Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Allah gönlünüzdekini hakkıyla bilir; onun için, yasaklarına karşı gelmekten kaçının. Ve yine bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır ve günahlarınızdan dolayı sizi hemen cezalandırmaz, tevbe etmeniz için fırsat verir.
Bakara Sûresi: 235 |
05.04.2010 |
Ayasofya, eski kudsî vaziyetine çevrilmeli Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek. (...) Âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. [Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî hayatımıza ait bir hakikatın haşiyesini takdim ediyoruz.]
Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risâle-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevî merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım. Emirdağ Lâhikası, s. 396 *** Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risâle-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim. Hem Risâle-i Nur, Kur’ân’ın kanun-u esasiyesiyle bütün Anadolu ve vilâyât-ı şarkiyede âsâyişi temin eden Risâle-i Nur’un 500 bin nüshası komünistliği susturduğu gibi, âsâyişi temin ettiğine bir delili budur ki: On küsur sene evvel Afyon Müdde-i Umumîsi “600 bin fedakâr talebesi var; 500 bin nüsha Risâle-i Nur’dan neşretmiş. Belki âsâyişe zarar gelir” dedi. Ona karşı Said demiş ki: “Mâdem 600 bin fedakâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulmediliyor. Birtek vukuatı hiçbir zabıta ve mahkeme gösteremedi.” Hem dedim: “Ey müdde-i umumî! Eğer bin müdde-i umumî, bin emniyet müdürü kadar âsâyişin teminine Risâle-i Nur hizmet etmemişse, Allah beni kahretsin. Siz de bana ne ceza verirseniz verin” dedim. O bu sözüme karşı hiçbir çare bulamadı. Emirdağ Lâhikası, s. 449 *** Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, âsâyişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, âsâyişe dokunacak hiçbir vukuatımız kaydedilmedi. Ben şahsım itibarıyla hiç hayatımda görmediğim bu âhir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım. Tahakküm altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir istida yazdım ki, herkese muhalif olarak ben beraatimi değil, belki tecziyemi talep ediyorum ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum. Çünkü, bu emsalsiz, acip zulmî muameleden kurtulmak için, ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise, intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından şimdilik elime geçmediğinden, beş altı ay tecrid-i mutlakta bulunduğum hapse razı oldum. Fakat, bu istidayı mâsum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.
Şuâlar, s. 342
LÜGATÇE:
vaziyet-i kudsiye: Kudsî vaziyet. muzahrafat: Pislikler, süprüntüler. müdde-i umumî: Savcı. Meşîhat: Diyanet işleri dairesi, dinî ilimler dairesi. istida: Dilekçe. |
05.04.2010 |
“Okumak, okumak, okumak”
Zübeyir, 1960 İhtilâli’nden sonra Urfa’dan zorla çıkarılınca gizlice Isparta’ya gitti. Risâlelerin satışından elde edilen ve altın olarak saklanan paraları Hüsrev Efendiye teslim etti.1 Onun etrafındaki bazı insanların soğuk tavırlarına muhatap olunca, orada fazla kalmadı ve sıla-i rahim yapmak maksadıyla Ermenek’e geçti. Oradayken Sungur, Ankara’ya gelmesi için mektup yazdı. İstanbul’daki Nur Talebeleri de onu ısrarla oraya dâvet ettiler, ama o bir yere gitmedi. Üç ay kadar mütemadiyen risâle okuyarak akıl, şuur, ruh, his, hayal, duygu, düşünce dünyasını yeniden tanzim ve tahkim etti. Bu arada Said Nursî’nin vefatı ile Nurcular arasında meydana gelen infiâl ve cemiyette tezahür eden merak hissi biraz sakinleşince, hizmeti hareketlendirmek için Ankara’ya gitti. Bediüzzaman hayattayken de yaptığı gibi lâhika mektupları yazarak cemaati hizmetin seyrinden haberdar etti. Maksadı, hem Risâle-i Nurların neşrini devam ettirmek, hem de hizmeti orada merkezîleştirmekti. Fakat gittiği gün başlayan baskınlar, tutuklamalar ve bazı dahilî sıkıntılar yüzünden rahat çalışma imkânı bulamayınca Eskişehir’e gitti. Ankara’da müsadere edilmek istenen risâleleri güvenli bir yere yerleştirdi ve iki ay kadar orada kaldı. ‘Okumazsam aldanırım’ diyerek orada da zamanının çoğunu risâle okumaya ayırdı. Fırsat buldukça şehirdeki ve çevre illerdeki cemaat mensupları ile irtibat kurup dersler yaparak cemaati canlı tutmaya çalıştı. Daha önce sık sık mektup yazarak veya bizzat gelerek kendisini İstanbul’a dâvet eden Nur Talebeleri bu maksatla yine gelip başlarında bulunmasının lüzumunu anlatınca 1962 yılında onlarla birlikte İstanbul’a hareket etti. Uzun zamandır varlığını hissettiren rahatsızlıkları; Üstadının vefatı, içtimaî hadiseler, cemaat içindeki bazı kişilerin takındığı incitici tavırlar, söyledikleri üzücü sözler ve biraz meşakkatli geçen yolculuk yüzünden iyice arttı. Ona, Kirazlı Mescit Sokağı’ndaki dershanede bir oda tahsis eden Nur Talebeleri biraz dinlenerek iyileşmesini istedilerse de o daha ilk gün, bazı risâlelerin teksir edildiği yere giderek çalışmaya başladı. İstanbul’a biraz intibak ettikten sonra ilk olarak dahilî sıkıntıları halleden ve aksayan risâle neşriyatını yoluna koyan Zübeyir; Nur hizmetini İstanbul’da merkezîleştirmek için Anadolu’nun değişik şehirlerinde yaşayan saff-ı evvel vasıflı veya vâris sıfatlı Nur Talebelerini İstanbul’a çağırdı. Bu dâvete Tahirî Mutlu’nun dışında kimse icâbet etmedi. Onlar onu ‘fenafi’l-Üstad’ vasfıyla bildikleri ve Bediüzzaman’ın yanındaki değerine vâkıf oldukları için İstanbul’a gelmemekle birlikte, ekserisi onunla ortak hareket edeceğini bildirdi. O da Tahirî ve İstanbul’daki Nur Talebeleri ile birlikte Nur hizmetini yürütmeye karar verdi. Cemaati ilgilendiren mühim meseleler olduğu zaman, onlarla istişare edip fikirlerini alarak birliği ve bütünlüğü büyük ölçüde muhafaza etti. Ege bölgesindeki bazı yerlerde hizmetin seyrini değiştirecek bazı hareketler meydana gelince o taraflara seyahate çıktı. Bazen Tahirî’nin de katıldığı bu seyahat sırasında bazı nâhoş tavırlarla muhatap oldu ise de vazgeçmedi. Gittiği her yerde Üstadının hadiseler karşısındaki tavrını ve Nur hizmetinin hususiyetlerini anlattı. Söylediklerinin, sadece oradaki insanlara münhasır kaldığını, sıkıntınınsa herkes tarafından yaşandığını görünce Nazilli’de altı ay kadar kaldı. Teyp Tahir’in ve diğer Nazillili Nur Talebelerin de yardımı ile Risâle-i Nur’daki hizmete dair hususları bir araya getirerek Hizmet Rehberi’ni tanzim etti. Hayatının her safhasında, kendisi sadakat imtihanından geçerken başkalarına da sadakat dersi veren Zübeyir, fırsat buldukça hizmet müşahedelerini anlatan notlar tutarak gelecek kuşaklara da hitap etmeye çalıştı. İstanbul’a döndükten sonra Ahmed Aytimur, Bekir Berk, Mustafa Polat, Mehmed Fırıncı, Mehmed Emin Birinci, Mehmed Kutlular, Rüştü Tafral, Abdulvahid Mutkan, Galip Gigin, Ali Demirel, Eyüp Ekmekçi, Mustafa Ekmekçi, Ahmed Gümüş, Halil Yürür, Kâmil Yürür, Ahmed Tanyel, Ömer Çiçek, Sabahaddin Aksakal, Mehmed Akay, Macit Türkmenoğlu, Hakkı Yavuztürk, Mehmed Baytekin, Hakkı Bozkurt gibi isimlerden müteşekkil hizmet ekibi ve ihtiyaç oldukça Anadolu’dan yardıma gelen Nur Talebeleri ile birlikte hizmetleri yürüttü. Ekseriyetini kendisinin yetiştirdiği bu kadroya sık sık “Okumak, okumak, okumak. Yine okumak. Okumaktan yorulunca ne okuduğunu okumak. Veya kitâb-ı kebîr-i kâinatı okumak” gibi ifadelerle hizmetin en mühim esasının okumak olduğunu hatırlattı. Zira istidatları inkişaf ettirmenin yolu okumaktan geçiyordu. Ona göre ancak okuyan insan düşünür, düşünen insan murakabe, muhakeme, muhasebe eder, meselenin neden ileri geldiğini anlar ve lâzım olan tedbirleri sükûnet içinde alma cihetine giderdi. Esas olan elbette çok okumaktı, ama zamanın şartlarının bunu zorlaştırdığını hissettiği için “Günde on sayfa okuyan kendini muhafaza eder, on beş sayfa okuyan gayrete gelir, yirmi sayfa okuyan hizmet eder” diyerek günlük okuma ile mânevî tekâmül merhaleleri arasında bazı bağların olduğunu ihsas etti. Basın camiasının merkezi olan İstanbul’da, resmî ideolojinin borazanlığını ve hâkim güçlerin meddahlığını yapan bazı gazeteler, sık sık Said Nursî’ye, Nurculara saldırırken veya baskın, tevkif haberlerini verip beraat haberlerini yayınlamazken; dinî muhtevâlı mevkutelerin bu hâle sessiz kalması, hatta bazılarının menfî tavır alması Zübeyir Gündüzalp’i harekete geçirdi. Cemaatin içinden yetiştiği hâlde başka gazetelerde çalışan gazetecileri, bu işe sermaye koyacak cemaate mensup zengin kişilerle bir araya getirerek haftalık İttihad gazetesinin çıkarılmasına vesile oldu. İttihad, yaptığı cesur ve müessir yayınlar sayesinde kısa zamanda Nurcuların yanı sıra diğer bazı İslâmî cemaatler tarafından da takdir gördü. Lâkin haftada bir çıktığından insanların günlük gazete ihtiyaçlarını karşılayamadı. 1969 yılında, aralarında Nurcu olarak bilinen Adalet Partili milletvekillerinin de bulunduğu bazı kişilerin, Erbakan’ın başkanlığında dinî bir parti kurma teşebbüslerine şiddetle karşı çıktı. Onlar, kendisi ile görüşüp vazgeçtiklerini söylemelerine rağmen partiyi kurunca bu hareketin cemaat bünyesinde fitne uyandıracağını düşünerek Bediüzzaman’ın siyasî tavırlarını, görüşlerini ve mektuplarını bir araya getirip “Beyanat ve Tenvirler” kitabını hazırladı. Bu esere alınan bazı bahislerin yanı sıra, II. Emirdağ Lâhikası’nı da İttihad gazetesinde tefrika ettirdi ise de, resmî baskılar şiddetlendiği, siyasî tazyikler arttığı için haftada bir çıkan gazete, insanların zihninde doğan istifhamları izale etmeye yetmedi. O zaman gazetenin her gün cemaat mensubu insanların eline ulaşarak günlük irtibatı, muhabereyi sağlayıp uhuvveti arttırması gerektiğini düşünerek Mehmed Kutlular’ın, Mustafa Polat’ın ve gazeteciliğe istidatlı olan kişilerin, maddeler hâlinde yazdırdığı şartlar muvacehesinde günlük bir gazete çıkarmalarını istedi. Onlar Yeni Asya’yı yayınlayınca, Risâle-i Nur’un nâşir-i efkârı olarak gördüğü gazeteyi her gün takip eden Zübeyir, cemaatin sahip çıkmasını sağlamak için bazı zamanlar kalabalık yerlerde gazete satarak örnek olmaya çalıştı. Gazete çıkarmanın, çok masraflı ama kazançsız bir iş olduğunu, sağlam gelir kaynakları bulunmadığı takdirde fazla devam etmeyeceğini bildiğinden, bir yayınevi kurarak kitap neşriyatı da yapmalarını teşvik etti. Böylece ülkenin siyasî, iktisadî, içtimâî buhranlarla çalkandığı bir zamanda, Nur hareketi; onun dirayeti, cesareti, metaneti, sadakati sayesinde fıtrî teşkilâtlanmasını tamamladı, temel hizmet müesseselerini kurdu ve istişare esasları içinde istikrarla işlemeye başladı. Ne var ki, onun şiddetli hastalıklarla sarsılan zayıf bünyesi, bu haricî ve dahilî çalkantılara daha fazla dayanamadı. Artık ilâçlar tesir etmediği için hastahaneye götürülmek istendi ise de orada uzun süre kalması gerektiğini öğrenince kabul etmedi. Zaten ondan sonra, hastahanede kalacağı söylenen zaman kadar bile yaşamadı. 2 Nisan 1971 Cuma günü Fırıncı’nın, Eyüb’ün ve Dr. Sadullah Nutku’nun mahzun nazarları arasında sekerâta girdi. Nefes almakta bile zorlandığı hâlde, Sadullah’ın verdiği zemzem suyunu kana kana içti ve ahirete irtihâl etti. Cenaze namazı esnasında yerde ve gökte fevkalâde hâller yaşanmaya başladı. Gökyüzü, şeffaf bir örtüyü andıran beyaz bulutlarla kaplıydı. Hava ılık ve hafif rüzgârlıydı. Arada bir çiseleyen yağmur damlaları, zamanın akışına hâkim olan bahar âhengini tamamlıyordu. Yerde insanlar ve mevcudât, gökte melekler ve ruhanî varlıklar hareket hâlindeydi. Her yandan Fatih Camii’ne doğru bir akın vardı. Çünkü az sonra arzdan arşa doğru bir yolculuk başlayacaktı. Kâinatın mahiyetini çok iyi bilen Bediüzzaman’ın ‘Kâinata değişmem’ dediği talebesi Zübeyir Gündüzalp, hilkatinin gayesini hakkıyla ifa edip vazifesini yerine getirerek beşer tarihini tezyin eden elli bir senelik semereli bir hayat yaşadıktan sonra berzahı da nurla bezemeye gidiyordu. Arzla arşın birleşip kaynaştığı müstesna zamanlardan biri yaşanıyordu naaşının başında. Arz sakinleri onu teşyî etmek için geliyorlardı, sema meskûnları ise karşılayıp yoldaş olmak istiyorlardı. Haber kısa zamanda semaya ulaşıp arza yayıldığı için kalabalık an be an artmaktaydı. Semanın muayyen bir sınırı yoktu. Melâike ve ruhaniyât gibi sair semâ sakinlerinin intikâli de kolaydı. Yerse küçük, dar, mahduttu. Buna rağmen gelenlerin ardı arkası kesilmiyor, her yaştan ve seviyeden insan akını hızlanıyordu. Ne insanların sayısı belliydi, ne de melâikenin miktarı. Kalbi hüşyâr insanlar yağmur damlalarının sayısından ziyade rahmet cihetine ve hadise karşısında semanın tavrını tayin eden tarafına dikkat ettiklerinden pek çok harika hâllere şahit oluyorlardı. Semada yaşanan uhrevî hareketliliği temâşâ etme hassasından mahrum olan insanlarsa ancak yerdeki mahzun kaynaşmayı takip ediyor ve onlarla birlikte hazla hüzün arasında tarifi imkân harici hâller yaşıyorlardı.
Dipnot:
1- Mehmet Kutlular. İşte Hayatım. İstanbul YAN 2009 s: 81.
-DEVAM EDECEK-
|
05.04.2010 |