Faruk ÇAKIR |
|
Füzeyi yaparım, gölgesinde de namazımı kılarım! |
Hekimoğlu İsmail ve Minyeli Abdullah, bilhassa ‘eskimeyen’ Yeni Asya okuyucularının yabancı olmadığı isimlerdir. Minyeli Abdullah, uzun dönem gündemde kalmış bir roman, Hekimoğlu İsmail de onu yazan yazar olarak bilinir ve tanınır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş., çok iyi bir iş yaparak; sahip olduğumuz değerle-rimizi hayattayken hatırlamayı adet haline getirdi. Bu cümleden olarak, Salı günü akşamı Fatih’teki Ali Emiri Kültür Merkezi Konferans Salonunda Hekimoğlu İsmail’e vefa gecesi düzenlendi. Rahatsızlığı sebebiyle Hekimoğlu İsmail Ağabeyimiz toplantıya katılamadı, ama bu haliyle de toplantı çok istifadeli oldu. Hekimoğlu İsmail’i anlatan dostları, çalışma arkadaşları ve tanıyanlar, onun azim ve kararlılığına dikkat çekti. Çok satan romanlara imza atan yazar ağabeyimizin, buna rağmen ‘iktisatlı’ yaşamaktan bir an bile geri durmadığı da hatırlatıldı. Bilindiği üzere Hekimoğlu İsmail, müstear bir isim. Minyeli Abdullah’ın yazarı olan ağabe-yimizin asıl ismi Ömer Okçu. Herkes gibi o da zor şartlar altında çocukluğunu geçirmiş, sonra da astsubaylığı tercih ederek hayata atılmış. Yine dönemin şartları gereği dinî bilgileri öğrenmek kolay değildi. Bu sebeple Hekimoğlu İsmail arayışını sürdürür ve herkesten istifade etmeye çalışır. 1958 yılında bir kısım arkadaşlarıyla Bediüzzaman’ı Emirdağ’da ziyaret eder. Yazdığı eserlerinde Risâle-i Nur hakikatlerini anlatmaya başlar. Zaten Minyeli Abdullah’ın beğenilmesinin bir sebebi de budur. Roman, güya Mısır’da yaşanmış hadiseleri anlatır; ama okuyanlar işin farkına varır, anlatılan kendilerinin yaşadığı sıkıntılardır! Toplantıda izlediğimiz ‘tanıtım filmi’nde Hekimoğlu İsmail Ağabeyimiz bir hatırasını şöyle anlatıyordu: 1959 yılında bir kurs vesilesiyle Amerika’ya gitmiş. Tabiî dindar olması ve ibadetlerini yerine gitirmesi bazılarını rahatsız etmiş. Peşisıra giden müfettiş Hekimoğlu İsmail’e “Seni buraya füze yapmayı öğren diye gönderdik. Sen geldin, burada da bu işlerle uğraşıyorsun!” diye çıkışmış. Hekimoğlu İsmail de “Ben füzeyi de yaparım, onun gölgesinde namazımı da kılarım” diye anlamlı bir cevap vermiş. Evet, mesele bu. Her hal ve şartlar altında ‘kul’luğu unutmamak. Bu hatırayı dinleyince, gayr-ı ihtiyarî; “Buna rağmen ordudan atılmamışsa, demek ki o zamanki idareciler yine de insaflıymış” demekten kendimizi alamadık. Malûm, benzer hareketleri şimdi yapmak YAŞ kararıyla görevden atılmayı gerektirir! Hekimoğlu İsmail Ağabeyimiz o dönemde Yeni Asya’da yazdığı için haliyle Yeni Asya da gündeme geldi. Meselâ, Ahmet Günbay Yıldız’ın anlattıkları da anlamlıydı: İlk defa roman tefrikası Yeni Asya’da yapılmış. Başlangıçta çok da tepki almış, ama sonra “Bu romanın devamı yok mu?” diyerek devamı istenmiş... Evet, görülmek istenmese de Yeni Asya çok önemli hizmetlere imza atmış ve insan yetiştirmiştir... İslâmî camia ve medya üzerinde söz söylerken, Yeni Asya’dan bahsetmemek imkânsız gibi... Bu toplantı vesilesiyle bunu bir defa daha gördük. Tekrar emeği geçen herkese teşekkür ederken, Hekimoğlu İsmail Ağabeyimize de acil şifalar ve hayırlı uzun ömürler temenni ediyoruz. Son söz: Sahip olduğumuz değerlerin farkına varmak için aramızdan ayrılmalarını beklemeyelim... 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
AKP’nin İsrail’le işbirliği karnesi… |
Başbakan’ın “Siz kendinize bakın önce” deyip daha önce İsrail’le yapılan anlaşmalara dikkat çekmesi, Ankara - Telaviv’le ilişkilerini yeniden gündeme getirdi. “Mayın yasası”nda pek rahat olmadığı anlaşılan Erdoğan, özellikle 28 Şubat sürecinin siyasî aktörleri olarak bilinen Anasol-D ve Anasol-M zamanındaki anlaşmaları nazara veriyor. Doğrusu bunca lâftan sonra yapılacak olan, Başbakan’ın kendi iktidarları da dahil gizli- açık yapılan bütün siyasî anlaşmaları, iktisadî mutâbakatları, savunma sanayii işbirliği anlaşmalarını, silâh alımı ihâlelerini açıklaması. Üzerinde “gizlilik kaydı” olanların kaydının kaldırılmasını Meclis’in onayına sunması. Belli ki Başbakan, “mayın ihâlesi yasası”yla açığa çıkan hükûmetin İsrail’le yoğun işbirliği gerçeğine, “Biz İsrail’le daha geniş ve çok işbirliği içindeyiz ama siz de şöyle ya da böyle işbirliği yaptınız” politik söylemiyle mukabele ediyor. “Hiçbir anlaşma yapmamış gibi doğru olmayan sözlerle kalkıp halkı aldatmayın; dürüst olun; bizim her şeyimiz açık, yaptıysak ‘yaptık’ deriz” cümlesi bu anlama geliyor. Anayasa’nın 90. maddesi gereğince ayrıca “TBMM’nce uygun bulunması zorunluluğu olmayan” milletlerarası andlaşmalara dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticarî, teknik veya idarî anlaşmaların olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak yedi yıllık AKP iktidarında İsrail’le yapılan işbirliği ve anlaşmaların kapsam ve derinliğinin rekor seviyede olduğu ortada…
ANLAŞMALAR, MUTÂBAKATLAR, İHÂLELER… Gazze saldırısı öncesi son Ankara’ya gelişinde Türkiye ile ilişkileri siyasî, ekonomik ve enerji alanlarında daha ileri taşınmasını hedeflediklerini” belirten İsrail Başbakanı Olmert’in “somut projeler”le işbirliği listesine silâh alımını ekledikleriyle övünmesi, bunun göstergesi. Gerçek şu ki AKP iktidarında İsrail’le siyasî, savunma sanayii, ekonomi ve enerji alanlarında işbirliklerini işbirliğini tamgaz sürdürdü; İsrail’e tank ve silâh ihâleri verdi, helikopter ve uçak satın aldı. Mesela Kara Kuvvetlerinin M-60 tank modernizasyonu ihâlesi bu süreçte İsrail’e verildi. Daha—şimdi komadaki Başbakan—Şaron’un yardımcısı Olmert`in 14 15 Temmuz Ankara’ya gelişiyle kararlaştırılan ve 5 Ekim 2004 tarihinde Resmi Gazete`de yayınlanan 20 maddelik “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti Ekonomik Mutâbakat Zaptı” imzalandı. Tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar oldukça geniş alanda işbirliği ve ticaretin gelişmesini esas alan; GAP ve KOP’u (Konya Ovası Sulama Projesi) kapsayan ve Tuz Gölü ve Orta Anadolu köylerini içine alan bu işbirliği, yine bu dönemde 7 Mart 2007’de Kudüs’te yeni bir anlaşmayla daha da genişletilip pekiştirildi. Keza Temmuz 2007’de Ankara’da bir araya gelen Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Ulusal Altyapı Bakanı Binyamin Ben Eliezer, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak, petrol, doğalgaz, elektrik ve suyu taşıyacak “Akdeniz Boru Hattı için fizibilitesini” imzaladılar. Yine 25 Aralık 2008’de Hava Kuvvetlerinin, aralarında insansız Ofek casus uydusu ve uçakları bulunan görsel istihbarat entegre sistemleri için açtığı toplam 140 milyon dolarlık ihaleyi iki İsrail firmasının aldığı İsrail gazetesi Yediyot Ahronot’un haberiyle ortaya çıktı.
İŞBİRLİĞİ “EN ÜST NOKTA”DA Bu arada Petkim’in yüzde 51 oranındaki hissesinin satılması ihâlesi 2 milyar 50 milyon dolar teklifle Kazak asıllı İsrail’de yaşayan İsrail vatandaşı İnvestment Industrial Group Eurasia’nın sahibi Avrasya Yahudileri Konfederasyonu Başkanı Alexander Mashkevich’un “Ermeni- Amerikan ve Yahudi ortaklığı”ndaki TrnsCentralAsia Petrochemical Holding konsursiyomuna “kazandırıldı.” İstanbul’un “kimliğini” oluşturan, tarihî mekânlarından Karaköy’den Tophane’ye kadar yıkıp yerine “modern mimari” perdesinde çirkin çelik konstrüksiyon binalar, alışveriş merkezleri ve beş yıldızlı oteller yapılması projesi, İsraillilerin “dünyadaki hükümetleri maymuna çeviren, burnu keskin çok iyi koku alan ve borsayı adeta avucunda oynatıp gittiği her ülkede kendine ortak bulan ve bir dönem Rusya’dan kaçarak Osmanlı’ya sığınan İsrailli işadamı kumarbaz S. Ofer’in başkanı olduğu konsorsiyuma -tıpkı Suriye sınırındaki topraklar gibi- 50 yıllığına kiralatılarak “Galataport ihâlesi” olarak tahsis edildi. Danıştay’ın imar plânını iptali üzerine Maliye Bakanı Unakıtan, yeniden ihâle edileceğini belirtti. İsrailli Ofer ailesi, Erdoğan’ın “fırsatlar ülkesi” dediği Türkiye’deki özelleştirmelerden “nasibini” fazlasıyla aldı. Tüpraş hisselerinin yüzde 14.76’sını satın aldı. Kısacası AKP siyasî iktidarının İsrail’le ekonomik ve bilhassa askerî işbirliği politikası, Türkiye ve İsrail’i “stratejik ortaklığa” soktu. Dönemin İsrail Savunma Bakanı Barak’ın ifâdesiyle, İsrail ile Türkiye’nin askerî işbirliği “en üst nokta”ya taşındı… Özetle İsrail’in Ankara Büyükelçisi Pinhas Avivi’nin, “zaman içinde AKP ile sevgiyi yakaladık; birçok konuda aynı anda aynı çıkarları savunuyoruz” cümlesiyle “AKP ile ‘aşk hikâyesi”ne dönüştü. (Milliyet, 21.7.2007) AKP iktidarının İsrail’le işbirliği karnesi oldukça kabarık. Başbakan daha kimi suçluyor? 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Almanya’da 10. buluşma |
Almanya’da 2000 yılında başlayıp her sene daha da gelişerek devam eden Üstadı anma programlarının 10. ve sonuncusu, geçtiğimiz hafta sonu yine Köln’de gerçekleşti. Programın konusu Türkiye’deki toplantılarla aynı idi: Küresel kriz ve Said Nursî’nin görüşleri. Toplantıya Türkiye’den katılan Prof. Dr. Nazif Gürdoğan ve Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, Üstadın izahlarına da atıfta bulunarak, ilgiyle takip edilen doyurucu, tatminkâr konuşmalar yaptılar. Alman konuşmacı, Prof. Dr. Friedhelm Hengsbach, bizlerin vermeye çalıştığımız mesajlarla kendi fikirleri arasında büyük paralellikler ve buluşma noktaları olduğunu özellikle ifade etti. Böylece bu toplantıların, Müslümanlarla Hıristiyanları da buluşturacak bir platform olma yolunda önemli mesafe kat ettiği görülmüş oldu.
Alman konuşmacıların mesajları Aynı salonda evvelce yapılan ve bizim de katıldığımız toplantılardan 2003’tekinde, Prof. Dr. Karl Josef Kuschel Said Nursî’nin görüşlerine atıfla Müslüman-Hıristiyan ittifakını yorumlamıştı. 2004’te Prof. Dr. Janbernd Oebbecke, başörtüsünü “toplumu bölen bir işaret” olarak algılayan yaklaşımı ilmî tesbitlerle reddetmiş ve “Birçok genç kadın Müslüman kimliği ile toplumda yer almak istediği için başörtüsü takıyor” demişti. 2005’te, yıllar önce İslâmı seçen Alman diplomat Murad Hofmann, “Dünya için gerçek alternatif İslâm, gelecek İslâmındır” mesajı vermişti. 2006’da Alman Müslüman Salim Abdullah’ın “Nurcular tam bir şeffaflık içinde çalışıyorlar. Avrupa’daki entegrasyon sorununu çözmenin yolu Nurcuları desteklemekten geçer. Said Nursî’nin fikirleri, zamanın doğruladığı öncü fikirlerdir” sözleri toplantıya damgasını vurmuştu. Bu yılki toplantıda ise küresel finans krizi ve çıkış yolları, Müslüman ve Hıristiyan bakış açılarındaki ortak noktaların ışığında yorumlandı. Prof. Hengsbach’ın “zayıfın, yabancının ve ezilmişin avukatı” olarak nitelediği “İncil adaleti” ile “Kur’ân adaleti”nin örtüştüğü vurgulanırken, yine Alman konuşmacının dikkat çektiği “servetin belli ellerde toplanması” sorununu İslâmdaki zekât emriyle faiz yasağının çözeceği belirtildi. Ve Vatikan’ın resmî yayın organında “Kriz faizsiz bankacılıkla aşılabilir” mesajı veren bir yazının çıktığı hatırlatılarak bu mesaj tahkim edildi. Toplantının fikrî boyutundaki verim ve tatminkârlık, Prof. Ay’la Bahri Güngördü ve arkadaşlarının musikî ziyafetleri, hanımların kermes etkinlikleri ve ikramlarıyla ayrı bir çeşni kazandı. Şimdiye kadar aynı program, ertesi gün daha küçük ölçekte Güney Almanya’da tekrarlanıyor; Münih veya Stuttgart’ta icra ediliyordu. Bu sene güzün müstakil olarak yapılması kararlaştırılmış. Hedef, daha iyi organize edilecek ve bölgede daha fazla ses getirip istifadeye medar olacak bir etkinliğin gerçekleştirilmesi. İnşaallah öyle olur.
Ahlen'deki hizmet merkezi Köln programının ertesi günü Ahlen’e giderek oradaki dostlarımızla görüştük ve Almanya’daki nur hizmetlerinin ilk merkezlerinden biri olan bu şirin kasabada 2003’te satın alınan geniş binanın her ihtiyaca cevap veren mükemmel bir mekân haline getirildiğini memnuniyetle gördük. Erkekler ve hanımlar için—girişi de—ayrı ders salonları, mescidi, öğrencilere eğitim desteği verilen sınıfları, internet odası, yemekhanesi, kantini, spor salonu, misafir lojmanları... ile, bize Avustralya Nur Vakfının Melbourne’daki binasını hatırlatan bu kompleks, ortak bir emeğin eseri. Katkıda bulunan herkesi kutluyor, sa’ylerinin Hak nezdinde de makbuliyeti için duâ ediyor ve temelindeki ihlâs harcıyla vücut bularak bu hale getirilen bu muhteşem tesisin kıyamete kadar nice hayırlı hizmetlere vesile olmasını diliyoruz. Son bir not: Dom kilisesini barındıran dinî merkez Köln’deki cami inşaatını da görme imkânı bulduk ve bunu “Avrupa İslâma hamile” müjdesi için fa’l-i hayır telâkkî ederek döndük. 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Bediüzzaman’ın dünyasına girebilmek |
Aslında bu yazının başlığı "Köln’de Üstâd’ı anmak" olacaktı. Ama her yazının öncesinde âdetim olan zihnî çalışma bu başlığı ayıkladı. Evet, âdetim odur ki, yazmayı tasarladığım konuyu hemen kuşatmaya alır, etrafında döner dururum. Ta ki, ait olanı içine alıp, ait olmayanı dışarda bırakıncaya kadar. Bu kuşatma bazen birkaç saat, bazen birkaç gün sürer. Yazı etrafındaki zihnî meşguliyet sadece yazıyı değil, beni de kuşatır. Uykuya dalarken, uykudan uyanırken, yahut namaza hazırlanırken, veya yolda giderken, hatta birisiyle konuşurken, vesaire.. Bu yazı etrafındaki zihnî ve fikrî kuşatmada ilk nasibini alan "başlık" oldu. Ama dışarda bırakılarak değil, yazının kalbine gömülerek.. Zira aslolan; her vesileyle Üstâdın anılmış olmasını âleme ilân değildi. Onun hoşnutluğu da burada aranmamalıydı. "Ey millet, geliniz bakınız, biz o büyük insanı şöyle tanıyoruz, böyle anıyoruz" şeklindeki bir ilânat, hakikatte onu tanımamak, onu anlamamak anlamına gelirdi. İlmen, yakînen ve hakikaten tanıyanlar zaten onu lâyıkıyla anıyorlardı. Beş vakit namazın akabindeki uzun tesbihatlarda, Cevşen-ül Kebir duâlarında o vardır, risâle okumalarında o vardır. Biliyorsunuz, hayattayken o, nazarları kendisinden eserlere çevirdiği gibi, vefatından sonra da insanların nazarından gizlendi. Bundan çıkaracağımız dersler elbette olmalıdır. *** "Biz Bediüzzaman deryasının sahilinde dolaşıyoruz" sözü; kalemini onun yoluna adamış bir yazara aittir. Bu yazara bu sözü dedirten de, Bediüzzaman’ın dalmış olduğu deryanın azametidir. Üstâdın nasıl bir deryaya daldığını uzaktan uzağa idrak edebilmek için, onun kalemiyle gelen hakikat nurları dikkatle tetkik edilmelidir. Evet, Said Nursî; sevgili Peygamberimizin (asm) imdad-ı manevîsine ve Cenâb-ı Hakkın hususî inayetine, Hakîm ve Rahim isimlerinin hususî tecellisine mazhar olarak, Kur’ân deryasına dalmış, onda saklı cevherleri çıkarıp nazarlara sunmuştur. İşte Risâle-i Nur Külliyatı meydandadır. Hayatı harikalarla, şahikalarla dolu dolu geçen ve sayısız inayetlere ve kerametlere mazhar olan büyük Üstâd, Efendimizin (asm) en büyük mu'cizesi olan Kur’ân’ı bu zamanda eline almış, onunla dünyaya meydan okumuş. Ve Kur’ân‘ın bir mu'cize-i maneviyesi olan Nurlar, onun vasıtasıyla bize ulaştırılmıştır. Zaten o da, "Bu hakikatler benim malım değil, Kur’ân’ın malıdır. Ben o mücevherat dükkânının bir dellâlıyım" diyor. *** Ama Kölnlü kahramanlar yine ÜAT (Üstâdı Anma Toplantısı) desinler. Yine aylar öncesinden hazırlıklara başlasınlar. Yılda dört defa yapılan Avrupa genel meşveretlerinde bu maddeyi yine gündemin gözbebeği yapsınlar. Beklenen ilk meşverette, 6 Haziran 2009 Köln programının değerlendirmesini yine görüşmeye açsınlar. Bir sene sonraki programın icrası için lâzım olan maddî kaynağı içimizde, lüksümüzü ve zarurî olmayan ihtiyaçlarımızı kısarak, kıt kanaat arayışlarla, dışarıya el açmadan, minnet etmeden, Üstâdın mesleğine yaraşır bir şekilde bulmanın yollarını yine arasınlar. Yine lüks olmayan, mütevazi ve gösterişsiz salonlara kanaat etmeye devam etsinler. Hem merak etmesinler, bu programların şanına ve mânâsına lâyık, maddeyi arka planda tutan ihlâslı ve kanaatkâr ilim yolcusu hatip ve sanatkârlarımız her zaman bulunacaktır. Bu dâvetimize icabet ettikleri gibi.. Bu programlarda asıl gayenin, Kur’ân perspektifinden âlemdeki hadiselere bakmak olduğu şuradan da bellidir ki, her sene gündemi meşgul eden konular ele alınır. Geçen sene "Kadın ve aile" idi, bir önceki sene Hz. Muhammed (asm), bu sene "Malî Kriz." Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, Prof. Dr. Friedhelm Hengsbach ve Kâzım Güleçyüz gibi ilim yolcusu hatiplerimiz, kendi uzmanlık alanlarını orada konuşturdular. Onların bu programa büyük katkıda bulundukları muhakkaktır. Ama böyle bir programda konuşmacı olmak, tabiri caiz ise Bediüzzaman’ın dâvetine icabet etmek de bir ayrıcalıktır, nasip işidir. *** Gönül dostlarını, muhabbet fedailerini ve hizmet erlerini buluşturan her vesile güzeldir. Kur’ân’ı anlamaya yönelik her faaliyet övgüye lâyıktır. "Kur’ân’ımızı yeryüzünde cemaatsiz görürsem, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur" diyen bir Üstâdın dünyasına girebilmek küçük bir hâdise değildir. İşte bakınız, o kendi dünyasında, ilim ve marifetullah mertebelerinde bizi de kendisine ortak etmek için, ne kadar kolaylaştırıyor: “Birşey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz” kaidesiyle, “Bu mânevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa o kadar kârdır. (...) Belki her halde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mesele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.” 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Nadasa bıraktım kelimeleri |
“İnsan üç beş damla kan. Irmak üç beş damla su…” diye devam ederken şair, inceden inceye nasıl da dokundurur kelimelerini bam telimize. En ihtiyacımız olduğu anda yetişir şiirler, mısralar imdada ve insan içli içli söyler daha önce hiç tekrarlamadığı sözleri. Ve “he ya” der neden sonra, birkaç damla ıslatınca yanaklarını. Nadasa bırakır bazen insan bütün duygularını. Bir “an” bekler, öyle ki; her şeyi, ama her şeyi anlatacağını sanır o anın içinden. Ama her zaman istenen, olmuyor. Nice kelimeler dile kadar gelir ve dişlerin arasında ezilip, paramparça olur. Yani boğazı aşmakta yetmiyor. Konuşmak her zaman insana ait bir fiil gibi gözükse de, her şeyiyle insanın iradesine verilmiş olduğunu bilsek de, susmak ta bir irade sınavı olur kimi zaman. Kelimeleri nadasa bırakıp, dinlemek dinlemek… Kulağa değen binlerce sesi ilk defa duyuyor gibi, heyecanlanmak ve öylece salınmak zamanın kollarında… Ve arada, hayıflanıp, “ hey gidi yıllar “diyerek, giden senelere hem sevinmek, hem içlenmek. Zira gidenler ve gelenler diye ayırır zaman elindekileri. Ve öyle bir mu'cizeyle “merhaba” der ki, gelene sevinirken, gidene üzülmek unutulur. Uzun bir ayrılık bırakır kendiyle arasına insan. Her zaman başkasından ayrılmaz yürek, kişi kendine de gurbet gözüyle bakar. Ve “Bu ben miyim?” diye şaşırır, aynalarda gördüğü surete. Sonra ellerinden kayıp giden zamana hayretle bakar. ** Mevsim yaz. Yavaş yavaş sıcaklık hissettirmeye başlarken kendini, bir burukluk çöktü inceden içime. Nedendir? Diye soramadığım bir olgunluk girdi kendimle arama. İçimdeki çocuk hâlâ seksek oynamak için, tebeşir arasa da… Salıncaklar gözlerimin içine “gelsene” der gibi baksa da. Şimdilerde erteledim, kendime ait her şeyi. Bir başkası için yaşamanın ne demek olduğunu anılamaya çalışıyorum sessizce. Yıl Eylülle başlar bende. Şimdilerde zaman on tane beyaz bırakıp gidiyorsa saçlarıma. Ben her tele bir ömür yüklemişim, onları uğurlama telâşıyla oradan oraya koşuşturuyorum. Zira yirmili yaşları geride bırakırken, artık gençlik çağı şakaklarında karlarla çıkıyor karşıma. “Dur artık. Biraz soluklan” der gibi yerleşiyor ömür tahtıma. Ve ben şair’in dediği gibi diyorum: “Ömrüm olduğunca, gönül tahtıma keyfince kurul” Bir bal kabağına dönüşüyor sanki bütün yaşadıklarım, acısıyla tatlısıyla bütün keşkelerim siliniyor hafızamın çeperlerinden. Boş vermişliklerime bir perde çekiliyor. Ve ben bir ilkin heyecanıyla yanıp kavruluyorum. Desem ki; diye başlayan cümleler üç noktayla sonuçlanıyor. Bir türlü tam cümleler kuramıyorum. Ben galiba biraz hüzün biraz, sevinç, en çok ta şaşkınlığımı kendime duvak yapmış, bir yaz akşamında sallanan sandalyeme oturmuş, yıllardan demlediğim bir çayla, bir oraya bir buraya salınıp, yitip gidiyorum. Ve yıllar sonra elime aldığım bir günlüğe, her günün notunu düşüyorum. Olur da bir gün merak edilir diye anımı, geleceğe mühürlüyorum. 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Rüya mı bu? |
Aaaaa… aaa inanamadım… Rüya mı bu? İnanmak da hakikaten zor. Hani: Çimdikleyiver… Ayık mıyım, uyumakta mıyım? Kabilinden… Diyanet Teşkilâtı bile bu kadar net aktarma yapmadı hiçbir zaman! Açık ve net; Başörtüsü. Kadın hakları.. Din hürriyeti… Kişi hüviyeti…. Dünyada Müslüman olmak! Hıristiyan olmak! Yahut: Musevi olmak ile ilgili biri ötekinden çok daha sarih açıklamalar. Sarih.. Yani: Açık ve net… *** O neydi öyle? Kur'ân-ı Kerim’den bir âyetle açıklamalarını kuvvetlendirdi: “Bir kişiyi öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir.” Bir de; Filistinli Milletvekili Mustafa Barguti’yi bile şaşırtan mesajının satırbaşları: “Çocukluğumda ezan sesleri ile uyandım. Ankara’da da dediğim gibi ABD İslâm’la asla savaşta olmaz.” “Filistin halkı yok sayılamaz.” Hele şu cümleye ne demeli: “Dünyanın en büyük İslâm ülkelerinden biri ABD’dir!” Ron Pundak bile şaşkın! Bu da kim derseniz: Adamcağız Perez Barış Merkezi Direktörü bir Musevî! “Museviler ile ABD kuvvetli bir ortaklığa sahiptir.” “Kudüs üç dinin de kutsal merkezidir ve bu böyle kabul edilmelidir.” *** Obama’nın Mısır’da yapmış olduğu konuşma esnasında verdiği mesajlarından bahsediyoruz. Hiç de; Herkese mavi boncuk dağıtıyor edasında değildi. Gücüm yetmeyebilir… Lütfen; ey dünya, bana yardımcı ol mesajı ile yüklü bir tarz. Dolu bir dimağın ve zihnin sahip olduğu ve bunların çok düzgün bir ses tonu ile yansıdığı etkili bir konuşma: “İslâm; ABD’nin bir parçasıdır.” “İslâm’a karşı ön yargılarla savaşmak benim görevim.” “Kur’ân, İncil, Tevrat barışı emreder…” “ABD’de başörtüsü takmak yasal koruma altındadır.” İlk defa din referanslı, din ağırlıklı bu kadar geniş bir konuşmaya; büyük devlet adamlarından biri ile şahit oldum diyen de; İstanbul müftümüz: Mustafa Çağrıcı Hocam… Katıldığı televizyon kanalına açıklama yaparken bu şaşkınlığını gizleyemiyor. Asıl şaşıran ise benim: Rüya mı görüyorum ne? Bütün bunlar: Beklediğimizin çok ötesinde gelişmeler. Kim ne derse desin: Allah nurunu tamamlıyor. Gelecek İslâm’a koşuyor. *** Bir tek korkum var. O da şu: Ya; Sabih Kanadoğlu yol gösterir, çıkar bir hakimimiz de Barak Hüseyin Obama’yı tutuklamaya kalkarsa (!) Olmaz öyle şey değil mi(!) Ne biliyim ben. Her bir memleket; Canım Türkiye’m gibi zan ettimdi de… Ancak: Öyle bişey de yapamazlar zaar (!) Değil mi? 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Zalimin hakkından gelen adalet |
Büyük İslâm âlimlerinden Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, henüz çocuktu. Hocası İsmail Fakirullah’tan ders alıyordu. Günlerden bir gün, hocası, çocuk İbrahim Hakkı’ya bir testi uzattı ve “Al bunu oğlum, çeşmeye gidip doldur,” dedi. İbrahim Hakkı hemen testiyi alıp çeşme başına koştu. Su doldurmaya başladı. Tam bu sırada çeşme başına gelen öfkeli bir atlı, İbrahim Hakkı’yı kenara itti: “Çekil be çocuk!” İbrahim Hakkı yere yuvarlanmış, testisi de kırılmıştı. Sanki çocuk kabahatliymiş gibi, atlı birkaç da tekme salladı. İbrahim Hakkı ağlaya ağlaya hocasına gitti. “Hocam, su doldururken birden bir atlı çıka geldi. Beni itip yere yuvarladı. Yetmez gibi de tekmeledi. Testimi kırdı.” Hocası İsmail Fakirullah, ak sakalını sıvazlayarak sordu: “Sen ona hiçbirşey söylemedin mi?” “Söylemedim hocam.” “Hemen çeşme başına koş. Atlıya kız, bağır?” İbrahim Hakkı, hocasının emri üzerine çeşmeye koştu. Adam atını yıkamakla meşguldü. Kızmak istedi, kızamadı. Bağırıp çağırmak istedi, yapamadı. Aldığı terbiye, kendisinden büyüklere hürmet göstermesini gerektiriyordu. Geri döndü: “Söyleyemedim hocam, bir türlü dilim varmadı.” Hocası: “Bir daha dene,” diye ısrar etti. “Git, atlıya kız. Sana niçin öyle kötü davrandığını sor. Bağır, çağır!” İbrahim Hakkı yeniden çeşme başına gitti. Adam, atın arka ayaklarını yıkıyordu. Yine birşeyler söylemek için kendini zorladı, fakat söymeyemedi. Sadece yutkunmakla yetindi. Bu sırada at birden huysuzlandı. Arka ayaklarını yıkayan sahibine sert bir kaç tekme salladı. Atlının başı parçalandı. Cansız yere yığıldı. İbrahim Hakkı koşa koşa medreseye döndü. Gördüklerini nefes nefese hocasına anlattı. Hocası: “Eyvah!” dedi. “Adama yazık oldu.” Sonra talebelerine döndü ve “İbrahim Hakkı’yı neden iki defa çeşme başına gönderip atlıya çıkışmasını istediğimi şimdi anladınız mı?” dedi. “Bir kimse zulme uğrar da zalime karşılık vermezse, onun yerine Allah zalime mukabelede bulunur, cezalandırır. Eğer İbrahim Hakkı, adama birkaç fena söz söyleyip rahatlasaydı, belki de Allah, adamı bu şekilde cezalandırmayacaktı.” Belki İbrahim Hakkı’ya yapılanlar bardağı taşıran son damla olmuştu. Kimbilir adamın başka ne türlü birikmiş zulümleri, suçları vardı. Yapılan zulüm Gayretullaha dokunmuş zalimi cezalandırmıştı. 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Canavarlaşan veletler |
Henüz 12 yaşını bile doldurmayan bir kız çocuğunun, annesini uykuda iken silâhla vurup öldürmesi, her ne kadar ender bir misâl teşkil ediyor olsa bile, yine de şimdiki neslin ruh âlemini yansıtan önemli bir gösterge mahiyetini taşıyor. Maalesef, yeni neslin bir kısmı, vahşî canavarları dahi geri bırakan bir ruh haleti içinde yetişip büyüyor. Öyle bir an geliyor ki, gözü hiçbir şey görmüyor, göremiyor. Canavar hayvanlar, Cenâb–ı Hak tarafından fıtrî bir şekilde dizginlenmiş. Mecbur kalmadıkça, yahut canını tehlikede görmedikçe insanlara saldırmazlar. Hatta, kendi hemcinslerine, meselâ yavrularına, kardeşlerine, yahut anne–babalarına saldırmazlar; aynı koloni içinde bulunanlar, zaman zaman hırlaşsalar bile, birbirini yine de boğazlamazlar. Fakat, insan evlâdı öyle değil. Dizgini serbest bırakılmış. Alabildiğine azgınlaşabilir, canavarlaşabilir; en vahşî hayvanın dahi yapamadığı fenâlığı çekinmeden yapabilir. İşte, bundan dolayıdır ki, gözünü karartan bir evlât, çıkıp anne–baba katili olabiliyor. Bu evlâdın kız çocuğu olması ise, gelinen noktanın vahâmet derecesini gösteriyor. Ne yazık ki, bunun tersi durumlar da yaşanıyor, toplum içinde. Anne, yahut baba da çıkıp "evlât katili" olabiliyor. Bu bir dehşet tablosudur. Üstelik, hemen her gün medya vasıtasıyla halkın önünde sergileniyor. Bu tabloya bakıp bakıp eyvâhlar eden çok. Ancak, bu hale nasıl gelindiğini ve bu vahametin önüne nasıl geçileceğini doğru dürüst bilen yok. Bu da, ikinci bir vahâmet tablosu ki, tam bir cinnet hali... Sahi, fertler ve toplum, bu hale nasıl geldi? Aile bağları nasıl olup da bu derece dumura uğradı? İnsanı hayvandan ayıran ve içindeki fenâlık hissini iyiliğe dönüştüren, kötülük yapmaktan men' eden mânevî faktörlere ne oldu da, böyle akıl almaz cinayetler işleniyor, görenleri şok eden dizi dizi vahâmetler sergileniyor? Olaylara dair açıklamalar, basit sebeplere, fındık kabuğunu doldurmayan gerekçelere dayandırılarak yapılıyor ki, inandırıcılıktan ve yaşananların mahiyetini aydınlatmaktan pek uzaktır. Esasında, sebep ne olursa olsun, evlât ebeveynin ve ebeveyn evlâdının canına okuyacak, kanına girecek kadar vahşileşmemeli. Yek diğerini vurup öldürmeye eli gitmemeli. Akıllarında, vicdanlarında, yüreklerinin bir yerinde onları engelleyici kuvvetli duygular, düşünceler olmalı. Tabiî, bu duygu ve düşünceleri besleyen mânevî telkin ve terbiyenin gereği yapılıyorsa; bu terbiye, yerinde, zamanında ve dozajında yeni nesillere verilebiliyorsa... İşte, meselenin can alıcı noktası burasıdır: Yerinde, zamanında ve dozajında verilecek bir mânevî telkin ve terbiye... Aksi halde, nerede ne olacağını, kimin başına nelere geleceğini kestirmek mümkün değil. Zaten, sergilenen onca vahşet tablosu, başka klavuza ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve çarpıcı değil mi?
NOT: Bir hafta önce Hilal tv'de bizim de konuşmacı olarak katıldığımız "Gündem Özel" programı internet ortamına aktarılmış durumda. Arzu edenler, şu web adresinden ilgili programı seyredebilirler: www.hilaltv.org/arsiv.php?Kat_id=51&ad=gundem Gündem Özel: 30.05.09 tarihli A, B, C, D, E bölümleri
Tarihin yorumu 11 Haziran 1913
Şevket Paşa, kim vurduya gitti
Yaklaşık dört aydır Sadrâzamlık (Başbakanlık) makamında bulunan Mahmut Şevket Paşa, bir sûikast sonucu vurularak öldürüldü. (11 Haziran 1913) Onun yerine, aynı gün içinde Said Halim Paşanın ataması yapıldı. 1856 Bağdat doğumlu olan M. Şevket Paşa, uzun yıllar muhtelif merkezlerde komutanlık, valilik ve mutasarrıflık (sancak yöneticisi) yaptı. Ancak, en büyük şöhreti 23 Nisan 1909'da İstanbul'a giren meşhûr Hareket Ordusu Komutanlığı sayesinde kazandı. M. Şevket Paşa, merkezi Selanik'te bulunan 3. Ordu Kumandanıydı. Bu ordunun ismi, 31 Mart Vak'asından sonra "Hareket Ordusu"na dönüştürüldü. Başına da dönme bir aileden gelen Hüseyin Hüsnü Paşa getirildi. Ancak, bu durum trenle gelinen Hadımköy ile Yeşilköy arasında bir yerde değişti. Hareket Ordusunun başına, Türk ve Müslüman kimliğiyle bilinen Mahmut Şevket Paşa getirildi. Tâ ki, İstanbul ahalisi ve merkezdeki Türk askerleri buna karşı koymasınlar, hakimiyetini kabul etsinler diye… 27 Nisan'da Sultan Abdülhamid'i deviren ve Yıldız Sarayını yağma ettiren Hareket Ordusu, İstanbul'a, dolayısıyla Osmanlı Devletine de hakim bir konuma yerleşmiş oldu. Şevket Paşa ise, yeni kurulan İbrahim Hakkı Paşa kabinesinde Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) oldu. Ancak, İttihatçı grupların baskısına dayanamayarak, bir süre sonra istifa etti. 23 Ocak 1913'teki meşhûr "Bâbıâli Baskını"ndan sonra Sadrâzamlık makamına getirtilen Mahmut Şevket Paşa, burada daha beş aylık bir süreyi bile dolduramadan, arabası içinde vurularak öldürüldü. Meçhûl cinayet Hürriyet ve İtilâf Fırkasının üzerine atıldıysa da, bu işi en ustaca yapanların İttihatçı komitacılar olduğuna şüphe yoktur. M. Şevket Paşanın ölümünden sonra, yerine bir başka İttihatçı olan Said Halim Paşa getirildi. Ama ne yazık ki, İttihatçıların içindeki azgın komitacılardan onun da sıdkı sıyrıldı ve birkaç kez istifanın eşiğinden döndü. Nihayet, 14 Şubat 1917'ye gelindiğinde, artık daha fazla dayanamayarak istifa etti ve yerini İttihatçıların siyasetteki bir numaralı adamı Talat Beye bırakmak zorunda kaldı. 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlenilmesi sakıncalı kişilikler? - 6 |
*Faizci, tefeci ile evlenmeyin: Faiz bir çıkar kirliliğidir. Başkasının sırtından geçinmek ve servet yapmaktır. Faizin temelinde “Sen çalış ben yiyeyim, sen zahmetler içinde çırpın, ben rahat edeyim” anlayışı yatar. Faiz bağımlılığına yakalanan, karşısındakilerin durumunu hesap etmez, edemez. O, sadece kendi çıkarını düşünür. Velev başkalarının hayatı söz konusu olsa bile! Fâiz, hem asalak, hem de tembel üreten bir bataklık olduğu için hem ticarî hayatı, hem de kabiliyetleri öldürür; teşebbüs gücünü kırar; yeni yatırım kapılarını kapatarak hazır ve kolaycılığa alıştırır. Faizci veya tefeci, zor ve darda kalan insanların durumundan istifade ile haksız kazanç elde eder; fakir ve yoksulları sömürür, âdeta köle durumuna düşürür. Başkalarının ezilmesinde kendi mutluluğunu arar. Başkasını mutsuz ve perişan eden, elbette kendisi de mutsuz ve perişan olur. Aile yuvasını da dağıtır. Ülkeleri batıran faiz ve tefecilik; ülkenin küçük bir birimi olan aileyi ihya eder mi, abad eder mi? *Alkolikle evlenmeyin: Tek kelimeyle büyük bir âfettir. Yol açtığı felâketler saymakla bitmez. Dünya Sağlık Teşkilâtının (WHO) ülkemizin de içinde bulunduğu 30 ülkeyi kapsayan araştırma raporunda ortalama vukuat yüzdeleri şöyle veriliyor: Cinayetlerin yüzde 85’i, ırza tecavüzlerin yüzde 50’si, şiddet olaylarının yüzde 50’si, trafik kazalarının yüzde 50 ilâ 60’ı, eşlerini dövenlerin yüzde 70’i, işe gitmeyenlerin yüzde 60’ı, bu suçlarını alkollü iken işlemektedirler. Ayrıca akıl hastanelerine yatanların yüzde 40 ile 50’sinde, genel tutuklamaların yüzde 50’sinde, alkol temel sebebi oluşturmaktadır. İntihar olaylarında da alkolün etkisi, içmeyenlere oranla 58 kat fazladır. Alkol kullanan erkek ve kadınların, doğacak nesillere büyük zararlar verdiğini yine istatistiklerin dilinden dinleyelim: Hamile iken içkiye devam eden annelerin çocuklarında, normalden küçük doğum yüzde 98, psikolojik sorunlar yüzde 89, küçük kafa (küçük beyin demektir) yüzde 84, konuşma bozukluğu yüzde 80, doku bozukluğu yüzde 80, saldırgan tavırlar yüzde 72, hormonal ve cinsel bozukluklar yüzde 46, duyma bozukluğu yüzde 41, deforme göğüs yüzde 30, kalb zâfiyetleri yüzde 29, göz bozukluğu yüzde 25, ortopedik ârıza yüzde 33, sürekli bitkinlik ve sinir zâfiyetleri yüzde 12, böbrek yetmezliği yüzde 10, dudak ve parmaklarda bozukluk yüzde 91, cilt ve tırnak ârızaları yüzde 30 oranlarında görülmektedir. Alkol alan hamile annelerden doğacak 100 çocukta meydana gelebilecek yukarıdaki ârızaların toplamı tam 850’dir. Bu 100 çocukta 850 ârıza, 1 çocukta, 8.5 ârıza demektir. Bu durumda içkiye devam eden hamile annelerin sağlam çocuk doğurma ihtimali “sıfır”dır. Alkol kullanan babaların hesabı ise bu tablonun dışındadır. *Ve kumarbazla evlenmeyin: Kumar, aldatma ve aldanmaya yönelik kötü bir davranış olduğunu herkes takdir eder. Zararı sadece zaman öğüten bir çark, başkasını aldatarak parasını almak veya aldanarak para kaybetmekle sınırlı değil. Bu öylesine bir illet ki, namusları sattırır, ocakları söndürür. Kumar bütün iyi hasletleri mahvettiği gibi, servetleri de tüketir. En tehlikeli tarafı, bağımlılık yapmasıdır. Bu suretle nice servet, mal, mülk, âile şerefi, nâmus elden gitmektedir! Sonuç, cinâyetlere kadar varabiliyor. Kumar insanı tembelliğe iter. İnsanlar arasındaki güven ve dayanışmayı sarsar. Emeğin, hileli veya şans yoluyla el değiştirmesine sebep olur. Bu ve benzeri feci sonuçlar doğurduğundan ondan uzak durulması emredilir: “Ey imân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen zarlar hep şeytanın işinden birer pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” 1
Dipnot: 1- Kur’ân, Mâide, 90. 11.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
"26. Pencere" üzerine |
Abdulmuhsin Bey: “Hazret-i Üstad, Otuz Üçüncü Sözün Yirmi Altıncı Penceresinde Allah’ın Sermediyetini ırmaktaki kabarcıklar ile ispat eder. Bu konuyu açıklar mısınız?” Yeryüzünün soğuk ve katı yüreğini ısıtan ve sevimli kılan unsurlardan biri güneşse, biri de sudur. Kıvrım, kıvrım akan çaylar ve ırmaklar içimizi bir serçe kuşu kalbi heyecanıyla doldurur zaman zaman. Masmavi gökyüzüne inat, yeryüzüne çöreklenip billûrlaşan görüntüsü ile ırmaklar, etrafında dalgalanan binlerce zümrüt yeşili ağaçlarla, içinde cıvıldaşan sayısız canlılarla seyri doyumsuz lahutî bir havaya bürünürler. Bir ırmak kenarına oturabilirsek günün birinde, yer yer sessiz, yer yer haşin ve yırtıcı nağmelerle akıp giden suyun şırıltısının ruhumuzu derinden sarstığını hissederiz. Dinlendirici bir sarsıntıdır bu. Dalıp gideriz suyun masmavi taneciklerinde, tanecikleri yırtarak yukarı fırlayan ve hemen patlayıp sönüveren kabarcıklarında. Yorgun gözlerimiz dinlenir. Hafızamız ilk günkü kadar berraklaşır. Ruhumuz yeni bir diriliş sabahına doğar. Suyun vazgeçilmezliğini, tevazuunu, şeffaflığını, akıcılığını, bir büyük hakikate ayna oluşunu düşünürüz o an. Bütün canlıların, bir yudum suya hasret hayatları gözümüzün önünden geçit resmi yapar. Su ne kopmaz, ayrılmaz bir parçamızdır! Hayatımızın dörtte üçüdür su. Nitekim “Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır”1 der Kur’ân. Mütevazıdır su. Gözü yukarılarda değildir. Yukarılarda bulursa kendini, ne yapıp eder, her kalıptan geçer, iğne deliğinden süzülür, hep aşağılara doğru bırakır kendini. Yükseklerde fazla eğlenmekten hayâ ediyor, hicap duyuyor gibidir. Toprakla bütünleşir aşağılara doğru inerken. Toprağın tevazu rengine bürünür. Bu tevazu ile göklere yükselmek istercesine uzanan ağaçları, yaprakları, çiçekleri, canlıları, nihayet hayatı netice vermiş olması, beşeriyeti üzerinde ibretle düşünmeye çağırır. Şeffaftır su. İçinde hiçbir şey gizli kalmaz. Bu şeffaflıktan rahatsız olan balıklar varsa bırakın koylara, girdaplara kaçsınlar. Yeryüzünde, gökyüzünün; mülk âleminde, melekût âleminin aynasıdır su. Görünen âlemle görünmeyen âlem arasında, hava ile el ele bir köprü kurmak ister. Bazen Celâlî, bazen Cemali isimlerin tecellisine mazhar olur. Hava gibi. Suyun akıcılığı gözümüzü karartır bazen. Ne baş döndürücü bir akıştır o! Zaman gibi... Mekân gibi... Ömür gibi... Hayat gibi!... Akar, akar, akar!... Silkiniriz. Bir an, bizi de alıp gidecek sanırız. Ama yok, bizi alıp gitmez o. Bizi alıp gidecek başka bir seldir çünkü zaman seli... Biz zaman selinin içindeyiz. Dur durak bilmez zaman selinin. Bir yokuştan iner gibi akarız. Selin bir yerinde şerit kopar. Sel devam eder, ama biz başka bir mekâna girmiş oluruz. Kulaklarımızda selin uğultusu. Dönüp, dönüp sönen kabarcıklar ömrün geçiciliğini, hayatın akıcılığını bir tokat gibi yüzümüzde şaklatır. Zaman ırmağı akmaya devam etse de, kabarcıkların sönüşü gibi söndüğümüzü düşünür, silkiniriz. Kabarcıklar bize ayna olmuştur, fani olan her şeye ayna olmuştur. Biz böyle düşünürken, kabarcıklardan bir isyan yükselir. Kabarcıklar, fani olandan çok, başka bir hakikate ayna oluşunu haykırır, işitebiliyorsak eğer. Kabarcıkların dilini Bedîüzzaman Hazretleri çözer. Yirmi Altıncı Pencere’den bakarız kabarcıklara. Ufkumuzda bir an şimşekler çakar. Kabarcıklar gülümseyip geçmiştir. Geçenlerin yerine gelen kabarcıklar da parlayıp kaybolurlar. Sonra bir diğer grup, onları takip eder; bir başka grup onları... Kabarcıklar kâfile kâfile parlayıp, akabinde yok olurlar. Her gelen parlayıp söner. Yerine bir başkası, bir başkası... Ama güneş daimidir. Kabarcıklar parlayıp sönmeleriyle, ışığın kendi dükkânlarında bulunmadığını; ışığı, daimî bir güneşten aldıklarını haykırırlar. Tıpkı zaman ırmağında akıp giden varlıkların yüzünde parlayıp sönen güzellik sıfatının bir Cemal-i Sermedî’ye, hayat sıfatının bir Hayy-ı Kayyum’a işaret ettiği gibi. Yirmi Altıncı Pencere, kabarcıklara tercüman olmuştur. Kabarcıklar, artık anlaşılmaz baloncuklar değildir. Mesajları okunan birer mektup hüviyetindedirler.
Dipnot: 1. Nur Sûresi, 24 /45. 11.06.2009 E-Posta: [email protected] |