Ali FERŞADOĞLU |
|
Yakınma mekanizması ve iman zaafı |
Yakınma mekanizması, Amerikan Psikiyatri Birliği’nce “Bireyin emasyonel (duygusal) çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine karşı, başkalarına duyduğu düşmanca veya sitemkâr duygularını gizleyerek, mükerrer yardım istekleri sonrasında başkalarının teklif, öneri ve yardımlarını reddederek yakınmalarda bulunmasıdır. Yakınma ve istekler ruhîsal semptomları veya hayat sorunlarını içerebilir”1 şeklinde tânımlanır. Toplumda en sık rastlanan savunma mekanizmalarındandır. Bazı kişiler artık yakınmayı, dertlerini dile getirmeyi sürekli bir tutku hâline getirmiş; problemleri çözmek, çare üretmek yerine şikâyeti, yakınmayı tercih etmekte ve bir nevî rahatlık sağlamaktadır. Bunun arkasında yatan psikolojik saik; çözüm, çare üretmenin zor; yakınmanın ise çok kolay olmasından olsa gerek.“Bir mum yakmaktansa, karanlığa küfretmeyi” tercih eden bu yaklaşım; çoğunlukla tembellik, beceriksizlik, bilgisizlik ve isteksizlik kaynaklıdır. Herhangi bir mesele karşısında stres ve duygu çatışmasına giren yakınmacı; bu hareketiyle ölçüsüz ve kontrolsüz yakınmayla ayakta kalma çabası içindedir. Aslında yakınmanın, şikâyetin, dert dökmenin inanç ve fikrî temeli; imân zaafına ve kadere itiraza dayanır. Oysa, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Evvelâ, olumsuz da olsa, “varlık” mutlak hayır, güzellik, iyilik; “yokluk” ise mutlak şer ve çirkinliktir. Hastalık gibi problem, sıkıntı ve olumsuzluklar varlığa güç ve kuvvet verdiği; yokluğa yakın durağanlıktan, yeknesaklıktan kurtardığı için hayırdır, iyidir, güzeldir. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer yokluktur. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.2 Kadere imân; enerjimizi şikâyet mekanizmasına değil; yüce Yaratıcıyı, varlığı ve hâdiseleri doğru anlamaya, yorumlamaya ve yardımlaşmaya sevk eder. Kader, ölçü, miktar, plân, program, takdir, biçim ve şekil verme demektir. Atomdan koca yıldızlara, samanyoluna kadar galaksilerin ister fizikî, ister kimyevî, ister biyolojik yapılarına baktığımızda, kaderin, yâni ölçü, mizan, plân ve programın varlığını apaçık görürüz. Hassas nizam, düzen, intizam plân ve programa işaret eder. Bu da ilmi ve kudreti sonsuz bir programlayıcıya, yani sonsuz isim ve sıfat sahibi Allah’a işaret eder. Not: Mevlid Kandilinizi tebrik eder, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Dipnotlar:
1- Enstitü/Yeni Asya/24.10.2003. 2- Sözler, s. 435.
25.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hazret-i Muhammed (asm) olmasaydı... |
“Sen olmasaydın, sen olmasaydın; kâinâtı yaratmazdım”1 hadis-i kudsîsiden anlıyoruz ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlığa hediye ettiği nûr, eşsiz ve benzersizdir. Onun nûru ile dünyanın şekli değişmiştir. İnsan ve bütün kâinâtın hakîkî mâhiyetleri o nûr tûfânı ile aydınlanmıştır. O nûr ile görünmüştür ki; kâinâtta ne varsa Allah’ın isimlerini okutan birer Samedânî mektup, birer vazîfeli memur, bekâya mazhar birer değerli ve mânidâr varlıktırlar. Eğer o nûr olmasa idi, varlıklar tamamen mutlak fenâya mahkûm, kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, karmakarışık ve tesâdüf oyuncağı mâhiyetinde evhâm karanlıkları içinde boğulup kalacaktı. İşte bu sırdandır ki, arştan ferşe, serâdan süreyyâya kadar bütün varlıklar Onun nûruyla iftihâr etmektedirler.2 Eğer Hazret-i Muhammed’in (asm) nuru olmazsa kâinâtın da, insanın da, hattâ her şeyin de hiçe ineceğini beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, böyle bedî ve eşsiz bir kâinata, böyle eşsiz bir zâtın (asm) lâzım olduğunu kaydediyor. “Yoksa kâinât da, eflâk da olmamalıdır” diyerek mezkûr hadîs-i kudsîyi hatırlatıyor.3 Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîs-i kudsî’yi değişik yönlerden izah ediyor. Bediüzzaman’ın en göze çarpan izahlarından birisi, Resûlullah Efendimiz’in (asm) duâsı ile yaptığı izahtır. Şöyle ki, zamanın ve mekânın tek ferdi sıfatıyla Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), öyle yüksek bir namazda, insanı ve bütün mahlûkâtı mutlak fenâya düşmekten, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekâya, Cennete, ulvî vazîfeye ve Allah’ın birer mektubu olma makamına çıkarmak için, öyle umûmî bir duâ etmektedir ki, Hazret-i Âdem’den (as) Kıyâmete kadar gelen bütün kâmil ve nûrânî insanlar kendisine ittibâ ve iktidâ ederek, duâsına “Âmin!” demektedirler. Öyle umûmî bir ihtiyaç için duâ etmektedir ki, değil dünyâ ehli; semâvât ehli ve bütün kâinât dahî niyâzına iştirâk edip hal diliyle, “Evet, Yâ Rabbenâ ver! Duâsını kabul et! Biz de istiyoruz!” diyorlar.4 Diğer yandan, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşerî hayatı ile, fazl-ı Rabbânî ile tekâmül eden mânevî şahsiyetini, tavus kuşunun yumurtası ile göklerde uçan tâvus kuşu arasında kurduğu bir nisbet ile açıklayan Bedîüzzaman Hazretleri, tâvus kuşu gibi güzel bir kuşun yumurtadan çıkıp geliştiğini, semâlarda uçmaya başladığını; âlemde şöhret kazandıktan sonra, birisi çıkıp da yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını ve yükselişini ararsa haksızlık yapmış olacağını; binâenaleyh, Peygamber Efendimizin (asm) tarihlerce kaydedilen hayatının da bir çekirdekten ibâret ve beşeriyet şartları içerisinde geçtiğini, onun beşerî hayatına ve zâhirî hallerine ince bir kışır ve nâzik bir kabuk nazarıyla bakıldığı takdirde, o kışır içerisinden iki âlemin güneşinin ve Tûbâ ağacı gibi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, feyz-i İlâhî ile sulanmış, fazl-ı Rabbânî ile kemâlâtın zirvesine ulaşmış olan hakîkî çehresinin çıktığının görüleceğini kaydediyor.5 Bu durumda böyle bir umûmî mazhar için kâinâtın yaratılmış olması hiç de mübâlağalı görülmemelidir. Çünkü Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olmasa idi, bütün maksatlar beyhûde olacaktı. Dünya boşuna dönecekti. Güneş boşuna ışık verecekti. Nasıl ki, anlaşılmaz ve muallimsiz bir kitap, mânâsız bir kâğıttan farksız oluyor ise; bu kâinât sarayının da, bu dünyâ menzilinin de, bu mevcûdât kitâbının da ya bir tarif edici ve muallim nezâretinde bulunması, ya da hiç var olmaması lâzım geldiği anlaşılmalıdır.6 Doğrudan vahye mazhar olan bu tarif edici ve muallim ise, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başkası değildir. Bu vesileyle Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’a aramıza ve gönlümüze yeniden hoş geldin derken, bütün okuyucularımızın Mevlid Kandilini tebrik eder, Peygamber Efendimizin (asm) şefaatine nail olmamızı Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Dipnotlar
1- Keşfü’l-Hafa, 2: 164; 2- Sözler, s. 71. 3- Sözler, s. 215 4- Sözler, s. 70, 218; 5- Mesnevî-i Nûriye, s. 74; 6- Sözler, s. 113.
25.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
İdeal meş’alesi! |
Güçlüklere göğüs germek ancak inançla olur, inanmakla yol bulur. Yola koyularak, engeller aşılarak; meş’ale yakılarak… Başka şeyler buna muharrik olmaz, olamaz. İniş çıkış çok yaşandı, fakat, “zikzak” olmadı. Olmaz, asla olamaz! Kırk birinci yıla geldi, karilerle birlikte; müşkülâtla, zorlukla… Bir iftihar tablosu! Bu netice, “Çalışırsak, daha çok şey yaparız” dedirtiyor insana. Evvelâ, her başarının arkasında, sebatkâr okuyucularımızın ve Yeni Asya’nın fedakâr naşirlerinin samimî gayretlerini en üst rafa koyalım. Yeni Asya A.Ş.’nin içinde gazetenin yanında kitabı var, dergisi var, takvimi var, radyosu var; var da var. Bunların her birisinde gönül vermiş insan var. Takım ruhuyla çalıştığında bunlar, tasavvura sığmayacak işleri başarırlar. Buna ümidimiz, tam. Dünya, herkese kalkınma, terakki etme dünyası olsun; bize ise, gerileme ya da geride kalma dünyası olsun! Veyahut, yerimizde sayıp duralım; öyle mi? Başarmamak bize “kader” değil ki! Bir başka örneği olmayan hâl: Patronu, okuyucuları olan tek gazete, Yeni Asya. Yediden yetmişe fertleri bulunan bir büyük aileyiz, biz. Ama: İftihara evet, rehavete hayır! Yeni ufuklar açmak, yeni hedeflere koşmak; topyekûn coşmakla olur. Zira: Bu kuruma sahip çıkmak, mensubunun şerefi! “Kem küm” etmek değil de, omuz vurmak gerekir; beraberce, kardeşçe… Yanmadan, dönmeden! Sönmeyen bu meş’ale ışıl ışıl yanmalı. Nice uzun yıllara birlikte dirlikte… El birliği ile…
25.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Avrupa “Kur’ân Kongresi” yapmalı |
Tam 1400 yıl önce 610 yılında Kur’ân inmeye başladı. Kendi tarifiyle, “İnsanlara doğru yolu gösteren, apaçık delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân’ın beyanı en yücedir. Bir sözün kimden, kime ve hangi makamda geldiği açılarından bakıldığında Kur’ân’ın bir kelimesinin bile benzeri asla olamaz. Zira o, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kelâmıdır ve Allah’ın sevgili kulu Muhammed (asm) vasıtasıyla bize ulaşmıştır ki, ne mutlu bize, ne mutlu Kur’ân’a râm olup yolunda gidenlere.. Âlim ve şair Mehmet Akif Ersoy der ki: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı. Bunun için çalışmak en başta Müslümanların vazifesidir. Ne büyük saadet ki, bu vadide öncülük şerefi yine Türkiye’nindir. Şanlı imparatorluğun asırlarca Kur’ân’a bayraktarlığının mükâfatı olmalı ki, ilhamını Kur’ân’dan alan hizmetler Türkiye’de ortaya çıkmıştır. Fen ve tekniğin hükümran olduğu ve olacağı çağların anlayışına uygun Kur’ân yorumu, insanlığın istifadesine buradan sunulmuştur. Çeşitli dillere çevrilen ve bütün dillere çevrileceğine inandığımız Risâle-i Nur buradan dünyaya yayılıyor. Kur’ân’ın hitabı bütün insanlığadır. Bilhassa kitap ehli olanlar, semavî kitapların ve elçilerinin yabancısı değildirler. En büyük ve en son semavî kitabı ve tebliğcisini bilip tanımak onların da en önemli meselesi olmalıdır. Günümüz Müslümanlarına bakarak doğru İslâmiyeti ve ona lâyık doğruluğu göremeyebilirler. Ama doğrudan doğruya Kur’ân’a ve Kur’ân adına yazılan doğru kaynaklara ulaşarak, Kur’ân’ın mesajını anlamaya çalışmalıdırlar. Sahip oldukları üstün vasıtaları, harika teknolojiyi ve bilimsel verileri bu uğurda da kullanmalıdırlar. Zaten Kur’ân’ın mesajı da hep tazedir. Her asırda yeni nazil olmuş gibidir. ««« Tarih boyunca milletler, varlıklarını koruyabilmek ve geleceklerine yön verebilmek adına çok önemli ve hayatî kararlar almışlar, tarihe mal olacak toplantılar, kongreler tertip etmişlerdir. Avrupa tarihinde de, bu alanda önemli kongrelerin yapıldığını tarih bize bildiriyor. Buna en tipik örnek Viyana Kongresidir. Osmanlı Devletinin katılmadığı, Fransa dışında bütün Avrupa devletlerinin katıldığı bu kongrenin görüşmeleri bile bir yıldan fazla sürmüştür. O kadar ki, fikir ayrılıkları ve çıkar tartışmaları uzayınca, balolar tertiplenip eğlenceler düzenlenmiştir. Ama Napolyon’un sürgünden dönerek tekrar Fransa’da tahtına oturması üzerine korkuya kapılan taraflar, nihayet 9 Haziran 1915’te Viyana Kongresi kararlarını imzalamışlardır. Denilebilir ki, 1805’ten 1815’e kadar on yıl süren Napolyan savaşları, Avrupa’yı “Kutsal İttifak”a zorlamıştır. Napolyon’un varlığı Avrupa’nın birleşmesine, yokluğu ise dağınıklığına sebep olmuştur. Acep bize ne oluyor ki, bunca düşmanlarımıza rağmen hâlâ kutsal ittifakımızı kuramıyoruz.. Hem de savaş için değil, barış için.. Viyana Kongresi kararlarının uygulandığı döneme “Restorasyon Devri” adı verildi. Halbuki restorasyon adına da yıkımlar devam etti. Bizde “aydınlanma” adına zulümler yapıldığı gibi... Her neyse, şimdi biz diyoruz ki, geçici dünya hayatını kurtarmak, siyasî hükümranlık kurmak adına bu kadar ciddî kongreler yapan Avrupa, bir de hem dünya, hem ahiret saadetinin yolunu gösteren “Kur’ân-ı Muciz-ül Beyan” hakkında büyük ve ciddî kongreler yapsın. Her Mevlid gecesinde dünyamıza yeniden doğan ve getirdiği prensiplerin doğruluğu dünyaca tasdik edilen Hz. Muhammed (asm) hakkında kongreler yapsın. Bakınız, iki asır önce Avrupa’nın korkulu rüyası olan Napolyon’un Peygamberimiz ile ilgili takdirkâr görüşlerine, “Bonaparte et İslâm” adlı kitapta yer verilmiştir. Gele gele, 1927 Avrupa’sında, geçen hadiselerden, savaşlardan ders alınmış olunacak ki, önemli ve tanınmış hukukçuları bir araya getiren Genel Hukuk Kongresinde, Hz. Muhammed ve Kur’ân hakkında çok değerli görüşlere yer vermişlerdir. O zaman İslâmî bir gazetede yayınlanan ve Bediüzzaman’ın da sevincine ve takdirine sebep olan bu beyanlardan biri Kongre Başkanı Shebol’a aittir. Shebol’a göre, Muhammed’in (asm) getirdiği prensiplerin kıymetine ve hakikatine Avrupalılar iki bin sene sonra yetişse ne mutlu... Aynı kongrede, barış ve huzur ortamının gerçekleşmesinde Hz. Muhammed (asm) gibi bir şahsiyete duyulan ihtiyaca vurgu da yapılmış. ««« Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatının önsözünde merhum Ali Ulvi Kurucu ne güzel söylemiş: Rûhun bu ihtiyacını söyler akan sular, Kur’âna her zaman beşerin ihtiyacı var..
Not: İslâm âleminin ve değerli okurlarımızın Mevlid Kandilini tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim. M.Y.
tıklayın! 25.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Sevdim Seni, Mâbuduma Cânan diye sevdim... |
“Bir ben değil âlem Sana, hayran diye sevdim...” diye başlıyor bir Peygamber âşığı şiirine ve sonra şöyle devam ediyor: “Mahşerde nebîler bile Senden meded ister, Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim.”
Ne mümkün O’nu sevmemek? Hem de annemizden, babamızdan, eşimizden çocuğumuzdan daha fazla? Yoksa kâmil mü’min nasıl oluruz! İnsan sevdiğine bir şeyler söylemek, anlatmak istediğinde dili dolaşır, duygularını tarifte zorlanır ya. Söz Sultanları da O Sevgili’ye muhabbetini arz ederken kelimeleri bir dantela gibi işleyip, duygularıyla süsleyip örmüşler. Buyrun Yunus’a kulak verelim:
“Canım kurban olsun senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed
Gel şefaat eyle kemter kuluna Adı güzel kendi güzel Muhammed”
Yunus böyle der de , Zekâi Dede gibi muhteşem bir bestekâr Beyâti makamında seslenmez mi asırlar ötesinden?
“Ey risâlet tahtının şâhı cihan peygamberi Vey nübüvvet tâcının dürrü sedefle gevheri Zâtı pâkindir cihanın misk ü bûy-i anberi Ey enbiyalar serveri hem evliyalar rehberi
Esselatü vesselam ey hâdi-i cümle ümem Essalatü vesselam ey sahib-i lütf-u kerem”
Ya Seyyid Seyfullah’ın aşkına ne demeli acaba?
“Bağrımdaki biten başlar Muhammed’in (a.s.m) aşkındandır. Bu gözümden akan yaşlar Muhammed’in (a.s.m) aşkındandır.”
Hakkı Efendi gibi meded isteyenler onun dilinden şöyle yalvarıyor O Sultan’a;
“Bahr-i aşkda bî kararım ya Resulallah meded Âşık-ı bî ihtiyarım ya Resulallah meded
Hakkiya dil hastedir göster cemalin ey tabib Bu recada muzdaribe ya Resulallah meded”
Şeyh Galip ise Dellalzade Hacı İsmail’in Irak makamındaki bestesinde ise duyduğu hürmeti şöyle izhar ediyor;
“Sultan-ı rüsûl şâh-ı mümeccedsin efendim Bîçarelere devlet-i sermedsin Efendim Divan-ı İlâhide seramedsin Efendim Menşur-i ‘Leamrük’le müeyyedsin Efendim.
Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin Efendim Hakkdan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim”
1847 yılında vefat etmiş bir hanım şair olan Leyla Hanım sevgili Peygamberinden bakın ne istiyor:
“Alil-i derdi isyana devasın ya Resulallah Bize sûy-i cinane rehnümasın ya Resulallah
Ne yüzle varacak Leyla huzura ruz-i mahşerde Ona rahm eyle şah-ı enbiyasın ya Resulallah”
1847-1930 yılları arasında yaşamış Şeyh Erbilli Es’ad Efendi de Leyla Hanım gibi niyaz ediyor:
“Yetiş imdade ey Şah-ı Risalet, rûz-ı mahşerde Ki, derd-i bî devayı masiyyet senden şifa ister.
Sarıldım dâmen-i ihsanına ey şâfi-i ümmet, Dahilek ya Muhammmed (a.s.m) hasta canım bir deva ister.
N’ola bir kerre şâd olsun cemâl-i bâ kemalinle, Ki, kemter bendeniz Es’ad sana olmak feda ister”
Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi’ye de bir kulak verelim:
“Vücudundur senin timsal-i hikmet ya Resulallah Kudümün kâinata verdi nüzhet ya Resulallah Günahkârım peşiman bir kulum gayet perişanım Niyaz etmeyim senden şefaat ya Resulallah”
Gelin bu faslı hem bir söz sultanı hem de Osmanlı Sultanı Sultan III. Ahmed Han’ın dizeleriyle bitirelim:
“Zat-ı pâk-i Mustafa’ya aşıkım, Can ile Fahr’u-l verâya aşıkım, Muksim-i feyz-i nevadır ol şerif, Menba-ı cûd ü atâya aşıkım”.
Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle Rabbimizden duamız bizi O Sultanlar Sultanının şefaatine nail eylemesidir. Amin. GÖNÜLDEN DİLE... “Ben sözlerimle Muhammed’i (a.s.m) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam’dan bahsetmekle sözlerimi güzelleştirmiş oldum.” ( İmam-ı Rabbâni, Mektubat, 1: 58) Evet, şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediye’dir. (Sözler, 19. Söz), İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu Kutlu Doğum konseri verdi GEÇEN Salı akşamı ailece Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’ndeydik. Kültür ve san'ata hizmet adına böyle yapılar kazandıran Zeytinburnu Belediyesi’ni ve bütün belediyelerimizi tebrik etmek isterim öncelikle. Orada olmamızın sebebi ise tasavvuf müziğimizin önemli ismi Ahmet Özhan yönetimindeki İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu’nun Kutlu Doğum faaliyetleri çerçevesinde vereceği konser idi. Ahmet Bey’in rahatsızlığı dolayısıyla katılamadığı konserde oldukça fazla sayıdaki ses ve saz san'atçılarından oluşan koro, tadı damakta kalacak bir program sundular. Bir saati biraz geçen konser, ses ve sazların yaptığı varyasyonlarla, okunan ilahilerin sözlerinin perdeye yansıtılması ve Enes Ergür’ün de aralardaki katkılarıyla etkileyici bir birliktelik sergiledi. Uzun süre sonra tekrar topluluğun konserini izlemekten dolayı memnun olmuştuk. Program sonrası korodaki pek çok dost ve arkadaşımızı tebrik etme ve hasret giderme imkânı da bulduk. İşin üzücü tarafı ise Hz. Peygamber’i (a.s.m) anlatan böyle önemli bir tasavvuf konseri ve koroya rağmen, salonun yarısının boş olması idi. Sanıyorum yeterince duyurusu yapılmamış olsa gerek. Mümkün mertebe böyle konserlere özellikle ailece ve çocuklarımızı da alarak gitmemiz gerektiğini hassaten belirtmek isterim.
tıklayın! 25.02.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Faruk ÇAKIR |
|
Hangisi daha ciddî? |
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu meselelerin ‘şaka’ya alınacak yönü yoktur. Aksine tamamı ‘ciddî’ meselelerdir. Bu ciddî meselerin biri de siyaset-ordu ilişkisidir. Tabiî ki bu konuda geçmişten günümüze kadar çeşitli badireler atlatıldığı için problemleri bir günde sona erdirmek mümkün değil. “Tek parti” devrini bir yana bıraksak bile, çok partili hayatımızın ortalama her 10 yılda bir ‘askerî darbe’lerle kesintiye uğradığı malûm. Kimi kanlı, kimi de kansız olmak üzere darbe ve muhtıralara maruz kalan Türkiye’de son aylarda alışık olunmayan hadiseler yaşanıyor. Meselâ, Susurluk kazası sonrası TBMM araştırma komisyonunca ifade vermeye çağrılan bazı generallar bu dâvete icabet etmemiş, sergiledikleri tavırlarıyla da bununla adeta övünmüşlerdi. Şimdi ise sorguya alınabiliyor, suçu sabit olanlar da tutuklanabiliyor. Her defasında tekrarlamak gerek: “Adalet” her zaman ve herkes için gerekli. Kimse kimseyi keyfî olarak suçlayamamalı, keyfî olarak mahkûm edememeli. Başka türlü ‘mülkün temeli’ni sağlam tutmak mümkün değil. Bu işleri; ‘Sen ettin, ben ettim’ anlayışıyla sürdürmek mümkün değil. Son dalgada yüksek rütbeli subaylar gözaltına alınıp bazıları da tutuklanınca itiraz edenler oldu. Geçmişte de bazı profesörler tutuklanınca benzer itirazlar dile getirilmiş ve “Her gün hastalarını ameliyat edip onları ‘kurtaran’ cerrahlar nasıl tutuklanır?” diye soranlar olmuştu. Sanki profesörler ya da yüksek rütbeli kişiler suç işlemezmiş gibi... Herkes bilir ki her ‘insan’ın suç işlemesi ‘teknik’ anlamda mümkündür. Meselâ, iki gün önce çok üzücü bir hadise meydana geldi. Emekli bir yarbay, iki kızı ve eşini öldürüp intihar etmiş. (Star, 24 Şubat 2010) Normal şartlarda böyle bir hadise olabilir mi? Olmaması lâzım, ama maalesef olmuş. (Şu ana kadar aksi bir bilgi açıklanmadığına göre bu bilgiyi ‘doğru’ kabul edersek) Yarbayın ölmediğini, yaralı olarak kurtulduğunu varsayın. “Olmaz, bir yarbay böyle cinayet işlemiş olamaz” mı denilecekti? Keşke böyle yanlışlar yapılmasa, ama maalesef kamuoyu, böyle cinayetlerin işlendiğine şahit oluyor. Yüksek rütbeli subayların “Balyoz darbe planı” çerçevesinde gözaltına alındığı açıklanınca, TSK komuta kademesi ve orgeneral/oramiral düzeyindeki subaylar Genelkurmay’da toplanmış. Çeşitli yorumlara da sebep olan bu toplantı sonrasında (BN-19/10 nolu “Bilgi Notu” başlıklı) kısa bir açıklama yapıldı ve şöyle denildi: “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında ortaya çıkan ciddî durumu değerlendirmek üzere, bugün Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında Türk Silâhlı Kuvvetlerinde görevli bütün Orgeneral ve Oramirallerin katılımı ile bir toplantı icra edilmiştir. Kamuoyuna saygı ile duyurulur. 23 Şubat 2010, Saat: 18:55” Ortada ‘ciddî’ bir durum var, ama ciddî durum bazı emekli ve muvazzaf generallerin gözaltına alınması mı, yoksa seçimle işbaşına gelen bir hükümetin ‘darbe’ ile devre dışı bırakılması çalışmaları mıdır? “Kimse kimseyi devre dışı bırakmıyor, kimse darbe planı yapmıyor” diyenler olabilir. Yalnış şunu hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’de sadece ‘plan’a değil, fiilî darbelere imza atılmıştır. Ve hâlen geçmişte darbe yapanlar ellerini kollarını sallayarak gezmeye devam ediyorlar. Hem de yaptıkları darbeyi savunmaya devam ederek... “Darbe” yapmak yürürlükteki “ihtilâl anayasası”na göre bile suç ise, bu nasıl mümkün oluyor? Asıl “ciddî durum” bu değil midir?
tıklayın! 25.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Türkiye, “kısır döngü”den çıkmalı |
Cumhurbaşkanı Gül, son tartışmalara “‘Bu bir fasit dairedir, kısır bir döngüdür” demişti. Türkiye’nin “çıkmaz sokak”ta olduğunu ikrarla kalmayan Gül, çözümün “AB’nin müktesebatı, kriterleri ve standartlarının üstlenilmesinde olduğunu” açıkça ifâde etmişti. Olup bitenlere bakıldığında, Türkiye’de “yetki tartışması”nın çok ötesinde bir “fasit daire” ve “kısır döngü”nün olduğu ortada. Peşpeşe patlak veren “ifşaatlar”da yeniden başa dönülüyor. Ve ne yazık ki bir kriz bitmeden diğeri geliyor; ortalığı ayağa kaldıran gürültü ve gümbürtüyle karşılıklı tepkilerin ardından, demokratikleşme ve reformlar için hiçbir adım atılmıyor, atılamıyor. Baş döndürücü bir dizi spekülasyonla daha da zora giriliyor, işin içinden çıkılmaz hale geliniyor. Haftalarca “irtica ile mücadele eylem mücadelesi”nin “ıslak imza” tartışmaları sürdü. Bu bitmeden kamuoyu “kozmik oda araması”na odaklandı. Sonuca dair Genelkurmay sözcüsünün, “Hiçbir şey bulunamamıştır” cümlesinin dışında araştırmaya dair hiçbir bilgi verilmeden âdeta sürüncemede bırakıldı. Daha bunun mâhiyeti anlaşılmadan bu kez Erzincan savcısını gözaltına alan Erzurum’daki “özel yetkili savcılar”ın yetkilerinin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca alınmasıyla “HSYK tartışması” kurumlar arası çatışma alevlendi. Meslekten ihrâcıyla avukatlık dahi yapması yasaklanan “Şemdinli soruşturması”nı yürüten eski “Van savcısı”nın akıbeti gözler önüne geliyor; “yargı reformu” tartışmaları, gündemi kapatıyor. Türkiye’nin tam da “yargı reformu” tartışmasına odaklandığı esnada daha önce başlatılan “Balyoz harekâtı” soruşturmasının daha da genişleyerek şok gözaltılarla sürdürülmesi, bu kez gündemi bir daha dümdüz edip tartışmaları yeni bir boyuta taşıyor…
YENİ KRİZLERLE, ESKİ KRİZLER DEVRE DIŞI! Özetle her yeni dalga ve tartışma, bir öncekinin üstünün örtülmesinde istimal ediliyor, öncekini devreden çıkarıyor. Soruşturulan, gündeme getirilen bir kriz ya da iddianâme bitirilmeden bir yenisi başlatılıyor. Üzerinden bir hafta geçmeden, her biri kendi çapında fevkalâde önemli ve demokrasiye suikast olan darbe teşebbüsleri ve darbeye ortam hazırlama plânları, mecrâsından çıkarılarak nevzuhur yönetim krizlerine malzeme ediliyor. “Soruşturmalar”, sorgulamalar, iktidar ve muhalefet arasındaki atışmalarla ilginç ve neticesiz politik polemikli kavgayla daha da işin içinden çıkılmaz hale geliyor… Kısacası karabasan gibi peşpeşe gelen krizler birbirini âdeta unutturuyor. Ve hep birlikte ekonomik krizi, zam ve vergi furyasını, tavana vuran işsizliği gölgeliyor. Ahlâkî aşınmayı, ilkokul seviyesine inen uyuşturucu ve alkol kullanımını, kötü madde bağımlığını, dizilerdeki şiddet ve müstehcenliği, cezaevlerini dolduran mânevî-sosyal sarsıntıyı gözardı ettiriyor. Asimetrik süreç o denli bir kutuplaşmaya varıyor ki çoğu kez “doğru” ile “yanlış” karıştırılarak siyasî kamplaşmayla göz gözü göremez toz duman içinde “açılımlar”, demokratik reformlar tartışma dışı kalıyor, özgürlüklerin temini, AB kriterleri güme gidiyor. Bu kargaşada Türkiye, en çok ihtiyaç duyduğu demokratikleşmeyi ve reformları değil, siyasî kamplaşmayla çatışma ve restleşmeleri tartışıyor… Gelinen noktada denilebilir ki, “açılımlar” ve demokratikleşme önündeki en büyük engel, sözkonusu soruşturmaların mecrâsından saptırılarak taraflarca itiş-kakış içinde bir nev'i savaşa ve rövanşa çevrilmesi…
DARBELER TOPYEKÛN SORUŞTURULSUN Yoğun soruşturma trafiği arenasında iktidar partisi için yeni bir “kapatma dâvâsı” söylentileri ortasında, iktidarın gücünü kontrol edenlerin Türkiye’nin en ciddî ve en önemli konusunun hâlâ “mağduriyet stratejisi”ne araç ettikleri iddiası, ortalığı daha da bulandırıyor. Gerçekten, demokratik sisteme ve hükûmete açık bir müdahâle ve darbe teşebbüsü olan, dönemin Genelkurmay Başkanı’nın kendi eliyle yazdığını belirten 27 Nisan e-muhtırası, neden soruşturulmuyor? Başbakan Erdoğan’ın “Gaza gelmeyiz!” ve “Paslaşıyoruz…” sözleri arasında soruşturmalar dönüp dolaşıp sadece hükûmete yönelik “darbe teşebbüsleri”yle mi kalacak? Neden darbelerle topyekûn hesaplaşılmıyor; neden meselenin esasından başlanmıyor; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri ve muhtıraları “darbe soruşturmaları” kapsamına alınmıyor? Geçmişte tasarlanmış, düşünülmüş, plânlanmış darbeler hesâba çekiliyor da, niçin milyonlarca vatandaşı perişan eden, bütün milleti mağdur eden, ülkeyi geri götüren, dayatılan darbeler soruşturulmuyor? Meclis’in kapısına kilit vuran, siyasî partileri kapatan, hükûmetleri deviren darbeciler, tanklarla sokaklarda demokrasiye balans ayarı verenler niçin hâlâ soruşturma dışı? Sadece AKP’ye yönelik “darbe teşebbüsleri”yle kalınmasının, yapılan darbelere dokunulmamasının sebebi nedir? Sözkonusu soruşturmalar oldukça önemli. Ne var ki yarım yamalak vaziyet, demokratik reformlara hizmet etmiyor. “Mini paketler”i dahi gündem dışına itip demokratikleşme sürecini başlatmıyor… Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi Türkiye’nin bir an evvel bu “kısır döngü”den çıkması lâzım…
tıklayın! 25.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Kaostan demokrasi devşirmek |
Türkiye’de son birkaç yıldır yaşanan olaylara farklı bakış açıları getirmek mümkün. Şüphesiz nereden ve hangi zaviyeden baktığınızla alâkalı olarak varacağınız sonuçlar değişecektir. Yaşanan olaylara “demokrasi-Kemalizm” mücadelesi olarak bakanlar var iken, “İslamcılık-laiklik” mücadelesi olarak yorumlayanlar da mevcut. Yaşanan dönemin sancılı olduğu ise su götürmez bir gerçek… Eğer yaşananlar üzerinde derin bir sis perdesi var ise ve arkasında yatan gerçekleri sezmek güç ise, bu işten kimlerin nemalandığına bakmak cevapsız bazı soru işaretleri hakkında bize ipucu sağlayabilir. Bu yöntem her zaman sağlıklı sonuç vermeyebilir tabiî ki. Zira bu tür kaoslardan fayda devşirmek bizim insanımızın en maharetli olduğu konulardan biridir. Nitekim her halükârda işten kârlı çıkmak konusunda son dönemlerde bazıları tarafından ortaya konulan maharet “alkışlanacak” derecededir. Türkiye’de hâli hazırda bir “mücadele” yaşandığı ortadadır… Peki mücadelenin aktörleri kimler? Bizim ordumuz, bizim yargımız, bizim emniyet güçlerimiz, bizim sair kurumlarımız, bizim siyasî partilerimiz, bizim cemaatlerimiz, vs vs… Listeyi uzatmak mümkün. Zira zaman zaman ortaya yeni aktörler çıkıyor ve durum gittikçe bir satranç oyununa dönüşüyor. Piyonlar, vezirler, paşalar ve maşalar ortalarda kol geziyor… Bu hengâmede herkes birbirine aynı soruyu soruyor? Bu orta oyununda haklı kim, haksız kim? Biz kimin yanında yer almalıyız? Kafa karışıklığının bir sebebi de Türkiye’de safların ve duruşların sık sık değişmesi her halde. Zira dün “öyle” diyenler, bugün “böyle” diyebiliyor. Dün kara dediklerine bugün ak diyenlerden tutun da, dün sus pus oturanların, bugün aslan kesildiği bir tablo var karşımızda… Sözgelimi dün demokrasiye küfür rejimi diyenler bugün demokrasi havarisi olup çıkarken, dün darbeler karşısında el pençe divan duranlar, bugün darbelerin en şiddetli düşmanı oluverdiler… Tabiî ki bunların hiçbiri önemli değil. Zira hakikatler asla tebeddül etmez, değişmez. Onlar hep sabit kalır ve her devirde aynı değerdedir. Onu kimin tutup kaldırdığına göre hakkın ve hakikatin kıymeti de değişmez. O halde insanlar bu kaos ve karmaşa içinde duruşlarını belirlerken, her daim o hak ve hakikatlerden yana duruş sergilemelidir. Yani şartsız ve kayıtsız demokrasi ve özgürlük taraftarı olmaktır esas olan. Kimsenin kimseyi “Ya Ergenekoncusun ya bizdensin” seçimine zorlamasına izin verilmemeli. İslâm kimsenin tekelinde olmadığı gibi, demokrasi de kimsenin tekelinde değildir. Dün İslâm’ı kullananlar, bugün demokrasiyi kullanıyor olabilirler. Demek ki, esas olan çizgiden sapmadan, doğru bildiğimiz evrensel hakikatleri savunmaktır. Aktörler de, piyonlar da, maşalar da geçicidir… Rüzgârlarına kapılmamak ve dolmuşlarına binmemek gerekir. Bu tür kaos ve krizlerden “oy devşirmek”, “iktidar devşirmek”, “güç devşirmek”, “konum devşirmek”, “rant devşirmek” vs. gibi yanlışlara tenezzül etmeden, soğukkanlılığımızı ve duruşumuzu koruyup “kaostan demokrasi devşirmek” fırsatını kaçırmamak şiarımız olmalı… Bu ahlâksız kavganın taraftarı olanlar, ikinci raunt başladığında ve devran döndüğünde kaçacak delik arayabilirler… Tıpkı 30 yıl önce yaptıkları gibi…
tıklayın! 25.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Avrupa’da yeni bir güvenlik yapısı mı kuruluyor? |
Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in yeni bir Avrupa Güvenlik Antlaşması hazırlanması teklifi, hem ABD, hem de AB’den tepki gördü. Hatta NATO Genel Sekreteri Rasmussen, sanki Medvedev’in bu teklifine rest çekermiş gibi Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliği sürecinin sürdüğünü söyledi. Peki, Medvedev ne istiyordu? Halen Avro-Atlantik bölgesinde faaliyet gösteren örgütlerin taraf olacağı Avrupa’nın güvenliği konusunda bağlayıcı bir yeni antlaşma için Moskova’da bir konferans toplamayı, bu konferansa Çin’i de çağırmayı öneriyordu. Bu yetmiyor Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan gibi OSCE ülkelerini de konferansa dâvet edelim diyordu. Bu teklifi Avrupa ve Amerika tarafından tam bir ön yargıyla karşılandı. Moskova’nın NATO’yu bölmeyi amaçladığı, Amerika’nın Avrupa’daki etkisini sınırlamak için Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan’ın oluşturduğu Şangay Beşlisini bir denge gücü olarak öne sürdüğü ileri sürüldü. Medvedev’in teklifinin ardında aranan bir başka art niyet ise NATO’yu bölmek istediği. Amerika’nın kriz sebebiyle güç yitirmesi, Afganistan’a peşinden sürüklediği Avrupalı ülkelerin bundan dolayı hoşnutsuzluk duyması, AB’nin Yunanistan’la başlayan ekonomik kriz sürecine girmesinin, bazı NATO üyelerini Rusya’ya yakınlaştırabileceği kaygısı taşıyor Batılılar. Medvedev’in NATO’nun örgüt olarak bu konferansa katılmasını istememesi, onun yerine bireysel Avrupa ülkelerini dâvet etmesi, art niyetin göstergesi sayılıyor. Rusya bu çabası çerçevesinde dört büyük AB üyesi ülkeyi, İtalya, Almanya, Fransa ve İspanya liderlerini Moskova’ya dâvet ederek, onları cömert ikili ilişki ve yatırım fırsatı teklifleriyle ayartmaya çalıştı. İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano, bu ikna çabalarından etkilenmiş olacak ki, Medvedev’in barış planını desteklediğini açıkladı. Aynı destek İspanya başbakanı Jose Zapatero’dan da geldi: “Avrupa’da hem Rusya ve Avrupa’nın hem de bütün dünyanın çıkarlarını dikkate alan yeni bir güvenlik yapısına ihtiyaç var.” Bütün bunlara rağmen, Amerika’nın AB ülkeleri üzerindeki nüfuzunu kullanarak, böyle bir konferansın toplanmasını engelleyeceği açık. Özellikle; geçmişin acı anılarını Avrupalılara hatırlatan Gürcistan işgali sonrasında AB üyesi ülkelerin Rusya ile aynı ittifak içinde yer almak isteyeceğini düşünmek güç. Peki böyle bir gelişme Türkiye için hayırlı mıdır? Türkiye’nin yeni dış politikasının belli bir güç odağına angaje olmanın ötesine geçtiği, kendisi bir merkez ülke haline gelmeye uğraştığı dikkate alındığında,—Rusya’nın bütün gizli hedeflerine rağmen—daha kapsamlı bir güvenlik yapısının oluşturulması yararımıza olacaktır. Böyle bir yapı içinde ABD, NATO’yu kendi emellerinin perdesi olarak kullanamayacaktır. Karadeniz’in bir barış denizi haline gelmesinin de yolunu açabilecek olan böyle bir oluşum, maalesef şimdilik bir hayalden ibaret. Ancak yakın geleceğin dünya güç dengesinde, Çin’in de öne çıkacağı yeni bir tabloyu ortaya çıkarması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Ülkemizin de dış politikasını bu öngörü ile oluşturması gerek. Umarız bu yeni yapı, süper güçlerin her istediğini yapabildiği, güçlünün haklıyı ezdiği devre son verir ve insanlık 21. yüzyıla yakışan bir medeni dünyaya kavuşur.
tıklayın! 25.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Değişim sancısı |
Türkiye’nin, çok partili demokrasi sürecini üç defa kesintiye uğratan klasik darbeleri artık tamamen geride bıraktığı, son dönemdeki farklı Genelkurmay Başkanları tarafından da defaatle ifade edilen bir husus. Ülke ve dünya şartları, darbeye izin vermiyor. İç şart ve dengeleri bu noktaya getiren en önemli dinamik, bütün eksik, gedik ve duraksamalara rağmen AB sürecinde aldığımız mesafe. Ve gelinen noktada, 28 Şubat türü, “sürece yayılan müdahale” yöntemi de ömrünü tamamlamak üzere. Yine iç ve dış dinamikler, askeri kışlasına çekilip, siyaset ve toplum mühendisliği başta olmak üzere, üzerine vazife olmayan işlere karışma alışkanlığını artık terk etmeye zorluyor. Asker de bu duruma intibak etmenin kaçınılmaz sancılarını yaşıyor. Bir tarafta kendisini devletin ve cumhuriyetin kurucusu ve sahibi gören geleneksel bakış; diğer tarafta demokrasinin gereği olarak bu rolü artık terk etme zarureti... Balyoz planı, yaşanan köklü değişimi doğru okuyamayıp klasik darbe yönteminde ısrar eden zihniyetin, muhtemelen bir yenisi daha gündeme gelmeyecek en son marifeti gibi görünüyor. Ergenekon operasyonuna konu olan diğer darbe planları ise, asıl yapılmak istenenin, yargı, üniversite, medya, STK’lar gibi sivil unsurlarla işbirliği halinde, 28 Şubat tarzı bir müdahaleyi tahkim ederek sürdürmek olduğunu düşündürüyor. O dönemde, ülke genelindeki birliklerin tek tek ziyaret edilip, kıta hizmetindeki subaylar arasında, muhtemel bir müdahale fikri için nabız yoklama gereği duyulması dahi, yaşanan değişimin çok ilginç ve çarpıcı göstergelerinden biri. Bu “ordu içi anket” çalışmasından çıkan sonuç da müdahale heveslilerini caydıran bir sebep olmalı ki, bu da “genç subaylar”ı hep darbe için yanıp tutuşan heyecanlı muhterisler olarak gösteren yorumların ne kadar sakat olduğunu gözler önüne sermek için yeterli bir veri olsa gerek. Öte yandan, Genelkurmay’da Hilmi Özkök’le başlayıp, arada—“or”ların karargâhtaki son toplantısı gibi—bazı ufak tefek arızalar olsa da genel hatlarıyla korunup sürdürülen yaklaşım, 28 Şubat tarzından da, yol açtığı sakıncalar sebebiyle vazgeçilmekte olduğunun işaretlerini veriyor. Özkök’ün “28 Şubat’ta takip edilen yöntemin, siyasette kimlerin önünü açtığını gördük” şeklinde özetlenebilecek beyanları bunun ifadesi. Bu demek değil ki, adeta genlere işlemiş 90 yıllık duyarlılık ve refleksler bir çırpıda atılıp silinecek ve etkinlik mevzileri derhal terk edilecek. Böyle birşey mümkün değil. Ama girilen süreç, zaman içinde, eski katı tutumları da tedricen yumuşatıp daha dengeli hale getirecek. 28 Şubat’ta başörtüsü ve irtica konuları için sosyologlara kulak verilmesi teklifini hiç duraksamadan reddeden tavrın yerini, cemaatlerin toplumdaki yerini tesbit için sosyolojik tahlillere ihtiyaç olduğunu teslim eden değerlendirmeler alacak. Doç. Dr. Tanel Demirel’in, 21.2.10 tarihli Yeni Asya’ya manşet olan yorumlarında dikkat çektiği, şu anki Genelkurmay tavrında etkin olan “kontrollü değişim” çizgisi, sanırız, böyle bir değişim ve gelişimin önünü açacak gibi görünüyor. TSK’nın kendi içinde bir temizlik yapıp bunun için yargı mekanizmasını çalıştırması; din, irtica, siyaset, Kürt sorunu gibi konulardaki tavrı sorgulaması, bu sürecin kaçınılmaz sonuçları. Demirel, askerlerin “Siviller istediği için değil, şartlar farklılaştığı için değişiyoruz” anlayışıyla hareket ettiklerini de söylüyor ki, bu yorum Beşinci Şuâ’daki parametrelerle örtüşüyor. Orada Bediüzzaman, kahraman ordunun, dizginini eline alıp hatalarını düzelteceği mesajını veriyor. Sivil alanda, bilhassa siyaset-din-etnisite ilişkilerinde askerin eski reflekslerle müdahale gerekçesi olarak görüp kullandığı yanlışlar da behemahal düzeltilmeli ki, bu süreç sağlıklı bir zeminde, sür’atli bir şekilde gelişerek devam etsin. Ve onun ölçülerini de yine Said Nursî veriyor.
tıklayın! 25.02.2010 E-Posta: [email protected] |