05 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Abdil YILDIRIM

Bir lisan bir insan ise


A+ | A-

İnsan ve lisan. Kafiyeli olduğu kadar keyfiyetli, ahenkli olduğu kadar da anlamlı olan iki kelime.

Lisan deyince, dil akla gelir. Zira dil, seslere şekil veren, onları kelime kalıplarına dökerek her kelimeyi bir mâna ile ruhlandıran bir organdır. Cenab-ı Hak bu özelliği sadece insan diline vermiştir. Hayvanların da ağzında dil vardır ama lisanı yoktur. Konuşma nimetinden mahrumdurlar. İnsanın ise, ağızdan çıkan her söz dil vasıtası ile bir mâna libası giyer. Böylece konuşma ortaya çıkar.

Lisan, başkaları ile iletişim kurmanın en önemli vasıtasıdır. İnsanlar birbirlerini anlamak, bildiklerini aktarıp bilmediklerini öğrenmek için aynı dili konuşmak zorundadırlar. Yeryüzünde yüzlerce çeşit ırk ve dil olduğundan, herkesin herkesle konuşabilmesi mümkün değildir. İnsan ne kadar çok dil bilirse, o kadar çok insanla iletişim kurabilir, meramını anlatır, anlatılanları anlar. Onun için atalarımız “Bir lisan, bir insan” demişler. Böylece birden fazla dil bilmenin önemini belirtmişler. İnsan ne kadar zeki, çalışkan, eğitimli ve yetenekli olursa olsun, yeryüzündeki bütün dilleri konuşabilmesi mümkün değildir. En çok dil bilen bir insan, on kadar ayrı lisanı ancak konuşabilir ve anlayabilir. Haydi biraz abartalım ve elli çeşit ayrı lisanı konuşabilenlerin olduğunu kabul edelim. Böyle bir insanın zekâsına ve kabiliyetine hayran oluruz. Lisan ve insan ölçüsüne göre, ona elli insan kadar kıymet veririz.

Öyle bir insan düşünelim ki, dünyadaki bütün insanların dilinden anladığı gibi, hayvanların da dilinden anlasın. Hatta bitkilerin de lisanına vakıf olsun. Rüzgârlarla konuşsun, sularla sohbet etsin. Böyle üstün yetenekli bir insan bulunsa, ona kaç insan kadar kıymet vermek gerekir acaba? Böyle bir insanın zekâsına, yeteneğine hayran olmamak mümkün müdür?

Peki, dünyadaki bütün dilleri konuşan, anlayan, herkesle ve her şeyle irtibat kurup muhabbet eden bir insan var mıdır? Bu soruya “Elbette vardır” demek mümkündür. Hatta her insanda böyle bir yetenek mevcuttur. Yeter ki insan bunu fark etsin ve bu istidadını inkişaf ettirsin.

Bir yabancı dili öğrenmek ve konuşmak kolay bir şey değildir. Ya o insanların arasında belli bir süre yaşamak, ya da iyi bir eğitim alarak bir yabancı dil öğrenmek mümkün olur. Ama insan, karşısındakini bir yabancı olarak görmez ve onu da kendinden kabul ederse, arada bir “yabancılık” perdesi olmazsa, onunla hemen anlaşabilir. Yabancı olmayanlarla anlaşabilmek için kelimelerle konuşmaya gerek yoktur. Gözlerdeki parıltı, yüzlerdeki ışıltı, yüreklerdeki muhabbet, en anlaşılabilir bir lisandır. Yüreğinde aynı duygularla yaşayan, kalbinde aynı muhabbeti taşıyan, aynı mukaddesleri paylaşan insaların anlaşabilmesi için kelimelerle konuşmaya ihtiyaçları yoktur. Onlar konuşmadan anlaşabilirler. Zaten insan olmak, başlı başına bir lisandır. Onların Türkçe, İngilizce, Arapça, Farsça gibi bir lisanla konuşmaları gerekmez. “Gönül dili” diye bir dil, “insanca” diye bir lisan vardır ve her insan bu dili rahatlıkla konuşabilir. Yeter ki insanlar birbirlerine “ yabancı” gözüyle bakmasınlar.

Yunus Emre, “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan / Halka müderris olsa, hakikate âsidir” diyor. “Yetmiş iki millet” diye tanımladığı bütün insan ırklarının aynı gözle görülmesi gerektiğini ifade ederken, onlardan hiç birisini yabancı gözüyle görmüyor. Dolayısıyla, bütün insanlık âlemini kendinden kabul ediyor. Hatta, bir kuyu başında dolapla dertleşiyor, kırda bir sarı çiçekle konuşuyor. Hayata ve kâinata bu gözle bakınca, dünyada en çok lisan bilen insanlardan birisinin de Yunus Emre olduğunu söyleyebiliriz.

Bediüzzaman Hazretleri ise, “mâna-yı harfî” lisanı ile, bütün varlıkların dilini çözmüş, lisanlarını insanlara ders vermiştir. Buna göre, her varlık, kendisini lisân-ı mahsusu ile insana tanıtır. İnsan kâinata bu gözle bakınca, her şeyin dilini anlar, sesini işitir, duygularını hisseder. İnsan bir çiçeğe mana-yı ismî ile bakarsa, onu sadece bir nebat olarak görür. Ama onun bir de mana-yı harfî ciheti olduğunu farkedip o gözle bakarsa, çiçeğin kendisi ile konuştuğunu görecek, “Ben bir sanat eseriyim, benim bir Sanatkârım var. O’nun Cemil isminin bir tecellisiyim” dediğini işitecektir. O zaman insanla çiçek arasında bir muhabbet ve dostluk ortamı zuhur edecektir. Çünkü insan da aynı Sanatkâr’ın kudret elinden çıkmış bir sanatıdır. Kâinata bu gözle bakan bir insan, çiçeklerden böceklere, kuşlardan balıklara, yağmur damlalarınan hava zerrelerine kadar her mahlukun kendi dili ile Hâlıkını övüp tesbih ettiğini görecek ve işitecektir. O zaman bir insan, mahlukat sayısı kadar lisânı anlamış olacaktır. Bir lisân bir insan ise, her varlığın dilini bilen bir insan, kâinat kadar değer kazanacaktır.

Gönül dilinden anlayan, mana-yı harfî lisanını bilen bir insan, hem bütün insanlarla, hem de diğer mahlukatla rahatça konuşup anlaşabilir.

Üç beş yabancı dilen bilen bir aydın nerede, bütün kâinatın dilini bilen, bir münevver nerede?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Bu asrın tahribatına karşı tamirde görev almak


A+ | A-

İnsanlığın maddi açıdan “sıhhat ve sağlığa” bu kadar sarf ettiği emek ve masrafa mukabil, manevi tahribat açısından çok büyük dehşet saçan ve gün geçtikçe her tarafa yayılma istidadı arz eden duruma çok dikkat etmek ve tedbir almak zorunluluğu vardır.

Bu sadece belli bir kesimin, milletin, ideolojinin değil bütün dinlerin ve tüm insanlığın ortak bir derdi ve baş belâsıdır. Âcilen de çözülmesi gerekmektedir. Çünkü tahribatın çok çabuk büyüme; tedbir alınmadığı takdirde de çok kolay yayılma istidadı vardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da yol gösterici ve kurtuluş reçetesi insanlık için de, Müslümanlar için de yine Kur’ân’da, Sünnette, yani İslâmiyet’tedir. Başka bir çıkar yolu görülmüyor. Çünkü mevcutlar hep denenmiş ve iflâs etmiştir.Bu konuda gerçek söz sahibi de asrın mânevî tabibidir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî, her alanda olduğu bu “tahribat” asrında da yapıcı ve tamircidir. Yol göstericidir. Metot ortaya koyucudur. Çözüm üreticidir. Çünkü tahribat bu asrın en büyük belâsı ve hastalıklarından birisidir. Ayrıca çok yönlü ve çok büyük bir hadisedir.İnsanoğlunu tahribata götüren genel sebepleri, Risale-i Nur Külliyatının bize kazandırdığı bakış açısıyla kısaca sıralamaya çalışalım:

Piyasaya sürülen ve ‘ilim/bilim’ adı altında ‘gaflet ve dalâletin’ yolları olan pozitivist, maddeci tabiat fikr-i sabitliği. Dünya hayatının faniliği, geçiciliği, medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyuşturuculuğu.

Bütün fenalık, günah ve şerlerin esası olan ‘yok etmek, tahrip etmek, yıkmak, vandalizm.’

Sadece dünyevîlik açısından hayata bakan zihniyetten dolayı; “firak/ayrılık” ateşinin insan ruhunda ve his dünyasında meydana getirdiği çok şiddetli manevi yıkımlar. Gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin yeryüzündeki pek çirkin, pek gaddar yüzü. Zulümler, katletmeler, soygunlar, ateş ve kan sahneleri... İnsî ve cinnî şeytanların mütemadiyen ürettikleri tahripkâr oyun ve tuzaklar. Komünizm rejiminin, harplerin, istibdat ile merhametsizliğin, anarşistliğin, zalimliğin, hasetliğin, fenalık ve hevesât yollarının ve Süfyan komitesinin tahribatçı bid’atkâr rejimleri. Bazan çok küçük bir hata, ihmal ve isyanın çok büyük tahribata dönüşmesi. Şeytanlar ve şeytanlara uyanların çok küçük bir hareketle çok tahribat yapabilmeleri. Belli olan bir iş veya görevi yapmamakla veya bir şartın bozulmasıyla ortaya çıkan koca bir tahribat. Kalpte başlayan fesat ve fenalığın zamanla bir meyle dönüşüp; sonra da yıkıcı ve tahripkâr bir zevk uyandırmaya kadar gitmesi. Haset, gıybet, zan, iftira, yalan, kandırmaca, emniyetin sarsılması, şahsî menfaat gibi daha bir çok şey bu meyanda sayılabilir.

Bütün bunlara karşı çare nedir?

O da yine esas kaynaklarda zikredilmiştir.

Burada en mühim olan konu, bütün bunları birçoğumuzun ilmen ve teorik olarak bildiği halde ‘tatbikatta’ olan tembelliğimiz ve aymazlığımızdır. Bu önemli gediği ve tepeyi aşmadığımız müddetçe işimiz zorlaşmaya devam edecektir. Risâle-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Bu müthiş tahribata karşı Risale-i Nur’un metoduyla mukavemet edip, tamir etmektir. Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi değil dünyayı içine alan büyük bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğündeki geniş bir kaleyi tamir ettiğinin idrakine varmaktır. Bu duruma karşı ehl-i hak ve hakikatin Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına ilticaya ve Kur’ân’ın himayesine girmesi gerekmektedir. Bunun da tek yolunun Sünnet-i Seniyyenin daire-i nurâniyesine seve seve dâhil olmaktan geçtiğini kabullenmektir. Cin ve ins şeytanlarının şerlerinden, Allah’a iltica etmekten başka çıkar bir yol olmadığına tam olarak iman etmek gerektiğini kabullenmektir. Bunun başka bir yolunun da takvayla, günahlardan kaçınmakla mümkün olacağını kavramaktır. Harap etmenin ve tahripçiliğin çok kolay; tamir ve yapıcılığın çok zor olduğunu anlamaktır. Tahribatçıların sayısının çok fazla olmasına karşı Risâle-i Nur gibi bir tamircinin yerinde kullanılmasıyla büyük fütuhâtların olabileceğine inanmak ve tatbikine geçmek lâzımdır. Çünkü bu alanda icrâ edilmiş olan geçmiş neticeler ve tecrübeler çok tesirli ve pek harikadır. Bir önemli konu da, imanın şartlarından olan kadere tevilsiz iman etmektir. İnsî ve cinnî şeytanların kâinattaki müthiş tahriplerine, küfür, dalâlet ve şerrin bu kadar tahripkâr icraatlarına rağmen Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı âşikârdır. Onların yaptıkları sadece ve sadece bir terk ve atâlettir, yani tembelliktir. Hayrı yaptırmamakla şerleri yapıyor olmaktır. Şer olmaktır.Cenâb-ı hak bütün inanlara akıl, feraset, iz’an ve anlayış versin ve bütün ehl-i imanı bu tür şerlerden ve şerirlerden muhafaza etsin. Âmin.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Avrupa şeriatı bilmiyor…


A+ | A-

Son zamanlarda dünyanın dört kıt'asında İslâmiyet, Peygamberimiz ve şeriat aleyhindeki yazılar, okuyanların dikkatini çekiyordur. Şeriat hakkında böyle cesurca yazanların sair yazılarını ve geçmişte neşrettiklerini incelediğinizde, bunların Kur'ân'ı bilmedikleri gibi, aktüel tefsirlerden de haberdar olmadıklarını, İslâm tarihini ve Peygamberimizin (asm) hayatını hiç bilmediklerini anlıyorsunuz. Bilmedikleri mevzular hakkında yazı yazma hastalığını, bazı Türkiye muharrirlerine mahsus zannediyorduk. Anlaşılıyor ki, insanî değerlere önem vermeyen, Allah'a ve ahirete inanmayan her insanda ortaya çıkması muhtemel bir psikolojik hastalık imiş bu…

Şu daracık yazının çerçevesinde şeriatın tarifini yapacak değiliz. Binlerce kitap ve makale bu konuyu en güzel ve geniş detaylarıyla izah etmişlerdir. Şeriatın lûgat mânâsının prensip, metod, yol, kanun ve tarz olduğunu belirten âlimler, günümüz Avrupa'sının yanlış telâkkîlerle kullandığı mânânın bilgisizlikten kaynaklandığında fikir birliği ediyorlar. Şeriatı konuşmadan önce İslâmdaki “Tevhid” inancını kavramak gerekiyor. Herşeyi yaratan, her zaman onları idare eden, ihtiyaçlarını karşılayan Allah’ın ilmi ve kudreti dışında tek bir zerrenin dahi hareket edemeyeceğine inanmayan insanlar, İslâm şeriatını anlayamazlar. Şeriat: Prensip, kanun ve tarz mânâlarına geldiğine göre Budistlerin, Musevîlerin, Taoistlerin ve diğer pek çok inanç mensuplarının da birer şeriatları olacaktır. Meselâ Yahudilerin “Halacha” dedikleri ve daha ziyade “millî” bir vasfa sahip olan şeriatları yalnızca kendilerini ilgilendiriyor.

Baharın gelmesiyle budaktan fışkıran yaprağın açması da, sonbaharda yine aynı yaprağın daldan ayrılarak toprakta çürümesi de şeriatın kaideleri gereğidir. Okyanuslardaki su miktarına yakın kütlelerin dünyamız üzerinde gezdirilmesi ile yerküremizin kalbinde fokurdayan mağmaların da şeriatın kanunlarına bağlı olduğuna inanır Müslümanlar. Allah'ın sonsuz kudret, hikmet ve rahmeti olmasa, tepemizden denizler ve altımızdan yanardağlar bize hücum ederlerdi. Ve nitekim geçmişte Allah'a isyan eden birçok kavmin sularla, yanardağlarla, toprak veya rüzgârlarla helâk edildiğini bütün semavî kitaplar haber veriyorlar.

Istılahî veya genel mânâsıyla şeriat, Rabbimizin yaratılışı ihtiva eden bütün kanunları mânâsına gelir ki, Müslümanlar hiçbir oluşumu şeriatın dışında tutmazlar. Bediüzzaman Mektubat isimli eserinde şeriatı iki kısma ayırıyor: “Birincisi, âlem-i asgar (küçük âlem) olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı Kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi insan-ı ekber (büyük insan) olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden sıfat-ı İradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir…” Şu tarife göre insan ve tabiatı alâkadar eden herşey şeriattandır…

Kişi bilmediğinin düşmanıdır, diye meşhur bir söz vardır. Avrupa'nın İslâm şeriatını bilmemesi ve şeriat tartışmasının aniden dünya gündemine gelmesiyle bazı insanların düşman kesilmeleri normaldir. Cehalet karanlık gibi herşeyi örter. İlim ise güneşe benzer. Eşyanın hakikatini öğrenmemize yardımcı olur. Endülüs'ten bu yana medeniyet ve teknolojide önde giden Avrupa'nın İslâmiyet ile ilgili cehaleti de yeneceğine inanıyoruz. Ama Avrupa medyasında şeriata karşı yazanların hedefi başka. Onlar Hz. Muhammed'den (a.s.m.) önce bütün semavî dinlerin ortak paydası olan Allah inancına karşı çıkıyorlar. Dinsiz feylesofların ve onların borazanları hükmündeki cahil yazarların İslâmiyete ve şeriata karşı olmalarının diğer bir sebebi de, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) hayata getirdiği ölçülerdir. Anarşi ve kaosa taraftar olan ve kendilerini “sürekli devrimci” olarak niteleyen o saldırgan yazarlar, yalnızca İslâmiyete ve Muhammedî şeriata saldırmakla kalmıyorlar. Dikkat edilirse onların fıtratla problemleri var: Aile, çevre, gen teknolojisi, adalet, hürriyet, inanç ve barış ile ilgili düşüncelerini yazılarında ve pratiklerinde takip ettiyseniz, bunların İlâhî dinlere göre “bozguncu” olarak tarif edildiklerini göreceksiniz. Anarşi, terör, diktatörlük, fuhuş, ihtilâl, çatışma ve sefaheti netice verecek şu ikinci Avrupa'nın düşmanlığı yalnızca İslâma ve İslam Peygamberine değildir. Düzen, adalet, barış, güzellik, medeniyet, doğru hürriyet, refah ve paylaşım isteyen herkesledir kavgaları… Burada, insanlığa karşı olan dinsiz yazarların propagandalarından etkilenen ve şeriatı da bilmeyen mütehayyir Batılı yazarlara haksızlık etmemek gerekiyor. Onların doğru bilgilendirilmeleri ve Kur’ân’ın çağa hitap eden yeni yorumlarından haberdar edilmeleri lâzım. Müslüman âlimlerin, hakaret ve yalan propagandalara muhatap olmamak şartıyla İslâm şeriatının her meselesini Batılı düşünürlerle müzakereye hazır olduklarını bu arada arz edelim. Hakikî İsevîliği esas alan, medeniyetle çalışan ve temel insanî değerleri çerçeve edinmiş bir Avrupa'nın Hz. Muhammed'in (a.s.m.) getirdiği şeriatla hiçbir kavgasının olmayacağı kanaatindeyiz. Önümüzdeki zamanlar bu meseleyi daha da netleştirecektir…


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Vesveseye karşı alınacak tedbirler


A+ | A-

Bizi vesveseye atan saiklerden birisi de; ibâdet, zikir ve tefekkürde gerçek hâle muttalî olmanın zor; neredeyse imkânsız olduğunu bilmememizdir. Meselâ, boy abdesti alırken “Her tarafım ıslandı mı?” diye evhama düşebiliriz. Bu gereksizdir. Çünkü, ıslanmamışsa bile; herhangi bir mesuliyet yoktur. Bilerek ve kasten bırakmak ayrı şey; bilmeden, unutarak, güç yetiremeyerek bırakmak başka şeydir. Aşırı şüphecilik “Hiçbir şey gerçek değildir, ben, sen, biz, her şey hayâldir” diyen sofistlerin mesleğidir.

Vesveseyi engellemekle değil, uğraşmamakla mükellefiz. Evet, namazda da insanın hayâline çirkin, pis ve zararlı şeyler gelebilir. “Eyvah; neler oluyor, düşünmemeliyim, mahvoldum!” denilerek ipin ucu kaçar. Arı kovanıyla uğraşır, çomak sokar, onlarla mücâdele etmeye kalkarsanız; üzerinize üzerinize gelir ve mahvedebilirler. Kesin çâre; onlarla hiç uğraşmamak, sakin sakin beklemektir.

Vesvese, mânevî/rûhânî/şeytanî bir dürtü olduğuna göre, ona karşı üretilecek çâre de mânevî olmak gerektir. Yağmurun ıslatmaması için şemsiye, elektriğin çarpmaması için elektrik geçirmeyen maddeler kullandığımız gibi; vesvesenin çarpmaması için de duâ zırhına bürünmeli, Allah’a iltica etmeli. Ki, Kur’ân da bu dersi veriyor: “Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ya Rabbi, Sana sığınırım.” 1

Vesvasların vesveselerine karşılık; Felâk ve Nâs Sûrelerini okuyarak kendimizi yüce, ulvî ilhamlara hazır hâle getirmeliyiz. Yâni, İlâhî, ulvî telkinlere hazır hâle getirmeliyiz. Zîrâ, karanlığı aydınlık, soğuğu sıcak, şerri hayır, çirkini güzel ortadan kaldırır. Elbette, evham ve vesveseyi de, İlâhî hakikatler, mânâlar yok edecektir. Vesvese/evham/obsesyona karşı alacağımız tedbirleri özetlersek;

- Bilgi, tecrübe, hür düşünce, akıl ve mantığa dayalı tahkikî imânı elde etmeli.

- Ulvî, müsbet duygularımızı geliştirmeli.

- Nefis murakabesiyle hayâlî/vehmî, menfî duyguları, vesveseleri kontrol altına alıp hedeflerine kanalize etmeli. İfrat ve tefritten (aşırılıklardan) uzak tutarak “vasat” mertebeye çekmeli.

Dikkate almamız gereken hususları özetleyerek verirsek;

- Amelin iyisini araştırmaktan kaynaklanan vesvese, insanı amelden soğutur.

- Kalb etrafındaki meleklerin ilhamı ile şeytan vesvesesinin savaşı devam etmektedir.

- Vesvesenin zararı, bilgisizliğimizden kaynaklanır. Vesvesenin mahiyeti bilinse gider.

- Vesvese ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur.

- Vesvese korkuya, korku riyaya, riya nifaka/iki yüzlülüğe sebep olur.

Dipnot:

1- Mü’minûn Sûresi: 97-98.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’ın korunması ve mükellefiyet


A+ | A-

Almanya’dan okuyucumuz: “Allah (cc) İncil, Tevrat gibi daha önceden gönderdiği kitaplarını korumamış; ama Kur’ân-ı Kerim’i kıyamete kadar korumayı vaad ediyor? Bunun hikmeti nedir?”

Peygamberler kendi dönemlerinde insanların anlayacağı dilden mu’cize göstermişlerdir. İnsanlarla sağlıklı iletişim kurmak için bu bir gerekliliktir. İnsanlara anlayacakları dilden hitap etmek Allah’ın hem peygamberlerine önerdiği, hem de bizzat Kendisinin kitaplarında ve emirlerinde uyguladığı bir niteliktir. Sağlıklı iletişimin bir gereği olarak, Hazret-i Sâlih Aleyhisselâm, kavminin isteği üzerine kayanın gövdesinden deve çıkarmış; Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, sihrin revaçta olduğu Mısır’da sihir cinsinden mu’cizeler göstermiş; Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm tıbbın revaçta olduğu kendi döneminde tıp cinsinden mu’cizeler göstermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu dönemde ise birer söz söyleme san'atı olarak belâgat, fesâhat ve i’câz revaçta idi. Peygamber Efendimiz’in (asm) mu'cizeleri de genellikle söz cinsinden geldi.1 Söz mu’cize olunca bozulma riski yok denecek derecede azalıyor.

Peygamberler genelde kendilerinden önceki peygamberin getirdiği kitabın ve dinin bozulan ve saptırılan kısımlarını ıslâh etmişler ve insanlara tebliğ etmişlerdir. Tevrat Hazret-i İsâ’ya (as) gelinceye kadar bir çok Peygamberce okunmuş, vahye dayalı olarak tashih edilmiş ve tebliğ edilmiştir. İncil—Tevrat’la birlikte—Hazret-i Muhammed (asm) tarafından Kur’ân ile tasdik edilmiştir. Nitekim Tevrat’ın ve İncil’in bozulmamış nüshalarına-–vahiydeki aslına—iman etmek biz Müslümanlar için bir îmân kuralıdır.

Kur’ân’a gelince; Kur’ân, Son Peygamberin (asm) kitabıdır. Bozulması durumunda Kur’ân’ı tashih ve ıslâh edecek yeni bir Peygamber söz konusu değildir. Öyleyse Kur’ân’ı tehlikelerden koruyacak şekilde tedbir almak gerekiyordu. İşte bu İlâhî tedbirlerden birisi onun i’câzı ve belâgâtıdır. Kur’ân’ın i’câzı ve belâgâtı onun zırhı olmuştur. Bu zamanda Kur’ân’ın i’cazını beyan etmeye ise Risâle-i Nur görevlidir.2

Nihâyet, Cenâb-ı Hak böyle tercih etmiştir. Bize bu İlâhî tercihe teslim olmak yakışır.

***

Ankara’dan okuyucumuz: “Kız ve erkek çocuklarımızın namaza ve tesettür hükümlerini uygulamaya başlamalarının belli bir yaş sınırı var mıdır?”

Öğrenme, çocuk zararı faydadan ayırmaya başladıktan sonra başlar. Güç yetirebildiğini öğrenir. Peygamber Efendimiz (asm) kız ve erkek fark etmeksizin, çocuklarımıza namazı yedi yaşında öğretmeye başlamamızı emir buyurmuştur.3 Fakat mahşerdeki hesaba dönük sorumluluğun başladığı yaş, ergenlik yaşıdır. Kur’ân, “Allah kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz”4 buyurmuştur. Güç yetirme sınırı teklif yaşıdır, yani mükellef olma yaşıdır. Peygamber Efendimiz (asm) “güç yetirme” sınırını, yani mükellef olma yaşını şöyle bildirmiştir: “Kalem üç kişiden kaldırılmıştır: 1- Uyanıncaya kadar uyuyandan. 2- Delikanlı oluncaya kadar çocuktan. 3- Akıllanıncaya kadar deliden.”5

Demek, çocuk delikanlı olunca, eğer aklı da yerindeyse mükelleftir, yani teklif yaşına gelmiştir. Teklif yaşı kişinin âkıl-bâliğ olduğu, yani ergenliğe ulaştığı yaştır. Buluğ, biyolojik ergenlik demektir ve kişinin çocukluk döneminden çıkıp yetişkinler grubuna katıldığı dönemin başlangıcıdır. Bu yaş iklim şartlarına ve çocuğun biyolojik ve psikolojik yapısına ve yaratılışına göre değişiklik arz edebilmektedir. Ergenlik çağı net olarak, erkek çocuklar için ilk ihtilâm olduğu yaşta; kız çocuklar için ise ilk âdet görmeye başladığı yaşta başlamış olmaktadır. Bunu yaş olarak rakamlara da döken İslâm Hukûkçuları bu konuda bir alt sınır, bir de üst sınır belirlemişler; alt sınırın altındakileri ergen saymamışlar; üst sınırı geçenleri ise, ergen olmadıklarını iddiâ etseler bile ergen saymışlardır. Alt sınır kızlarda dokuz, erkek çocuklarda on ikidir. Üst sınır ise, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz; İmam-ı Mâlik’e göre her iki cins için on sekiz; Hanefî Fukahasından İmam-ı Ebû Yusuf ile İmam-ı Muhammed’e göre ise her iki cins için on beş yaştır.6 Büluğ çağını, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri de ortalama on beşinci yaş olarak bildirmiştir.7

Demek mahşerdeki sorguda esas alınacak yaş, yaklaşık on beş yaştır. Bu yaşa giren çocuklarımız dînin emir ve yasaklarıyla mükelleftirler. Çocuklarımıza sorumluluklarını Peygamber Efendimiz’in (asm) “Müjdeleyiniz. Nefret ettirmeyiniz. Kolaylaştırınız. Zorlaştırmayınız” 8 emri çerçevesinde hatırlatalım. İhmal ettiklerinde şefkatle ve sabırla onları teşvik edelim.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Bahtiyar evlât


A+ | A-

“Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle.” 1 “Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.”2 “Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.”3

Bu mezkûr ayet-i kerimeler gibi, içtimâî hayatımıza bakan 230’u aşkın âyet-i kerime ve Peygamber Efendimizin (asm) sayısız hadis-i şerifleri vardır. Rabbimiz ve Peygamberimiz (asm) hem biz Müslümanlar hem de dünyanın gerçek huzuru bulması için bu hakikatleri bizlere çıkış ve ümit olarak takdim etmişlerdir. Cemiyetin bünyesi ve âlem çarşısı bunlara ne kadar yapışır ve bunları hayata geçirirse, elbette ülkeler ve milletler müsbet şekle ulaşacaktır. Ziyaret ettiğim tımarhaneler ve konuşmalar yaptığım huzurevleri, bakımevleri ve hapishaneler, bu İlâhî düstur ve emirlerin ne kadar önemli olduğunun bariz ve açık örnekleridir. 193 devlete baktığımız zaman bazı manzaralar ve aile büyüklerine yapılan bed muâmeleler, vicdan ehli olan insanları nasıl ürküttüğünü görmekteyiz. Gerçek çıkış yollarını göremeyenlerin sosyal hayatımızı nasıl rencide ettiğini müşahede etmekteyiz.

Doğumunun sene-i devriyelerini 2 milyarlık İslâm dünyası olarak salâvatlarla, konferanslarla, sohbetlerle zikrettiğimiz ve tekrar kalbimize gömdüğümüz, her şeyimiz, Efendimiz (asm) bir hadislerinde buyururlar ki: “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti.”4 Bu ikaz içinde yaşayan ve yaşamayan aileler vardır. Bu hadis-i şerifler de, mezkûr âyetlerin Efendimizin (asm) dilinden dökülen ayrı birer mânâlarıdır. Dünyanın bir çok devlet ve kıt'alarında meydana gelen musîbetlerin temelinde, o diyar ve mekânlarda maalesef aile birimlerinin büyüklerine gerçek saygı ve ilginin gösterilmemesi yatmaktadır. Türkiye’deki ve dünyadaki yazılı ve görsel medya ancak musîbetin elim fotoğraflarını göstermektedir. Fakat asıl ve temel sebeplerini anlatmıyor, göstermiyor ve yazmıyor. Çünkü bazılarına dokunuyor. Bu uzun mukaddimeyi ve satırları yazmamın en büyük sebeplerinden birisi, geçtiğimiz ay içinde 94 yaşında vefat eden ve Aksaray ilimizde ikamet eden Süreyya Arıtürk amcamızın oğlu muhterem Kemal Arıtürk kardeşimizdir. K. Arıtürk, Seydişehir İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü ve Gevrekli kasabası belediye reisliği yapmış ve iman, Kur’ân hizmetinde münevver gençlerin yetişmesi için çok büyük gayret sarf etmiştir. ‘Yaşamayanlar yaşatamazlar’ gerçeği içinde muhterem kardeşim emekli olmadan ve özellikle emekli olduktan sonra çok kıymetli hanımı ile müştereken, merhum babasına, son ânına kadar, numune-i imtisâl kabul ettiğimiz harika bir hizmette bulunmuşlardır. Mezkûr hakikatleri okurken ve konuşurken, bazı zevâtın şahsıma hitaben “Var mı bunları yapan ve nerede o günler vs.” gibi suâllerine karşı bu cengâver ve vefakâr kardeşimi, örnek olarak işaret etmişimdir. Ondaki sabır, fevkalâde metanet, teslimiyet, âyet ve hadislere bağlılık ve sıla-i rahim hakikatı, görülmeye değer ve takdire şâyândır. Daimî baktığı uzun yıllardan sonra, son 40 gün merhum babalarının ayakları tamamen kangren olmuştu, yine terk etmediler ve daha çok azimle hizmette bulundular, son âna kadar. İşte bahtiyar evlât. Taziye için birlikte Seydişehir Gevrekli kasabasına intikal ettiğimiz Dr. Mustafa Sağlık Beyler, Eşref Hocalar ve emsâli zatlar aynı duyguları benimle paylaştılar. “Bahtiyar evlât” payesi herkese nasip olmaz. Bu itibarla tekrar taziyetlerimi sunuyor ve tebrik ediyorum. Dipnotlar: 1- İsra 23. âyet. 2- İsra 24. âyet. 3- İsrâ 25. âyet. 4- Keşfü’l-Hafâ, 2:163; Süyûtî, Kenzü’l-Ummâl, 9:167; İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, s. 341.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

En önemli rakip


A+ | A-

Samimî olmak, halis bir niyet ve çalışmanın başlangıcıdır. Geçmiş zaman ve zanlar, insanlara bir çizgi çekemezler. Ancak yeni fiilleriyle kendilerinin izah ve ispatını yapabilirler. Kötülükse iyilik, iyilikse kötülük mânâlarının yer değiştirmelerine teşebbüs edip bu fiilleri başarabilirler... Yoksa bu işin adı peynir gemisi olabilir...

Kendi adımıza başarabildiğimiz güzellikler ve iyilikler başkalarına da baştacı olabilir, noksanlıkların ve başarısızlıkların menşei ve faili daima nefis ve şeytanımızın elindeki benliğimiz olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız...

Kaderin hükmünü başlatan cüz’i iradenin seçimi gibi Müslümanlar daima tercihlerini iyilikten, güzellikten ve faideden tarafa koydukları müddetce bir rahmet ve merhamet deryasının arkalarında kendilerine yardımcı olduğunu hissedecek ve bizatihi bileceklerdir... Ama ters gitmekte ve tersinden anlamakta ısrarcı ise Müslümanın bu konuda da istekleri maalesef gerçekleşecektir... Önemli olan bu konuda kendimize fırsat vermememizdir...

Başkalarıyla her konuda yarışılır, ama insanın kendisini test etmesinde en önemli rakibi kendisi olmalıdır... Kendinizin inandığı bir doğruyu ve güzelliği başkalarının beğenmesi için yapmak gibi yanlış, hayatın her zaman ezbere geçmesi gibi bir neticeyi insana kazandırabilir. Biz eğer kendimizi kul ve abd olarak Rabbimizin emirlerinin uygulanması noktalarından vazifedar göremezsek, başkalarını işmam eden hiçbir fiilin bize fayda vermesi düşünülemez her halde...

Şimdi doğru olarak düşünmek lâzım ki; küfrün zirvedeki hücumu zamanında bir kardeşimize, Müslümanlara selâmet ve afiyet için, hiç olmazsa aynı safda olduğumuz mü’minlere vefa noktasından bir duadan bir kuvvet verip almaktan bile acze düşüyorsak düşünülecek bir halimizdir. Bu hal belli ki iyi hallerden değildir... Yardımcı olmak yardıma koşmak yardıma kavuşmak demek olacaktır...

“Allah’ım ümmeti Muhammed'e mağfiret eyle, onların ferahlarıyla bizleri de ferahlandır” diyebilme alicenablığına ulaşabilmeliyiz...

Sahabinin hallendiği tefani sırrının sırlarına ve sınırlarına muvaffak olabilme yolunda bir gayretin ve cehdin içinde olabilmeliyiz... Neden halis bir niyete tegarüb eden bir keramet mesabesindeki güzelliklerine razı olmuyoruz da dünyanın altını üstüne getiren dünyevî istek ve arzularının peşinde koşuyoruz?

Sebepler dairesi içinde sebeplere müracaat etmenin bir mahsuru olamaz. Rabbimizin herhangi bir emrini, yeter ki biz kendimiz sebepleri bahane ederek hafife almayalım... Küfrün karşısında dimdik olarak durmayı bilelim..

Allah’tan bilmek esbabı başımızın üstünde bir kılıç gibi göstermeyeceği gibi bütün hareketlerimizi de sebepsiz çalışma ve dua meyvesi olarak göstermez... İlla ki çalışmak ve O’nun yolunda O’nun için yaşamaya gayret etmeliyiz...

Atımızı nefis ve şeytanın hücumları karşısında daima iman ve İslâmiyet noktasından daima şaha kalkacak vaziyette hazır tutmalıyız...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Dikkat! Hurda arabada yeni kazalar olmasın


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın yargı reformu maddelerinin de bulunduğu anayasa paketinin “en kısa sürede” TBMM’ye sunulacağını açıklamasının ardından hükümet bir kez daha kısmî bir anayasa değişikliği için harekete geçti. Kapsamlı bir anayasa değişikliğinden vazgeçen hükümet bu sefer de “mini bir paket” hazırlığı içinde. Pakette neler olacağı ortaya çıkmaya başladı. YAŞ ve HSYK kararlarına yargı yolunun açılması, siyasî partilerin kapatılmasının zorlaştırılması, ombudsmanlık gibi konuların pakette yer alacağı ve 10-15 maddede değişiklik yapılacağı söylense de, tam bir netlik yok. Daha önce hazırlanmış olan 5 anayasa değişiklik paketi ile bilim kurulunun hazırladığı yeni anayasa taslağı dikkate alınarak karma bir çalışma yapılıyor. Bu çalışma sonrasında da ortaya çıkacak paketin hazırlanmasından sonra parlamentoda grubu bulunan partilerin ziyaret edilip edilmeyeceği konusunda ise bir netlik yok.

* * *

Salı günü Meclis kulislerinde bu paket konuşuluyordu. Şimdiden tartışılmaya başlanan değişiklik parti kapatma konusundaki anayasada yapılacak düzenleme. Şu anda üzerinde durulan siyasî partilerin uyacağı kuralları düzenleyen 69. maddenin Venedik kriterlerine göre düzenlenmesi. Bu da sadece şiddete karışan partilerin kapatılması anlamına geliyor. Bu maddeye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının kapatma dâvâsı açabilmesi için Meclis’ten 367 milletvekilinin onayını almasının da yer alması düşünülüyor. Hükümet şimdiden bu değişikliklerin referanduma gideceğini kabul etmiş gözüküyor. 1982 Anayasasına göre, anayasa değişikliklerinin en az 367 oyla kabul edilmesi gerekiyor. Bu durumda referanduma sunup sunmama cumhurbaşkanının yetkisinde. 330 ile 367 oy arasında kabul edilmesi durumunda ise referandum zorunlu hale geliyor. Şu anda 337 milletvekili olan iktidar 330’u bulmakta bile zorlanabilir. Referanduma gidilmesi durumunda da bir uzlaşma sağlanamazsa şu anda grubu bulunan partilerin “ret” oyu için yoğun şekilde çalışacağı ortaya çıktı. Bunun için kulislerde konuşulan değişiklik seçim barajının yüzde 7’ye çekilmesi. Buna şimdilik “hayır” dense de böyle bir handikap görüldüğün de, bu seçeneğin devreye sokulabileceği konuşuluyor. Barajın yüzde 7’ye düşürülmesindeki amacın, parlamento dışındaki partilerin desteklerini alabilmek olduğu söyleniyor. Bunu düşünürken de, şu aşamada CHP ve MHP’nin referandumda “hayır kampanyası” başlatırsa paketin referandumda geçmesinin hayli zor olacağı hesaba katılıyor. Referandumda “ret” çıkması durumunda da Erdoğan erken bir seçimin olmayacağını söylese de, muhalefetin erken seçime zorlayacağı da hesaba katılıyor. Bir diğer konu da Türkiye milletvekilliği meselesi. Bunun da pazarlık konusu için pakete konulabileceği söyleniyor. Bu durumda yüzde 10 barajını aşamayacak partiler Türkiye milletvekili sistemi ile Meclis’te temsil edilebilecek.

* * *

Elbette getirilmesi düşünülen pakette yer alan YAŞ ve HSYK kararlarına yargı yolunun açılması, parti kapatmaların zorlaştırılması demokrasi ve özgürlükler açısından önemli değişiklikler. Ancak bu aşamada izlenecek yol çok önemli. Yeni kapatma dâvâsının ayak seslerinin duyulduğu veya konuşulduğu şu günlerde aceleye getirilmesi yeni yol kazalarına sebep olabilir. CHP’nin daha paket ortada yokken AYM’yi adres göstermesi bunun işâreti… “367 meselesi”nde ortaya çıkan garipliğin yeniden hortlayabileceği hesaba katılmalı. “367 mucitleri” şimdiden millet tarafından onaylanan referandumu bile Anayasa Mahkemesi’nin iptal edebileceğini söylemeye başladılar bile. Diğer yandan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın ortada yeni bir paket yokken dikkat çektiği hususlar da dikkat çekici. Kılıç, son dönemlerde anayasada değişiklik girişimlerinin birçok gerilime yol açtığına dikkat çekerken, korkusunun anayasa değişikliğinin de mahkemeye gelmesi olduğunu söylüyor. Kılıç, anayasa değişikliği konusunda “uzlaşma”nın üzerinde duruyor. Aksi durumda “çok ağır hasarlar” verebileceğini söylüyor. (Hürriyet, 3.3.2010) Son yıllardaki tecrübelere bakıldığında bu görüşlerin yabana atılmaması gerekiyor. Görünen o ki, gelinen nokta kısmî değişikliklerin yapılmasının dahi zor olduğunu gösteriyor. Bu aşamada anayasanın tamamının değiştirilip, referanduma sunulması daha gerçekçi görünüyor. Erdoğan’ın dediği gibi “Hak ve özgürlüklere ulûfe gözüyle bakılamaz. Taksit taksit demokrasi anlayışı çağdışıdır...” Anayasada daha önce yapılan taksit taksit değişiklikler çözüm olmadığını unutmamak lâzım. Şu anda konuşulan değişiklikler demokratikleşme açısından fevkalâde önemlidir. Ancak, “konjonktür”ün yine Türkiye’nin önüne çıkacağı görülüyor. Yeni, özgürlükçü, demokrat, sivil bir anayasa tek çıkar yol. Çünkü bu anayasa ile artık Türkiye yönetilemiyor. Cemil Çiçek’in deyimiyle, “Bu Anayasa eski ve hurda bir araba gibi, uzun yola gitmek mümkün değil. Karbüratör su kaynatır, lastik-fren patlar…”

Yani, karbüratörün suyunu değiştirseniz lastikler patlak, lastiği değiştirseniz freni patlak… Bu yüzden ya arabayı kökten elden geçirmek, ya da yenisini almak gerek: Yenisini almak en güzel yol olarak görünüyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Ermeni politikaları”nın iflâsı


A+ | A-

Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde “Ermeni soykırımı” yasa tasarısının oylanması, Washington-Ankara-Erivan hattındaki ucûbeyi açığa çıkardı.

Hatırlanacağı üzere, Dışişleri Bakanı Davutoğlu, atanır atanmaz gittiği Amerika’da Türkiye ile ABD’nin çıkarlarının tarihin hiçbir bir döneminde bu kadar uyuşmadığını söylemişti. Hâlen de Türk-Amerikan ilişkilerinin küresel ve bölgesel alanda tarihî ve kapsamlı bir stratejik vizyon içinde olduğunu belirtiyor. Ne var ki imzalanan “protokoller”le “Ermeni açılımı”nın tarihî ve büyük bir fırsat olarak devam ettiği iddialarına ve Davutoğlu’nun başta Ermenistan olmak üzere “komşularla sıfır problem” “öngörüsü”nün aksine, ardarda ârızalar çıkıyor. Önce Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’dan Dışişleri Bakanı Nalbantyan’a kadar, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini teşkil eden başta Karabağ olmak üzere işgal ettiği reyonlardan çekilmeyeceği açıklamaları geldi. Bu arada Sarkisyan, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’le Soçi’de yaptığı son görüşmede Ermeni tarafı Karabağ konusundaki uzlaşmaz tutumunu daha da ilerletti. Ardından da “protokoller”in esası unsurlardan 1915 olaylarını araştıracak “ortak tarih komisyonu”, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nce “protokol”den çıkarıldı. Bizzat Davutoğlu’nun ifâdesiyle, Erivan “protokoller”e Ankara’nın kabul edemeyeceği yorumlar ekledi… Başbakan Erdoğan’ın Azerbaycan Millî Meclisi’nde söz verdiği, Ankara’nın “sınırın açılması”nın Ermeni işgalinin sona erdirilmesine bağlanması şartına karşı, Erivan’dan en üst düzeyde peşpeşe Karabağ’ın “protokoller”le bağlı olmadığı ve süreçte kesinlikle “Karabağ konusu”nun bulunmadığı resmen bütün dünyaya duyuruldu…

“SOYKIRIM” ŞANTAJI

Görünen o ki Washington-Erivan hattında plânlı bir zamanlamayla “soykırım tasarısı” Amerikan Temsilciler Meclisi’nin alt kademesinde Ermenistan’ın resmî görüşü ve Ermeni diasporasının dayatmaları doğrultusunda ele alınmakta.

Ve Davutoğlu’nun her fırsatta övdüğü, Türkiye’nin “Amerikan bölgesel ve küresel vizyonu”na endeksli dış politikası, bir defa daha iflâs etmekte…Ankara ne kadar alttan alsa da 1 Mart tezkeresini reddeden Meclis’i by pass edip çıkardığı “destek hamûlesi”yle Irak işgaline havaalanlarını ve limanlarını Amerikan savaş gemilerine ve uçaklarına açarak her türlü silâh, mühimmat, savaş malzemesinin nakil ve dağıtımına açan AKP hükûmeti, neticesiz politikalarla kalmakta. ABD’nin Ortadoğu egemenliği ve enerji hatları uğruna Irak’a giden silâh ve mühimmatın yüzde 70’ini İncirlik Üssü üzerinden ileten, bizzat Millî Savunma Bakanı’nın itirafıyla Irak üzerine binlerce sortinin yapılmasını sağlayan, Orta Asya ve Hazar Havzası enerji kaynakları ve hatları emelleri hesâbına Afganistan’a asker gönderen Türkiye, Amerikan yönetimlerince “komite”nin “soykırım şantajı”na mâruz bırakılmakta. Bush’un “stratejik müttefik” ilân ettiği, Obama’nın “model ortak” olarak medhettiği Ankara’nın üzerinde “soykırım tasarısı” bir defa daha “demoklesin kılıcı” gibi bir “politik terbiye” aracı olarak sallandırılmakta…Ve bundan cüret alan Erivan büyük bir şımarıklıkla “mızıkçılığa” devam etmekte; “protokoller”e dair hiçbir garanti vermemekte…

“POLİTİK TEPKİLER”

Olup bitenler, ABD’nin Türkiye-Ermenistan ihtilâfının “kara kutusu” CIA’cı David L. Phillips’in Amerikan Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu Avrupa alt komitesinde sarfettiği, “Türk resmî yetkilileri, Başkan Obama ile 7 Nisan’da (2009) İstanbul’da buluştuğunda, anlaşma konusunda Dağlık Karabağ’ın statüsü konusunda resmî herhangi bir ön şart olmadığı teminatını verdi…” cümlesinde düğümlenmekte.Tesbit şu ki Azerbaycan’ın infiâli ve kamuoyunun tepkisi üzerine devreye giren Erdoğan’ın kamuoyuna karşı sözde kalan “restleri”ne mukabil, Cumhurbaşkanı Gül’ün Obama’ya başta Karabağ olmak üzere herhangi bir ön şart koşmadığı” gerçeğini ortaya çıkarmakta. Ve ABD Dışişleri Avrupa ve Euro-Asya İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un aynı alt komitede sarfettiği, “Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi ve Dağlık Karabağ sorununun, iki farklı süreç olduğuna ve farklı kulvarda devam etmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu konudaki müzâkereler Ermenistan ve Azerbaycan arasında devam ediyor. Türkiye bu hususta doğrudan taraf değildir” sözleri, ABD’ye göre Ankara’nın Dağlık-Karabağ’da devre dışı bırakılıp süreçten dışlandığını deşifre etmekte. Bunun içindir ki Türkiye’nin İsrail eski Büyükelçisi yeni Washington Büyükelçisi’ni “istişâreler için bir süre geri çağırması” benzeri politik gösteriler, geçen yıl Ermenice “büyük felâket” ve “tarihî trajedi” ifâdesini kullanan Obama yönetiminin nezdinde ve hatta Erivan’da, “iç politikaya yönelik manevralar” olarak görülüyor.

Kısacası, Türkiye’nin eli ayağı “protokoller”le bağlanmış, “politik tepkiler” bir işe yaramıyor…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Halka güvenmeyen ‘Halkçı’lar


A+ | A-

Yanlış bilgiler üzerine yükseltilmeye çalışılan bir anlayış çökme ve sönme sinyalleri veriyor. Medenî cesarete sahip ilim ve fikir adamları konuştukça gerçekler gün yüzüne çıkıyor. Yıllarca yanlışlara itiraz edenler bu gelişmelerden memnun kalırken, gelecek günlerde ‘mum’larının söneceğini anlayan ‘yalancılar’ da haklı olarak endişe duyuyor.

Taraf’tan Neşe Düzel’in sorularını cevaplandıran Prof. Dr. Mete Tunçay, geniş halk kitlelerinden saklanan ve gizlenen bazı ‘gerçekler’i kamuoyu ile paylaşmış. Meselâ, “(Kâzım) Karabekir ve (Ali Fuat) Cebesoy, Millî Mücadele için M. Kemal’den önce Anadolu’ya gittiler ve ona gel dediler. O, tereddüt etti” diye anlatmış. (Röportaj, 1 Mart - 3 Mart 2010 tarihleri arasında yayınlandı.)

Tabiî ki millet ekseriyetinden gizlenen gerçekler sadece bu değil. Anlatılan denizden bir damla sayılabilir. Yakın tarihle ilgili olarak öğretilenlerin azı değil, çoğu yanlış maalesef. Bu bakımdan, gerçeklerin doğru anlaşılabilmesi için cesur tarihçilerin ve ‘aydın’ların daha fazla konuşmasında fayda var.

Prof. Tunçay’ın anlattıkları arasında dikkat çeken bir nokta daha var: Adı ‘Halk Partisi’ olan partinin, gerçekte hiçbir zaman ‘halk’ı dikkate almadığını görüyoruz. Tunçay bu hususta şöyle diyor: “Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Meselâ 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor. (Soru: Kimi seçiyorlar?) Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. ‘Halk, bütün gerilikleri getiriyor’ diye düşünülüyor.”

Yıllar boyu ülkeyi ‘tek parti’ yönetimiyle idare eden ve adında ‘halk’ olan bir partinin, milleti bu derece dışlaması, hakir görmesi çelişkilerin en derini değil midir? “Tek parti”nin dün sahip olduğu bu anlayış, maalesef bugün de sürdürülüyor. Ne ki millet için ‘iyi’dir, “Halk Parti”si buna karşı çıkmayı bir vazife bilir. Gerçi “Halk için, halka rağmen” anlayışına sahip oldukları için milletin helâl reyleriyle iktidar yüzü görmezler, ama Türkiye’nin önünü tıkayıp ufkunu karartma ‘vazifesi’ni de hakkıyla yerine getirirler.

Mete Tunçay’ın dikkat çektiği bir başka nokta da ‘Latin alfabesi’nin tercihiyle ilgili: “Latin alfabesi, din için getirildi. Çünkü din ile yazı arasında garip bir ilişki vardır. Bizim devrim dinle yazı arasındaki bağı kırdı.” (Taraf, 1 Mart 2010)

Peki, ‘yazı ile din arasındaki bağ kırıldı’ da ne oldu? Özel gayret göstermeyenler hariç, girdikleri okul kapısındaki yazıları okuyamaz ve okusa da anlayamaz ‘profesör’ler, öğretim üyeleri ve üniversite yöneticileri çoğaldı. İstanbul Üniversitesinin Beyazıt’taki merkez binalarının giriş kapısındaki ‘eskimez yazı’ları ve âyetleri kaç ‘aydın’ okuyabiliyor?

Millet, ‘halkçı’ların kendisine güvenmediğinin farkında. Bu sebeple onlara iktidar koltuğunu teslim etmiyor. İnşallah bundan sonra da teslim etmeyecek. ‘Halkçı’lar, milletin din ile bağını koparmak istedi ve buna uygun icraatlar ortaya koydu. Ama şükürler olsun ki millet ferâsetiyle ve ecdâdından aldığı duâ sayesinde bu tuzağa düşmedi, din ile var olan bağını koparmadı. Bu başarıda ‘ilmiyle âmil âlimler’in büyük payı olduğunu unutmayalım ve onları hayırla yâd edelim.

Her geçen gün gerçekler biraz daha gün yüzüne çıkacak ve ‘yalancıların mumları’ yatsıya varmadan sönecek inşallah.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Türkiye’yi idare ediyorlar!


A+ | A-

Geçtiğimiz haftalarda, 16 Kasım 2002’de AKP’nin kurmayları tarafından açıklanan “Acil Eylem Planı”ndaki vaatlerin neredeyse hiçbirinin gerçekleştirilmediğine ve hatta bu vaatlerin unutulduğuna dair bir haber yayınlandı gazetemizde (Yeni Asya, 12 Şubat 2010). Bizzat Başbakan Erdoğan, o zamanki açıklamada, Türk milletinden bu vaatlerin takipçisi olmalarını istemişti. Gazetemiz de aradan geçen 8 sene sonunda yapması gerekeni yaptı ve hesap sordu iktidardan. Bu habere kızanlar ve hatta kınayanlar oldu. Halbuki haberde yapılan şey sadece bu vaatlerin hatırlatılmasından ibaretti. Üstelik bunu yapmamızı Başbakan’ın kendisi, şu ifadelerle istemekteydi:

“Bu yayınladığımız metni (Acil eylem planını kastediyor) bütün sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve tek tek her vatandaşımız partimizin internet sitesinden indirerek bir dosyaya koyabilir, bundan sonraki vaatlerimizi de aynı dosya içerisinde toplayarak; böylece bizi, taahhütlerimizi, süresi içinde yerine getirip getirmediğimizi sürekli izleyebilirler.”

Gazetemiz de bu vaatlerin sürekli bir takipçisidir. Çünkü siyaset ve özellikle de iktidar koltuğu vaat verip sonra unutma yeri değil, bizzat bu vaatlerin yerine getirileceği makamdır. Vatandaş da ve dolayısıyla gazeteciler de bunların takipçileridir…

Dolayısıyla bu haberde ne kınanacak ne de garip karşılanacak bir yön vardır…

Asıl garip olan şey, seçmenin oy verdikleri partiden hesap sormamaları ve verdikleri sözleri yerine getirip getirmediklerini denetlememeleridir. Burada da akla şu soru geliyor haliyle: Siyasetten beklentimiz nedir?

Bir taraftarın takım tutması gibi: “Yensen de yenilsen de taraftarın senle” mantığı mıdır?

Yoksa “Bana şu şu vaatlerde bulundun ve benden oyumu aldın, haydi şimdi bunları yerine getir, getirmediysen de hesabını ver” mantığı mı olmalıdır?

Bugün Türkiye’de oy verecek yaşa erişmiş her bireyin kendisine bu soruyu sorması gerekmektedir. Demokratik bir sistemde vatandaş olmanın getirdiği en önemli haklarımızdan biri olan “oy verme” ve böylece “devleti yönetecek kişileri” seçebilme irademizi boşa harcamayalım.

Aksi takdirde bugünkü meclis tablosunda olduğu gibi 8 yıldır iktidar olan, ama muktedir olamayan, yönetici olan, ama yönetemeyen ama çok güzel “idare eden” bir yapıya mahkûm kalırız.

Bu söylediğimiz meclis çatısı altındaki bütün partiler ve vekiller için geçerlidir tabiî. İktidarından muhalefetine kadar bütün milletvekilleri Türkiye’yi “idare etmektedir”… Her Salı günü grup toplantılarında sun’i gündem maddeleriyle dolu konuşmalar gerçekleştirerek koca bir haftanın gündemini kilitleyen “parti başkanları” ve onların sözünden çıkmayan milletvekillerinin hepsinin bu söylediğimiz sözlerden nasibi vardır.

Sizler, Türkiye’yi idare etmekten vazgeçin de size emanet edilen iradeyi doğru kullanarak, yerine getirmeyi vaat ettiğiniz sözleri derhal gerçekleştirin.

Milletin verdiği kredilerin vadesi de bir gün dolacaktır elbet!




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Çatışma, uyum, teslimiyet


A+ | A-

Başbakan, asker ve yargı cenahındaki son gelişmeler, gözaltı ve tutuklamalar için yapılan “Kurumlar arası çatışma kızıştı” yorumlarına karşı çıkarak, kurumların uyum içinde çalıştıklarını söylüyor. Ancak bu sözleri, yine kendisinden sâdır olan “Bürokratik oligarşiyi aşamadık, yargı bize kan ağlatıyor ve kurumsal anlamda arzu edilen demokratik olgunluğa hâlâ erişemedik” gibi şikâyetlerle çelişiyor.

Bunların hangisi doğru? Eğer kurumlar hakikaten uyum içinde çalışıyorsa, o şikâyetler niye?

Ve aksi yöndeki olup bitenlerin izahı ne?

Son örnek, hükümeti kamuoyu önünde ciddî şekilde zorlamaya başlayan Tekel işçileri sorununda Danıştay’ın verdiği karar. Bu karar, işçilerin hükümeti sıkıntıya sokan eylemini sona erdirmek suretiyle bir cihette rahatlamaya yol açtıysa dahi, işin özünde iktidara yine fren koydu.

Öte yandan, Tekel işçileri meselesinde çıkan krizin asıl etkisinin, bundan sonraki özelleştirmelerde kendisini göstereceği belirtiliyor ki, bu, o cenahta uzun vadeye yayılacak bir gerilimle, bunun getireceği tutukluğun habercisi olabilir.

Özelleştirme ihalelerinde eksik olmayan peşkeş iddialarıyla, işçi hakları ekseninde alevlenecek tartışmalar, özelleştirme sürecini aksatabilir.

İlâveten, bu hükümetin yedi buçuk yıla yakın iktidarında gerçekleşen özelleştirmeler de mercek altına alınarak yeniden tartışmaya açılabilir.

Ki, aynı dönemde yine yargıya takılıp iptal edilen epeyce ihalenin varlığı da ayrı bir husus...

Ve tüm bunlar, ekonomik gidişata bakan yönüyle, Erdoğan’ın sürekli yakındığı statükonun işine yarayacak yeni tıkanmalara sebep olabilir.

Buradan, beş yılı aşkındır reformlar için yeni bir adım atılmayışının ekonomi üzerinde meydana getirdiği olumsuz sonuçlara geçecek olursak:

Bilindiği gibi, iş dünyası da sürekli olarak temel yapısal reformlardaki aksamadan şikâyetçi.

Anadolu müteşebbisinin temsilcisi konumundaki TOBB ile İstanbul sermayesinin sözcüsü TÜSİAD’ın ısrarlı bir şekilde yeni anayasa ihtiyacına vurgu yapmaları, bu bağlamda manidar.

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu hemen her konuşmasında, yeni ve demokratik bir anayasa ile, 72.5 milyon insanımızın yeni bir mutabakat sözleşmesine kavuşturulması ve bunun daha fazla geciktirilmemesi gerektiğine dikkat çekiyor.

TÜSİAD’ın Ümit Boyner başkanlığındaki yeni yönetimi de, seçildiği günden itibaren verdiği olumlu mesajlar ve Ankara temaslarında seslendirdiği önerilerle, yeni anayasa başta olmak üzere, çoktandır askıda bekleyen demokratikleşme reformlarını artık hayata geçirme çağrısı yapıyor.

28 Şubat’ta TÜSİAD’ın kendi müstakil duruşuyla; iş âlemini ve çalışma hayatını temsil eden TOBB, TİSK, TESK, Türk-İş ve DİSK’in de müştereken, antidemokratik sürece destek verdikleri hatırlanırsa, şimdiki tablo, tam tersi istikamette çok muazzam bir değişimi ifade ediyor.

Bu, Mecliste büyük çoğunluğa dayanıyor olma avantajını da elinde bulunduran hükümetin, asla ıskalamaması gereken müthiş bir dayanak.

İlâveten, yine 28 Şubat sürecinin brifing kumandalı medyası ile kıyaslandığında, bugünün medyası büyük ölçüde dengeli ve çok sesli bir yapıya kavuşmuş durumda. Bu da, demokratikleşme yönünde bir kamuoyu oluşturmak açısından çok iyi değerlendirilmesi gereken bir fırsat.

Bütün bunlar alt alta konulduğunda, Erdoğan’ın 2002 seçimi öncesinde sık sık tekrarladığı “Şeker, un ve yağ olduğu halde helva yapamayanların defterini dürün, aradığınız helvacı usta biziz” söylemlerindeki mesajın gereğini yapmak için, o günlerden dahi çok daha müsait bir ortama kavuştuğumuz gerçeğini önümüze koyuyor.

Bakalım, AKP bu defa başarabilecek mi?

Yoksa zorlanıp sıkıştığı yerlerde yine “Kurumsal mutabakat oluşmadı” veya “Yapmak istedik, ama işte görüyorsunuz, hâlâ engelleri aşamıyoruz” bahanelerine sığınıp, buna ilâveten “uyum” adı altında teslimiyetçi tutumunu devam mı ettirecek?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Yunanistan bu kadar kemer sıkmaya dayanabilir mi?


A+ | A-

Müflis tüccarın en önemli özelliği; batmakta olduğu bataklığın farkına varmaksızın, daha fazla borçlanarak daha derinlere batmasıdır. Artık çıkamayacağının farkına vardığında iş işten geçmiştir. Yunanistan işte bu noktaya geldi. Yıllarca süren müsriflik ve battığı batağı Goldman Sachs aracılığıyla bulunan dolambaçlı yeni borçlarla kapatma, ülkeyi batma noktasına getirdi.

Şimdi ise Yunanistan kaynıyor.

Vergi artışları, maaş kesintileri derken iş taksicilere fiş verme ve defter tutma zorunluluğu getirmeye, emekli maaşlarını dondurmaya kadar uzandı. Taksiciler iki gün kontak kapattılar. Ek ders ücretleri kesilen öğretmenler eğitim bakanlığı önünde protesto eylemleri yapıyorlar. Memur sendikası 16 Martta bir günlük iş bırakma eylemi yapıyor. KDV yüzde 19’a çıkarıldı; akaryakıt vergileri arttırıldı; alkollü içecek vergileri yüzde 20—ülkemizde hükümetin kasden alkollü içecek vergilerini arttırdığını ileri sürenlerin kulakları çınlasın—,sigara vergileri yüzde 6 arttırıldı. Memurların ek ödemelerinde yüzde 12 kesinti yapıldı.

Tüm bunlar bir ay içinde ikinci kez kemer sıkma politikaları açıklayan Yunanistan’ın borç batağından çıkma çabalarının sonucu. Geçen ayki paket ile 5 milyar avroluk bir tasarruf sağlamayı amaçlayan hükümet, bu yeni paketle 6,4 milyar avro daha tasarruf etmek istiyor. Daha doğrusu buna mecbur.

Çünkü AB ülkeleri Yunanistan’ı kurtarmak için önce kendisinin üzerine düşeni yapmasını istiyor. Halen bütçe açığı GSMH’nın yüzde 13 oranında olan Yunanistan, bu iki ağır paketle bu oranı yüzde 8,7’ye düşürmeyi amaçlıyor. AB standardı ise yüzde 3. Bizim bütçe açığımızın 2009 yılında yüzde 5,5 olduğu düşünülürse, Yunanistan’ın durumunun vehameti daha iyi anlaşılabilir.

Eğer bu iki paket AB tarafından yeterli görülürse; AB ülkeleri, özellikle de Almanya ve Fransa, ülkelerinin bankalarına Yunanistan’ın borçlarını satın almaları için uzun vadeli kredi garantisi verecek. Bu şekilde Yunanistan Mayıs ayına kadar ödemesi gereken 25 milyar avroluk borcunu ödeyebilecek.

Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi, zaten AB ülkeleri ortalamasına göre hayat standardı düşük olan Yunan vatandaşları, böyle bir kemer sıkmayı kolay kolay kabullenmiyor. Yunanistan Gümrük Çalışanları Federasyonunun üç günlük grevi yüzünden ihracat işlemleri yürümediğinden, ihracat yüzde 18 düştü. Sendikalar grevler, iş yavaşlatmalar ve gösterilerle hükümetin işini zorlaştırmaya devam ediyor.

Yunanistan 1974 askeri yönetiminin devrilmesinden bu yana en güç dönemini yaşıyor. Başbakan Papandreou, “yeni tedbirler bir tercih değil, Yunanistan’ı spekülatörlerin pençesinden kurtarmak, nefes almamızı sağlamak için bir mecburiyet” diyor, Cumhurbaşkanı ile birlikte televizyondan halka seslenirken.

Avrupa’nın Yunanistan’ı kendi haline bırakma şansı yok. Tek Pazarı paylaşan ülkelerin, ortak para birimi yüzünden birbirlerine zincirlenmiş olduğu göz ardı edilemez. Birisi düşerse hepsi düşmeye mahkum. Şimdiden İspanya ve İngiltere sıraya girmiş gibi görünüyor. O yüzden Yunanistan’ı kurtarmak zorunda kalacaklar. Ama bunu kendi vatandaşlarına anlatmak zor. Aynı zamanda kurtarma yardımının aç sırtlanlar gibi bekleyen spekülatörlerin boğazına gitmesi riski de var. Avroyu kurtaramazlarsa, tüm sistemin çökmesi bile mümkün.

Kısacası; komşumuz bizim 2001’de yaşadığımız krizin daha büyüğü ve çok yönlüsünü yaşıyor. Kemer sıkma politikasının uzun yıllar süreceği, ülkeyi kaosa sürükleyebileceği ve hükümeti gelecek seçimlerde siyasal hezimete götüreceği konuşuluyor. Olan ise yine sokaktaki vatandaşa oluyor. Batan gemi misali Yunanlıların bu ülkeyi terk edip Avrupa’nın diğer bölgelerine kaçtıklarını görürseniz hiç şaşırmayın.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

05.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl