08 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

İdarecilik de bir sanattır


A+ | A-

İyi, başarılı bir yönetici; sevilen, sayılan, sözü dinlenen bir lider olmak istiyorsanız; kesinlikle şu hususları yerine getirmelisiniz:

lBaşkan, yönetici, lider oldunuz, ama sakın ‘efendi değil, hizmetkâr olduğunuzu’ unutmayın. Peygamberimiz (asm) “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” buyurur.

lBaşarının üç anahtarı vardır: Azim, sebat ve sabır.

lYöneticisiniz; ama, her şeyi biliyor değilsiniz. Çok okuyun; çok dinleyin, az konuşun. Gelişmeleri takip edin. İstişâre edin, bilenlere danışın. Şûrâ 38 ve Al-i İmrân 159. âyetlere göre danışmanın, meşveretin farz olduğunu unutmayın.

Gönüllerin sultanı, vahye mazhar Peygamberin (asm), arkadaşlarıyla sık sık istişâre ettiğini Hz. Enes (ra) “Ben Resûlullah (asm) kadar ashabıyla istişârede titizlik gösteren birini görmedim”1 sözleriyle bize aktarıyor.

l İstişare kararlarına uyun ve uygulayın.

lYönettiklerinizin sevgi ve saygısını özel problemleriyle de ilgilenerek kazanın.

lDirayetli; ama, yumuşak olun.

l Duygularınızı kontrol edin.

l Disiplinli olun, lâkin öfkelenmeyin!

lAffedin, ancak prensip ve kanunlardan asla taviz vermeyin.

lCömertlikle israfı, cimrilikle kanaati karıştırmayın. “Hayırda israf, israfta hayır yok” denmiştir.

lGayretli ve üretken olanları mükâfatlandırın.

lAyırımcılık yapmayın. Ref-i imtiyaz edin. Yani, kendiniz de dahil, kimseye imtiyaz tanımayın. Kanun, prensip ve teâmüllere herkesten önce siz uyun; uygulayın.

lAcûl ve kararsız olmayın. Karar vermeden önce çok düşünün. Kanaat getirdikten sonra kararınızı uygulayın.

lHırs başka, gayret başkadır. Tedbiri aldıktan sonra mütevekkil; çalıştıktan sonra sonuca razı olun.

lÇaresi bulunan şeyde acizlik gösterip bahanelerin arkasına saklanmayın. Çaresi bulunmayacak meselelerde de cezaya sarılmayın.

lÜmit ve korku dengesini koruyun. Hastalıklar, rahatsızlıklar, sıkıntılar dengesizlikten doğar.

lBaşta kendiniz olmak üzere herkesle barışık olun.

lİstidat ve kabiliyetlerin gelişmesine zemin hazırlayın.

lSloganınız; “doğruluk, dürüstlük, samimiyet”, yani ihlâs olsun.

l Makamınızda ciddî, evinizde mütevazi olun. Mevkiiniz ne kadar yüksek olursa olsun; evinizde gerektiğinde misafirinizin ceketini tutun; ayakkabılarını düzeltin...

lNe kadar üst makamda bulunursanız bulunun; sizi de yöneten biri vardır. Yöneticinizin size nasıl davranmasını istiyorsanız; siz de idârenizdekilere öyle davranın.

Dipnot:

1- Kenzü’l-Ummal, 3: 409.

08.02.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Peygamber mu’cizeleri


A+ | A-

Kars’tan Mustafa Gürsoy’un sorusu: “Aklı aciz bırakan Peygamber mu’cizeleri, teklif sırrına uygun düşer mi? Yani mu’cizeyi gören insanlar inanmak zorunda kalmazlar mı? Kur’ân-ı Kerim Hazret-i Muhammed’in (asm) bir mu’cizesine yer vermiş mi?”

Önce bu iki kavramı tanıyalım: Mu’cize, bir peygamberin, kendi hakkâniyetini ve doğruluğunu ispat etmek için Allah’ın izniyle gösterdiği olağandışı, fevkalâde, benzerini insanların yapmaktan âciz kaldıkları hâdisedir. İmtihan ve teklif sırrı ise, insanların kendi hür irâdeleriyle îman etmelerini gerektirir; îmanda icbâr ve zor kullanmayı aslâ kabul etmez.

Bütün peygamberler mu’cize göstermişlerdir; ama aslâ icbâr kullanmamışlardır. Mu’cizenin, kâinât Hâlık’ı tarafından peygamberin dâvâsına bir tasdikten ibâret olduğunu beyan eden1 Bedîüzzaman Hazretleri, peygamberlik dâvâsını ispat etmek ve münkirleri iknâ etmek için buna ihtiyaç olduğunu, bunun icbâr etmek için verilmediğini ve bu amaçla da kullanılmadığını kaydeder. Bu sırdan dolayıdır ki, mu’cizeleri sadece peygambere muhatap olanlar görmüşler; onun dışında diğer insanlara bizzat gösterilmemiştir. Meselâ, ayın ikiye bölünmesi mu’cizesi yeryüzü halkının tamamı tarafından görülebilecek bir mâhiyette iken, sadece Peygamber Efendimiz’e (asm) muhatap olanlar görebilmişler; diğerleri muhtelif sebepler perdesi altında görmekten uzak tutulmuşlardır. Çünkü bütün yeryüzü halkına göstermek icbâr mânâsı taşıyabileceğinden, teklif sırrına uygun düşmezdi. Oysa îman sadece teklif sırrı ile akla kapı açmayı, ama ihtiyârı elden almamayı gerektirmektedir.2

Kur’ân-ı Kerim’de ayın ikiye bölünmesi mucizesi yer almıştır. Kur’ân, “Ay ikiye bölündü”3 buyurarak, Peygamber Efendimiz’in (asm) bir gece müşriklere kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu ispat için mübarek parmağıyla ayı ikiye bölmesini haber veriyor. Keza yine Peygamber Efendimiz’in (asm) bir gece vakti Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya bir anda gittiği haberi Kur’ân’da yer almıştır.4

Peygamberler insanlar içinde seçilerek Allah elçiliği vazifesiyle görevlendirilmişler; ara sıra mu’cize göstermekle berâber, ekseriyetle normal insanlar gibi yaşamışlardır. Genelde münkirlerin isteğine nazaran Cenâb-ı Hakk’ın takdir buyurduğu mu’cizeleri dışında, hiçbir olağan üstü hayatları ve yaşantıları olmamıştır. Normal insanlar gibi, hattâ daha da ağır şartlarda aç kalmışlar, susuz kalmışlar, yorulmuşlar, çile çekmişler, hastalanmışlar ve ızdırap içinde yaşamışlardır. Bütün bu olumsuz hallerde en mükemmel şekilde insanlığa numûne olmuşlar; sabrı, sebatı, îmanı, teslimi, tevekkülü ve Allah’a güvenmeyi hem öğretmişler, hem de bilfiil yaşayarak göstermişlerdir.

Peygamberler tarihine bir göz attığımızda, mu’cizelerin icbâr yönünün değil, bilakis iknâ edici yönünün tamâmen ön plâna çıktığını görmekte gecikmeyiz. Ne Hazret-i Salih Peygamberin (as) devesi, ne Hazret-i İbrâhim’in (as) ateşi, ne Hazret-i Mûsâ’nın (as) değneği, ne Hazret-i Îsâ’nın (as) hastalara şifâ vermesi ve ölüleri diriltmesi; ne de Hazret-i Peygamber Efendimiz’in (asm) şakk-ı kameri, elinden su akıtması, Mescid-i Aksâ yolculuğu ve sâir mu’cizeleri... Hiçbirisi icbâra vesîle teşkîl etmemiştir. Bütün mu’cizelerde gördüğümüz ortak tepki şu olmuştur: Bir kısım insanlar hidâyetle şereflenirken; yine çoğunluk ya sihir veya büyü demişler; ya da peygamberin mecnun ve deli olduğu zehabına kapılmışlardır. Ebû Bekir gibi elmas ruhlu adamlarsa ancak bu teklif sırrı kriterinin korunmasıyla ortaya çıkmışlardır.

Aslında insanoğlunun olağan ve sıradan zannettiği tabiat olaylarının her birisi de Allah’ın birliği, büyüklüğü, azameti, izzeti, cemâli...ve sâir sıfatlarını tanımak için yeterli mu’cize örnekleriyle doludur; en azından hiçbirisi sıradan değildir, hiçbirisi âdiyâttan değildir. Fakat gelin görün ki, kevnî mu’cizeler bazılarının îmanlarını artırırken, bazılarının da inkârlarını kalınlaştırıyor. Yani yine icbar yapılmama sırrı muhafaza ediliyor; yine teklif sırrı korunuyor. Îmanda nasibi olanlarsa küçük bir emâreyi ve işâreti bile hidâyeti için vesîle kabul edebiliyor.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 91

2- Sözler, s. 538

3- Kamer Sûresi: 1

4- İsra Sûresi: 1

08.02.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

İsmi darbelerle anılan Madanoğlu


A+ | A-

Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu ile birlikte "Madanoğlu Cuntası"nda yer alan 32 sanıklı dâvâ, İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde görüşülmeye başlandı. (8 Şubat 1973)

Bir ismi de "9 Mart Cuntası" olan bu dâvâ, aylar süren duruşmaların ardından, nihayet 2 Ekim 1974'te karara bağlandı ve delil yetersizliği sebebiyle sanıklar hakkında beraat kararı verildi.

Bu cunta faaliyetinin en yakın şahidi ve hatta MİT adına cuntanın kilit noktasında yer alan kişi Prof. Mahir Kaynak'tır. Kaynak, gerek o zaman kurulan mahkemede ve gerekse daha sonraki yazı ve röportajlarında hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıklamalarda bulunduğu halde, cuntacılar hakkında yine de beraat kararı verildi.

O dönemi yaşayanlardan Hasan Cemal de, "Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım" isimli kitabında, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal, İlhan Selçuk ile Altan Öymen'in de bir şekilde bulaştırıldığı bu cuntanın faaliyetleri, özellikle askerî kanadının işlediği ağır suçlar ayan beyan ortada olmasına rağmen beraat kararının verilmesini garip karşılarken, şu noktaya da dikkat çekiyor: "Örgütlenmemiz derine, yani ordunun tepelerine doğru gidiyordu. Çok fazla kurcalanırsa, işin içine Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur da karıştırılabilecekti. Onun için, bir yerde kesmek zorunda kaldılar."

Tescilli cuntacı

1907–1993 yılları arasında yaşayan emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu, "tescilli cuntacı" olarak bilinen bir askerdir.

Zira, kendisi 27 Mayıs (1960) Darbesinin baş aktörlerinden biri olduğu gibi, daha sonraki yıllarda da defalarca darbe hedefli cunta faaliyetleri içinde bulunarak, üzerine bu "cuntacı" yaftasının yapışmasına haklılık kazandırmıştır.

"Can çıkmadan huy çıkmaz" sözü, sanki onun gibiler için söylenmiş...

1926–1961 yılları arasında bilfiil askerlik yapmış olan Madanoğlu, yurdun birçok yerinde değişik rütbelerle görev yaptı.

Yaşadıklarını ve şahit olduğu olayları 1982'de Cumhuriyet gazetesinde yayınlatmaya başladı. Ancak, bu anılar yarım kaldı. Bu hatıraların gazetede çıkan kısmı, bir sene sonra "Anılar" ismiyle kitaplaştı.

Kore Harbine de iştirak eden Madanoğlu'nun tarihe geçen ve en çok dikkat çeken yönü, 27 Mayıs Darbesinde üstlenmiş olduğu aktif rolüdür.

Bu darbe, aslında "Albaylar Cuntası"nın alt yapısını hazırlamış oldukları bir darbedir. Ne var ki, Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere, neredeyse bütün generalleri dışlayan bu cuntaya, belirli bir merhaleden sonra "cesaret" gösterip dahil olan Tuğgeneral Madanoğlu, kısa sürede sivrilerek cuntanın başı konumuna geldi.

Nitekim, darbenin yapıldığı gece, cuntanın başında bulunan oydu.

Darbenin yapıldığı haberini alan Erzurum'daki 3. Ordu Komutanı Org. Ragıp Gümüşpala ise, bu durumu kabul edemeyeceğini cunta merkezine bildirdi. Ayrıca şöyle bir tehditte bulundu Gümüşpala: Harekâtın başındaki kişi, şayet daha küçük rütbeli bir asker ise, kendisinin de emrindeki kuvvetle Ankara üzerine yürüyeceğini ve darbe yapanları hesaba çekeceğini söyledi.

Bu tehditten çekinen cunta, derhal tedbir aldı ve emekliye sevk edilen eski Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel'i uçakla alelacele İzmir'den Ankara'ya getirterek, komitanın başına monte etti.

Ne var ki, Madanoğlu, yine rahat durmadı ve bu kez cuntacılardan müteşekkil Millî Birlik Komitesindeki sağcı/milliyetçi kesimin tasfiye edilmesini istedi. Hatta, tasfiye ile yetinmeyip, bunların sorguya çekilmesini, gerekirse idam dahil her türlü cezanın verilmesini talep etti.

Ancak, bu talebi olduğu gibi kabul edilmeyince ve "14'ler" olarak tâbir edilen ekibe sadece yurt dışı görevler verilmekle yetinilince, Madanoğlu buna isyan etti ve Korgenerallik rütbesiyle emekliliğini istedi.

Huysuz ihtiyar

Tescilli cuntacı Madanoğlu, emeklilikte de rahat durmadı. Gerek Yassıada'da yargılanan Demokratlara ve gerekse onların siyasetteki boşluğunu doldurmaya çalışan Adalet Partililere karşı yeniden harekete geçilmesini ve Kemalistliğinden şüphe ettiği bu kimselere daha ağır ve caydırıcı cezaların verilmesini ileri süren bir fikirle, muvazzaf meslektaşlarını tahrik etmeye çalıştı.

Onunla aynı kafada olan Albay Talat Aydemir, cunta faaliyetini yürüterek darbe teşebbüslerinde bulundu. Ancak, bunda başarılı olamadı ve sonunda darağacını boyladı.

İsmet Paşanın tabiriyle "Talat ve üç–beş adamı"nın defterden silinmesi bile, Madanoğlu'nu darbecilik alışkanlığından vazgeçirmeye yetmedi.

1971'de, ikinci kez tek başına iktidara gelen AP hükümetini devirmeyi kafasına koyan Madanoğlu, yeni bir cunta faaliyetini başlattı. En güvendiği adamı ise, sonradan MİT ajanı olduğu açığa çıkan Mahir Kaynak.

Kaynak, bu süreçte yaşananları bütün detaylarıyla yazıp anlattı.

Onun ve diğer bazı kimselerin yazıp anlattıklarına göre, Madanoğlu Cuntası, 9 Mart 1971'de yeni bir darbe teşebbüsünde bulunacaktı.

Ancak, bu teşebbüse bir şekilde mani olundu. Hükümete muhtıra (12 Mart) vermekle yetinildi. Cuntanın sivil ve asker kanadı böylelikle dağıtıldı. Ardından mahkemeye sevk edildiler.

Mahkeme, 8 Şubat 1973'te başladı ve aylarca devam etti. Askerî mahkeme, kendince delil yetersizliğinden sanıklar hakkında beraat kararı verdi.

Sonradan ortaya çıkan bilgilere göre, Madanoğlu, darbe yapmak için İngiliz ve Amerikan hükümetlerinden de destek istemiş.

08.02.2010

E-Posta: [email protected]



Fahri UTKAN

Başarının sırrı


A+ | A-

“Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz.”1

Yani, başarmak istiyorsanız, Cenâb-ı Hakk’ın kâinata koyduğu kanunlara, kurallara harfiyyen uyulmalıdır. Bunu şuurlu bir şekilde yapan, ancak insandır.

Bütün canlılar arasında başardığını fark eden de, yalnız insandır.

Başarmak isteyen her insan, bir şeyler yapmak zorundadır. Başarı, bisiklet sürmeye benzer. Ancak pedalı çevirdikçe bisiklet yürür. Pedalı çevirmezseniz, bisiklet de yürümez. Yani, bisiklet sürmeyi başaramazsınız. Hiç kimse başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır.2

Başarının Bediüzzaman’daki bir yolu da, yedi aşamalı düşünce mertebelerinde yürümek ve sonuca gitmektir. Bunları sırayla söylemek gerekirse; tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, i’zan, iltizam, itikad.

Sözünü ettiğimiz bu yedi aşamalı düşünce mertebelerinden sonra; insan, bir şeye kesin olarak inandığında—insanda Allah’ın verdiği öyle bir duygu, istidat vardır ki—istediği şeyler ona veriliyor. Bütün mesele bunu fark edebilmek ve ona göre çalışmak...

Bundan sonra ise, insan; belli bir hedefe odaklanıp, bu hedefinde sürekli ısrarlı olup, çalışmalarını sorumluluk duygusu içinde, iyi niyet—pozitif (müsbet) düşünme—sahibi olarak, sözünde durarak, dürüst olarak gerçekleştirdiği takdirde, Allah’ın izniyle, başarı da geliyor.

Kısaca, hedefe ulaşabilmek için önce onu görebilmek gerekir. Yani, başarıya giden yolun başlangıcında hedefi olmak ve onu hayal edip onu görebilmek gerekir. Daha sonra başarı arkadan geliyor. Veya başka bir ifadeyle, anlamak, yapılacak işin üstesinden gelmenin başlangıcıdır. Anlamak için de önce görmek, fark etmek gerekir. Aslında, başarının önceden tanımlanmış; bilmem kaç altın kuralı, anahtarı, tek bir tanımı, sihirli formülleri, sırrı veya püf noktası, önceden çizilmiş belirli bir yolu ve standart bir rotası yoktur. Her başarı kendine özgün şekliyle gerçekleşir. Her insan kendi tanımını yaparak, rotasını kendine özgün tarzda, kendi kendine çizerek başarıyı çoğu zaman yakalayabilir.

Bulunduğumuz ortamdan ayrılmaz ve yerimizden daha ileriye yol almazsak, yeni yerler keşfedemeyiz. Yani, “Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan yeni okyanuslar keşfedemez.”3 Veya başka bir açıdan söylemek gerekirse, “Zamanında bir adım atmayan tembel, sonradan yüz adım atmak zorunda kalır.” 4

Asrımızın müceddidi Said Nursî de bu konuda bir açıdan aşağıda aldığım cümlesiyle noktayı koyuyor: “…bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muârefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir. Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır.” 5

Yani, “Ey evliyâ-i umûr (idareciler)! Tevfik (başarı) isterseniz, kavânin-i âdetullaha (Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara) tevfik-i hareket (uygun hareket) ediniz.” 6

Dipnotlar:

1- 5 Mart 325 (18 Mart 1909) Dinî Ceride, no. 77.

2- J.keth moorhead.

3- Andre Gide.

4- Giovio.

5- İşaratü’l-İ’câz, s. 165.

6- 5 Mart 325 (18 Mart 1909) Dinî Ceride, No. 77.

08.02.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Sadece pazarcılara mı?


A+ | A-

Bundan böyle pazarlarda yüksek sesle bağırıp çevreyi rahatsız eden satıcılara para cezası geliyormuş. Kim almışsa bu kararı, iyi etmiş. Artık Mahmutpaşa’da, Çarşamba ve Perşembe pazarı gibi yerlerde halet-i ruhiyemizi inciten sesler duymayacağız, insanlığa yakışmayan kavga-gürültü manzaralarına rastlamayacağız. Yeri gelmişken; meskûn mahallerde veya yine çarşılarda mikrofonla satıcılık yapanların da gürültüsünden; hastaların, küçücük çocukların, ihtiyarların, gece vardiyasında çalışanların ve musîbetzedelerin incindiklerini hatırlatıp, böyle nahoş gürültülü seslere müsaade edilmemesini yetkililerden istirham etmiş olalım. Medenî ülkelerdeki insanlar gibi, herkesin müsaade edilmiş hudutlarında, kendilerini ve başkalarını rahatsız etmeyecek şekilde davranmasının hem geleceğimizin ve hem de kültürümüzün bir gereği olduğunu hepimiz biliyoruz.

Şimdiye kadar sözümüz pazarcılara da geçmemiş olacak ki; bunca gürültü ve ağız kavgalarıyla pazarlarda asabımız bozuldu ve ruhumuz kirlendi. Demek bundan böyle bu tür çevre kirliliklerine devletimiz müsaade etmeyecek. Fakat biz, siz kıymetli okuyucularımızla, söz konusu kirliliklerden yüz defa daha incitici ve zararlı “yeni kirlilikleri” paylaşmak istiyoruz. İnsanlardaki kalp, tansiyon, mide, migren ve ruh hastalarını ölüme sürükleyen dehşetli kirliliği belki bizden daha iyi biliyorsunuzdur. Sokak ve pazar gürültülerinden evlerimize kaçarak, kapı ve pencerelerimizi kapayarak nisbeten kurtulabiliriz. Fakat bu yeni kirlilikten kurtulmak o denli kolay olmuyor. Söz konusu yaygaracı, dedikoducu ve gürültücüler harim-i ismetimize ve hatta misafir odalarımızın baş köşelerine oturarak misafirleri aile ve efradıyla perişan ediyorlar.

Belki ekranların tamamını kastettiğimi zannedeceksiniz. Yıllardır irtibatım olmadığından detayları bilemiyorum. Fakat haber programlarını okuyan spikerleri öyle veya böyle bir yerlerden duymak mümkün. Dünyadaki devlet TV’lerini izleyenler, ekranlarımızın ve bilhassa haber programlarımızın yalnızca “bize özel” olduğunu kabul edecekler. Sadece bir dağın başından veya bir vadinin derin derelerinden uğradığı felâketi bütün avazıyla duyurmaya çalışan “bedevilerin” üslûbundaki bağırtıları kast etmiyorum. Avrupa haber okuyanlarının normal seslerle duyurduğu bir hadiseyi “felâket formatında” dinleyici veya seyircilere aktarış biçimleri de çok özel. Olayı peş peşe değişik kelime ve cümlelerle tekrarları, aynı görüntüyü kerratla göstermeleriyle de eşi ve menendi olmayan meşhur haber programlarımızı yapanlar, zaman içinde seyirciyi aptallaştırdıklarının da farkındadırlar. Seyirciyi teslim almak üzere yapılan bu tarz programlar, Batıda yalnızca bazı reklâmlarda görülebilir.

Avrupa’da herhangi bir pazara gittiniz mi? İtalya ve Yunanistan’ı bilmem, ama ‘küçük kıt'a’nın diğer ülkelerindeki pazarları az-çok bilirim. Nostaljik ve geleneksel birkaç sesten başka gürültü duyamazsınız. Köln’ün Hippes’i ile Berlin’in Kreuzberg’ini genel çerçeveden azıcık uzak tutmak gerekir. Zira o pazarlarda az da olsa bağıranlar, Türkiye’den yayın yapan kanalların haber saatlerini dinleyen zavallı insanlarımızdır.

Sorumsuz ve cahil annelerce ekranla başbaşa bırakılmış çocukların anormal ses ve hareketlerinin, zamanla “haber programı” seyreden insanlarımızda da ortaya çıkışı, sıradan bir içtimaî hastalık olmasa gerek. Muhtevasına azıcık dram, yeterli komedi, bol sihir ve biraz da manyetizma karıştırılmış söz konusu programların NLP teknikleriyle takdimi, kitleleri toptan dönüştürmeye yönelik global programların bir küçük parçası gibi de görünüyor.

Ekranların “magic box”lara veya sihirli kutucuklara dönüşmesini, yaklaşık on beş sene önce yalnızca “kartel medyası” diye adlandırılan birkaç kanaldan izlerdik. Fakat şu on senede galiba dindarlarda da özenti başladı. At izi ile it izi birbirine karışınca; bırakın kalp-damar, beyin, mide ve psikoloji hastalarını, sağlam insanları bile hasta edecek programlar yayınlanıyor. Minnacık çocuklar ve pir-i faniler kanlı, ölümlü ve vahşi sahnelerle başbaşa bırakılıyor. İnsanlığın vicdanında derin kanamalara sebep oluyor.

Hürriyete koşan musîbetzede insanımızın yolunu yalnızca kapalı yerlerdeki ekranlar kesmedi. Sokak başlarına, trafiğin yüksek debiyle aktığı büyük caddelere nazır köşelere yerleştirilen dev reklâm ekranlarının görüntü kirlilikleriyle, bilhassa AVM diye kısaltılmış “seküler mabedlerdeki” gürültü kirlilikleri yalnızca göz ve kulaklarımızı kirletmekle kalmıyor; milletimizin bilinçaltına sızarak başta kompleks duygusu olmak üzere birçok modern psikolojik hastalığın zuhuruna da vesile oluyor.

Bozkırdan, Şarktan, Karadeniz veya Ege’den yolu metropollere düşmüş garip insanların pazarlardaki bağırıp-çağırmalarına elbette ceza gelmeli. Ama pazarcıya elli geliyorsa, ötekiler de en az beş bin ödemeli değil mi? Hele dinozorların eserleri izlenimi veren alış veriş merkezlerindeki gürültü millî benliğimizi eriteceğinden onlara da hatırı sayılır düzenlemeler getirilmeli. RTÜK ve belediyelere millet olarak ricamız olsun. Bir milleti toptan dönüştürerek; tarihî, millî, örfî ve dinî kökenlerinden soyutlamaya çalışan Türkiye düşmanları, hedeflerine bu kadar kolayca ulaşmamalıdırlar.

08.02.2010

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tehlikeli gidiş


A+ | A-

Elbirliği ile çözmemiz gereken problemlerden biri de cezaevlerinin durumudur. Ne yazık ki cezaevleri problemi denince kimilerinin aklına sadece ‘mekân’ gelmekte, çözüm olarak da yeni cezaevleri yapılması teklif edilmektedir. Nitekim son yıllarda yeni ve büyük olmasıyla övünülen “Adalet Sarayları” ve devâsâ cezaevleri inşa edildi.

“Adalet mülkün temelidir” ama bu temel büyük adliye sarayları yapılarak mı atılır? Öyle olsaydı Türkiye’de adaletsizlikten bahsetmek mümkün olmazdı. Yakınlarda hizmete açılması beklenen yeni adalet saraylarının birinde “Avrupa’nın en büyük adalet sarayı burada yapılıyor” yazısı var.

Adalet saraylarının ihtiyacı karşılayacak şekilde yenilenmesi önemlidir, ama daha da önemli olan buralarda gecikmeyen bir adaletin dağıtılıyor olması değil mi? Keşke “Avrupa’nın en büyük adalet sarayını biz yapıyoruz” diye övünmek yerine, “Avrupa’nın en adil ülkesi Türkiye’dir” diyebilseydik...

Adalet sarayları, güvenlikli cezaevleri gibi konular tartışılırken; cezaevlerinin ‘içi’ yeterince gündeme gelmiyor. Geldiğinde de kapasite fazlalığı olduğu ifade edilerek, asıl problem yine göz ardı ediliyor.

Bıçak kemiğe dayanmış olacak ki; Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Hüseyin Kulaç, son 10 ayda uyuşturucu sebebiyle cezaevine giren kişi sayısının 13 binden 23 bine yükseldiğini belirtmiş ve ‘Uyuşturucu suçlarındaki ciddî artışın ardından cezaevindeki intiharlarda da artış olabilir. Böyle bir tehlike görüyoruz” demek suretiyle dikkatleri “iç”eriye çekmeye çalışmış. (Hürriyet, 6 Şubat 2010)

Kulaç, Hollanda’ya 5-6 yıl önce yaptıkları bir ziyarette, bu ülkedeki yetkililere en büyük sorunlarının ne olduğunu sorduklarını belirterek, şu hatırasını anlatmış: “Hollandalı yetkililer, en büyük sorunlarının uyuşturucu ve intihar olduğunu söylediler. O zaman biraz da içimizden gülmüştük, ‘adamlar neyle uğraşıyorlar’ diye. Türkiye’deki aile bağları bu şekilde olduğu sürece onların geldiği bu noktaya gelmeyiz diye düşünüyorduk. Ama uyuşturucu suçlarındaki ciddî artışın ardından cezaevlerindeki intiharlarda da artış olabilir. Böyle bir tehlike görüyoruz, sıkıntı var. Bu konuda psikologlarımız çalışmalar yapıyor. (...) Bu, el birliğiyle çözülecek bir konu.”

İşte meselenin ‘püf’ noktası burada: Şükürler olsun, Avrupa’ya nisbetle ‘sağlam bir aile yapımız’ var ama bu sağlamlığın devamlılığını kim garanti edebilir? Başta TV yayınları olmak üzere, müstehcen gazete ve yayınlarla her gün bombalanan aile, bu bombardımana daha ne kadar dayanabilir?

Türkiye’yi idare edenler, asıl tehlikenin bu noktadan geleceğini görmeli ve ‘aile’ başta olmak üzere cemiyetin ana temellerini muhafazaya çalışmalıdır. Bunun ilk adımı da müstehcen yayınları engellemek olmalıdır. Uyuşturucu (doğrusu: öldürücü) alışkanlığının yaygınlaşması da yine ciddî çalışmalarla önlenmelidir. Gençlerin bulunması gereken yer cezaevi damları değil, okul sıraları ve fabrikalar olmalı.

Sağlık Bakanlığı ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı başta olmak üzere gençleri kötü alışkanlıklardan korumakla vazifeli olan bilumum ‘yetkililer’e bir defa daha soralım: Gazetelerde alkollü içki reklâmlarının devam etmesi sizi hiç ilgilendirmiyor mu? Bu gidişe kim dur diyecek? Bu reklâmlar devam ettiği sürece, gençlerin çeşitli ‘suç’lar sebebiyle cezaevlerini doldurması daha da hızlanmaz mı?

08.02.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Obama’nın planı ve Davos


A+ | A-

Her yıl Ocak ayının son haftasında olduğu gibi yine İsviçre’nin Davos kasabasında 40’ıncısı düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki ana teması, ”Dünyanın Durumunu İyileştirme: Yeniden Düşünme, Yeniden Tasarlama, Yeniden İnşa Etme” olarak belirlenmişti.

Aralarında siyasetçi, san’atçı hükümet yetkilisi, çeşitli sektörlere mensup 900 şirketin CEO’sunun bulunduğu 2500 kişinin katılımıyla gerçekleşen zirveye, Türkiye’den iş dünyası ve basın iştirak etti.

Geçen yıl “One Minute” çıkışının ardından “Daha da Davos’a gelmem” diyen Başbakan Erdoğan sözünü tuttu, ısrarlara rağmen kararından dönmedi.

Başbakan yardımcısı Ali Babacan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de son anda gitmekten vazgeçti, resmî sıfatıyla sadece Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz katıldı.

Diplomatik ilişkilerde ve böylesine geniş katılımlı uluslar arası platformlarda duygular yerine aklın ve sağduyunun hakim olması gerekir, diye düşünüyoruz.

Kapitalist sistemin yeniden şekillendirme arayışının tartışıldığı toplantılarda dünyanın 17. büyük ekonomisine sahip olduğu iddiasında bulunan ve G-20 üyesi Türkiye’nin en azından bakan seviyesinde temsil edilerek kriz hakkında ve yeni bir küresel ekonomik model konusunda görüşlerini duyurması iyi olurdu.

Her neyse…

Belki de dünya kamuoyuyla paylaşacak çözüm tekliflerimiz, düşüncelerimiz henüz yeterince olgunlaşmamıştır.

Seneye telâfi ederiz.

Brezilya, Güney Afrika, Çin, Fransa gibi ülkelerin en üst düzeyde yetkililerin yer aldığı zirve, bir güç mücadelesine sahne oldu.

“Her şerde bir hayır var” derler ya, son küresel kriz ekonomilere büyük zarar verdi, ama doymak bilmeyen kâr hırsıyla krize yol açan finans sektörünün sorgulanması ve dizginlenmesi de bu sayede masaya yatırıldı.

Fitili ilk ateşleyen de ABD Başkanı Obama’nın şu sözleriydi:

“Eğer kavga istiyorlarsa ben hazırım.”

Muhatabı finans sektörüydü.

Zira 2008'de patlayan ve dünyayı kasıp kavuran krizin müsebbibi bunlardı. Yeterli teminat aramaksızın yoldan geçene kredi verdiler.

Riskli fonlara yöneldiler.

Tek amaçları kısa vadede yüksek kazanç sağlamaktı.

Bu böyle devam edemezdi, nitekim “riskli grup” borçlarını aksatınca saadet zinciri koptu, onlarca banka battı.

Yüz milyarlarca dolar akıtılarak bir kısmı kurtarıldı.

Bedeli ağır oldu, bütçe açığı ve borç rekor seviyeye ulaştı

Ne var ki bankalar ve finans kuruluşları yüksek kazanç uğruna büyük ve hesapsız riskler almaya devam edince yeni bir krize sebebiyet vermemeleri ve vergi mükelleflerinin tepkisini önlemek için, Obama bir plan hazırladı.

Kavga sebebi bu plandı.

Plan;

Bankaların kendi paralarıyla hedge gibi riskli fonlara yatırım yapmalarını yasaklıyor.

Finans kuruluşlarının büyüklüklerini sınırlandırıyor.

Bankalara vergi getiriyor.

Mevduat ve yatırım bankacılığı ayrılıyor.

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, planı desteklediğini açıklarken;

“Devletin müdahalesi olmasaydı her şey yerle bir olacaktı” sözleriyle Davos’ta bulunan 250 büyük bankacıyı uyardı.

Llodys ve Barclays gibi dev banka başkanları ise yeni kural konmasına ve plana şiddetle karşı çıktılar.

Savundukları tez;

“Finans sektörü kendi kendini denetler, kural getirmek ekonomiye zarar verir, işsizlik artar.”

Davos’ta siyasî güçle finansal güç karşı karşıya geldi.

Bazı iktisatçılar bu durumu sosyalizmin ortaya koyduğu emek-sermaye çelişkisinin yerini reel sektörle finans sektörü mücadelesine bıraktığı, şeklinde değerlendirdi.

Daha açık ifade ile paradan para kazananlar ile üretenlerin paylaşım çatışması.

Neyse ki forumun son günü ateşkes ilân edildi, işsizliğin azaltılması ve finansal piyasalarda denetimin arttırılması konusunda uzlaşma temin edildi.

Ya bizim bankalarımız ….

Bir cümle ile değinelim.

2001 yılındaki düzenlemeler sayesinde bankalarımızın krizi hasarsız atlattığını hatta reel sektör yerine hazineye borç vermeyi tercih ederek risk üstlenmeden tatlı ve garantili kazançlar elde ettiklerini belirtmeliyiz.

Diğer taraftan yeniden inşası düşünülen kapitalizmde dengelerin nasıl değişeceğini zaman gösterecek.

Küreselleşen dünyada dış kaynaklı en ufak bir ekonomik dalgalanma ülkemizi etkilediğinden gelişmeleri yakından takip edelim, küsmeyelim, darılmayalım.

08.02.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Ankara’nın tahrik siyaseti”


A+ | A-

Meclis’teki kavganın ardından politik atışmaların ardı arkası gelmiyor. Başbakan Erdoğan’ın MHP’nin yakışıksız bir biçimde yeniden gündeme getirdiği “ikinci peygamber” isnadını ve özellikle “GATA’daki başörtüsü yasağı” üzerinden muhalefeti vurması, “gerginlik politikası”yla siyasî provokasyonların son örnekleri…

Erdoğan’ın, Meclis kürsüsünde bizzat gözü önünde milletvekillerinin muhalefet sıraları önüne gelmesiyle alevlenen arbedeye seyirci kalıp, hiçbir ikazda bulunmadan Genel Kurul Salonu’nu terk ettikten sonra polemikleri sürdürmesi, işin içindeki “iş”in tezâhürleri.

Olaylı oturumun ardından Osmaniye’de “halka şikâyet” perdesinde olayı meydanlara taşıması, meseleyi çözmek yerine siyasî krizlere sığınma taktiği olarak yorumlanıyor.

Önceki dönemde anayasayı rahatlıkla değiştirebilecek güce sahip olduğu halde demokratikleşmede kayda değer bir adım atmayan AKP siyasî iktidarı, şimdi de sayı eksikliğini bahane ediyor. Bizzat Başbakan’ın ve partisinin sözcülerinin ifâdesiyle, “yeni demokratik sivil anayasa”dan vazgeçiliyor. 10-15 maddelik “mini paket”ten ve son süreçte bu iddia ile ortaya atılan “referandum”dan bile vazgeçildiği sinyalleri veriliyor.

Böylece, siyasetin demokratikleşmesi, yargı reformu, demokratik eğitim, inanç ve ifâde özgürlüğü, temel hak ve hürriyetler bir başka bahara bırakılıyor…

“GATA YASAĞI” İSTİFHAMLARI

Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı zamanında Dışişleri Bakanı Gül’ün eşinin başörtülü olarak GATA’da ziyaretçi olarak kabul edilmesinin peşinden Genelkurmay Başkanı Büyükanıt döneminde Başbakan’ın eşinin “başörtüsü”nden dolayı engellenmesi, dikkat çekici.

Bu durum, genel seçimler öncesi Cumhurbaşkanı seçimi bahanesiyle Büyükanıt’ın “e-muhtıra”yı gece yarısı bizzat kaleme alıp Genelkurmay’ın internet sitesine vermesini hatırlatıyor. Erdoğan’ın “benimle birlikte mezara gidecek” dediği Dolmabahçe’deki görüşmenin “gizli” kalmasına karşı, Emine Hanım’ın başörtüsüne “izin” vermeyen Büyükanıt’ın hiçbir emekli Genelkurmay başkanına verilmeyen trilyonluk zırhlı araba tahsisi istifhamını mevzubahis ediyor.

Ve kulislerde, Başbakan’ın eşine “GATA yasağı”nın, aynen AKP’ye yüzde 10-15 oy kazandırdığı bizzat AKP kurmayları tarafından ikrar edilen “e-muhtıra” gibi, iktidar partisini “mağdur” göstermeye ve “oy sağlamaya” yönelik bir “tedbir” ve “taktik” olduğu sorusunu sorduruyor.

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “Keşke bu olay yaşanmasaydı; insanî boyuttan bakarsak bu olayı savunmamız mümkün değil” dediği gibi, meseleye “insanî boyuttan bakılamaz” mıydı? Özkök döneminde Hayrünnisa Hanım’a gösterildiği gibi, Başbakan’ın eşine de aynı müsâmaha gösterilemez miydi?

POLEMİK VE “ÇATIŞMA SİYASETİ”

Bu arada, geçtiğimiz hafta ilk kez bir televizyon programında konuyu gündeme getiren Başbakan’ın, “Üç yıl sabrettim, şimdi gündeme getirilince de cevabını verdim” sözünden sonra “Gerisini anlatmıyorum” ifâdesinin anlamını da kamuoyu merak ediliyor.

Başbakan o zaman Büyükanıt’a ne söyledi ve “gerisi”nde ne cevap aldı? “Gerisi” de “Dolmabahçe görüşmesi” gibi mezara kadar “sır” olarak mı kalacak?

Polemik konusu “Peygamber övgüsü”nü yapan il başkanının—yanlış bir üslûpla da olsa—muhalefet tarafından gündeme getirilmesi üzerine 14 ay sonra görevden alma tâlimatını veren Başbakan’ın ve iktidar partisi sözcülerinin bu sorulara da cevap vermesi gerekiyor.

Hâlâ Meclis’te az bir destekle anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip olan Başbakan, Bahçeli’nin seçim bölgesi Osmaniye’de “Ankara’nın tahrik siyaseti”nden yakınıyor. Hak ve hürriyetlerin olmayışından, başörtüsü yasağının dayatılmasından nemâlandığını söylüyor. Ne var ki Türkiye’nin büyük bir demokratik ve özgürlükler ayıbı olan yasadışı başörtüsü yasağını “âile mahremiyeti”yle ve “kutsal değerlerin siyasî polemiklere âlet edilmesi”yle geçiştiriyor. Yüzbinlerce insanın hak gasbına âlet edilen yasağı, bir başka kulvarda “siyasî polemik” kargaşasına boğuyor.

Sözkonusu tartışmalara temel teşkil eden hak ve hukuk kısıtlamalarına karşı salt “eşinin ağlaması”nı dile getirmekle yetinip ciddî bir tedbir alınmıyor. Hiçbir çözüm yoluna gidilmiyor. Ve “çatışma siyaseti”ni körüklemenin ötesinde bir işe yaramayan politik polemiklerle iktidar-muhalefet sadece siyasî rant hesaplarını güdüyor.

Yazık değil mi?

08.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

NATO İstanbul’da karar verdi: Daha çok savaş!


A+ | A-

NATO Savunma Bakanlarının İstanbul’da yaptıkları toplantıda 2010 yılında Afganistan’daki öncelikler belirlendi. Afganistan’daki NATO Misyonu ISAF’a bu yıl içinde üye ülkelerden 40 bin ilâve asker ve eğitici gönderilecek.

Bu yıl Afganistan’daki temel amaç; Afgan ordusunun daha fazla sorumluluk üstlenmesi. Aslında bunun kısa süre içinde gerçekleşmeyeceğini, Amerika’nın bu ülkede uzun süre kalmayı planlaması dolayısıyla, kontrolü yitirmeyi asla istemediğini herkes biliyor. Ancak dünya kamuoyuna karşı böyle bir görüntü verilmesi gerekli görünüyor.

Nitekim kısa süre içinde sözde Afganlıların öncülüğündeki operasyonları Helmand vilayetinden başlatacaklar. Helmand, ülkenin güneyinde Pakistan sınırında bir vilayet. Bu vilayetin ilginç özellikleri var. Dünya haşhaşının yüzde 60’ı bu vilayette üretiliyor. Ne ilginçtir ki; 1960’lı yıllarda Amerikan Kalkınma Programından en çok yardım alan vilayet burasıydı ve “Küçük Amerika” olarak adlandırılıyordu. Şimdi ise bu aynı programdan aynı vilayetteki uyuşturucu karşıtı girişimlere yardım ediliyor.

Peki uyuşturucunun Afganistan’daki patronu kim? Amerikalıların vazgeçemediği devlet başkanı Karzai’nin kardeşi. Kafanız karıştı değil mi?

İşte NATO’nun bu yılki operasyonlarının ağırlığını bu vilayet oluşturacak. Gerekçe olarak da Taliban’ın bu bölgede güçlü olması, Pakistan desteğinden yararlanması gösteriliyor.

Rasmussen, NATO’nun Afganistan’da gerektiği kadar kalacağını belirtirken, Afganlıların sorumluluklarını üstlenmelerini sağlayacaklarını vurguluyor. Bunun için de 21 Afgan ordusu, 100'de Afgan polisi için ilâve eğitim timi talep ediyor. Kısacası; “parayı ve eğitimi biz verelim Afganlılar savaşsın” diyor.

Peki neden NATO’nun Afganistan’da kalmasına bu kadar önem veriliyor? Bizce bunun sebebi; Amerika’nın bu ülkede tek başına savaşmasının onu işgalci gibi göstermesinden korkulması. NATO şemsiyesi altında olunca, uluslar arası bir müdahale gücü varmış gibi görünüyor. Ama asıl kontrol Amerika’da.

Bu arada ABD Dışişleri Bakanı Robert Gates, Genel Kurmay Başkanı Başbuğ ile görüştü. Çıkışta da gazetecilere Türkiye’den yeni asker istemediklerini, ülkemizin Afganistan’daki katkılarından memnun olduklarını söyledi. Zaten hükümet Afganistan’a muharip asker göndermeyeceklerini önceden açıkladığı için, bu konuda Amerika’nın talepte bulunması beklenmiyordu. Yine de Afgan askeri ve polisinin eğitimine daha fazla katkıda bulunacağız.

İstanbul’daki toplantıdan NATO’nun bu yıl Afganistan’da daha kalabalık ve daha aktif olması kararı çıkarken, asıl sorunun çözümüne bu kararın ne kadar katkıda bulunacağı kuşkulu. Zira ortada hayalet bir el Kaide ile halkın büyük desteğini alan bir Taliban var. Taliban’ı yok sayıp, el Kaide’yi yok etme bahanesine dokuz yıl sonra hala sığınmaya devam etmekle, Afganistan’da çözüme varılması imkânsız. Zaten Amerika’nın da böyle bir çözüm beklentisi yok. Olsaydı; İstanbul toplantısından daha çok asker, helikopter, mayına dayanıklı tank kararı değil, daha çok okul, hastane, iş, aş ve altyapı yatırımı kararı çıkardı.

08.02.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

41. yıla doğru


A+ | A-

Yeni Asya’nın 40. yılını geride bırakıp 41. yılına erişmemize iki haftadan az bir zaman kaldı. Bugünü saymazsak, on üç gün sonra, önümüzdeki haftanın sonu olan Pazar günü 41. hizmet yılımızı idrak etmiş olacağız inşaallah.

Daha önce de işaretini verdiğimiz üzere, bu defaki 21 Şubat hediyemizin hazırlıkları son aşamada. Önümüzdeki günlerde son şekli verilip basılarak size sunulmaya hazır hale gelecek.

Bu yılki 21 Şubat hediyemiz, Yeni Asya’yı “Risale-i Nur’un medyadaki dili” olarak niteliyor. İlâvemizin kapak başlığı bu.

Böyle bir konuyu seçmemizin özel sebebi, bu senenin, Üstadın 50. vefat yıldönümü olması. 21 Şubat’tan bir ay sonra idrak edeceğimiz 23 Mart’ta, Üstadın berzah âlemine intikalinin 50. yılına girmiş olacağız.

50. yıldönümü için de özel hazırlıklarımız var ve 23 Mart yaklaştıkça bunları detaylarıyla sizlere duyuracağız.

21 Şubat ilâvemiz de, 50. yıl etkinlikleri çerçevesinde, onlarla bütünleşen ve bu bağlamda Yeni Asya’nın Risale-i Nur hizmetindeki çok özel yerini net çizgilerle ortaya koyan bir muhteva taşıyor.

İki sene önce verdiğimiz “Ses getiren manşetler” ekimiz gibi, Yeni Asya’nın güncel konularla ilgili olarak Risale-i Nur’daki mesajları yansıtan manşetlerinin kısa açıklamalarla hatırlatıldığı bu çalışma, hem Risale-i Nur’un önemini, hem de ona hizmet için çıkan Yeni Asya’nın değerini daha iyi anlama ve anlatma vesilesi olacak.

“Yeni Asya: Risale-i Nur’un medyadaki dili” ilâvemizdeki ana başlıklar şöyle:

n Değişmeyen gündem Said Nursî ve Nurculuk.

n Yapıcı ve tarihî ikazlar.

n Kronik sorunlara Kur’ânî çözümler.

n Ekonomik krizden nasıl çıkılır?

n Ona kulak verilseydi...

n Muhabbet fedaileriyiz.

n Din, bilim ve İslâmî şuur.

n Barış, birlik ve kardeşlik.

n Medeniyetler ittifakı ve adalet.

n Dünyada Risale-i Nur.

n İslâm dünyasında Risale-i Nur.

n Dindar cumhuriyet.

n Hürriyet, demokrasi, sivilleşme.

n Demokratik açılım ve Bediüzzaman.

n İftira, hücum ve zulümlere karşı kararlı mücadele.

n Tuzaklar bozuluyor ve bozulacak.

Bu ana başlıklar altında, ülke ve dünya gündemindeki temel sorunlara Bediüzzaman’ın gösterdiği çözümlere dikkat çeken, Risale-i Nur hizmetindeki müjdeli gelişmeleri duyuran seçme manşetlerimizden örnekler kısa açıklamalarla takdim edilecek.

Yeni Asya’nın Risale-i Nur hizmet tarihindeki yerinin derli toplu bir şekilde çarpıcı örnekleriyle ortaya konulduğu bir doküman özelliği de taşıyan 41. yıl ekimiz için 23 Mart gazetenizi şimdiden ayırtın ve ek gazete taleplerinizi de belirleyip Abone Servisimize bir an önce iletin.

***

Öz İplik-İş Sendikası Genel Başkanı Murat İnanç, Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’e gönderdiği mesajda şöyle diyor:

Zevkle ve büyük bir müştereklik duygusu içinde okuduğumuz ve Türk milletinin adalet ve demokrasi mücadelesine büyük katkıları olan yazılarınızın bedeli olarak adınızın darbeci zihniyetlerin tasfiye listelerinde yer almasını büyük bir öfke ve lânetle kınıyoruz.

Bir düşünce ve kültür insanı için, bir yazar ve gazeteci için böyle bir listede yer almak, taşıdığı ciddî risklerle birlikte bir onurdur. Bu durumu hukukî alana taşıyarak yapmış olduğunuz suç duyurusu da, demokratikleşme çabamıza ayrıca önemli katkılarda bulunacaktır.

Ülkemiz ve geleceğimiz adına daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla insan hakları talebimizle; çalışanlarımızın sosyal güvenlik haklarından mahrum kalmadığı, daha iyi çalışma koşulları adına örgütlenmenin önündeki engellerin bulunmadığı, daha âdil bir dünya için..

Hukuk ve demokrasi mücadelenizde yalnız olmadığınızı, gerçek bir demokrasiyi çoktan hak etmiş olan milletimizin büyük çoğunluğu gibi yanınızda yer aldığımızı belirtir, saygılarımı sunarım.

08.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl