Basından Seçmeler |
Cumhuriyet, asker, demokrasi
REFERANSIM bugün Sayın Rıza Türmen’dir. Hem bu konuları çok iyi bilir, hem sosyal demokrat olduğu için soldaki okurlarımız açısından daha bir önemlidir. Sayın Türmen, “klasik cumhuriyet” kavramında insan hakları fikrinin bulunmadığını, bunun ilk defa 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’yle ortaya çıktığını, onun da 1776 Amerikan Bildirisi’nden esinlendiğini yazıyor. Fakat Fransa’da Jakoben cumhuriyetin kendi bildirisini pek kolay benimsemediğini, ancak yüz elli yıl sonra anayasasına koyduğunu anlatan Türmen şöyle devam ediyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da insan hakları cumhuriyetin temel ilkeleri arasında yer almaz. Bireyin devlete karşı birtakım haklar öne sürmesi cumhuriyet geleneğinde pek görülmez. Bugün dahi insan hakları konusunda yeterli bir duyarlılık olduğunu söylemek güçtür.” (Milliyet, 14 Eylül 2000)
BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ Bizim cumhuriyetimizin kuruluş ortamında bir “Haklar Bildirisi” söz konusu olmadığı gibi, vatandaşlar için asıl “vazife”ler vurgulandı. Yargı felsefesi de buna göre oluştu. Sayın Türmen’in dediği gibi: “Türkiye’deki hâkimlerde daha çok devleti koruma içgüdüsü, Avrupa’dakilerde ise daha çok bireyin düşüncesini koruma anlayışı var. Yasalardan çok hâkimlerin zihniyeti değişmelidir.” (Sabah, 31 Ekim 2006) Böyle bir yargı felsefesine “tarafsız” denilebilir mi? Halbuki Türkiye değişiyor; hem orta sınıflaşmanın, hem ‘farkındalığın’ gelişmesiyle, artık insanlar liberal demokrasilerdeki hak ve hürriyetleri talep ediyor. Birçok sorunumuzun temelinde bu sancılı değişim var. Yargının öbür “taraf”a da savrulmadan, “tarafsızlığı” felsefi olarak benimsemesi hem toplumsal huzur için hem cumhuriyetin daha kucaklayıcı yönde evrimleşmesi için bir zorunluluktur. Bu sebeple yargı reformu hem “bağımsızlığı”, hem “tarafsızlığı” güçlendirecek nitelikte olmalıdır. Ne iktidarın, ne muktedirlerin etkisinde kalabilecek, ne de geleneksel “taraf”lığını sürdürecek; bağımsız ve tarafsız bir yargı...
ASKERİN ‘VAZİFE’Sİ Mesele, asker açısından elbette daha önemli. Askeri eğitime hâkim olan “emir, kesinlik, harekât, güç kullanma” gibi kavramlardır; elinde de silah vardır. Toplumsal hayatın akışkanlığıyla ve çeşitliliğiyle bağdaşmayan ve gerçekten sıkı disiplinli olması gereken ‘matematiksel’ askeri düşünce, kışladan dışarı çıkarsa neler olabileceğinin örneklerini saymaya gerek var mı? Bu örneklerin hepsinin temelinde, toplumu ve siyaseti cumhuriyet idealizasyonuna uydurmak için zor kullanma vardır. Halbuki hak ve özgürlükleri talep etmeye başlamış bir toplumda bu mümkün olmadığı gibi, çekeceği tepkiler de orduyu yıpratmaktadır. Milli varlığımızın temel kurumlarından biri şüphesiz ordudur, yıpranmamalıdır. Bunun yolu da ordunun geleneksel ‘müdahaleci’ ideolojisini gözden geçirmesi ve “vazife”sini profesyonel alana teksif etmesidir. O zaman cumhuriyet de, demokrasi de, ordu da daha sağlıklı ve güçlü olur. Cumhuriyetlerin demokratik evrimi çok sıkıntılı bir süreçtir; Fransa’yı yüz elli yıl çalkalandırmıştır! Biz aşırılıklara savrulmadan, itidali kaybetmeden, arabayı devirmeden başarabilmeliyiz.
Taha Akyol, Milliyet, 24.2.2010 |
25.02.2010 |
“Haini en bol iki ülke”
İnsanlara “bidon kafa” gibi enteresan yakıştırmalar yapmakla ünlenmiş bir köşe yazarı, geçenlerdeki bir yazısında şöyle diyordu: “Türkiye’de her şeyin karaborsası olur. Hainin olmaz... Çünkü, haini en bol ülke Türkiye’dir.” Bu, kuşkusuz yerinde bir tespit. Çünkü gerçekten de son seksen küsur yıldır ülkemiz vatan hainleri ile dolup taşıyor. Yüce devletimiz bir türlü önlerini alamıyor. Ancak bu konuda bizle yarışabilecek bir ülke daha var ki, söz konusu köşe yazarı, dikkatsizlikten olacak, onu atlamış. Bu şirin ülke, Kuzey Kore. Oradaki laik cumhuriyet de, aynen bizde olduğu gibi, kurulduğu günden bu yana hainlerden muzdarip. Biri Koreli diğeri Amerikalı olan iki araştırmacı, Kongdan Oh ve Ralph C. Hassig, “Kuzey Kore” başlıklı kitaplarında anlatıyorlar: “Ülke nüfusunun yüzde 20-25’i ‘düşman sınıf’ kategorisine giriyor ki, bunların siyasi ve sosyal ilerleme şansı oldukça düşük. Bu sınıf (Büyük Önder) Kim İl Sung’un rejimine karşı sözle veya fiiliyatla muhalefet göstermiş insanlardan oluşuyor. Devrim öncesinde toprak sahibi olanlar ve onların akrabaları, tüccarlık yapanlar ve önemli dini organizasyonlara üye olanlar da yine ‘düşman sınıf’ içinde sayılıyor... Bunların iyi okullara gitmeleri, (ülkedeki tek parti olan) Kore İşçi Partisi’ne katılmaları veya mesleklerinde yükselmeleri ve lider pozisyonlarına gelmeleri imkansız gibi .” (North Korea: Through the Looking Glass, Brookings Institution, 2000, s. 134) Tabii Türkiye’deki durum Kuzey Kore’dekinden çok daha iyi, çünkü bizde 1946’dan beri iyi-kötü de olsa işleyen bir “yarı-demokrasi” ve “dışa açılma” var. Bu sayede de bizdeki “tek parti” ve “tek lider” sistemi, Allah’tan, epey seyrelmiş durumda. Ancak her iki ülkede de resmi ağızlar tarafından yapılan “vatan haini” tanımı hâlâ çok benzer. Çünkü her iki ülkede de, “vatan haini” olmak, aslında “resmî ideoloji muhalifi” olmak demek. Mesela biliyoruz ki, Kuzey Kore’de “önemli dinî organizasyonlara üye olanlar” gibi Türkiye’de de “tarikatçılar” iç düşman sayılıyor. Hatta hatırlarsanız 28 Şubat’ın gerekçelerinden biri, dönemin başbakanı Necmeddin Erbakan’ın “başbakanlık konutunda tarikat liderlerine yemek vermesi” idi. Erzincan’daki son çıngarın da yine bir “tarikat soruşturması”ndan çıktığı söyleniyor. Oysa özgür ülkelere, mesela ABD’ye bakarsanız, “tarikatçılar”ın da normal insan sayıldığını, liderlerinin Beyaz Saray’a da başka her yere de girip çıkabildiğini görürsünüz. Hatta Amerikan başkanları her yıl bu “tarikatçılar”ın düzenlediği “ulusal dua kahvaltısı”na katılır, onlarla birlikte dua ederler. Diyebilirsiniz ki, “ama kardeşim, bizim tarikatçıların rejimle sorunu var, bir türlü benimsemediler Cumhuriyet’i”. İyi de nesini benimsesinler ki? Cumhuriyet 1923’te kurulmuş, iki sene geçmeden “tüm tarikatlar yasaktır” diye kestirip atmış. Adamlar mazoşist mi ki buna alkış tutacaklar? Ha, bu “tarikatçılar” siyasetçilerle iş tutuyormuş, kendilerine musallat olan savcılara karşı hükümetten yardım istiyormuş. Tamam da başka ne yapmalarını beklerdiniz? Kendilerini gayrimeşru sayan bu sistemin içinde nasıl hayatta kalacaklar? Sorunun kökeninde, otoriter Cumhuriyet’in bazı toplumsal kesimleri “var olmaması gereken yapılar” olarak kabul etmesi yatıyor. Bu dayatmaya boyun eğmeyenler de “vatan haini” ve “iç düşman” damgası yiyor. Çözüm, önce toplumda var olan her kesimin meşruiyetini kabul etmek, ondan sonra da hepsinin hak ve özgürlüklerini garantileyecek bir demokrasi inşa etmektir. Aksi takdirde birbirimizi yemeye devam ederiz.
Mustafa Akyol, Star, 24.2.2010 |
25.02.2010 |
İlk değil!
Haberturk.com’a konuşan Doç. Maya Arakon, “Balyoz Darbe Planı” soruşturması kapsamında emekli kuvvet komutanlarının da aralarında yer aldığı elliye yakın subayın gözaltına alınmasını “”Bu Cumhuriyet tarihinde bir ilk, ilk kez kuvvet komutanları gözaltına alınıyor” diye yorumlamış. Maya Hanım yanlış biliyor, bu tür gözaltılar Cumhuriyet tarihinde bir ilk falan değildir. Halk Partisi’nden ayrılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Kurtuluş Savaşı komutanlarımızdan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele Paşalar 1926’da İzmir’de Atatürk’e yönelik suikast girişimiyle ilişkili oldukları iddiasıyla Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından tutuklanmışlardı. Cafer Tayyar Eğilmez ve Mersinli Cemal Paşalar da aynı gerekçeyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılandılar. Bu tutuklamalar büyük bir yankı uyandırmıştı. Atatürk’ün silah arkadaşları olan bu beş komutan da İstiklâl Mahkemesi’nde beraat ettiler. Ordu komutanlığı yapmış olan general Ali İhsan Sabis de “Milli Şef” İsmet Paşa aleyhinde oraya buraya mektuplar gönderdiği gerekçesiyle 1944’de tutuklanmış ve birkaç yıl da hapis yatmıştı. Öte yandan Genelkurmay Başkanlığı yapmış kuvvet komutanlarından Nuri Yamut Paşa da “27 Mayıs”ta tutuklanarak Yassıadaya gönderilenler arasındaydı. “İstiklâl Madalyası” taşıyan Yamut Paşa gördüğü muamelelere dayanamayarak Yassıada zindanlarında hayatını kaybetmişti. “27 Mayıs” darbesi olduğunda Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan Rüştü Erdelhun Paşa da tartaklanarak gözaltına alındıktan sonra Yassıada’ya gönderilmişti.
Abdullah Muradoğlu, Yeni Şafak, 24.2.2010 |
25.02.2010 |
İlk mi?
Bİzİm Sabah’ın başlıklarından biri de “Cumhuriyet tarihinde eşi olmayan operasyon” şeklindeydi. Dünkü Radikal’de Oral Çalışlar da “Bunun tarihimizde ilk olduğunu söyleyebiliriz” diye yazmıştı. Söz konusu “Eşi olmayan operasyon”la veya “İlk”le, “Koca komutanların gözaltına alınması”na işaret edilmekteydi. Bu operasyona ilişkin haberleri okuduktan sonra yine “Zaman Tüneli”ne girdim. Mesela “İzmir Suikastı Davası”nın sürdüğü 1926’nın yaz aylarına döndüm. Hücrelerinden çıkartılıp sorguya getirilen Kurtuluş Savaşı’nın paşaları, süngülü askerlerin arasında salona giriyorlardı. Hepsinin idamı isteniyordu. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Rüştü Paşa, Mersinli Cemal Paşa... Kazım Karabekir’in tutuklanmasına itiraz ettiği için Başbakan İsmet Paşa’nın da tutuklanmasının istendiği söylenmekteydi o günlerde. Muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucu üyeleri olmaktan başka suçları olmayan paşalar dava sonunda beraat ederler.
HEP AYNI SAHNELER Çektikleri eziyet ve mahkeme heyeti tarafından aşağılanmaları yanlarına kar kalır. Ertesi yıl Mart 1927’de, Atatürk bir akşam Çankaya’daki sofrasında ağırladığı Ali Fuat Cebesoy’a şöyle der: - Paşaları senin hatırın için affettirdim. Zaman tünelinde gezerken 27 Mayıs 1960’ta tutuklanan, Yassıada’da yargılanan ve rütbesi alınıp “Er”liğe indirilen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun’a da rastladım. Derken 13 Kasım 1960 gecesi yapılan “14’ler Operasyonu” çıktı karşıma. Hepsi “Milli Birlik Komitesi” adı verilen cuntanın üyesi olan ve Albay Alparslan Türkeş’in de aralarında bulunduğu 14 subay, gece evlerinden alınıp tutuklanmışlar, uçaklara bindirilip “Ataşe” unvanıyla yurtdışına sürgüne gönderilmişlerdi. Talat Aydemir’i geçtim ve 1971’in 12 Mart’ına geldim. 12 Mart’ı yapanlar “9 Martçı” olarak bilinen Tümgeneral Celil Gürkan başta olmak üzere beş generali ve dokuz albayı ordudan ihraç ediyorlardı. Demek istediğim şu. Bu gökkubbenin altında nasıl söylenmedik söz yok ise, bu topraklarda eşi olmayan olay da yoktur. Bugüne ilişkin gelişmelerde beklentimiz, silahlı kuvvetlerle siyaset arasındaki çarpık ilişkilerin artık sona ermesi gerektiği doğrultusundadır. “Geçiş dönemleri” yaşamaktan bıktık. “Normalleşme süreçleri” kabak tadı vermeye başladı. Osmanlı’yı 19’uncu yüzyılda bunaltan çakma Bonapartizm’in 21’inci yüzyılda da Cumhuriyet’i krizlere sürüklemesini, ne akıl ne de vicdan kabul edebilir.
Mehmet Barlas, Sabah, 24.2.2010 |
25.02.2010 |