Hasan GÜNEŞ |
|
Yetmiş bin perde |
Birkaç yıl önce bir fuarı geziyordum. Firmalardan birisi mermer işleme makinalarıyla birlikte mermer işçiliğini de sergiliyordu. Büyükçe bir küre şeklinde işlenmiş bir mermer dikkatimi çekti. Galiba süs olarak dekor maksadıyla imal edilmişti. Mermere biraz daha yakından baktığımda üzerinde “Allah” yazısını fark ettim. Oradaki görevliye, “Bu yazıyı siz mi yazdınız?” diye sordum. Adam sorumdan rahatsız olmuş bir ifadeyle, “Hayır, ben niye yazayım” dedi. İlâve etti “Hem ben yazsam öyle mi yazarım, daha güzel yazarım” dedi. Sonradan anladım ki, “Allah” yazısı insan eliyle yazılmamış, mermerin kendisinde varmış. Atölyede küre şeklinde işlenirken fark edilmiş. Pek çok kişi ziyarete bu yazı için geliyormuş. Görevli, konuyu benim de bildiğimi düşünerek, sorumda kasıt var zannedip öyle cevap vermiş. Gerçekten de yazıya daha dikkatli baktığımda mermerdeki farklı renklerdeki damarlar, harika bir şekilde Arapça hat olarak “Allah” lâfzını meydana getirmişler. Yani yazı haricî değil; dahilî, içten yazılmış. Yer kabuğu hareketlerinden içerdeki ateş küreye kadar bir çok unsurun milyonlarca senelik faaliyetleri sonucunda mermerin yaratılarak insanların istifadesine sunulması gibi, yazının da varlığı aynı derecede muazzam bir mu’cize. Her ikisi de tesadüfe yer olmayacak kadar bir kasıt ve iradenin, ilim ve kudretin eseri. Orada, Allah lâfzıyla beraber, daha önce ateş küre olan basit bir topraktan bu kadar harika bir malzemenin yaratılmasına, yine topraktan bugünkü medeniyetin esası olan envaî türlü taş ve maden ve onlardan halk edilen çeşit çeşit bitkiler ve yiyeceklerin halk edilmesine kadar bir çok mu'cizeyi hatırlayarak tefekkür etmeye çalıştım. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine itaatte taşlardan daha sert insan kalblerini düşündüm. Bütün bu tefekkürlerle birlikte oradaki görevlinin “Ben daha güzel yazarım” ifadesi kafama takıldı. Evet mermerdeki Allah lâfzı öyle bir hattat yazısı gibi çok da güzel değildi. Gerçi güzel ifadesinden ne anlıyoruz? Meselâ bir kumaşın üzerine kalem ile yazılan yazı ile, imalat sırasında dokuyarak işlenen yazı veya desen arasında büyük fark olduğu malûm. Bu sebeple hariçten yazılacak olan yazı mermerin içine ne kadar nüfuz ederdi ve ne kadar kalıcı olurdu ayrıca düşünmek gerekir. Fakat yine de oradaki görevlinin dediği gibi, bir kalem alıp daha güzel bir “Allah” kelimesi yazmak mümkün. Evet o yazı neden daha güzel değildi? Elbette mermerin içindeki zerrelere yazdırılan yazı ile bir hattatın yazdığı yazı arasında fark olacaktı. Ancak en nihayetinde zerrelerin cansız olması cihetiyle doğrudan Âlemlerin Rabbinin küllî iradesiyle yazılan bir yazı. Hattat ise, cüz’î iradesi ve san'atıyla yazıyı yazıyor ve sahip çıkıyor. Soruyu aklımın bir köşesine yazarak, Risâle-i Nur’da bunun mutlaka bir cevabı vardır diye düşündüm. Şüphesiz binler cevap vardır. Ancak benim anlayabildiğim ve beni ikna eden Mesnevî-i Nuriye’deki şu cümleleri okuyuncaya kadar zihnimdeki soru cevapsız kaldı: “İnsanın san’atıyla Hâlıkın san’atı arasındaki fark: İnsan kendi san’atının arkasında görünebilir, amma Hâlık’ın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nurânîler kalır.” Evet insanın san'atı arkasında perde olmadığı için, san'ata baktığımızda san'atkârı ya da hattatı hemen görebiliyoruz. Gözü olan herkes bu yazıyı mutlaka bir hattat yazmıştır diyor. Hatta mesleğe biraz aşina olan birisi hattatın imzası olmasa bile hangi hattat olduğunu yazıdan tanıyabilir. Başkaları için koyu olan perde onun için şeffaftır. Ancak mermerdeki “Allah” lâfzında olduğu gibi mermerin milyonlarca yıl süren jeolojik devirlerde meydana gelen değişim ve dönüşümlerle harika bir şekilde yaratılıp insanın hizmetine sunulması şeklindeki muazzam hadisede, orada işleyen kudret elinin herkes tarafından açıkça görünmemesi yetmiş bin perde sebebiyledir. Yine mermerdeki yazı da aynı şekildedir. Onda da binlerce perde vardır. Her bir perdenin, dünyanın imtihan dünyası olmasından tutun da, insanı tefekküre ve araştırmaya sevk etmesine kadar burada sayamayacağımız kadar çok hikmetleri olduğu malum. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin perdesiz olarak tecelli ettiği cennet hayatında, mü’minlerin saraylarındaki taşlar ve mermerler, sadece yazılı olarak değil sözlü olarak da konuşacak, sakinlerinin emirlerini dinleyecek, cevap verecek, itaat edecek. Bize düşen ise, bu dünyada perdeleri aşıp, üzerinde hat olarak Allah yazısı olsun olmasın, her şeyde her mahlûkta ve istisnasız her hadisede Âlemlerin Rabbi’nin mührünü görüp, huzurda olduğumuzu akıldan çıkarmamaktır. Taşın toprağın, cennette isimlerin tecellisindeki perdesiz mazhariyete hak kazanmaları, bu dünyada Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine tereddütsüz itaat etmeleri sebebiyledir. O’nun emirlerine itaatte ve kalb yumuşaklığında taşlardan geri kalmamak gerekiyor. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Meyveli ağaç taşlanır |
İnsan bir kısım meziyet, maharet ve kabiliyetlerle temayüz ve bir kısım nimetlere mazhar olduğunda suçlamalara maruz kalırsa buna şaşmamalı, üzülmemeli ve mukabeleye kalkmamalı. Çünkü meyveli ağaç taşlanır. Uhud’da bir kalkan gibi cansiperâne Allah Resûlünü (asm) koruyan Sahabîlerden biri olan, Resûl-i Ekrem’in (asm) “Allahım! Sa’d duâ ettiği zaman onun duâsını kabul et!”1 duâsına mazhar olan Sa’d bin Ebî Vakkas da taşlanan o meyveli ağaçlardandı. Sade ve zahidâne bir hayatı vardı Hz. Sa’d’ın. Kendisine verilen görevleri başarıyla yerine getirmiş, görevden alındığında da hiçbir mesele yapmadan köşesine çekilmişti. Görevi başında da onca faziletlerine rağmen suçlamalara maruz kalmaktan kurtulamamıştı Hz. Sa’d. Arkasından ileri geri konuşanlar, olur olmaz şeyler söyleyenler olmuş, o parlak güneşe çamur atmaya kalkmışlardı. Bu kendini bilmezler “Namaz kılmasını bile bilmiyor!” diyecek kadar ileri gitmiş, bir sürü şikâyeti zamanın halifesi Hz. Ömer’e kadar intikal ettirmişlerdi. Hz. Ömer’in Hz. Sa’d hakkındaki kanaati sağlamdı. Ona güveni tamdı. Şikâyetlerin kendisine kadar gelmesi onu üzmüştü. Niçin Allah yolunda didinen bir kimse için böylesine asılsız suçlamalara gidiliyordu? Hz. Ömer birkaç kişiyi yanına çağırdı. Durumun tahkik edilmesini, iddiâların sebeplerinin araştırılmasını emretti. Vazifeli memurlar Kûfe’ye kadar geldiler. Hz. Sa’d’ı buldular. Birlikte Kûfe’nin bütün mescidlerini gezdiler. Memurlar halka hep Hz. Sa’d’ı soruyor; herkes Hz. Sa’d hakkında iyi şeyler söylüyor, övmekten kendilerini alamıyorlardı. Nihayet memurlar Abese Oğulları mescidine geldiler. Cemaate, “Herkes Sa’d hakkında ne biliyor söylesin, çekinmesin” dediler. Adamın biri ayağa kalktı. Kızgın bir tavırla konuşmaya başladı: “Sa’d, askerin başına geçip harp etmez. Mal dağıtımında eşitlik gözetmez.” Bunlar son derece ağır ithamlardı. Hz. Ömer gibi adâlet timsali bir halifenin başkumandan olarak seçtiği bir kişi böylesine asılsız itham ve iftiraların kaynağı olabilir miydi? Allah Resûlü (asm) daha hayatındayken onun Cennetlik olduğunu müjdelemişti. Cennetlik bir kişi bunları nasıl işleyebilirdi? Ama bu sözlerin sâhibi hiç çekinmeden ağzına geleni söyleyebiliyordu. Acaba Sa’d’ı (ra) yakından tanıyan, onunla sohbet eden, arkadaşlık yapan birisi miydi? Değildi. Peki, bu sözleri neye dayanarak söyleyebiliyordu? Hz. Sa’d’ı sevmeyenlerden mi duymuştu, yoksa kendisi mi uyduruyordu? Açıkça iftira olan bu sözler Hz. Sa’d’ı müteessir etmişti. Ellerini kaldırıp Allah’a duâ etmekten başka birşey yapmadı: “Madem ki bunları söyleyebildin, ne diyeyim sana? Sadece Allah’a duâda bulunacağım” dedi ve devam etti: “Ey Allah’ım! Senin bu kulun eğer yalancı ise, bunları gösteriş için söylüyorsa onun ömrünü uzat, fakirliğini çoğalt, onu fitnelere uğrat!” Hadiseler Hz. Sa’d’ın suçsuzluğunu ispat etti. İftira atan adamın zamanla ihtiyarladığı, fitnelerin verdiği sıkıntılarla çöktüğü, kaşlarının gözlerinin üzerine doğru sarktığı, herkesin gülüp eğlendiği bir duruma düştüğü görüldü. Kendisine “Nasılsın?” diye sorulduğunda, “Kocamış, fitneye uğramış zavallı bir pîr-i fâniyim. Sa’d’ın bedduâsına uğradım” cevabını verirdi.
Dipnot:
1- Üsdü’l-Ğâbe, II: 366-369; İbn Sa’d, III: 139 v.d. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İman ve yalan |
Re’fet Bey: “Meyve Risâlesinde, Âyetü’l-Kürsî’nin tetimmesi olan âyette ebcet hesâbı ile 1417 tarihi çıkıyor. Bu tarihin hükmü ve mânâsı nedir?”
On Birinci Mes’elenin Haşiyesinin Bir Lâhikasına kaynaklık eden âyet Âyetü’l-Kürsî’den sonra gelen iki âyettir. Mânâları şöyledir: “Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim insanları Allah’ın yolundan saptırıp isyana sürükleyen ve birer mâbud gibi kıymet verilen tâğûtları reddeder ve Allah’a iman ederse, işte o kopmaz ve kırılmaz sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, her şeyi eksiksiz bilendir. Allah îmân edenlerin dostu ve yardımcısıdır. Onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet nûruna kavuşturur. İnkâr edenlerin dostu ise tâğûtlarıdır; onları îmân nûrundan mahrum bırakıp inkâr karanlıklarına sürükler. İşte onlar Cehennem ateşinin ehlidir. Orada ebediyen kalacaklardır.”1 Âyet, dinde zorlama olmadığını, hak ile bâtılın birbirinden iyice ayrıldığını, tâğûtları reddeden ve Allah’a îmân edenlerin kopmaz bir kulpa yapışmış olacağını, îmân edenlerin dostlarının Allah olduğunu, inkâr edenlerin ise tâğûtlarını dost edinmiş olacaklarını gündeme alan mesajlarıyla sanki çağımıza husûsî bir biçimde hem şefkatle, hem de tokatla bakıyor gibidir. Üstad Hazretleri de bu iki âyetten ebced hesabıyla çağımıza bakan tarihler çıkarır.2 Bu tarihlerden birisi de, “İnkâr edenlerin dostu tâğûtlardır” cümlesinin ebced hesabı ile karşılığı olan 1417 tarihidir. Ki, içinde bulunduğumuz rûmî yıl 1418; hicrî yıl ise 1423’tür. İnsan îmân ettiğinde, Allah yolunda kopmaz bir ip olan Allah’ın kitabına sımsıkı bağlanır. İnkâr ettiğinde de, kendisine bağlanacağı, inanacağı, kulu ve kölesi olacağı bir “tâğût” bulur. Yani ya Allah’a îmân eder, Allah’ın kulu ve kölesi olur, yalnız O'na ibâdet eder, yalnız O'na sığınır ve yalnız O'ndan yardım ister. O'nun için yaşar, O'na döneceğini ve O'na hesap vereceğini bilir. O'na ve O'nun dînine hizmet eder. Ya da Allah’a îmân ve itaat etmez, ama dünyevî putların kölesi olmaktan da kendini kurtaramaz. Yani, yol ikidir. İnsan, iki yoldan birisini tercih etmekle mükelleftir. Allah’a îmân ederse Allah’ı dostu bulacak, Allah’a dost olacak, Allah’ı sevecek, Allah’ın rızâsını arayacak, Allah tarafından sevilecek ve Allah’tan yardım görecek; Allah’ı bırakıp tâğûtları tercih ederse, aydınlıktan karanlığa çıkacak, tâğûtları tokatları gibi yüzünde şaklayacak. Yani bir yanda Allah’a îmân, itaat ve teslîmiyet, diğer yanda tâğûtlar. Bu, tarih boyunca böyle ola gelmiştir. Demek insan Allah’a iman etmemekle kolay ve hafif bir yol bulduğunu boşuna zannetmektedir. Aslında en zor ve en çetrefilli çıkmaz bir sokakta yuvarlanmaktadır. Dünyevî putların kahrını çekmek daha zor ve daha sıkıntılıdır çünkü. Kendisine karşı kusur işlediğinde affı ve bağışlaması yoktur. Yağcılık yaptığında şefkatini, merhametini ve mükâfatını görmez. İnşaallah; “Allah’a iman” noktasında dünya çapında bahar sancıları yaşıyoruz. Baharda bereket ve hayat getiren fırtınalar ve tecelliler bazen ağır gelebilir, şiddetli olabilir, can yakabilir, göz yaşartabilir. Ama dünyada dünya için yaşamıyoruz. Allah için varız ve Allah’a döndürüleceğiz. O halde vereceğimiz bedel, göreceğimiz mükâfat yanında elbette çok ucuz düşecektir. Çünkü Allah cömerttir, Allah zengindir, Allah kadir-kıymet bilendir, Allah en iyisiyle karşılık verendir, Allah ihsan ve ikram edendir, Allah unutmayandır, Allah ölümsüzdür. Allah inananlarla beraberdir. Bununla berâber, Cenâb-ı Hakkın, îmân, hidâyet, huzur ve muvaffakiyet nimetlerini bize pahalı vermemesi, elbette duâmız ve dileğimizdir. Binâenaleyh, verilen bu tarihleri gelecek bahar noktasında hayra yormalı ve vazifemize devâm etmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 2/256, 257; 2- Asâ-yı Mûsâ, s. 79. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bir darbecinin feci âkıbeti |
Türkiye'de yaşanan ilk darbe, 1876 senesinde I. Meşrûtiyet'in ilânından yaklaşık altı ay evvel vuku buldu: 30 Mayıs günü. Darbecilerin başında ise, zamanın Genelkurmay Başkanı (Serasker) Hüseyin Avni Paşa vardı. Paşa, bu yaptığını 15 Haziran günü canıyla ödedi. 30 Mayıs 1876'da Sultan Abdülaziz'i tahttan indiren askerler, ona çok kötü muamelede bulundu. Sonradan ortaya çıkan bilgi ve belgeler, aslında birer utanç vesikası hüviyetinde. Mazlûm padişahı bir odaya hapsettiren darbeciler, aynı zamanda ondan korktukları için, çok sinsice bir sûikast planını hazırladılar. Günlerce aç bırakıp önce o pehlivan yapılı sultanı takattan düşürdüler. Sonra da odasına kuvvetli cellâtları sokup ellerini bileklerinden kestiler. Bu yaptıklarına ise, ne yazık ki "intihar" süsü verdiler: 4 Haziran 1876. Halkın ekseriyeti, hadisenin intihar olmayıp, düpedüz bir cinayet olduğuna inandı. Sorumlu olarak da, Hüseyin Avni Paşa ile yakın adamlarını bildi.
Peşpeşe gelen ölümler Sultan Abdülaziz'in vefatından 4 gün sonra, Osmanlı ordusunda genç bir subay olan Çerkes Hasan'ın ablası Neş'erek Hatun da hastalanarak vefat etti. Aradan 3–4 günlük bir zaman geçmişti ki (15/16 Haziran gecesi), bu kez darbe lideri Hüseyin Avni Paşa ile aralarında Hariciye Nâzırının da bulunduğu beş kişi Çerkez Hasan tarafından vurularak öldürüldü. Çerkes Hasan ise, 17/18 Haziran gecesi sabahın erken saatlerinde Genelkurmay Başkanlığının (şimdiki İstanbul Üniversitesi) Bayezid kapısında asılmak sûretiyle idam edildi. Bütün hadeseleri korku ve dehşet içinde takip eden yeni padişah Sultan 5. Murad, elinde olmadan evham hastalığına yakalandı ve sonunda cinnet geçirecek bir noktaya geldi. 31 Ağustos'ta doktorların raporuyla tahttan indirildi ve onun yerine Sultan Abdülaziz'in yeğeni Sultan II. Abdülhamid tahta getirildi. Yaşanan o dehşet döneminin tesiriyle Sultan II. Abdülhamid de evham hastalığından nasibini aldı ve bu hastalığı ömrünün sonuna kadar üzerinde taşımak bahtsızlığını yaşadı.
Çerkes Hasan Vak'ası 15/16 Haziran gecesi, darbecibaşı Hüseyin Avni Paşa ile yakın adamlarının bir baskın sonucu öldürülmesi hadisesi, Osmanlı tarihinde "Çerkes Hasan Vak'ası" şeklinde yer aldı. Henüz 26 yaşında genç bir subay olan Çerkes Hasan, aynı zamanda katledilen Sultan Abdülaziz'in kayınbiraderi ve Şehzade İzzeddin Yusuf Efendinin de yaveriydi. Çevik, cesur, silâhşör ve gözüpek bir subaydı. Bu sebeple, derbeci katiller ondan korkuyordu. Korktukları için de, uzak bir diyâra onu tayin ettiler. Ancak gitmedi, gitmek istemedi. İçeri atıldı. Sonra, tanıdıkların ricasıyla ve tayin yerine gideceği vaadiyle serbest bırakıldı. İşte, tam da serbest bırakıldığı gece, yanına bir kama ve 4–5 adet tabancayı da alarak Hüseyin Avni Paşanın peşine düştü. Birkaç yerde izini sürdü ve nihayet o gece Beyazıt Soğanağa Mahallesindeki Sadrâzam Mithat Paşanın evinde olduğunu tesbit etti. Meğerse, devletin bütün ileri gelenleri o gece konakta yapılacak olan toplantıya çağrılmış. Üzerindeki üniformasıyla gittiği için, konağın görevlileri tarafından her nasılsa engellenemeden içeri giriyor. Toplantının yapıldığı salona giren Çerkes Hasan'ın karşısında asker ve hükümet erkânından tamı tamına 13 şahsiyet var. Bir elinde tabanca, diğerinde kamasıyla salonun kapısında "Davranmayın!" diye bağırmasıyla, neye uğradığını şaşıran H. Avni Paşaya ateş etmesi bir oldu. Paşaya iki kurşun isabet etti. Yaralı halde kaçıp kurtulmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Paşaya yetişen Çerkes Hasan, elindeki kamasıyla vurup vücudunu delik deşik etti. Konağın sahibi ve aynı zamanda Sadrâzam olan Mithat Paşanın harem odasına kaçması ve buradaki bir elbise gardrobuna girip saklanmasıyla kurtulduğu rivâyet edilir. Dışarıdan askerlerin gelip Çerkes Hasanı teslim almalarıyla son bulan baskında toplam beş kişi ölürken, üç kişinin de ağır şekilde yaralandığı tesbit edildi. Ertesi gün alelusûl şekilde mahkemeye çıkartılan Çerkes Hasan, Beyazıt Meydanındaki bir dut ağacının dalına asılmak sûretiyle idam edildi. Çerkez Hasan, halkın nazarında bir kahraman oldu. Hüseyin Avni'nin ölümüne bir cihet sevinen halk, Sultan Abdülaziz'i ise hiç unutmadı. Onun için nice ağıtlar yakıldı, mersiyeler söylendi. İşte, o mersiyelerden meşhûr olmuş birkaç mısra: Seni tahttan indirdiler Üç çifteye bindirdiler Topkapı'ya gönderdiler Uyan Sultan Aziz uyan Kan ağlıyor bütün cihan 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Eşim dindar, namaz-niyazında ama…” |
Aile hayatı ile ilgili yazılarımızı ilgiyle takip ile çok istifade ettiğini söyleyen bayan, aile hayatıyla ilgili iki önemli soru yöneltti: “Yazılarınızda da belirttiğiniz gibi dindar bir eş seçmiştim. Ama, nişanlılık dönemimiz çok kısa geçti, teferruâtlı bir araştırma yapamadım. Sorun ve sorum şu: Ben sohbetlere gidiyorum, kendimi geliştiriyorum; beyim ise, bu meselelere eğilmiyor, kafasını vermiyor! Kendisini geliştirmiyor… “İkincisi beyim çok fedakâr ve ailesine bakıyor. Onların borçlarını ödüyor, eşya alıyor. Onlar da sanki mecburmuş gibi bir tavır içinde… Bu iki mesele beni çok üzüyor, ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım?” Beyiniz namazlarını kılıyor mu? “Evet, namazlarına çok dikkat eder.” Gayr-i meşrû hayatı var mı? “Hayır!” Sohbetlere katılıyor mu? “Ara sıra…” Evliliğinizin kaçıncı yılındasınız? “Yeni, henüz altı ay oldu…” Öyle ise, bahtiyarsınız, Allah saadetinizi arttırsın. Bundan daha büyük bir nimet, bir güzellik olabilir mi? Üzülecek, endişe edecek değil, bilâkis sevinilecek, hatta gıpta edilecek bir durumdasınız… Zira, deccalizmin hüküm sürdüğü bu dehşetli çağda, beyiniz gayr-i meşrû hayat içinde değil ve ibadetlerini ifa ediyor. Şimdi siz üzülmek değil, bilâkis aşk ve şevkle şuna yönelmelisiniz: Gayretiniz, duânızla onu tam olarak sohbet ortamına çekebilirsiniz. Evinizi özel bir medreseye, sohbethaneye çevirebilirsiniz. Onu hizmete kazandırabilirsiniz. Gayet tabiî ki, bunu nezaket ve nezahetle yapmalısınız. Ayrıca bu sizin mükellefiyetiniz. Hiç şüphesiz ki, gayretlerinizi Allah boşa çevirmez… İşte birlikte müzakere ve mütalâa etmeniz gereken mevzudan size iki pasaj: “Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine (dindarlığına) bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. “Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp ‘Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvâya girer.” 1 l Evlenmenizin gayelerinden en büyüğü, Allah rızası ve sırf iman hizmetini yapmak; l Nefsimizi muhatap alıp terbiye etmeye2 çalışmak; l Esas hedef dünyayı değil, ahireti kazanmaktır. l Birbirine tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisâl olmak. Dayanışma içine girmek. Birbirini taltifte birer şefkatli eş olmak; ders müzakeresinde birer zekî muhatap ve mücîp (cevap veren) ve güzel seciyelerin in’ikâsında birer ayna olmak gerekir.3 Şu halde, aile ortamınız şikâyete değil, şükre vesile olacak mahiyette…
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 199. 2- Sözler, s. 11. 3- Şuâlar, s. 272. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Gurbetteki bayramlar - 2009... |
Gurbetteki bayramları tarif ve tasvir etmek o kadar zor ki… Mahiyetine uygun bir isim bulmak fevkalâde müşkil… Gerçi Avrupa Nur Cemaati “Bediüzzaman Hazretlerini Anma” ismini bulmuş bu toplanmalara… Katolik kilisesinin meşhur iktisat prof'u konuşurken salonun köşelerinde koşuşturan küçük Said ve Nur’ların manzarasına böyle ilmî bir toplantıda şahit olmak mümkün mü? Bin kişilik salonda anneler, babalar ve gençler, meşhur ilim adamının konuşmasına kulak kesilirken, ara ara kundaktaki bebelerin sesleri de salonun arka taraflarında duyuluyor. İstanbul Üniversitesinin ve dindar iktisatçıların yüzakı Nazif Gürdoğan'ın halka inen ilmî konuşması ile Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz'ün mevzuyu Risâle-i Nur çerçevesinde resimleyen konuşmalarını can kulağıyla dinleyenleri gördükçe, kendinizi “ilmî bir konferansta” hissediyorsunuz. Toplantının dördüncü saatinde Yûsuf Sûresi çerçevesinde “küresel krizi” tahlil eden Prof. Dr. Mehmet Emin Ay Hocamızı dinleyenlerdeki dikkat, toplantının seansından da canlı olunca, Köln'deki “Nur'un bayramının” başka bayramlarla mukayese edilemeyeceğini anlıyorsunuz. Mehmet Emin Ay Hocamızın sesini cd, kaset ve ekranlardan duyan dinleyicilerinin, hoca ile sahnede karşılaşmaları, Kur'ân-ı Kerîm ve na't-ı şerifleri bizzat kendisinden duymaları, bu bayramın orijinalliğini biraz daha öne çıkardı. Bahri Güngördü ve kıymetli arkadaşlarının icra ettikleri ilâhîler ve na't-ı şerifler, bin yıllık tarihimizden ve inançlarımızdan nebean eden musîkimizi bilhassa Avrupa'daki nesillerimize aktarmaya ne kadar mecbur olduğumuzu ortaya çıkardı. Türk kültürünün ikinci Avrupa'nın sefih ve dinsiz kültürleri karşısında asimileye uğramaması için çırpınan yetkililerimize bu noktayı ayrıca hatırlatmakta fayda var. Elektronik aletlerin, dijital org ve diğer musîki enstrümanların; ney, kanun, ud ve bendir karşısındaki mağlûbiyetine Avrupa Nur Cemaati Köln Şehir salonunda bir defa daha şahit oldu. Musîki heyetinin bilhassa ikinci bölümde seslendirdiği kahramanlık türküleri, vatanî kasîdeler ve hasret melodileri başlı başına bir program oluşturduğundan dolayı, Köln'deki “Nur bayramlarını” belli bir formata taşımak zorlaşıyor. Çocukların programa katkılarını unutmadan; bu bayramı aynı zamanda Anadolu kadınının gurbetteki “mutfak bayramı” olarak da anabiliriz. Avrupa'daki Müslümanların Mc Donalds'ı lahmacun ve dönerle nasıl devre dışı bıraktıklarını; Pommes, Ketçap ve Kola ile fıtratı tahrip edilmek istenen mutfağının şanlı mücadelesini de yine Köln'de seyretmek artık gelenek olmuş. Köln'deki Nur bayramlarının gelenekselleşen bir özelliği daha burada öne çıktı: Her senenin Haziran ayındaki bu bayrama “orjinal sinevizyonlar” hazırlamak. www.SaidNursî.de sitesinin idarecisi Abdullah kardeş ile İzmir'deki kardeşlerimizin fedakârane gayretleriyle, profesyonellere parmak ısırtacak güzellik ve kalitede hazırlanan bu 20-25 dakikalık filmlerin bu denli kolayca ortaya çıkışını, söz konusu kardeşlerimiz “cemaatin şahs-ı manevîsinin kerametine” bağlıyorlar. Avrupa Nur cemaati ile Yeni Asya İnternational´in birlikte hazırladıkları bu bayrama “hasret giderme bayramı” da diyebiliriz. Sekiz saat süren bu buluşmayı bir yönüyle Van, Urfa, Isparta ve Kocatepe mevlidlerine de benzetebiliriz. İskandinavya'dan Alpler'e, Paris'ten Viyana'ya, Türkiye'den Amerika'ya uzanan coğrafyaların buluştuğu bu bayramın en önemli diğer bir özelliği, Hıristiyanlarla birlikteliğe önem verilmesidir. Her bayrama, seçilmiş konunun mütehassıs ilim adamları dâvet ediliyor. Netice-i Kelâm, bu bayramların tasviri kabil olmuyor. En iyisi Türkiye'den de olsa, kalkıp gidip katılmak… Bu yazının asıl çerçevesini bu bayramın hazırlığında bulunan Nur Cemaati mensuplarının fedakârane ve gayretli çalışmaları teşkil ediyor. Rabbimiz istihdamlarını devam ettirirse, en büyük mükâfata kavuşmuş oluruz. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Cezaevini ıslâh evi yapmak mümkün! |
Evet, çok iddialı bir söz; ama gerçekten de cezaevlerini tam bir ıslâhhane yapmak mümkün! “Bu kadar kolay olsa bunu kim yapmaz?” diye akla bir soru gelebilir. Doğrusu da öyle olmalı. Cezaevinden maksat ‘suçlu’ları ‘ıslâh’ etmek ise—ki öyledir ve öyle olmalıdır—o halde bu kolay yol niçin tercih edilmez? Aslında cevap çok basit: Cezaevlerini ıslâhhane yapmak için ‘din’den, İslâmdan istifade etmek lâzım. Fakat Türkiye’yi ‘idare edenler’ bir işin içinde ‘din/İslâm’ olunca o ‘iş’ten ürküyor, korkuya kapılıyor ve bu sebeple de yıllar boşa geçiyor, insanlar cezaevlerinde ‘ıslâh’ olamıyor! Tabiî ki “dinden, İslâmdan istifa etme”yi basite almamak gerek. Bu bir sistem, bir anlayış ve bir yaşayış şekli. İslâmın sadece bir yönünü alıp, başka yönlerini inkâr etmekle ‘çare’yi bulmuş olmayız. Aslında nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede bu kadar insanın cezaevinde olmasında bile bir terslik var. Malûm olduğu üzere İslâmî anlayış, insanların suç işledikten sonra cezalandırılmasını değil; en başta onların ‘suç işlememesini’ temin eder. Diğer sistem ve ‘çare’lerden en önemli farkı da budur. Yani İslâm ‘insan’a der ki; “Bu yaptığın haramdır, harama el uzatma. Zinaya yaklaşma. İçki içme. Komşuna haksızlık etme. Zulmetme, fakirin hakkını yeme. Zekâtını ver. İnsan öldürme, küfretme, vs... Bütün bunlar, muhtemel ‘suç’ları önlemek için en kolay yol değil mi? Diğer sistemler ise, sadece ‘suç işleyen’lerin, suçları işledikten sonra cezalandırılmasını öngörür. Ki bu da suç işleyenlerin ‘ıslâh’ını mümkün kılmaz... Şunu da unutmamak lâzım: Cezaevleri de bir yönüyle cemiyetin özetidir. Cemiyetin genelinde suç işlemeye karşı bir meyil olmasa cezaevlerinde izdiham yaşanır mıydı? O halde cezaevlerini birer ıslâhhane yapabilmek için önce ‘dışarıyı’ ıslâh et- meye çalışmak lâzım. Bu yol ‘zor’ olandır, ama kalıcı çare de ancak bu şekilde temin edilebilir. Bunları ifade ederken elbette kanunlardan kaynaklanan problemleri inkâr ediyor değiliz. Aynı şekilde ‘geç tecelli eden adalet’in açtığı yaraları da unutmuş değiliz. Bütün bu problemlere rağmen istenir ve şartları yerine getirilirse cezaevlerini birer ıslâhhane yapmak yine de mümkündür. Bunun bi-rinci şartı da ‘din’den İslâmdan korkmayacak bir anlayışa sahip olmaktır. Meselâ, gerçek ve ehil din adamları cezaevlerinde görevlendirilse ve bunlar mahpuslara ‘doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu’ anlatsa kim ne kaybeder? Dünya âlem biliyor ki, doğru İslâmı yaşayan ‘bin adam’ı idare etmek; dinden habersiz ‘bir adam’ı idare etmekten daha kolaydır! Kur’ân’ın hakikatli bir tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyatı da hapishaneleri ıslâhhane yapmak için müracaat edilecek kaynaklardan biridir. Risâle-i Nur’un tarihi bunun en çarpıcı delilidir. ‘Katil’leri ‘sinek’ öldürmekten vazgeçiren bu eserler değil mi? Üstadımız müjdeyi vermiş: “İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslâhhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler” demiştir. (Asa-yı Musa, s. 21) “Hapishaneler doldu taştı, yeni tutuklulara yer yok!” (Vatan, 14 Haziran 2009) haberleri, bu müjdenin tahakkuku için fırsat olmalı. “Bahtiyar müdürler ve memurlar”a duyurulur... 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Yeniye destek, eskiye köstek - 1 |
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçen hafta yeni teşvik paketini açıkladı. Amaç yeni yatırımları ve istihdamı arttırmak. Bunun için ülke, gelişmişlik durumlarına göre 4 bölgeye ayrılıyor. Bölgelere göre değişen teşvikler şöyle özetlenebilir: Kurumlar Vergisi oranı yüzde 10 ila yüzde 2’ye indiriliyor. İşverenlerin sigorta primleri 2 ila 7 yıl süreyle devlet tarafından ödenecek. Büyük projelerde yatırıma katkı oranı yüzde 30-70, diğerlerinde ise yüzde 20-60 olacak. Bu teşviklerden faydalanacak olanların 31 Aralık 2010’a kadar yatırıma başlamaları gerekiyor. Üçüncü ve dördüncü bölgelere taşınacak olan konfeksiyon ve tekstilcilerin nakliye giderlerini hazine karşılayacak. Takibe düşmemiş işletmelerin kredilerine garanti verilecek. Yatırımını daha önce yapmış olan şirket kapasitesini genişletirse, ilâve yatırımından dolayı teşvikten yararlanacak. Üçüncü ve dördüncü bölgede yatırımı TL kredisiyle yapanların faiz maliyetinin 3 ila 5 puanını hazine ödeyecek. Döviz cinsi kredilerde bu oranlar 1 veya 2 puan olarak belirlendi. Yeni yatırım yapmak isteyenlere bedava arazi tahsis edilecek. Büyük yatırımlar KDV istisnası ve Gümrük Vergisi muafiyeti ile desteklenecek. Bununla ilgili 12 sektör seçilmiş. Bu sektörler kimyasal madde, petrol ürünleri, transit boruyla taşımacılık hizmetleri, motorlu kara taşıtları, demiryolu, tıbbî aletler, ilâç imalatı, madencilik şeklinde sayılmış. İstihdam için öngörülen teşvikler ise şunlar: Okul, hastane gibi kurumların bakım ve onarım işleri, arazi ıslâhı, bahçe düzenlenmesi konularında 120 bin işsize doğrudan istihdam sağlanacak. 10 bin işsiz girişimcilik eğitiminden geçirilecek. Bunlara 4 bin TL hibe verilmesi söz konusu. 200 bin işsize hem eğitim, hem de günde 15 TL verilecek. 100 bin genç stajyerlere 6 aya kadar İŞKUR tarafından 15 TL ödemede bulunulacak. Nisan 2009’daki mevcut istihdama ilâve olarak işe alınanların sosyal güvenlik primleri 6 ay boyunca devletçe karşılanacak. Kimilerinin hararetle alkışladığı paketin anahatları böyle. Paket; yatırım ve istihdam olmak üzere iki ayaktan oluşuyor. Paketin yatırım ayağı orta ve uzun vadede sonuç verecek, meyvelerin toplanması zaman alacak, istihdam ayağı ise süre ile sınırlı. 500 bin kişi öyle veya böyle iş imkânına kavuşacakmış. Mış diyoruz, çünkü rakam biraz abartılmış gibi geldi. Yarısına da razıyız. Peki 6 aylık süre dolunca ne olacak? Kapı önüne mi konulacaklar? Gelecek hafta paketi daha detaylı analiz etmek umuduyla yazımızı burada noktalıyoruz. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
İran yola aynen devam |
İRAN'DA yapılan 10. dönem cumhurbaşkanlığı seçimleri halihazırda bu görevi sürdüren Mahmud Ahmedinejad’ın zaferiyle sonuçlandı. Ahmedinejad, tamamı sayılan 39 milyon 165 bin 191 oyun, 24 milyon 527 bin 516’sını yani yüzde 62.63’ünü alarak yeniden Cumhurbaşkanı olmaya hak kazandı. En yakın rakibi Mir Hüseyin Musavi ise 13 milyon 216 bin 411 oy ve yüzde 33.75’lik oranla yarışı ikinci sırada bitirebildi. İran sınırları içinde durum böyle olurken, İran dışındaki seçmenlerin gönlündeki Cumhurbaşkanı’nın ise Musavi olduğu ortaya çıktı. Yurt dışında 130 ülkedeki İranlıların tercihinde Musavi 85 bin 353 oyla ilk sırada yer alırken, Ahmedinejad’a ise 71 bin 509 oy çıktı. İran’da seçime katılım da oldukça üst düzeyde gerçekleşti. 18 yaş ve üzeri 46,2 milyon kayıtlı seçmenin olduğu ülkede halkın yüzde 85’i oy kullandı. Bu tarihi seçimde Ahmedinejad geleneği, Musavi ise yeniliği temsil ediyordu. Yani bir nev'î ABD’deki seçimin izdüşümü olarak Musavi, İran’ın Obama’sı olabilirdi. Dünyanın yeni, değişimci, diyalog ikliminde, Obama’nın İslâm dünyasına vermiş olduğu mesajların hemen akabinde Musavi’nin reformist bir aday olarak daha büyük bir başarı elde etmesi umuluyordu. Ancak beklenen olmadı. ABD’nin başına Hüseyin geçti ancak İran’ın başına Hüseyin Musavi (“Musevi”) geçemedi. Geçseydi kaderin ilginç bir tevafuğu olacaktı... Eğer Musavi İran’da zafer kazansaydı önümüzdeki dönemde İran’ın hem ABD ilişkileri bakımından, hem de nükleer programı bakımından farklı bir anlayışa girmesi beklenebilirdi. Ancak şimdi Ahmedinejad’ın İran’ın politikasını aynı şekilde devam ettireceği aşikâr. Seçimlerde Musavi taraftarları şaibeler olduğunu iddia etse de bu yükselen sesler bir sonuç getirmeyecektir. Dünya kamuoyu genelde endişeli bir şekilde karşıladı sonuçları. Avrupa Birliği sonucu endişeyle izlediklerini ancak nükleer programla ilgili işbirliğinin devam etmesini umduklarını belirtti. ABD, seçimlerde şaibe iddialarının üzerinde ciddî şekilde durduklarını açıkladı. İsrail ise en büyük ve güçlü ‘ötekisi’ olan İran’ın aynı şekilde yola devam etmesini ‘bakın işte gördünüz mü, bunlar hâlâ radikal’ dercesine adeta sevinçle karşıladı. İsrail Başbakan Yardımcısı Sivan Şalom, İran’da, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın galibi olduğu kesinleşen devlet başkanlığı seçiminin sonucunun, “İran’ın özgür dünya ile gerçek bir diyalog kurmaya hazır olduğuna ve nükleer programını durduracağına inananların yüzünde patlayan bir tokat olduğu” değerlendirmesinde bulundu. Şalom bir İsrail radyosuna yaptığı açıklamada, “Ahmedinejad’ın seçilmesi, dünya ülkelerine, ‘mevcut politikasına ülkesinde geniş destek bulduğu ve bunun aynen süreceği’ yolunda açık bir mesajdır” dedi. Şalom, ABD ve hür dünyanın, Tahran’ın nükleer emelleri ile ilgili politikalarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiğini kaydetti. Obama’nın İslâm dünyasına sıcak mesajlar verdiği, Lübnan’da Hizbullah’ın seçimlerde hezimete uğrayıp, ABD desteği alan Haririlerin zafer kazandığı bir ortamda İran’da reformistlerin zafer kazanacağına olan inanç oldukça güçlüydü. Şaibeli yahut şaibesiz İran’da 4 yıllık bir Ahmedinejad dönemi bizleri bekliyor. İranlı kadınlar ve gençler reform hülyalarını bir başka bahara ertelemek durumunda kaldılar. Bu seçimler bir kez daha gösterdi ki, İran henüz herhangi bir reforma hazır değil. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
1 Ronaldo = 8,9 milyon yoksul! |
“Dünyada her altı kişiden birisi açlık çekiyor. Her altmış saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor ve Afrika’nın alt Sahra bölgesindeki ülkelerde gıda fiyatları bir yıl öncesine göre daha yüksek. Yoksulluk ve açlık ömrümüzde gördüğümüz en büyük krizlerden birisi”. BM Dünya Gıda Programı Yöneticisi Josette Sheeran, G8 bakanlarına Cuma günü böyle sesleniyordu. Dünya Gıda Programına göre; küresel gıda yardımı miktarları son yirmi yılın en düşük düzeyinde. Günde 2 dolardan daha az gelirle yaşayanlar için malî kriz açlığı hızlandırdı ve daha kötüsü geride. Yükselen gıda fiyatları son altı ayda 105 milyon kişiyi daha açlık sınırının altına itti. Bu küresel krizden en çok etkilenenler şehirlerde çalışan kırsaldan gelmiş vasıfsız işçiler ve yurtdışında çalışanlar. Ayrıca ihracat, madencilik ve turizm alanında çalışanların bir çoğu işten çıkarıldı. Yoksul ülkelerdeki çoğu aile giderlerini kısabilmek için çocuklarını okula göndermemeye, hastalarını tedavi ettirmemeye başladı. Aslında açlık çekenleri yaşayabilir hale getirmek, malî kurumları ve otomotiv sanayini kurtarmak için gereken trilyonlarca dolardan daha ucuz. Dünya Gıda Programının dünyada acil açlık çeken 105 milyon kişinin ihtiyaçlarını karşılamak için yalnızca 6,4 milyar dolara ihtiyacı var. Geçen hafta sonuna kadar toplanabilen bağış tutarı ise yalnızca 1,5 milyar dolar. Bu yüzden doğu Afrika ve Kuzey Kore yardım programları iptal edildi. Real Madrid’in Cristiano Ronaldo için ödediği 130 milyon dolar ile, Etiyopya’daki 8,9 milyon aç insanın bu yılın sonuna kadar doyurulması mümkün. Pakistan’da Svat vadisinde yerlerinden edilen 2 milyon insanı beslemeye yeter. Ya da Burkina Faso, Kamboçya, Guatemala, Liberya ve Swaziland’daki bütün insanları tam bir yıl için doyurmaya yeter de artar. Dünyanın zenginleri ise kendi derdine düşmüş. Kendi refah düzeylerinden ödün vermek istemiyor. Peki ya petrol zengini Müslüman ülkeler? Onların çoğu henüz Batılı dostlarını küresel kriz batağından çıkarmak için para vermekle meşguller. Kendi gözlerinin önünde yoksulluk çeken Filistinlilere yardım etmekten acizler. Dünya Gıda Programı, açlık sınırının altındaki nüfusu acilen doyurmamamız halinde, dünyayı isyanlar, çeteleşmeler, ahlâkî çöküntüler ve kargaşa beklediği tesbitini yapıyor. Yani zenginlere yoksulları doyurmazsanız rahat uyku uyutmazlar diyor. Son bir yılda işsizler ordusuna 1 milyon 125 bin kişinin daha eklendiği ülkemizde de durum farklı değil. Eğer bugüne kadar büyük toplumsal patlamalar yaşanmamışsa, bunu İslâmî değerlere dayalı aile yapısı ve yerel toplum dayanışmasına borçluyuz. Yalnızca çıkara ve kişisel doyuma dayalı bir hayat tarzını dikte eden modern kapitalizmin dünya insanlarını getirdiği nokta burası. İslâmın zekât, yardımlaşma ve dayanışma toplumsal esaslarının eksikliği her geçen gün daha fazla hissediliyor. Bugün sofraya oturduğunuzda, sizin yemeğinizi yediğiniz onbeş dakika içinde 15 çocuğun açlıktan ölmekte olduğunu unutmayın. Acaba kaç komşumuz oturacak sofradan bile yoksun? Öyleyse çorbamızı biraz fazla yapıp paylaşalım. Yalnızca duâlarımızla değil, imkânlarımız ölçüsünde “veren el” olarak da yoksullara destek olalım. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Ramazan seti buluşması |
Geçen hafta da yazdığımız gibi, 21 Ağustos’ta başlayacak olan Ramazan ayına kadarki süreçte en önemli gündem maddemiz, üç kitaplık Ramazan setimizle ilgili çalışmalar olacak. Münhasıran bu konuyu müzakere etmek üzere, önümüzdeki Cumartesi-Pazar günlerinde, Nevşehir-Kozaklı’daki Divaibis Otelinde bir toplantı tertipledik. 20 Haziran Cumartesi günü saat 14:00’de başlatmayı planladığımız toplantıya bütün neşriyat sorumlusu ve büro temsilcisi arkadaşlarımızın katılımını bekliyoruz. Ve toplantıya katılacak arkadaşlarımızın, otel rezervasyonu için, isimlerini 18 Haziran Perşembe günü akşamına kadar Abone Servisimize bildirmelerini rica ediyoruz. Bunun için ulaşabileceğiniz telefonlar. 0 (212) 630 48 35 (0 532) 267 2772 *** Ramazan sayfası Ciddî bir tiraj artışı beklediğimiz Ramazan kampanyamızı, gazetemizde farklı ve güçlü bir Ramazan sayfası ile desteklemenin ayrı bir anlam taşıyacağına inanıyoruz. Dolayısıyla, Ramazan sayfamıza katkıda bulunmayı düşünen arkadaşlarımızın, çalışmalarını bu anlayışla planlayıp şimdiden bizimle irtibat kurmalarını ve hazırlayacakları dosyaları Ağustos ayının ilk haftasında elimizde olacak şekilde ulaştırmalarını rica ediyoruz. *** Elif ses getiriyor Geçen hafta 7. sayısını çıkardığımız Elif ekimiz, dışımızdaki mahfillerde dikkat çekiyor ve takip ediliyor. Bunun bazı işaretlerini, Vehbi Horasanlı’nın “Osmanlının gayrimüslim kahramanları” başlıklı yazısını kapak yaptığımız sayının internet medyasında getirdiği yankılar ve akabinde Hürriyet’in geçen haftaki Pazar ekinde Elif’i kendi ilâveleri Kelebek’e benzeten yazıyla gördük. Lâhika sayfası sorumluluğu ve diğer görevlerinin yanı sıra Elif’in editörlüğünü de üstlenen İsmail Tezer, bu yazıya gerekli cevabı verdi. Burada ona ilâveten, Hürriyet’in magazin eki Kelebek’le, fikir, kültür, edebiyat, sanat ağırlıklı bir ilâve olan Elif’in hiçbir benzerliğinin bulunmadığını ifade edelim. *** Halit Ertuğrul Elif’te Bu arada, bilhassa gençler tarafından ilgiyle takip edilen kitaplarıyla büyük hizmetlere vesile olan değerli yazar Halit Ertuğrul’un Elif ve Yeni Asya yazı ailesine katılmasından duyduğumuz memnuniyeti kayda geçirelim. Geçen haftadan itibaren Elif’te yazmaya başlayan Ertuğrul, aslında Yeni Asya ile yazı hayatına atılmış bir kalem. 1970’li yılların sonlarından itibaren Yeni Asya sayfalarında birçok yazısı çıkmış olan Ertuğrul, Elif’teki yazılarıyla, bir anlamda kendisini yetiştiren mektebe de dönüş yapmış oluyor. Kendisine “Yuvanıza hoşgeldiniz” diyor, hasret ve muhabbetle kucaklıyoruz. *** 40 yıllık okurlardan sonra 40. hizmet yılımıza girerken başlattığımız, 40 yıllık okuyucularla yapılmış röportajlar serimiz ilgi ve dikkatle takip edilirken, okurumuz N. Serkan Dağlı şöyle bir mesaj göndermiş: “Gazetemizin 40 yıllık okurlarının duygu ve düşüncelerini takdirle takip ediyoruz. Fakat bunun yanı sıra gazete ile yeni tanışan okuyucularla da röportaj yapılırsa teşvik edici olur ve gazeteyi güçlendirerek farkını daha iyi ortaya koymasına vesile olur.” Bu teklifi okurlarımızın bilgisine sunarken, kendi düşüncemizi şöyle ifade edelim: Evvelce yaptığımız anket ve araştırmalara göre, okurlarımız içinde 40 yıllık olanların yanı sıra, gazetemizi sonradan tanıyıp benimseyenlerin oranı da hayli yüksek. Onların da gazeteyle ilgili duygu, düşünce ve kanaatlerini bekliyoruz. 15.06.2009 E-Posta: [email protected] |