Ali FERŞADOĞLU |
|
Akla uydurma mekanizması |
Akla uygun davranışlar sergileyemezsek; sergilediklerimizi akla uydurmaya çalışırız. Bu savunma mekanizmasıyla, duygu ve heyecanlardan kaynaklanan düşünce ve hareketlerimizi kendimize veya başkalarına karşı inandırıcı sebepler, yorumlarla inandırıcı olmaya çalışırız. Kabiliyetsizliğimizden kaynaklanan uyumsuzluğumuzu örtmek için de, kendimizi haklı gösterecek gerekçeler ararız. Meselâ, derslerine çalışmayan öğrenci; öğretmenleri ve eğitim sistemini; alkolikler insanların anlayışsızlığını; tecrübesiz şoför, yolların bozukluğunu; ibâdetlerini ifâ etmeyen zamanının yokluğunu ileri sürer. Gerçekler bizi endişelendirdiği vakit, basit mantık oyunlarıyla kaçmaya çabalarız. Zayıf alacağını bilen bir öğrencinin, “Yok, aslında bir şeyler karaladım, öğretmen incelerse, düşük not vermez” diye düşünmesi gibi. Bu tepkinin en tipik örneklerinden biri, sözlü sınavlarda yaşanmaktadır. Sorunun cevabını bilmeyen öğrenci, teorik şeylerden ve soruyla direkt alâkalı olmayan soyut bilgilerden bahseder. Bu şekilde, cevabını bilemediği sorunun ağırlığından ve bilememenin stresinden kurtulmaya çalışır. Aynı hale, varlığa basit açıklamalar getiremeyen ve anlatımlarında karışıklığa, soyutluğa, muğlak anlatımlara yönelen felsefe de bir örnektir. Eşya, yani maddî âlem ya da mülk âlemini kendi içinde izaha yönelenler, vahye dayanmadan yaratılışa izah bulmaya çalışanlar için bu âlemler başlı başına bir risk faktörüdür. Aslında en büyük risk faktörü benliktir, yani kişinin kendine yönelik çözümsüzlükleri ve kendini tanımada, tanımlamada çektiği sıkıntılardır. Bunlara çözüm bulmakta sıkıntı yaşadıkça, netleştirmekte güçlük çektikçe muğlaklaştıran bir yol izlenir. Yine konumundan dolayı halkın sorularına cevap sorumluluğu taşıyan aydınlar, bu anlamda yetersiz kaldıklarında bu mekanizmayı kullanırlar. Yetersizliklerinin açığa çıkmaması için muğlak ve bilimsel ifadeler kullanarak bir tür savunma tavrı sergilerler. Bu, kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi olan cerbezenin yansıması gibidir. Anlaşılmasında güçlük çekilen, ruhun izahta stres yaşadığı haller iyice anlaşılmaz hale getirilerek bir rahatlama arayışına gidilmektedir. Aslında insanın istikameti, ruhun rahatı bütün kuvvelerin orta noktasındadır. Akıl kuvvesinin orta noktasını ifade eden hikmet, hem ruhu, maddî âlemin dalgalanmalarına, stres etkilerine karşı koruyan, hem de sapmalardan uzak tutan vasat yolun adıdır. Vahye dayanmayan, İlâhî aydınlanmadan uzak kalan ve akıl feneri ile sınırlanmış bir entelektüalizasyon insanın fıtrîliğinden, aslî gerçekliğinden çok uzak kalacak ve ruhta bir inşirah, rahatlama sağlamadığı gibi, işleri daha çözümsüz ve içinden çıkılmaz hale getirecektir.
05.04.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Otuz Bir Mart ve Bediüzzaman |
Abdullah Bey: “Otuz Bir Mart’tan sonra Hurşit Paşa isyancılarla birlikte Bedîüzzaman’ı da mahkemeye celp ediyor ve Bedîüzzaman’ı, ‘Sen de şerîat istemişsin!’ diye sorguluyor. İsyancıların amacı neydi? Hurşit Paşa neden böyle soru yöneltti?”
İstanbul’da avcı taburlarının Rûmî 31 Mart 1325 veya mîlâdî 13 Nisan 1909 tarihindeki isyanı, o günden beri tarihçiden sosyal bilimciye ve siyasetçiye hemen herkesçe çok yazılıp söylendi. İsyan esnasında isyancı taburların, birçok isteklerini ve amaçlarını tek bir cümlede birleştirerek attıkları “Şeriat isteriz!” sloganlarını ciddiye almamız mümkün değildir. Bu sloganın o esnada, tahrikçi çevreler tarafından üretildiği ve hiçbir hakikati ifade etmediği ilk bakışta anlaşılmaktadır. Yani isyancıların bu bağırış ve hezeyanları, ne istediklerinin gerçekten şeriat olduğunu tescil eder, ne de hükümetin yapısı ve karakteri hakkında sağlıklı bir belge teşkil eder! Otuz Bir Mart isyanının sebebi ve niçini hakkında söylentiler de pek çoktur. Tarihçiler bu isyanda İngiliz Entelijans Servisinin ciddî parmağı olduğu üzerinde dururlar. İsyanın amacı olarak; kâh Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek, kâh İttihat ve Terakki Hükümetini devirmek, kâh ordudan atılan alaylı zabitlerin tekrar orduya alınmasını sağlamak, kâh devlet dairelerinde yapılan tenkisat üzerine açıkta kalan memurların tekrar memuriyete alınmasını temin etmek...vs. gibi daha birçok sebepler sıralanmaktadır. Görünen o ki, bu isyanda dış güçlerce, Osmanlı Devletini yıkmak, bölmek ve parçalamak gibi gizli ve tehlikeli amaçlar gözetilmiş; bu amaçlara ulaşmak için en problemli, en bulanık ve en sisli zamanlar tercih edilmiştir. Yani bu isyan, dört dörtlük bir dış düşman tezgâhı ve oyunudur! İsyancı taburlarsa, maalesef, bu tezgâhlara bilmeden âlet olmuşlardır. “Şeriat isteriz!” nutukları, tahrik ve tahrip gücü yüksek birer slogan olarak sadece sokaklarda yankılanmış; sadece isyana sûret-i hak rengi ve görüntüsü vermeye yaramıştır. Bunu daha sonra mahkeme safahatında Hurşit Paşa’ya karşı Bediüzzaman’ın: “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa fedâ etmeye hazırım! Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!”’ sözlerinden de anlamak mümkündür. Bedîüzzaman Hazretleri isyan esnasında isyancıları ve ihtilâlcileri yatıştırıcı ve sükûnete çağırıcı bir rol üstlendi; isyancılara ısrarla şöyle hitap etti: “Ey asâkir-i muvahhidîn! Şeriat namına sizlere söylüyorum ki, İslâmiyet’in maddî kuvveti ordudur. Ordunun da ruhu ve mefkûresi mektepli zabitlerdir. Bunlara ilişmek hayat-ı millete cinâyet etmektir. Bu zamanda şecaat-ı fıtriye kâfî değildir. Zira ecnebiler bize fenn-i harple galebe çalmıştır.”’ Başka bir hitabesinde de Saîd Nursî isyancı taburlara: “Hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irâe ediniz. Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâm’ın nâmusu artık sizin itaatinize bağlıdır. Sancak ve tevhîd-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz müşfik pederlerinizdir! Kur’ân ve Hadîs ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki: Haklı âmire itaat farzdır”’ çağrısında bulundu.1 Saîd Nursî isyan eden sekiz taburu hitabeleriyle itaate getirdi, dize getirdi ve susturdu; isyan sona erdi. Daha sonra kendisi de isyancılarla birlikte sorgulandı. Fakat suçsuz olduğu tahakkuk ettiği için, beraat etti. Tahrikçi sloganlar her zaman ve her zeminde vatan ve milletin birlik ve dirliği için en tehlikeli tezgâhların sadece birer parçası olmuşlardır. İtibar edilmemelidir.
Dipnot:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 55; Şahiner, N., B. T. B. Said Nursî, s. 137; Hutbe-i Şâmiye, s. 93.
05.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Zübeyri üslûp ve tarz... |
Risâle-i Nur pratiği Bediüzzaman’da erimiş Zübeyir Gündüzalp’ın Nur Talebeleri arasında bu denli kıymet ve hürmet görmesi, daha çok onun takip ettiği tarz ve üslûptan ileri gelmektedir. Şu yazımızda “üslûp” kelimesini edebî mânâsıyla sınırlandırmayacağız. Bediüzzaman Hazretlerinin dârülbekaya irtihalinden sonra, talebeleri arasındaki endişe, panik ve bazı kuşkuları, en fazla o dönemi yaşamışlar bilir. Bilhassa bin küsûr senelik “ferdiyet” geleneğine sahip Müslümanlara cemaat, şahs-ı manevî ve efkâr-ı amme gibi düsturları anlatmaya çalışmış bir Üstadtan sonraki talebelerin o günkü halleri hâlâ bizim için de merak konusudur. Zübeyir Ağabeyin o günkü küllî, yani bütünü içine alan bakışı ve bu mânâya ulaşmak üzere başlattığı çalışmalar fevkalâde önemli olsa gerek. Bediüzzaman’ın yerine onun talebelerinden teşekkül eden bir şahs-ı manevî ikame düşüncesi fevkalâde muhteşem değil miydi? Risâle-i Nur Külliyatının içinden Nur Cemaati işleyişini kolaylaştıracak, Nurculuk adına çerçeve dışına taşıyacakları önleyecek “Hizmet Rehberi” çalışmasının önemi zaman geçtikçe anlaşılıyor. Üstadından ayrılışının hüznünü Ebûbekirce henüz üzerinden atamadığı günlerde Aydın’a, Nazilli’ye gidiyor, medreseye giderek üç dört ay boyunca “Hizmet Rehberi”ni hazırlıyor. Bir rivayete göre hepimize ezberletmeyi arzu ettiği nurlardan derleme o kitapçık, Nurun meslek ve meşrebini hüve hüvesine tasdik etmek isteyenlere hâlâ hakikî bir rehberdir. Zübeyir Ağabey’in Emirdağ Lâhikası ve Tarihçe-i Hayat kitaplarındaki mektuplarını incelediğimizde, onun Bediüzzaman’daki erime biçimini de görüyoruz. Tebyiz ettiği mektuplarda, Üstadımızın talebelerinin isimlerinden sonra ismini yazması, bazı mektupları da başka ağabeylerin imzalarıyla neşretmesi ve Sözler kitabının hatimesine bizzat Bediüzzaman’ın emriyle konulmuş muhteşem konferansının altına ismini koymamasıyla, onun Bediüzzaman sonrasındaki şahs-ı manevîye nasıl çekirdek oluşturduğunun da bizlere en güzel dersi olsa gerek. Bediüzzaman gibi bir mânâ sultanının irtihalinden sonra tarîkatın tatlı “ferdiyet iklimine” kaçmak isteyenleri “Hizmet Rehberi” derlemesiyle tecrithânelerinden çıkışını sağlayan Zübeyir Gündüzalp, İslâm mâzideki gâlibâne ve balapervâne dönemlerine uçmak isteyenleri de “Beyanat ve Tenvirler” isimli yine nurlardan seçilmiş bir başka eserle durduruyor. Risâle-i Nur dairesine girmişlerin oradaki istikametlerini temin için hem teorik ve hem pratikle gecesini gündüzüne katarak 2 Nisan 1971 tarihine kadar hayatını bu yolda feda ediyor. Cemaatin şahs-ı manevisi ile birlikte hayatı içtimaiyyede yürümenin zorluğuna binaen Peygamberimiz (asm) tekrarla cemaatin ehemmiyetini vurguluyor. Bediüzzaman’dan sonra bu istikameti temin etmenin ne denli zor olduğunu Risâle-i Nur’a yakın tarihî örnekleriyle ortaya koymuştur. Risâle-i Nur’a talebe olmak isteyenlerin fıtrat farklılıkları kadar, bir Kur’ân hareketi olan Risâle-i Nur’a hücûm eden deccâliyet ve süfyâniyetin yoğun taaruzları da şahs-ı manevîyi teminde başta Zübeyir Gündüzalp olmak üzere diğer ağabeyler için hiç de kolay olmamıştır. Bir taraftan meşveretlerin düzenli, mesûliyetli, hedefli fikrî serbestiyet ve devamlılık gerektiren zincirden, halet-i rûhiyetleri gereği kaçmak isteyenler, diğer taraftan ehl-i dünyanın câzib dâvetlerine meylederek, güya Kur’ân’a hizmet adına dünyaya ve dinin her türlü menfaate alet olduğu tarafa koşmak isteyenlerin tesânüde getirdikleri sıkıntıları az çok yaşamaktayız. Dini siyasete ve dünyaevî makamlara alet etmiş siyasetçilerin yanına bugün bile koşan bazı Nur Talebelerinin Zübeyir Gündüzalp sevgilerinden şüphe etmiyoruz. Fakat Süleymaniye, Kirazlı Mescit Sokakta Zübeyir Ağabeyin ahir ömürlerini nasıl geçirdiklerine şahit olan hâlâ yüzlerce Nur Talebesine Zübeyrî üslûb ve tarzı sormakta fayda vardır. Elbette Risâle-i Nurlar dört duvar arasında mahpus kalmamalı… Elbette nurlar dünya dillerine tercüme edilmelidirler… Elbette Risâle-i Nur’daki fenlerin hakikatleri projelendirilerek hayata aktarılmalıdır. Elbette Kur’ân’ın şu hakikî tefsiri Türk gençliğine okullarda ders olarak okutulmalıdır. Elbette Risâle-i Nur´u okuyan müdakkik talebeler, hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyye´deki vazifelilere nurlarla yol göstermelidirler. Fakat Nurun temel prensiplerinden, olmazsa olmazlarından, muhkemat nevîndeki çizgilerinden ve hizmet rehberindeki imam-ı Ali’nin (r.a.) tavsiye ettiği ulvî prensiplerinden taviz verilerek şu yukarıdaki maksatların hiçbirisine ulaşamayacağımızı hepimiz biliyoruz. Yakın tarihimizin örneklerinin henüz mürekkebi kurumadan. Kaptan köşklerine düşman süvarilerinin oturduğu gemilerle Mekke’ye gidilmez. İstasyonda sıkıntı çekmeyeyim, açlık ve soğukluk görmeyeyim diye yanaşan trenlere binerek mahall-i maksuda elbette varılmaz. Zübeyrî üslûp veya tarzın Risâle-i Nur’un ve Bediüzzaman Hazretlerinin pratiğinden başka bir şey olmadığını daha önce de belirtmiştik. Üstadın istiğna düsturuna son nefesine kadar ve nefsinde ve çevresinde tatbîk eden Zübeyir Gündüzalp’ın karşılaştığı bir zorluk da, “yanlış yorumlardır.” Risâle-i Nur’dan kendi arzularına göre, makabl (baştarafı) ve mabadlarını (son tarafı) nazara almadan bazıların “bektaşîce” hükümler çıkarmaları, onun zaman zaman üslûbunu sertleştirmeye de sebep olmuştu. Ferasetleri, Kur’ân’a muarız ve Peygamberimize (asm) düşman olanların hilelerini kavramaya yeterli olmayan, fakat cemaatin şahs-ı manevîsini de küçümseyerek nazara almayan ve dahil olduğu ehl-i dünya meclislerini de “Risâle-i Nur Talebeliği” kimliğini ibraz etmek isteyenleri “Zübeyrî üslûp ve tarz” her zaman mahcup edecektir. Risâle-i Nur Talebelerinin oluşturduğu şahs-ı manevî, ferdlerin kendi adlarına, herhangi bir sebepten dolayı (makam, menfaat, dışlanma korkusu ve ya siyasî tarafgirlik) meşveret dışı tercihlerine engel olacak değildir. Nihayet şahsî, ferdî ve subjektif kanaatidir, kişinin. İmanla kabre girmemizde önemli rol oyanayacak şahs-ı manevîye sadakatin ve şahs-ı manevîyi meydana getiren ahiret işlerinde muazzam ortaklığın mânâsını, Risâle-i Nur’u bir bütün olarak tetkîk edenler çok iyi bilirler.
05.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
İşler ayna, çal çal oyna |
Türkiye İstatistik Kurumu açıkladı: 2009 yılında ekonomi yüzde 4,7 oranında küçülmüş. Yani fakirleşmişiz. 8 yıldan sonra ilk defa daralma yaşandı. Zaten yüksek bir büyüme hızının yakalandığı 2004 yılından beri sürekli aşağı giden bir trend söz konusu idi. Ama eksi bir büyüme görülmemişti. 2008’de 741,8 milyar dolar olan millî gelirimiz 2009’da 617 milyar 611 milyon liraya indi. Üretilen mal ve hizmetler 124,1 milyar dolar azaldı. Kişi başına düşen millî gelir 2008 yılında 10 bin 436 dolar iken 2009 yılında 8 bin 590 dolara geriledi. Kişi başına kayıp 1.846 doları buldu. Kriz, sektörleri ve toplum kesimlerini farklı bir şekilde etkiledi. Bazı sektörler büyürken bazıları küçüldü. Büyüyenlerin başında finans sektörü var. İnşaat, ticaret, sanayi, ulaştırma ve haberleşme sektörleri ise ekside. 2009 yılında inşaat yüzde 16,26 ile en fazla daralan sektör olurken bunu yüzde 10,41 ile ticaret sektörü takip etti. İmalat sanayii yüzde 7,22, ulaştırma ve haberleşme 7,14, madencilik yüzde 6,72 küçüldü. Buna karşılık; Finans sektörü yüzde 8,52, gayrimenkul kiralama işleri yüzde 4,46, konut sahipliği yüzde 4,12 büyüdü. Dikkat çeken bir husus da yatırım harcamalarıyla ilgili. Kamu yatırımları yüzde 2,25, özel yatırımlar yüzde 22,33 azaldı. Yurtiçi tüketim yüzde 2,61 azalırken seyahat edenlerin yurtdışı harcamaları yüzde 40,24 arttı. Krizde vatandaşın en fazla kısıntı yaptığı kalem yüzde 11,42 ile giyim ve ayakkabıda oldu. Yorumsuz sunduğumuz bu rakamları irdelersek; Ekonomi hasar görmüş. Piyasalar bayram ediyor. Neden? Çünkü beklentilerden iyi çıktı. Orta Vadeli Planda öngörülen rakam eksi 6 idi. Bunun için sevinilir mi? Diğer ülkelerle mukayese edilmeli. Ona göre değerlendirilmeli. Meselâ Yunanistan... Batıyor derken bu ülke yüzde 2,2... Krizin merkezi ABD yüzde 2,4... Euro bölgesi ülkeleri yüzde 4... Küçülmüş. Türkiye’nin de yer aldığı “gelişmekte olan ülkeler” yüzde 1,7... Hindistan yüzde 5,4, Çin yüzde 8 büyümüş. Biz 4,7 küçülmüşüz. Seviniyoruz. Çinliler 40 gün 40 gece düğün mü yapıyorlar? Bir çarpıklık da, finans sektörü palazlanırken reel sektörün kan ağlamasıdır. Dolayısıyla işsizlik patlamıştır. Yatırım harcamalarındaki gerileme de düşündürücü. Diğer bir nokta da üst gelir gruplarındakilerin yurtdışı seyahat harcamaları önemli ölçüde artarken dar gelirli vatandaş giyim kuşamından kesintiye gitmiş. Neticede; Ekonomi diğer ülkelere göre en fazla daralırken sektörler ve toplum kesimlerindeki dengesizlik ve uçurum derinleşmiştir. İyi olanı da söyleyelim. Son çeyrekteki büyüme rakamları umut verici. Haftaya inceleyelim.
05.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Açılım” anaforu… |
Ankara, “açılım” anaforunda. “Açılımlar”ın biri bitmeden diğeri başlatılıyor. Ve peşpeşe gelen bu “açılımlar” ne garip ki bütün açılımların omurgası olan “demokratik açılım”ı bir türlü sağlayamıyor. Türkiye, “Kürt açılımı”, “Ermeni açılımı”, “Alevî açılımı”, “Kıbrıs açılımı” ve en nihâyet “Romen açılımı”yla devam eden “açılımlar” arasında savrulurken, şimdi de “Süryani açılımı”ndan bahsediliyor. Böylece başta demokratikleşme olmak üzere iç ve dış gündeme dair birçok önemli konu, açılım tartışmalarının gürültüsüne geliyor. Oysa bu tür etnik ve mezhebî gruplara göre tek tek “açılım” yerine, Türkiye’nin inanç, düşünce ve ifâde özgürlüğü ile hak ve hürriyetler açısından köklü bir demokratik açılıma ihtiyacı var. Bu bakımdan, ilk AKP hükûmetinin kurulduğu 16 Kasım 2002’de bizzat AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın kamuoyuna deklâre ettiği “Âcil Eylem Plânı”nda söz verilen “Türkiye âcilen hukuk devleti zeminine oturacaktır. Bunun için her türlü yasal düzenlemeler yapılacak olup, uygulamalarda sıkı sıkıya takip edilecektir” vaadinin gerçekleşmesi şart. Temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterlerine ulaşması sözünün tutulması icâb ediyor…
“ERMENİ AÇILIMI”NDAN “ROMAN AÇILIMI”NA… Bir yıllık takvim içinde taahhüd edilen, “Sosyal politikalar alanında yapılacak her türlü düzenlemede özellikle gelir dağılımını düzeltici ve yoksul kesimleri gözetici unsurlar göz önünde bulundurulacağı” vaadinin tutulması, siyasetin ve eğitimin önündeki her türlü antidemokratik engelin kaldırılıp demokratikleşmesi zarûreti duruyor. Yine her seçim bildirgesinde ve hükûmet programında yinelenen, “İnsanların ayırım gözetilmeksizin, ekonomik ve sosyal bakımdan güvencede yaşamaları ilkesi çerçevesinde AB standart ve normlarının sağlanması, ekonominin geliştirilmesi vaadinin yerine getirilmesi gerekiyor. Oysa “açılımlar”a baktığımızda verilen vaadlerin üzerinden 7.5 yıl geçtiği halde siyasî iktidarın hiçbirinin alt yapısını hazırlamadığını görüyoruz. Bundandır ki “açılımlar” daha başlamadan bitiyor; vaadler havada kalıyor. Meselâ, geçtiğimiz haftalarda başlatılan “Romen açılımı”, en son bu açılımdan sorumlu Devlet Bakanı’nın konuşmasına karşı çalgı ve oyun havalarında kayboldu. Hatırlanacağı üzere, “Fak-Fuk Fon”un 100’er lira verdiği harçlıkla tutulan yüzlerce otobüsle binlerce Roman vatandaş Anadolu’nun muhtelif şehirlerinden toplatılıp İstanbul Abdi İpekçi spor salonuna getirildi. Ne var ki Romanlar, “açılım”da TOKİ evlerini istemediler; “Biz alışmışız evin önünde oturup çekirdek çıtlatmaya” isteklerinde ısrar ettiler. Başbakan’ın ve Roman aydınlarının “apartman dairelerine ikna süreci”nde kaldı. Sazlı-sözlü-çengili davul-zurna alaylarıyla, oyun ve şovlarla salonu dolduranların birlikte göbek atarak “Tayyip Baba!” diye karşıladıkları Erdoğan’ın, “Coşkunuz, heyecanınız, müziğiniz, eğlenceniz dâim olsun” diye başladığı ve “ille de Roman olsun!” övgüsüyle bitirdiği vaadleri de kesmedi. Romanlara, “sopar, elekçi, apdal, mıtrip, bala, paşa, gurbet, aşık, cano, şigan, cingan, çingene” dendiğini hatırlatıp “Siz Rom’sunuz, yani cansınız” diyen Erdoğan’ın, “Bu kardeşiniz Kasımpaşa’da, Dolapdere’de, Hacıhüsrev’de Romanlarla büyüdü, futbol oynadı” ikrarıyla gönüllerini almaya çalıştı. Ancak Sulukulelilerin “kırık kalpleri”ni tâmir edemedi. “Roman açılımı”, Kibariye’nin Erdoğan’ın elini tutarak “Çok yakışıklı adamsın, olay bir adamsın, üstüne adam tanımam anacım” medhiyesinin yer aldığı görüntü ve fotoğraflarıyla kaldı…
TOPYEKÛN DEMOKRATİK AÇILIM Keza “Ermeni açılımı” da akametle yüzyüze. AKP siyasî iktidarının, yine “Amerikan plânı, hegemonya ve çıkar politikaları”yla yaptığı bu açılım da akim kalmakta. Ermenilerle “izzet-i milliyeyi muhâfaza eden musâlâha”da başarısız kalınmakta. Bu yüzden “Ermenistan açılımı” projesi de daha açılmadan kapanmakla, kopmakla akamete uğramakta. “Alevî açılımı”, Aleviliği İslâm dışı bir “din” gibi gösterme tahrikiyle ileri sürülüp “camiye karşı cemevleri” alternatifinde ve okullardaki din dersleri karşıtlığında tıkanmakta. Gerçek şu ki âdeta kamuoyuna bir “açılım gösterisi” olarak sunulan bütün açılımların temelini, demokratikleşme ile hak ve hürriyetler oluşturmakta. “Kürt açılımı”ndan “Roman açılımı”na bütün “açılımlar”, demokratikleşme ve özgürlüklerde düğümlenmekte. Başbakan’ın, “Roman açılımı”ndaki “Bu ülkenin her bir vatandaşı birinci sınıf vatandaştır, kimseye ‘buçuk muamelesi’ yapılmaz” sözlerinin anlamı bu… Bundandır ki, etnik ve mezhebî farklılıklar cenderesindeki açılımlar yerine, “demokrasi ve hürriyetler” ekseninde bütün vatandaşlar, topyekûn inançlar, gruplar ve bölgeleri kapsayan “demokratik açılım” esas alınmalı… Tek tek tartışmaya açılan “açılımlar”la, yarım yamalak “demokratikleşme yamaları”yla, parça parça “hak ve hürriyetler”le demokratikleşme olmaz ve olmuyor…
05.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ayasofya açılımı ne zaman? |
Pek çok ‘açılım’a, en azından beyanlara ve çalışmalarına şahit oluyoruz; ama sıra Ayasofya’nın ibadete açılması gibi konulara gelince hadise bir anda ‘konuyu kapatma’ya dönüşüyor. Bazıları “Durup dururken Ayasofya konusu da nereden çıktı?” diye düşünebilir. Bir defa bu kabul temelden yanlış olur. Çünkü haksız yere ‘müze’ye çevrilen Ayasofya Camii yeniden ibadete açılıp cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed’in ‘vasiyeti’ yerine getiriline kadar bu konu gündemden çıkmamış sayılır. Dolayısı ile gündemden çıkmayan bir konu hakkında değerlendirme yapmak, gelişmeleri hatırlatmak “Durup dururken Ayasofya konusu da nereden çıktı?” demeyi haklı kılmaz. Kısmen ‘unutulan’ Ayasofya’nın ibadete açılma meselesi, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın bir beyanıyla yeniden hatırlanmış oldu. Günay, Akdamar Kilisesi ve Sümela Manastırı’nın ardından Ayasofya’nın da ibadete açılabileceği ‘iddiaları’ ile ilgili olarak şöyle demiş: “Ayasofya’nın özel statüsüyle durmasından yanayız. Ayasofya için sadece bir tek dinin değil, birçok dinin talebi olabilir. Hepsine birer gün verdiğimiz zaman müze olma vasfını büyük ölçüde yitirir. Orası çok özel bir mekândır. Onun için özel statüsüyle durmasından yanayım.” (Hürriyet, 4 Nisan 2010) Ayasofya için dile getirilen ve milletin de tasvip ettiği talep, ‘haftada bir gün ibadete açılması’ gibi bir talep değildir. Tam aksine, tamamen camiye çevrilmesidir. Dolayısı ile Ayasofya’yı ibadete açmamak için dile getirilen “Bir tek dinin değil, birçok dinin talebi olabilir” ifadesi Türkiye gerçekleriyle örtüşmez. Şahidi değiliz, fakat geçmiş yıllara doğru baktığımızda bugün Türkiye’yi idare edenlerin geçmişte “Ayasofya açılsın” dediği ve belki de bu konuda düzenlenen miting ya da yürüyüşlerde ön safta olduğu görülür. Kültür Bakanı, geldiği siyasî çizgi sebebiyle geçmişte ve bugün böyle düşünmemiş olabilir. Ancak içinde bulunduğu siyasî hareket “Ayasofya cami olarak ibadete açılsın” diyenlerden oluşur. Hatta, geçmiş yıllarda Ayasofya’yı ibadete açmayan dönemin yöneticilerini tenkid edenlerin başında, bugünkü Türkiye’yi idare edenler vardı. Bu bakımdan Kültür Bakanına en başta onların itiraz etmesi beklenir. İtiraz etsinler ya da etmesinler, gerçekler ortada: Ayasofya ibadete açılmalıdır. Ama bu açılış bir günlük açılış değil, ‘cami’ olarak açılma şeklinde olmalıdır. Maalesef, meydana gelen ‘dünyevîleşme’ ve ‘aşınma’ sonrasında mütedeyyin kimselerin de bu konuda aklı karışmış durumda. Oysa tereddüde düşecek bir durum yok. Ayasofya fethin sembolü ve Fatih’in emanetidir. Başlangıçta kilise olarak yapılmış olması, orasının cami olmasına mani değildir. Çok önemli bir tesbite dikkat çekmek lâzım. Ayasofya’nın ibadete açılması için Demokratlara çağrı yapan, mektup yazan ve bunu ısrarla hatırlatan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bir mektubunda şöyle demiş: “Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risâle-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.” (Emirdağ Lâhikası, s. 396) Dikkat etmek gerekir ki, mektupta; Ayasofya’nın ibadete açılmasından memnun olacak “bir kısım Hıristiyan devletler”den bahsediliyor. Yani, “Ayasofya ibadete açılmasın” diyenlerin iddiaları gibi Ayasofya’nın ibadete açılmasından Hıristiyan devletler alınmaz. Aksine sevinenler de olur. O halde “Ayasofya ibadete açılmaz” demek Türkiye ve dünya gerçeklerine uymayan bir tesbittir. İnşaallah Ayasofya’nın ibadete açıldığı günleri görürüz. Bu vesile ile “Bayrak şairi” Arif Nihat Asya’nın şu şiirini hatırlamadan geçmeyelim: “Beş vakit loşluğunda saf saftık/ Dâvetin vardı dün ezanlarda/ Seni ey mabedim utansınlar/ Kapayanlar da, açmayanlar da!”
05.04.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Metro saldırısı ve kaynayan Kuzey Kafkasya |
Moskova’daki metro saldırıları Rusya’yı sarstı. Saldırganların kocaları Ruslar tarafından öldürülen Kuzey Kafkasyalı “karadullar” olduğu açıklandı. 39 masumun öldürüldüğü saldırılara, Rusya’nın Kuzey Kafkasya’da sürdürdüğü baskı ve zulümler elbette haklı bir gerekçe olamaz. Ama şurası bir gerçek ki; Rusya Kuzey Kafkasya’yı zulüm ve baskı altında tutmaya çalışıyor. Çeçenistan’a ağır saldırılar sonucu getirilen kukla hükümetin benzeri, Dağistan ve İnguşetya’da da var. Bu bölge küçük bir alan değil. 150 bin kilometre kareyi kapsayan alanda 5,6 milyon insan yaşıyor. Yaklaşık 80 etnik grup bulunuyor bu bölgede. Adıgey, Çeçenistan, Dağistan, İnguşetya, Kabardin-Balkar, Karaçay-Çerkez ve Kuzey Osetya Özerk Cumhuriyetlerinin paylaştığı bölgede sınırlar 70 yıldır Ruslar tarafından sürekli değiştirilmiş, bölge insanları yakın tarih içinde sürülmüş ve tekrar yerlerine döndürülmüş, sözde özerk cumhuriyetler arasındaki sorunlar da sürekli tahrik edilegelmiştir. Böylelikle merkezî otoriteye karşı birlikte başkaldırmaları önlenmeye çalışılmıştır. Ayrıca Rusya buralarda etnik Rus olmayan Rusya vatandaşlığı politikasını yaymaya çalışıyor. Bu projenin tutmayacağı da ortada. Rusya bunca zamandır savaştığı, kontrolü altına almak istediği Kafkas halklarını halen tanıyamamış gibi görünüyor. Hâlâ özel birlikleri ile köyleri basıyor, insanları öldürüyor ve kukla hükümetlerini tetikçi olarak kullanıyor. Öbür yandan yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik (İnguşetya’nın yüzde 75’i işsiz), bölgeyi kasıp kavuruyor. Özellikle Çeçenistan, Dağistan ve İnguşetya Rusya’nın genelindeki en yoksul bölgelerdir. Aslında bölge Rusya Federasyonu açısından stratejik önem taşıyor. Çünkü Avrupa ile Orta Asya arasındaki geçiş noktasını oluşturuyor; Karadeniz, Hazar Denizi ve Azak iç denizine ulaşma yolu üzerinde bulunuyor. Enerji nakil hatları da bu bölgeden geçiyor. Şimdi metro saldırıları sonrasında Medvedev’in güvenlik güçlerinin “daha zalimce” davranmasını tavsiye etmesi; “İzlerini sürün ve hepsini cezalandırın” emrini verdi. Bunun anlamı; Kuzey Kafkasya’daki masumların daha çok acı çekeceği ve daha fazla masumun hayatını kaybedeceği. Halbuki şiddet yalnızca şiddeti doğuruyor. Bölge halkı asla Rus olmadı ve olmayacak. Hürriyetine aşık Kafkasyalılar bütün bu zulümlere direnmeye devam edecek. Ancak bölgedeki bu olumsuz şartların, belli gruplar tarafından Müslüman gençleri teröre yöneltmek için kullanılması, haklı mücadelelerini haksız saldırılara dönüştürüyor. Buna bölgedeki enerji kaynakları dolayısıyla Rusya’ya karşı güç mücadelesi veren Amerika’yı da eklediğinizde, ortaya çözülmesi çok güç bir kaos çıkıyor. Zaten bugün baskı altında Rusya’nın yanında görünen devletler—bunlara Gürcistan savaşı sonrasında Rusya desteği ile bağımsızlıklarını ilân eden Güney Osetya ve Abhazya da dahil—yarın kendi özgürlüklerini daha fazla feda etmeye dayanamayıp, Rusya’nın karşısında yer alabilirler. Rusya bu sorunu çözebilmek için, 21. yüzyılda artık norm haline gelen temel kurallara riayet etmek zorunda; insan hakları, demokrasi ve adalet. Bu değerleri yerleştirmeden, yakın tarihin sürgünlerle, çatışmalarla dolu acı hafızasını yeni zulümlerle değil, barış ve iyiniyetle silmeden, Kuzey Kafkasya’ya huzur gelmeyeceği gibi, Rusya’ya da barış gelmesi güçtür. Tarih, din ve kültür bağlarımız bulunan Kafkasyalı kardeşlerimizin çilesinin bir an önce sona ermesi hepimizin duası. Bu konuda Rusya ile bölgedeki özerk cumhuriyetler arasında ve özerk cumhuriyetlerin kendi aralarındaki sorunların barışçı yollarla çözümü konusunda Türkiye’nin de elinden geleni yapması tarihî bir yükümlülüktür.
05.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Sıra 20 Nisan’da |
21 Şubat’tan sonra 23 Mart’ı da geride bıraktık. 41. hizmet yılımıza girerken verdiğimiz “Risale-i Nur’un medyadaki dili” ekimiz, Yeni Asya’nın Risale-i Nur’la ne kadar bütünleştiğini çarpıcı örnekleriyle gözler önüne seren bir vesika olarak kütüphane, arşiv ve hafızalardaki yerini alırken, Üstadın vefatının 50. yıldönümü vesilesiyle takdim ettiğimiz “Aydınların gözüyle Said Nursî” ilâvemiz de büyük ses getirdi ve getirmeye devam ediyor. Bu vesileyle diyalog kurduğumuz ve görüşlerini aldığımız aydınların bir kısmı, daha önce çeşitli sebeplerle ilgilenmeye ihtiyaç hissetmedikleri Risale-i Nur’a artık alâka duymaya başladıklarını, inceleyeceklerini ve muhtemelen önümüzdeki yıllarda görüş bildirecek duruma gelebileceklerini ifade ettiler ve bunların bir kısım örneklerini yayınladığımız ekteki görüşlerde görmek mümkün. Bunun dışında, yine görüş bildirip, incelemek için bizden kitap isteyen ve ulaştırdığımız kitapları okumaya başladıklarını ifade eden yazarlar da mevcut. Bir de, 23 Mart’tan haftalar önce kendileriyle irtibat kurup görüşlerini talep ettiğimiz isimlerden, bildirdiğimiz tarihe kadar çeşitli sebeplerle cevap veremeyip de, ekimizi gördükten sonra “Keşke bu çalışmada benim de katkım olsaydı” diye hayıflananlar var. Onların da bu eksikliği bir şekilde telâfi için ellerinden gelen çabayı göstereceklerini düşünüyoruz. Ve 23 Mart 2010’da verdiğimiz “Aydınların gözüyle Said Nursî” ekimizin, bir ay önceki “Risale-i Nur’un medyadaki dili: Yeni Asya” ilâvemizdeki mesajı çok güçlü bir şekilde tasdik ve teyid eden tarihî bir belge olarak, Bediüzzaman’ı fikir dünyasının gündemine taşıma noktasında son derece önemli bir hizmete vesile olduğuna inanıyor; bu çalışmaya katkıda bulunan herkesi bir kez daha kutluyoruz. ««« Kutlu Doğum Haftası ekimiz Şimdi sıra, Yeni Asya’nın da, Said Nursî’nin de, Risale-i Nur’un da asıl kaynağı ve üstadı olan Peygamberimizin (a.s.m.) Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle 20 Nisan Salı günü vermeyi planladığımız yeni ilâvemizde. Muhtevasını gündemdeki adalet, meşveret, hukuk, demokrasi, hak ve hürriyetler gibi konular çerçevesinde belirlediğimiz ve bu başlıklarla ilgili olarak hadis-i şeriflerle Asr-ı Saadette yaşanmış örneklerden derlemeler şeklinde düşündüğümüz bu ekin de alâka göreceğini ve istifadeye vesile olacağını ümit ediyoruz. Ve okuyucularımızdan, 20 Nisan’a da kendilerini şimdiden hazırlamaya başlamalarını rica ediyoruz. ««« Gündüzalp, Mutlu ve Birinci Geride bıraktığımız günlerde, Nur hizmetinin farklı yıllarda, ama aynı günlerde berzah âlemine irtihal etmiş üç öncü ve güzide ismini de hayırla ve rahmetle yad ettik. 2 Nisan 1971’de Hakkın rahmetine kavuşan Zübeyir Gündüzalp’le, 3 Nisan 1977’de onu takip eden Tahirî Mutlu ve yine 3 Nisan 2007 günü uğurladığımız Mehmet Emin Birinci... Üstadın hayatının son on yılında hiç yanından ayrılmayan, “Zübeyir’imi kâinata değişmem” iltifatına mazhar olmuş kurmay talebesi Gündüzalp, aynı zamanda Yeni Asya’nın manevî mimarı idi. Öncü kahramanlardan, ailesiyle birlikte bütün ömrünü, varlığını ve servetini Nur hizmetine feda etmiş, takva ve zühd âbidesi Tahirî Mutlu, hizmetin en önemli manevî dinamiklerindendi. Mehmet Emin Birinci de, İstanbul’daki neşriyat hizmetinin öncü kahramanlarındandı. Bu üç ismi, yazılarına verdiği arayı gayet verimli bir şekilde değerlendirdiğini memnuniyetle gördüğümüz İslâm Yaşar’ın ve yanı sıra Ahmet Özdemir’in gazetede ve Elif’te çıkan yazılarıyla yad ettik. Yaşar’ın, devam etmekte olan Gündüzalp dizisini takiben, Tahirî Mutlu için kaleme aldığı yazıyı da yayınlayacağız. Gündüzalp, Mutlu ve Birinci’yi bir kez daha rahmetle anarken, değerli yazarlarımıza teşekkür ediyor, devamını bekliyoruz. ««« Gündüzalp’ın, onyıllardır nesillere yol gösteren hayat prensiplerini muhtevî bir rehber ve başucu kitabı niteliğindeki Nefis Muhasebesi, yeni baskılarıyla da yoğun ilgi görüyor. Bu ilginin hiç bitmemesi dileğiyle.
05.04.2010 E-Posta: [email protected] |