14 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Yarını bekleyen bugünü yaşayamaz


A+ | A-

Odamdaki lambanın ışığı etrafında vızıldayıp duran şu minnacık sineğin bile hayatımda bir yeri var. Şu sırtımı yasladığım sandalyenin, şu elimde tuttuğum kalemin, şu baktığım duvardaki yazıların, şu ayağımı değdirdiğim döşemenin ve gözümü her nereye çevirdimse, gördüğüm her şeyin hayatımda bir yeri var. Hepsi bu koroya dâhiller. Her şey yerini bulmuş gibi bu tabloda o güzelliği tamamlıyorlar. Ne varsa, her şey mutlu görünüyor çevremde. Ne bir fazla, ne bir eksik... Her şey yerli yerinde.

İnsan bazen kendi zayıflığını, acizliğini anlamalı, görmeli. Her şey sonsuz bir kuvvetin etkisi altında. Her şeyin, Yaratanın ilmi ve bilgisi dâhilinde olduğunu görmekle, hissetmekle, kendi konumunu daha iyi anlıyor insan.

Birkaç saatte yaratılan karınca sayısı, neredeyse dünyadaki insan nüfusuna denk. ‘Ben ben’ diyen insanın biraz keyfini kaçırıyor bu rakamlar, ama haddini de bildiriyor doğrusu. İnsanın yaşaması için her şey o kadar güzel ayarlanmış ki, sorumluluktan kaçması olsa olsa onun zayıflığının ve tembelliğinin bir işaretidir.

Her sabah pırıl pırıl bir güneş doğuyor. Her sabah gök kubbe ve gökkuşakları kuruluyor. Akşamüzerleri, göllerin kenarında, yüksek dağların eteklerinde tepelerdeki karlar bile güneşin ışınlarından nasibini alıp pespembe oluyorlar. Her şey memnun yerinden, her şey ama her şey…

Küçücük bir ot bile durumundan memnun büyüyor. Yaratan nasıl yaratmışsa, her şeyin yeri ve yurdu kendine göre, yolu yöntemi kendine göre. Her şey İlâhî bir neşe içinde, işinde gücünde ve dahi zikrinde. Kâinat kitabının en başından en sonuna kadar tek bir harfi bile birbirine yabancı değil. O kitabı yazan, ahenk içinde birbiriyle ilişkilendiren sonsuz bir güç, bir kudret, bir bilgi ve ilim sahibi olan Allah olmaz mı?

***

Bir ağacın altında ellerimi kaldırıp duâya durduğum bir gün, kuru bir yaprak düştü avucuma. Elma da düşseydi fark etmezdi. Biri yıllar önce kanunu gördü, kanunun arkasındaki kudreti belki de göremedi. Oysa mü’min bir bakış, “Allah’ın izni olmadan bir yaprak düşmez, hiç meyve ya da elma düşer mi?” der. Bir yasayı, düştüğü yerden alır, hak ettiği yere yükseltir. “Kudretsiz kanun olmaz” der. Bir tablo gibi o sözü duvarda seyreder.

“Ey insanoğlu! Düşeni görüp de düşüreni görmemek, O’nun izni olmadan hiçbir şeyin olamayacağını görmemek, hangi göz, hangi akıl, hangi kalp iledir?” der, levhayı duvara çiviler.

“Tabiat dedikleri şey (…) kanundur, kudret değildir, Kadir olamaz.” (Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem’a, 186)

***

Bir mektup aldığınızda önce isme ve imzaya bakarsınız, öyle değil mi? İmza ve isim her şeyi size açıklar. Siz kim, mektup kim? Ama mektup bir ağacın eliyle uzatılan meyve olursa, Allah’tan size gönderilmiş bir mektup olur işte, ağaçlar da postacınız olur. O eşsiz yaratılış da Yaratanın o mektup üzerindeki imzası olur. Anlamayan akıllara, görmeyen gözlere sokulur. Mektubu okumadan önce imzaya bakın bir kere, imzayı görün.

“Ne yalan söyleyeyim, bugüne kadar hiç de böyle bir mektup okumadım” diyorsa içinizden bir ses, bir şeyleri fark edeceksiniz hayatınızda. Ebedî hüsrana mahkûm olan şeytan Allah’la aramızdaki bağlantıyı koparmak istiyor. Hırsız boş eve girmez. Hazinelerden daha değerli olan inancınıza sahip çıkınız. Gün ortasında soyulmayın. Ele güne de rezil olmayın. Vicdanınızla karşı karşıya kalmaktan asla korkmayın. Vicdanın sesi, her karanlığı yenecek kadar beyaz, her sesi bastıracak kadar yüksektir. Çekinmeyin, vicdanınızın sesini dinleyin. ‘Allah’ deyin. “Tabiat, doğa” demeyin. Ağzımızdan çıkanı kulağımız da duysun.

Dünyayı cennete çevirmenin yolu, dünyayı cehenneme çevirecek işlerden uzaklaşmakla başlar. Bunun da yolu kanunları koyan kim ise, O’nun emirlerine uymaktan geçer. İnsanların bulup koydukları kanunların hükmü ve yaşatmaya çalıştıkları toplumların hayat süresi birkaç yüzyılı geçmemiştir. Kartondan evler gibi teker teker yıkılıp gitmişlerdir tarih sahnesinden.

Aldatanlar utanmazlar. İkiyüzlüdürler. İşleri budur zaten. İçi boşaltılmış toplumun da varacağı yer ya intihar, ya sefahat ve zevklerin peşinde doludizgin koşturmaktır. Bu yutturmaca şimdilerde 21. yüzyılda dünyanın her tarafında yaşanıyor. Şeytanca bir oyun oynanıyor. Hani huzur? Hani hak, adalet, hukuk? Hani eşitlik? Yüzyıllar geçti, ne verdiniz insanlığa, ne değişti? Akılların ve ruhların tutsak alındığı dünyada neyi düşünecek insanlar, neyi hissedecek? Doğru diye gösterilen neyin peşinden gidecekler? Körler ve sağırlar, bizi ancak böyle ağırlar. Medeniyet dediğin tek gözü kalmış bir canavar. Bir dişi de vardı ya onu da ‘ham’ etmişler. Kim ettiyse… Ama yine bizim haylazlığımızla ve aymazlığımızla besleniyor.

Bizi kendimize getirecek bir sese kulak vermemiz gerekiyor. Hemen, şimdiden, bugünden başlayarak. Bir bugün, bin yarına bedeldir.

Bize ait olmayan bir hayatı yaşamak niye? Sırtımızdaki kambur niye? Boşuna dememiş atalar, “Siz binek olmaya razı oldukça, önüne gelen size semer vurur” diye.

Çağın sorusu, “Olmak ya da olmamak” değil; “Ölmek ya da ölmemek”. Üst üste gelen ve biriken o kadar mesele var ki, birinden birini çözmekle işler bitmiyor. En doğru karar, en kestirme yol, insanın kalbinden ve ruhundan işe başlaması. Yeni bir göz, yeni bir dil, yeni bir kalp, yeni bir akıl ve düşünce bu işi başarır ancak.

Sıradan insanların hayatını yaşamak niye? Kendinde bu cesareti bul ve sınırı geç. Güneşin doğuşunu beklemeden bulunduğun yerden bir nara patlat, “Ruhuma istiflediğiniz dünyayı alın, başınıza çalın!” diye. Kalk ve o kapıdan çık git.

Hayatı dolu dolu yaşadığını zanneden bomboş insanlara bak; içlerinin nasıl boşaldığını bu noktadan çok daha iyi göreceksin o hayatların.

Şeytanın açtığı yolda yürüyenler, ancak onun şarkısını söylerler. Nerede felâket günlerinin dostları? En yakınındaki o sesler ve gölgeler nerede?

Hazineler kıymetinde duygularını yitirenlerden ve sahip oldukları değerleri kasaya kilitleyenlerden ya da toprağa gömenlerden uzaklaş. Dünyamıza bir şeyler oldu. Maddenin gözleri kamaştırdığı bir dünyada mânâya yer kalmadı adeta. “Benim hayatım, benim yolum bu olamaz” de. Bir tek insan ve bir tek adım, gittiği yol doğruysa eğer, bütün toplumu değiştirmeye ve dönüştürmeye değer. Muktedirdir o ayaklar. Kurban olayım o yolun yolcularına. O yolun şahidi vicdandır, imandır, Allah’tır. ‘Allah’ de yürü. Yürü de yollar da yürüsün seninle… Bırak onları, havuzlarının içinde debelenip dursunlar. O tuzağa düşmemiş, yakalanmamış olanlara koş sen, koş be küheylan, koş... Elinin içinde ellerini hisset ve o elleri sımsıkı yakalayıp geçir karşı kıyılara. Çoğalın, çoğalın… Bir gülü sulamak, bin gül içindir… Yanan ruhları hep beraber kurtarmak için koşun, koşun… Yangınları söndürmek için koşun. Yangınlar seyredilmez.

İnsan insanın kokusunu alır. İlâhî bir misyonu yüklenenler o kokunun âşıklarını bulurlar. Hayvanlar bile o kokuyu alırlar. Ashab-ı Kehf’in köpeği aldığı gibi…

***

Hisler yelpazeyle dağıtılamaz. Küçük küçük vuruşlar, büyük meşe ağaçlarını bile devirirler. Kurtul şu eşyanın esaretinden. Kurtul şu benim dediğin şeylerden. Unutma, ne kadar çok şeye sahipsen, o kadar çok şeyin esirisin ve o kadar çok şey istersin. Sadelik yakışır insana. Sadelik zarafettir, en son ulaşılan bir mertebedir. Arzular ambarının sonu yoktur.

Sadece durup bakmak ve hiçbir şey yapmamak, kötülük yapmaktır.

Düşmanı olmayınca, herkes kahramandır. İş, düşmana rağmen, engele rağmen başarmaktır.

Bak, bahar geliyor. Cemreler düşmek üzere. Dal uçlarında çiçekler açıyor. Bak, bütün kâinat uykudan uyanıyor. Kör olsa bile insan, çiçeklerin kokusunu duyar.

Şeytanın yarını bitmez, şeytan insanı yarınla aldatır. Vicdanının sesini dinle, nefsini, şeytanı uyut. Hırsızı yakalamak için hırsız tut. İçindeki delikleri, gedikleri tıka ki, arsızlar, uğursuzlar ve dahi hırsızlar girmesin, hazinelerini çalıp yağmalamasın. Uyan artık, uykudan başını kaldır. Bak, sabah oldu…

Sormalısın kendine: “Şafak öncesi kargaları uyandıran ezan sesi beni niye uyandırmıyor?” diye…

“Yarın iyi bir insan olacağım diyorsun. Neden bugünden başlamıyorsun?”

Ağ, sudan çıkmayınca balığın düştüğü durumdan haberi olmaz. Elinden geleni yap, gerisini Allah’a bırak. Özgürlüğün tadını alan, köleliğin yükünü taşıyamaz. Kalk Allah aşkına, kalk... Sen de bir meşale yak. İçinin ateşi yeter çevreni ısıtmaya. Bir damla suda boğulma. Kalk… Kalk da güneşi sevindir… Büyük gemilere büyük denizler gerek. Senin ateşin, senin güneşin her yere ulaşır. Bu ateşe kar mı dayanır? Kalk ve dolaş. Gerçekler vizesiz gezer. Uyandır uyuyanları. Bin kargaya bir taş yeter.

Yarını bekleme, geç olabilir. Bugünden başla.

Yarını bekleyen, bugünü yaşayamaz.

“Gelecek günler ise, mâdem gelmemişler, şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp, bağırıp çağırmak gibi bir divâneliktir.”

(Sözler, Yirmi Birinci Söz, 244)

14.02.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

‘Pederâne’ ve ’mürşidâne’ tavırlar


A+ | A-

Nur mesleğinin özü ve esası olan ihlâsı kazanmak ne kadar önemli ise, onu bir ömür boyu muhafaza ederek korumak da o derece önemlidir. İhlâstaki esas ve düsturları öğrenmek belki kolaydır, ama onları yaşantımıza geçirmek, o istikamette bir hayat tarzını sürdürmek önemli ve önemli olduğu kadar da zor bir iş.

İhlâsımızı bozacak, bizi ondan ayıracak mâniler, tuzaklar pek çok. Bu maniler, bu tuzaklar fark edilmese, gaflet veya ülfet sâikiyle bunlar önemsenmese ihlâsımızın zarardide olması her an kaçınılmazdır. Çünkü çok nazik, çok ince olan ihlâs hasleti çok çabuk kırılma istidadındadır. Bize göre hiç de önemli olmayan, hiçbir sakıncası bulunmayan bir söz, bir tavır, bir hâl, bir hareket ihlâsın kırılmasını netice verebilir. Böyle olduğu için Bediüzzaman; “İhlâsı kıracak esbaptan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz” dedikten sonra “Hz. Yusuf (as) ‘Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim merhamet ederse o başka’ (Yusuf Sûresi: 53) demesiyle nefs-i emmareye itimat edilmez” diyor; akabinde de “Enaniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın” (İhlâs Risâlesi) ikazında bulunuyor.

İhlâsı bozacak hâl ve davranışlardan yılandan, akrepten çekindiğimiz gibi kaçmamız gerektiği ikazında bulunan Bediüzzaman, yine ihlâsı muhafaza etme çerçevesinde İhlâs Risâlesi’nin sonlarında; “Mesleğimiz uhuvvettir (kardeşliktir)” tesbitinde bulunduktan sonra, “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz” ikazında bulunuyor.

Görüldüğü gibi Nur mesleğinin esası kardeşliktir. Şu veya bu şekilde karşılıklı kardeşlik esasları zedelendiğinde herhangi bir hizmetten bahsetmek mümkün değildir. Ayrıca ‘Kardeşin kardeşe peder olamayacağı bedihî olduğu halde Bediüzzaman böyle bir ifadeyi niçin kullanıyor?’ sorusu akla gelebilir. Fakat cümleden hemen sonra gelen “mürşid vaziyetini takınamaz” ifadesi meseleye açıklık getiriyor. Yani Nur dairesindeki ihvanların yaşı-başı, bilgisi-birikimi ne olursa olsun hepsi birbirinin kardeşidir. Böyle olduğu için de kimse kimseye üstünlük taslayamaz, kimse kimseyi küçük göremez, irşad edici bir pozisyona giremez ikazında bulunuyor o büyük Üstad.

Aynı bahsin devamında yine Bediüzzaman; uhuvvetteki makamın geniş olduğunu beyan etikten sonra; “...gıptakârane müzahameye medar olamaz” tesbitini nazarlarımıza veriyor. Burada da daire içindeki kardeşlerin birbirini gıptaya özendirecek ve dolayısıyla gereksiz zahmet ve meşakkatlere sevk edecek hâl ve davranışlardan çekinmeleri gerektiğini beyan ediyor Bediüzzaman.

Kardeşlik esasları çerçevesinde hizmetlerin yapılmasını tavsiye eden Bediüzzaman, bunun nasıl yapılacağını, şeklini, biçimini de “olsa olsa kardeş kardeşe muâvin (yardımcı) ve zahîr olur. Hizmetini tekmil eder” diyerek Nur hizmetinde kardeş konumundaki ihvanların birbirlerine karşı olan vazife ve mükellefiyetlerini hatırlatıyor.

Belki de hırs-ı sevap, yani ‘Daha ziyade sevap kazanayım’ niyetiyle zaman zaman “mürşidâne”, “pederâne” veya “gıptakârâne” hal ve tavırlara giriliyor. Yani kendilerinde bazı kabiliyet, bazı özellik, bazı güzellikler bulunduğunu düşünen kişiler, bu bilgi ve birikimlerinden başkaları da faydalansın niyetiyle belki de farkında olmadan bu gibi hoş olmayan durumlara giriyorlar.

Kardeşlik esası üzerine binâ edilen bir hizmet tarzını benimseyen Nur mesleğinde, niyetler ne olursa olsun neticesi itibarıyla muhatabı küçük görme, ona tepeden bakma gibi hoş olmayan bir durumu akla getiren “mürşidane, pederane, gıptakârâne” gibi ihlâsı kıran, kardeşliği zedeleyen hâl ve davranışlara hiçbir şakirdin tevessül etmemesi gerekir.

Evet, Nur mesleğinin vazgeçilmez esaslarından olan ihlâsı kazanmak ve onu sonuna kadar muhafaza etmek önemli ve zor da olsa, bu kudsî dâvâya baş koyanların bu zorun üstesinden gelmenin gayretinde olmalarının bir önemli vecibe olduğunu bilmeleri gerekir. Çünkü bu kudsî hizmet ancak ihlâs ile devam eder.

14.02.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Yeni anayasa yapılmalı; lâkin…


A+ | A-

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Hindistan yolunda söylediği “Bu Meclis’e yeni bir anayasa yapmak yakışırdı, ama çeşitli sebeplerden dolayı bu fırsat kaçırıldı” sözü Ankara’nın gündeminde. Artık yeni bir anayasa değil, “Bu Meclis niye yeni bir anayasa yapamadı” sorusu tartışılmaya başlandı.

“Demokrat, özgürlükçü bir anayasaya Türkiye’nin ihtiyacı var.” Bu cümle son günlerde herkesin dilinde. İktidarından muhalefetine, siyasetçisinden, sivil toplum kuruluşlarına kadar herkes nakarat halinde bunu dillendiriyor. Bu cümleye itiraz eden neredeyse yok gibi.

TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, yürürlükte bulunan Anayasa’nın, 1982 yılının olağanüstü bir döneminin ürünü olduğunu, artık Türkiye’ye dar geldiğini, çağdaş, demokratik bakışla yeniden bir anayasa yapılması gerektiğini herkes söylüyor” diyor.

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) ilk Türk Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu “Her şeyden önce, yeni sivil bir anayasa gerekiyor. Konsensüs yoksa bile bunun arkasına da sığınmamak lâzım. Seçimlerden önce bir an evvel anayasa değişikliği için referanduma gidilmeli” diyor.

Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, “Anayasa için vakit geçmedi. Bu elbise artık dar. Hepimiz diyoruz ki mevcut Anayasa mevcut bedene uymuyor. Türkiye’nin bir sivil anayasaya ihtiyacı var” diyor.

Devlet Bakanı Ali Babacan, “Anayasa değişikliğini Türkiye er ya da geç yapacaktır” diyor.

Devlet Bakanı Egemen Bağış, yeni bir Anayasaya ihtiyaç olduğunu söyleyerek, “Bu Anayasa Türkiye’ye dar geliyor” diyor.

* * *

Yeni bir anayasa yapılması için öncelikle tasarı, teklif vermesi gereken hükümet üyeleri bunları söylüyor.

Bunu söylerken de; ama, fakat, lâkinli cümleler birbirini izliyor.

“Konjonktür müsait değil. Mutabakat yok. Ortam müsait değil” cümlesinin arkasına sığınılıyor.

“Anayasayı değiştirelim, mutabakat yok.”

“Açılım yapılması lâzım, ama mutabakat yok.”

“Dinî özgürlükler konusunda adım adacağız, ama mutabakat yok.”

Bütün bunlardan şunu mu anlamak gerekiyor. “Bu aşamadan sonra demokrasi, özgürlükler konusunda bir şey yapmayalım. Yol, su, elektrik, sağlık konularında icraat yapsak yeter.”

* * *

Malûmunuz, genel seçimlerin hemen ardından büyük bir heyecan meydana getiren sivil bir anayasa hazırlığı çalışması başlamıştı. O dönemde çokça tartışıldı, ancak “Yeni bir anayasa için partiler arası mutabakat yok” denilerek vazgeçildi. Geçen sürede dar kapsamlı değişiklik hazırlığı yapıldığı bizzat en yetkili ağızlardan söylendi. Ondan da vazgeçildi.

Yeni bir anayasa hazırlığı olmadığı halde, zaman zaman gündeme getirilmesi, artık bıkkınlık verdi ki tartışılması sonrasında dahi ortam gerildi.

Bugünlerde de böyle hazırlıkların olduğu söylense de artık kimsenin inanası kalmadı. Çünkü anayasanın değişmesinde öncülük etmesi gereken iktidar “mutabakat yok” diyerek tekrar vazgeçecektir. Erdoğan, milletvekilleriyle görüşürken, şu anda 337 milletvekili bulunmasına rağmen referanduma gidilmesi için gerekli olan 330 sayısını bulamamaktan şikâyet etmesi de bunu gösteriyor. (Zira, anayasa değişikliğini referandum yoluyla yapmak için TBMM’de gereken en az 330 oy gerekiyor.)

Siyaset yorumcuları ülkenin bir seçim sürecine girdiğini, bu aşamada Meclis’ten yeni bir anayasa hazırlamasının beklenemeyeceğini söylemeye başladı. Seçimler yaklaşırken “Bu dönem ‘mutabakat’ olmadığı için yapamadık: Bize daha büyük destek verin ki, sivil, demokrat, özgürlükçü bir anayasa yapalım” propagandası yapılacağı da kesin. Ama millet bu sefer inanır mı bunu kestirmek zor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in “açılım”la ilgili söylediği gibi, “Ya hükümet bu meseleyi çözer, ya da bu mesele AKP’yi çözer…”

Şimdi şu soruyu sormak gerekmez mi: Madem anayasa değişmeyecekti, yaklaşık 3 yıldır niye tartıştık? Neyi tartıştık? Birileri bunun cevabını millete vermesi gerekmez mi?

Özetle, anayasa konusunda gelinen noktayı şöyle özetlemek mümkün. Yeni bir anayasa yapılmalı, ama mutabakat yok. Dar kapsamlı yapalım, ona da konjonktür müsaade etmiyor…

Bir dahaki seçim dönemine kadar unutun gitsin…




Gündemin nabzını tutmak için

tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Her aileye bir “Bizim Aile”


A+ | A-

Kültür hayatımızda dergilerin ayrı bir yeri vardır. İyi takip edilip okunduğunda bu yayınlardan azamî derecede istifade etmek mümkün.

Geçmiş yıllara nisbetle cemiyetin temel taşı hükmünde olan aileyi yetiştirmeye matuf yayınların sayısında gözle görülür bir artış olduğu anlaşılıyor. Çocuklar, gençler ve aile için onlarca, belki de yüzlerce kaliteli dergi yayınlanıyor. Mutlaka hepsinden istifade etmek mümkün, ama bu dergilerden örnek olması bakımından “Bizim Aile”den biraz bahsetmek istiyorum.

Elbette “Bizim Aile” dergisi konusunda tek yayın değil, ama farklı olduğu söylenebilir. Özellikle bu dergiden bahsetmiş olmamız, benzer yayınları üzmemeli. “Bizim Aile”nin, Yeni Asya Yayın Grubu içerisinde yer alması, ondan bahsetmemizde bir sebeptir, ama tek sebep değil. Bu derginin bahsedilmeyi hak ettiğini insaf ile inceleyen herkes takdir eder.

“Bizim Aile”nin ilk sayısı büyük bir heyecanla yayınlanmıştı. O dönemde yayın grubumuz içerisinde aylık olarak “Köprü” ve haftalık olarak da “Can Kardeş” dergileri yayınlanıyordu. Hanımlara ve aileye hitap eden ayrı bir dergi talebi gündeme geldi ve “Bismillah” denilerek ilk sayısı neşredildi. Bizim Aile’nin ilk sayısı “İslâm ve Kadın” kapak konusuyla (Ocak 1988) okuyucu ile buluşmuştu. Türkiye’nin kanayan yarası haline gelen başörtüsü yasağı kısmen de olsa o günlerde de söz konusu idi. Bu sebeple “Bizim Aile” hemen her sayısında tesettürün önemine vurgu yapan yayınlar yaptı. Bu gayret ilgi gördü ve “Bizim Aile” dergisi yayınlandığı ilk sayılardan itibaren okuyucusu ile bütünleşti. Maddî olarak sıkıntılar çekti, ama ihlâslı okuyucuları sayesinde yayın hayatını bu günlere kadar sürdürmeyi başardı.

Derginin yayınlanan son sayısından (Şubat 2010) da biraz bahsetmek gerekirse, ilk sayısındaki kararlılığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. “Dünya Dönüyor” sayfalarında seçme haberler var. Birinin başlığı şöyle: “İsviçre okullarında başörtüsü serbest.”

Derginin ilerleyen sayfalarında özellikle genç hanımlara ve annelere hitap eden eğitici ve bilgilendirici yazılar var. Yeni Asya’daki karikatürleriyle dikkat çeken karikatüristimiz İbrahim Özdabak, aynı zamanda Bizim Aile’ye de çiziyor. Derginin Şubat 2010 sayısındaki karikatürü de çok hoş.

Dergide, Hattat Yusuf Sezer’le yapılan bir de röportaj yer almış. Yurt dışında da ilgi ile izlenen hattat Sezer, hem hat san’atının inceliklerini anlatmış hem de dikkat çekici hatıralarını Bizim Aile okuyucuları için paylaşmış.

Bizim Aile, şimdiye kadar 241 sayı yayınlanmış. Yıldönümü vesilesiyle derginin yayınlanmış eski sayılarının kapaklarından da bir seçme yapılmış. Geçmiş yılların dergilerine bakınca; hak, hukuk, adalet ve insan hakları noktasında fazla yol alamadığımız görülüyor. Bazı kapak konularını hatırlatırsak, ifade etmek istediğimiz konu daha iyi anlaşılır: “Örtünmek hürriyettir”, “Müstehcenlik esarettir”, “Neden başörtüsü?”, “Bu zulüm (başörtüsü yasağı) nereye kadar devam edecek?”, “Cinsel devrimin çöküşü”, “Ordu başörtüsü düşmanı olamaz”, “Tesettür hükmü değişmez”, “Kadın ve ilim”, “Kadın ve eğitim”, “Cennetten bir köşe: Aile”, “Demokrasi mücadelesinde kadın”.

Dergide düzenli yazı yazan yazarların yanında ‘misafir kalem’lerin de yazıları yer alıyor. Derginin ilerleyen sayfaları, “Hayatın içinden” seçilen çarpıcı haberlerle devam ediyor.

“Bizim Aile” ile tanışmayanlar varsa, hiç vakit kaybetmeden bu güzel dergimizle tanışabilirler. Pişman olmayacaklarını söyleyebiliriz. Tabiî okumak şartıyla...




Gündemin nabzını tutmak için

tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.02.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

İsrail ve Nessos’un zehirli gömleği


A+ | A-

“İşgal altındaki topraklar ağır ağır cesedimizi

zehirliyor. Bu durum Herakles ve zehirli aşk gömleği hikâyesinin tekrarıdır.”

Uri Avnery

Eski Yunan mitolojisinde geçen hikâyeler her ne kadar akla yatkın olmasa da, üzerinde derince düşünüldüğü zaman, içinde günümüz olaylarına ışık tutabilecek haller bulunabilir. Bir Alman Yahudisi olup İsrail’in kuruluş safhasında terörist İrgun çetesinde faal bir eleman olarak eylemlere katılmış olan Uri Avnery, efsane satırları arasında dolaşarak İsrailin psikolojisini tahlil eden ve buna bağlı olarak da kendisini bekleyen tehlikeyi haber veren örnek hikâyeyi bulmuş: Herakles ve Nessos’un zehirli gömleği.

Uri Avnery’nin ders çıkardığı Yunan mitolojisindeki hikâye özetle şöyle geçer:

Kral Zeus ve Prenses Alkmene’nin oğlu olan Herakles (Herkül) çok güçlü bir bebek olarak doğar. Zeus’un kıskanç karısı Hera çocuğu öldürmek için iki yılan gönderir. Ancak güçlü bir bebek olan Herakles yılanları elleriyle boğar. Kısa zamanda büyüyüp gelişen Herakles iyi bir savaşçı olur ve kahramanlıklarıyla insanlar arasında nâm salar. Bir zaman gelir, Herakles kendisine karşı nefret hisleri sönmemiş olan Hera’nın etkisinde kalarak delirir. Geçirdiği bir delilik krizi neticesinde eşini ve çocuklarını öldürür.

Kral Eurysteus, cinayetin cezası olarak Herakles’e, yapılması çok zor olan 12 görev verir. Herakles kendisine verilmiş olan bu görevleri başarıyla yerine getirdikten sonra Aitolia kralı Oeneus’un kızı Deianeria ile evlenir. İnsan başlı at olan Nessos Deianeria’ya saldırınca Herakles onu öldürür. Nessos ölmek üzereyken zehirli kanıyla ıslanmış olan gömleğini Deianeria’ya verir ve “Bir gün olur da eşin seni terk ederse, bu gömleği ona yolla. Gömleği giyen kocan tekrar sana âşık olup geri dönecektir” der. Nessos’un sözüne kanan Deianeria gömleği saklar. Gün gelir, Herakles karısını terk eder. Nessos’un sözlerini hatırlayan Deianeria, zehirli olduğunu bilmediği gömleği kocasına gönderir. Herakles gömleği giyer giymez zehirli aşk ateşi içini sarar ve acılar içinde kıvranmaya başlar. Acılar tahammül edilemez hale gelince de kendi kendini yakar ve ölümlü vücudu kül olup gider.

Gençliğinde terörist eylemlere katılan, bugün ise bir barış aktivisti olarak Filistin toprakları üzerinde iki devlet formülünü savunan Uri Avnery, yazdığı makalelerde İsrail’in izlediği politikayı sert bir dille eleştirmekten çekinmiyor. Bu makalelerden biri “Çöl Fırtınası” adı verilen 1990 Körfez Savaşı akabinde Alman Der Spiegel dergisinde yayınlanmış. Makalede Körfez Savaşını ve Altı Gün Savaşları olarak bilinen 1967 Arap-İsrail Savaşını ele alan Avnery, İsrail’in elde ettiği zaferlerin aslında lânetlenmiş hediyeler olduğunu, bu hediyelere kanarak Araplarla barış içinde yaşamak için çok büyük fırsatlar kaçırdığını yazıyor ve makalenin devamında şöyle diyor:

“1990 Körfez Savaşı (Çöl Fırtınası) bir mu'cize gibiydi. Amerika Irak ordusunu darmadağın etmişti. Bir İbrani atasözünde ‘Allah salih kulunu mükâfatlandırmak istediğinde, onun işlerini yapacak adam gönderir’ deniyor. Irak roketlerine hedef olduğumuz doğrudur. Ancak netice olarak bir ayda toplam iki kişiden fazla ölmemiştir. Bu da, bir gündeki trafik kazalarında ölenlere eşittir. Körfez Savaşı sebebiyle siyasî olarak ahvalimiz hârika bir şekilde düzeldi. Kötü komşusu önünde kendisini savunmayan, dahası intikam alma hakkından vazgeçen terbiyeli bir ülke konumuna geldik.

“1967’de de aynı mû'cize gerçekleşmişti. O tarihlerde İsrail mâlî kriz içinde boğuluyordu. Birden ve hazırlıklı olmadığımız bir anda, Mısır kuvvetleri hududumuza yığılmıştı. Tehlike içinde idik. Üç hafta boyunca İsrail’in geleceği hakkında endişe duyduk. Ancak, endişemizin aksine olay farklı bir şekilde gerçekleşti. İsrail üç Arap ordusunu bir anda mahvetti; Filistin’i, Sina’yı, Golan tepelerini işgal etti.

“O gün bir zafer sarhoşluğu içindeydik. Bugün ise, o zaferin aslında maskeli bir lânet olduğunu öğrendik. İşgal ettiğimiz topraklar Nissos’un zehirli gömleği gibi cesedimizi ağır ağır zehirliyor. İşin kötüsü, bu gömleği çıkaramıyoruz da. Çünkü Herakles ve eşinde olduğu gibi ona âşık (işgal edilen topraklara) olmuşuz.

“Bana öyle geliyor ki, 6 Gün Savaşları zehirli bir hediye veya habis bir oyun idi.

“O tarihte, İsrail’in bütün duyguları ve aklı çalınmıştı sanki. Niye olmasın ki? Çünkü İsrail’in harpten önceki yorgun mizacı birden nefesleri kesen zafere ve işgale dönüşmüştü. Zaferden sonra, bazılarının teklif ettiği gibi Filistin devleti kurulacağına, İsrail liderleri kör olmuşlar ve Nissos’un gömleğini giymişlerdi....” 1

Dipnot:

“Keyfe tefkıdü eş-Şuûbu el-Menâete dıd el-İstibdâd,” s. 265-267, Hişam Ali Hafız, Cevdet Said, Halis Çelebi, Riad El-Rayyes Books, Beyrut: 2001.

14.02.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Kazım GÜLEÇYÜZ

Cahiliye vahşeti


A+ | A-

Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde, Medine isimli 16 yaşındaki bir genç kızın, evlerinin bahçesindekiçukura diri diri gömüldüğünün ortaya çıkması, herkesin kanını donduran bir vahşet örneği olarak toplumsal hafızaya kazındı.

Bu tür ilkelliklerin on beş asır önce, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen Arap kabilelerine izafe edilen Cahiliye döneminde kaldığı ve 21. yüzyılın “medenî” dünyasında böyle şeylerin asla yaşanmayacağı düşüncesinin son derece büyük bir yanılgı olduğu böylece bir defa daha tüyler ürpertici bir şekilde gözler önüne serilmiş oldu.

2000’li yıllara da, canlıyken mi, yoksa başka yöntemlerle öldürüldükten sonra mı domuz bağıyla bağlanıp toprağa gömüldükleri bilinmeyen “Hizbülvahşet kurbanları”nın o unutulmaz ve dehşet verici görüntüleriyle girmemiş miydik?

Daha bunların ötesinde, insanlığın güya medeniyet ve teknolojinin zirvesine çıktığı 21. asır, iki dünya harbi ve ardı arkası gelmeyen yerel savaşlarda hunharca işlenen sayısız katliamla, “en kanlı yüzyıl” olarak tarihteki yerini almadı mı?

Önceki çağlarda olmayan “kitle imha silâhları” tabiri, savaş terminolojisine aynı yüzyılda girdi.

Bediüzzaman, “Gerçekten insan çok zalim ve çok cahildir” mealindeki Ahzab Sûresi 72. âyeti tefsir ederken, hayvanın aksine olarak insan fıtratındaki meleke ve meyillere sınır konulmadığını ifade ettikten sonra, zulüm meylinin de dizginlenip kontrol altına alınamadığı ve bu meyil, ego, bencillik, gurur ve inat gibi hislerle de takviye edildiği takdirde doğacak sonuçları “Öyle ekberül-kebairi (büyük günahların en büyüklerini) icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin vücuduna delil olduğu gibi, cezası da yalnız cehennem olabilir” (Eski Said Dönemi Eserleri, Sünuhat, s. 478-9) sözleriyle anlatıyor.

İnsanın, kendi yapacağı tercihe bağlı olarak âlâ-yı illiyyîne çıkabileceği gibi, esfel-i sâfilîne de yuvarlanabilecek bir istidatta yaratılmış olması hakikatiyle çok yakından irtibatlı bir durum bu.

Yine Said Nursî’ye “Cehennem lüzumsuz değil” dedirten dehşetli zulümler, yukarıda meali verilen âyetteki “zalûm” nitelemesinde vurgulanan “zalimlik mertebesi”nin şiddetini örnekliyor.

Demek ki, insanda potansiyel olarak o damar hep mevcut. Ve bunun kontrol altında tutulması için, sağlam temellere bina edilen bir terbiye ve tasfiye ameliyesi gerekiyor. Asr-ı Saadette gerçekleşen iman inkılâbının toplum hayatına yönelik mucize niteliğindeki muhteşem yansımalarından biri de işte burada kendisini gösteriyor.

İşârâtü’l-İ’caz’daki ifadelerle, “Asr-ı Saadette İslâmiyetin doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular.” (s. 269-70)

Bu vahşi âdetin yalnızca belirli kişilerle sınırlı olmayıp, son derece yaygın bir gelenek olarak uygulandığı koca bir toplumda böyle “alçak huyları imha ve izale” ederek, yerlerine yüksek ahlâkı tesis eden bu müthiş değişim, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sayısız mucizelerinden sadece biri.

Onun yolunda giden Üstadın ve talebelerinin, haksız ithamlarla konuldukları cezaevlerindeki irşad ve tebliğleri neticesinde, aralarında seri cinayetlerden mahkûm olan azılı katillerin de bulunduğu mahpusların tahtakurusunu öldürmekten çekinir hale gelmeleri, aynı sırrın tezahürü.

Peki, Ahirzaman Peygamberinin getirdiği dine bağlılık iddiasında olan, Müslüman ismi taşıyan, hattâ iddialar doğru ise tarikat intisabı bulunan birileri, nasıl oluyor da, on beş asır öncesinin cahiliye vahşetini andıran cinayetler işleyebiliyorlar?

İşte burada, dinin özünü ve temel prensiplerini doğru anlayıp hazmetme ve yaşama meselesi önümüze çıkıyor. Bir insanın haksız yere öldürülmesini bütün insanlığın katli ile eşdeğer tutan bir dinin mensupları, o cinayetleri asla işleyemezler.

İşleyenlerin dinle alâkası, kendi vahşet ve taassuplarına din kisvesi takma vebalinden öteye gidemez ve böylelerine “insan” dahi denilemez...




Gündemin nabzını tutmak için

tıklayın!
www.sentezhaber.com

14.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl