddüt göstermeyeceğini gözler önüne sermiş olan Kerimov, siyaset ve ideoloji ile hiçbir alâkası olmayan Nur Talebelerinin üzerine güdümlü mahkemelerle gidiyor. Kerimov rejimi, SSCB dağıldıktan sonra bağımsızlığına kavuşan cumhuriyetlerden biri olarak Özbekistan’ı, komünizm döneminden farksız şekilde yönetilmeye devam eden, içe kapanık ve çok problemli bir ülke konumunda tutuyor. Rejimin baskıcı karakteri, hürriyete susamış halka nefes aldırmazken, ülkenin komşu Orta Asya cumhuriyetleri dahil olmak üzere dış dünya ile ilişkileri de sıkıntılı. Ve Türkiye ile de arası yok. İstikrarını koruyan Kazakistan’la, renkli devrimlerden bir türlü kurtulamadığı halde Kırgızistan’la, Türkmenistan’la kurulan büyük ölçüde olumlu ilişkiler, Taşkent’le sağlanamıyor. Geçimsiz, kuşkucu ve baskıcı karakteriyle Kerimov, hem Özbek halkının canına okuyor, hem buradan gidenlere rahat yüzü vermiyor, hem Risale-i Nur Talebelerine zulmediyor, hem de komşularıyla ve bölgeyle diyalog kuramıyor. Ama zayıf gördükleri yere hemen sızmaya bakan renkli devrim sihirbazları nedense Özbekistan’a “iltifat” etmiyorlar. Girecekleri bir boşluk bulamadıkları için mi, yoksa Taşkent’te Kerimov rejiminin devamı işlerine geldiğinden mi? Taşkent, Semerkand, Buhara gibi İslâm tarihinin önemli merkezlerini barındıran, İmam Buharî gibi İslâm büyüklerinin kabirlerine ev sahipliği yapan Özbekistan’ın böyle katı bir dikta rejiminin kontrolünde olması çok büyük talihsizlik. Daha ne zamana kadar böyle devam edecek? 22.05.2010 E-Posta: [email protected] |