Selim GÜNDÜZALP |
|
Duyulmuyor kalbin sesi |
Mekik gibi gidip geliyor günler. Geceyi gündüzden ayıramaz olduk... Çıkalım gidelim bir yerlere... Bu arzu biter mi, bu istek diner mi? Çıkalım da peki nereye? Yine kalbimizle; kendimizle başbaşa kalmayacak mıyız sonunda? Kaçıyoruz aynalardan. Biz ayna olsaydık çoktan kırılırdık bu kaçmalardan. Bu üstünkörü bakmalardan... Hem de en ince yerinden “çıt” diye... Kırılırdık öylece kalırdık. Gafletle yaşanan anlardan bir iz, bir işaret bırakırdık. Nedir bu gürültü, nedir bu çok seslilik, nedir bu kirlilik? Niye bu kadar ucuzladı hayatlar... Nedir bu öfkeler, cinnetler, ard arda gelen çirkin sesler? Duyulmuyor kalbin sesi, duyulmuyor vicdanın sesi. Haykır be çocuk, bari sen haykır. Yanıyor içimizdeki orman cayır cayır. Ne oldu duygularımıza, ne oldu bize? Ey bu dünyanın insanları, ey Allah’ın kulları ne oldu bize, hepimize?.. Baştan aşağı gurur, enaniyet, benlik, riya ve gösteriş havuzunda boyanan ruhlar bu sahteliği kaldırabilir mi, bu kadar ağırlığı taşıyabilir mi? Bir hesap edeni olmalıydı. Hayatın bu yanını da anlatmalıydı... Vardı anlatan ama duyurmadılar, duyamadık. Kalbi sevgiyi ve özündeki iyiyi, imanı ne ettik, o güneşi nerede yitirdik? Yıkılan her hayat bizim, sıkılan her kurşun bize de değil mi? Aynı gemide beraberce seyrediyoruz olanları... Hiçbir şey olmamış gibi Titanik orkestrasının şefi ve Titanik mensupları gibi... Bu kadar yanlış, bu kadar hata üst üste nerede ve nasıl geliyor diye biri çıkıp sormayacak mı? Herkesin yüzüne bir ayna tutmayacak mı? Beş vakit ezanların çağrısı da kulakta kalıp, kalbe inmiyor mu... Halimiz harap... Neden böyle ne olduk? Kalbimizi ihmal ettik, böyle de yaşanır zannettik... Aldandık, kaybettik. Ölümü de dünyevîleştirdik. Hafife aldık. Misafir olduğumuzu unuttuk. Her şeyin sahibi olmaya kalktık. Şeytanın azdırmasıyla hırsımız öfkemiz bilendi. Ucuz kahramanlar olduk isimleri anılan haberlerde, gazetelerde. Hayatın çivisi çıkınca böyle oluyor demek ki. Sonra o çiviyi yerine çakacak, bu dalgalanmaya dur diyecek cesur yürekler gerek. Ve hâlâ birilerinin bilimsellik zırhına sığınıp insanın o yüce yanını Allah’tan uzak tutma çabaları, kapalı kapılar ardından Darwin’i anma toplantıları. Makyajlı tuzakları. Ama hiçbir şey doldurmuyor o yeri. Ne bilimin buluşları, ne derin görüşleri dolduramıyor kalbimizde dinden uzak kalan ve boşalan o hisli yeri.. İnsan bir kutsala inanmasın da sonu ne olursa olsun. Sonu cehennem de olsa... Kimin umurunda? Öyle mi? Aklını kalbine yedirmekle bitecek mi iş, düzelecek mi işler? Her adımda bir yanlış, her sözde bin yalan kaldırmaz bu terazi, bu kadar günahı taşımaz. “Tık” diye duracak bir gün kalmışsa eğer insanlığın kalbi, “tık” diye. Bakalım o zaman bizi hayata yeniden kim döndürecek? Kulağımıza kim fısıldayacak o hayata döndüren sözleri? ... Hz. Peygamberimiz (asm) bir sohbette buyurdu: “Demir paslandığı gibi, kalpler de paslanır.” Bir sahabe tarafından soruldu: “Kalplerin pasını giderecek, parlatacak cilâ nedir yâ Resûlallah?” “O Kur’ân’ı okumak ve ölümü düşünmektir” buyurdu. (Tâc) ... Ümmü Seleme (r.a) buyuruyor: “Hz. Peygamberimiz (asm) en çok, ‘Yâ Mukallibel-kulub, sebbit kalbî alâ dinik’ (yani; Ey kalpleri dilediği yöne çeviren Allah; benim kalbimi hak dinin İslâm üzerinde sabit kıl, kaydırma) diye duâ ederdi.” (Tirmizî) ... Yine Abdullah b. Amr b. As anlatıyor: “Ben, Medine’de ahşap evimi tamir için sıvamakla meşguldüm. Resûlullah (asm) bana uğradı ve: ‘Bu da ne ey Abdullah?’ diye buyurdu. Ben evin tamiriyle meşgulüm dedim. Allah Resûlü (asm) bana, ‘Ölümün gelmesi, bu evin yıkılmasından daha çabuktur’ buyurdu.” (Ebû Davud, Tirmizî) ... Sevgili Peygamberimiz (asm), her olayı, her işi değerlendirerek sahabelerine ders verir, onlara ölümü ve ahireti hatırlatır, gaflete düşmekten sakındırırdı. Bu sözüyle de Abdullah b. Amr’a evini tamirden vazgeçirmek istememiştir şüphesiz. Ancak ölümün kişiye ne kadar yakın olduğunu hatırlatmak istemiştir. En önemli yanımız kalbimiz. Onu tertemiz aldık ve tertemiz teslim etmeliyiz Yaratanımıza. Biricik gayemiz bu olmalıdır. Kahramanlık bu olmalıdır. Ne güzel seslenir Ziya Osman Saba: “Kalbim, sen çocuk kaldın tanımadın kini, Memnun olacağım senden bir baba kadar.” Ne kadar güzeldir insan kalbiyle başbaşa kaldığında ona karşı yüzünün kızarmaması. Geç kalmadan yıkamalıyız, hileden, korkudan, kinden... Pişmanlıktan, az ya da çok bütün günahlardan, o siyah noktalardan, yıkayıp arındırmalıyız kalbimizi. Dışımızı suyla nasıl yıkayıp temizliyorsak, içimizde birikeni de tövbe sularıyla yıkamalıyız... Yıkamalıyız şeytânî arzuları, şehveti, kini. Yıkamalıyız içimizdeki kirleri. Yepyeni ve tertemiz bir sabaha uyanmalıyız. İnsan kalbiyle görüyorsa ve düşünüyorsa eğer, temizlenir imbiklerden geçe geçe... Darası alınmış saf hayatı müjdeliyor bize Yaratan. Hayatın üzerindeki korkuları kaldırıyor bir bir çekiyor rahmetiyle. Mü’min bir hayat yakışıyor bu dünyaya. Ve her insanın mutlaka her durumda, en zor durumda ve hangi şartlar altında olursa olsun, söyleyeceği bir sözü, ateşin bir sözü olmalıdır. Hayatını terazinin bir kefesine koymalı, öbür kefesine de; “Elimden geleni yapacağım Allah’ım” demeliyiz. Vicdanımıza yakın bir yerden gelen bu söz, bir tövbedir, karadan aka geçiştir. Hayatın tartılışıdır, birdenbire değildir, bir ömürdür bedeli ve ağır ağırdır. Şeytana karşı kalbimizin yüceldiği andır. Bir meleğin belki de, o mü’min alnı öptüğü andır. Boşuna dememiş Mevlânâ: “Bazen bir adamın alnında, kâinatın kaderi yazılıdır.” Ne sırlı anlar ve alınlar geçti bu dünyadan. Şehadet parmağını gökyüzüne kaldırıp giden ne insanlar, ne kahramanlar geçti bu dünyadan. İşte onlardan biri. Onca eziyet, onca işkence görmüş bir sahabe Habbab b. Eret. Son nefesini verirken; dili kalbine ve imanına nasıl tercüman oluyordu: “Ölümden korkmuyorum. Dünyada iyi şeyler yaptı isem, mükâfatını göreceğim. İyi şeyler yaptı isem Cenâb-ı Hak Gafur ve Rahîm’dir.” İlâhî, cehaletimizin ve gafletimizin büyüklüğüne rağmen bize ne kadar da lütufkârsın. Onca hata dolu ve çirkin işlerimize rağmen bize ne kadar da merhametlisin. Hayret ki hayret... Allah’ım sen bize ne kadar da yakınsın. Biz ise senden ne kadar da uzaklardayız. Allah’ım kalbimizi sevginle rızıklandır. Bizi öyle bir hizmette tut ki, bizi sana hemen ulaştırsın. Kapında duruyoruz, kovma bizi İlâhî. Yâ Rabbi, binlerce yem ve tuzak var. Bizler de yemsiz ve haris kuşlar gibiyiz. Bizi nimetlerine dalıp, gaflete düşenlerden eyleme. Hamdle, şükürle, tefekkürle ayılıp uyananlardan eyle... Âmin. ... “Evet, kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvî, umumî tanzif, elbette ism-i Kuddûs’ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet, nasıl ki bütün mahlûkatın tesbihatları ism-i Kuddûs’e bakar; öyle de, bütün nezafetlerini de Kuddûs ismi ister. (Haşiye) Nezafetin bu kudsî intisabındandır ki, ‘Temizlik imandandır’ hadisi, nezafeti imanın nurundan saymış ve ‘Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever’ âyeti dahi, tahareti muhabbet-i İlâhiyenin bir medarı göstermiş. “Haşiye: Kötü hasletler, batıl itikadlar, günahlar, bid’alar, manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.” (Lem’alar, 30. Lem’a) 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Senirkent’in gülleri |
Hayatın çekilmez anları idi o zamanlar. Mânevî iklimin adeta karakış yılları idi. “Kararan gecelerin sabahı yakın olur” derlerdi. Senirkent’in gülleri solmuş, bahtları kararmıştı. Ve o yıllarda Bediüzzaman Hazretleri hemen yakınlarına teşrif etti. Zaten o nerede bulunsa, çevresi güzelleşiyordu. Bir araştırma yapılsa Risâle-i Nurlar ancak Barla’da yazılabilirdi. Kaderin ince tecellilerindendir bu. “Isparta kahramanları” bir ünvan olmuştu. Bediüzzaman “Feyzi kardeşim, sen Isparta kahramanlarına benzemek istersen onlar gibi olmalısın. Buraya bir kutup gelse ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese, sen gitsen ona tabi olsan, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın” diyordu. İşte Ali İhsan Ağabey bu kahramanlardan idi. Bundan yaklaşık on yıl önce, yanımda bulunan can yoldaşım arkadaşlarım ile Barla’ya giderken Senirkent kavşağına yaklaştığımızda içimizden birisi “Ali İhsan Tola Ağabeyi ziyaret etmek mümkün mü?” dedi. Hatta içimizden biri “Ali İhsan Abi kerâmet sahibi diyorlar, şu sıcakta hararetimizi söndürecek bir ikramda bulunsun” dedi. Ben kendisini aradım. “Ağabey, müsaitseniz sizi ziyaret etmek istiyoruz arkadaşlar ile” dedim. “Buyurun kardeşim, memnuniyetle. Karpuzu kestiriyorum buzluğa koyduruyorum, gelince hararetinizi söndürür inşallah” demişti. Otomobilde bulunan hepimiz hayretler içinde kaldık. Merhum damadı, Senirkent içinde bulunan eczaneden bizi alıp Ali İhsan Ağabeye götürdü. Her hali ile bir Osmanlı Beyefendisi idi. Burada Ali Demirel Ağabey, oğulları merhum Hüseyin Demirel ve aziz kardeşim Muhsin Demirel de bulunuyordu. Muhabbetimiz tarif edilemeyecek şekilde devam etti. Sohbetler ve dersler yapıldı. Sonra buzluktan karpuzu istedi ve âfiyetle yedik. Hüseyin Demirel kardeşim bu görüşmeden kısa süre sonra Hakkın Rahmetine kavuştu. Cenâb-ı Hak mekânını cennet eylesin, usta bir gazeteci idi. Gazetemizden ve cenazeye bizzat iştirak edenlerden birçok hatıralar dinledik. Bu değerli insanların adetleri oldukça azaldı. Onlar “saff-ı evvel” idiler. Bediüzzaman Hazretleri Barla Lâhikası’nda tasarrufu devam eden üç maneviyât büyüğümüzün isimlerini verir: Maruf-u Kerhî, Hayat-ı Harrani ve Abdulkadir-i Geylâni. Dördüncüsünün de, Bediüzzaman Hazretleri olduğunu Ali İhsan Tola Ağabey naklederek, ayrıca Üstad’dan “Kardeşim, sizlerden üç-dördünüz lillah için bir araya gelseniz, benim ruhaniyetim orada hâzır olur” sözünü duyduğunu söylemişti. Cenâb-ı Hak mekânını Cennet eylesin. Senirkent’in gülleri çiçek açmaya devam edecektir inşaallah. Tarih bu ismi altın harfler ile yazacaktır. Onlar mânevî kış mevsiminde gelmişlerdi. Bizler ise cennetâsâ bir baharı yaşı-yoruz. Mânevî baharımızın çiçekleri açtı. Ruhu şâd olsun, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Acbüzzeneb üzerine |
Salih Sütçüoğlu: “Acbüzzeneb nedir?” Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “İki sur arasında kırk yıllık zaman vardır! Sonra Allah semadan su indirecek ve insanlar yerden sebze gibi capcanlı dirilecekler. İnsanda bir öz hariç hepsi çürümüştür. Bu çürümeyen öz, acbüzzenebdir. Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan meydana gelecektir.”1 Bir diğer hadislerinde Peygamber Efendimiz (asm): “Bütün Âdemoğullarını toprak yiyecektir, acbüzzeneb müstesnâ. Her Âdemoğlu bundan yaratılmıştır ve bundan terkib olunacaktır” buyurmuştur.2 “Acbüzzeneb” kelimesi Peygamber Efendimizin (asm) bildirdiği, kıyamet esnasındaki dirilişin keyfiyetini anlatan bir kavram olarak dilimize girmiştir. Kuyruk sokumu kemiği olarak anlam verilmiş ve böyle de tercüme edilmiştir. Arapça’da “acb”, kuyruk kemiği; koyun kuyruğunun içindeki kemik; her şeyin gerisi; kuyruk sokumu anlamlarındadır. “Zeneb” ise bir şeyin sonu, ucu ve kuyruğu anlamındadır. Acbüzzeneb kelimesi, dil bilimcilerin yorumuyla “kuyruk sokumunda bir kemik” olarak hadis-i şeriften iktibasen mahşer ve diriliş literatürümüze geçmiştir. Âyetlerin ve hadislerin müteşabihat dediğimiz müşkülatlı kısımları vardır. Doğru yorumlanmaya ve dikkatli tefsir edilmeye ihtiyaç gösterir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; bazen vahiy gelirdi, Peygamber Efendimiz (asm) herkesin anlayacağı tasvir, temsil ve teşbihlerle vahyi ifade eder, gelen vahyi herkesin anlayacağı temsillerle zihne yaklaştırır, gayet derin hakikatleri bilinen teşbih ve temsillerle ifade buyururdu.3 Burada vahiy, insan aklına tenezzül buyurup, beşerin derecesine sözüyle nüzûl ederek, beşerin anlayacağı bir üslûp kullanır. İşte böyle yüksek amaçlar gözetilerek, bilinen temsillerle söylenen derin hakikatleri anlamak için, doğru tabir ve dikkatli tefsire ihtiyaç vardır.4 “Meselâ,” diyor Bediüzzaman; “Bir vakit huzur-u Nebevi’de gayet derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: ‘Yetmiş senedir yuvarlanıp bu dakikada Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.’ Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: ‘Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü.’ Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gayet beliğ temsilinin hakikatini ilân etti.”5 İşte “acbüzzeneb” kavramı da, doğru yorumlamaya ihtiyaç gösteren müteşabihattandır. Acbüzzeneb kelimesine, bildiğimiz kuyruk sokumu kemiği mânâsının kısır döngüsünden çıkarak, en azından günümüz ilminin ulaştığı derinliklerin daha ötesinde mânâlar yüklememizin, daha sağlıklı bir sonuca katkı sağlayacağı açıktır. Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin acbüzzeneb kelimesini izah sadedinde sarf buyurduğu kavramlar oldukça ilginçtir. Bediüzzaman “acbüzzeneb” tâbirini, “eczâ-i esasiye ve zerrât-ı asliye”6 kelimeleriyle, “insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde küçücük bir cüz’”7 veya “insanın tohumu hükmünde olan zerreler”8 tanımlamalarıyla açıklar. Ki bu esas ecza ve insanın tohumu ve çekirdeği hükmündeki asıl zerreler, ikinci yaratılış için kâfi bir esastır, yeterli bir temeldir. Ve Sâni’-i Hakîm, insan bedenini onların üstünde bina eder.9 Bu hakikatler penceresiyle baktığımızda, ölen insanın eti ve kemiği çürümüş bile olsa, binlerce yıl geçtiği halde çürümeyen bir özünün ve esas zerrelerinin bulunduğunu bu gün modern bilim artık keşfetmiş bulunmaktadır. Bu gün anlaşılmıştır ki, insan vücudunun harika bir bilgi bankası vardır ve bu bilgi bankasına bu gün itibariyle DNA denmektedir. DNA’da şifrelenen bilgiler insanın saç şekli ve göz renginden boyunun uzunluğuna kadar insanın bütün fiziksel özelliklerini ihtivâ etmektedir. İnsanın her bir hücresinin çekirdeğinde bulunan DNA’da, insan vücudunu baştanbaşa kontrol eden, bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği miktarda bilgi kodlanmıştır. Düşünün ki, insan vücudunda en az 100 trilyon hücre… ve her bir hücrenin çekirdeğinde, milimetrenin milyarda biri büyüklüğünde, atomların yan yana dizilmesiyle yaratılmış, insan bedeniyle ilgili bütün ansiklopedik bilgileri ezbere bilen ve insan bedeni çürüyüp gitse bile yapısı bozulmayan ve çürümeyen bir DNA zinciri!... Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, insanın “ecza-i esasiyesi ve zerrat-ı asliyesi”10… İşte Peygamber Efendimizin (asm) mübarek dilindeki acbüzzeneb, bu gün adına DNA zinciri denen, Bediüzzaman’ın “zerrat-ı asliye” olarak tanımladığı, bozulmaktan korunmuş, insan bedeninin sonunu ve son ucunu teşkil eden o “mikro zincir” olsa gerektir. İnsan bedeni bu mikro zincir üzerine binâ edilecektir. Nitekim Bediüzzaman, bu ikinci yaratılışı şöyle ifade etmektedir: “Haşir ve neşr-i ekberde beşerin her bir ferdi; aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iâde edilecektir.”11
Dipnotlar: 1- Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, (2955); Muvatta, Cenaiz 48, (1, 239); Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesâî, Cenaiz 117, (4, 111. 2- İbni Mace, Zühd, 32. 3- Lem’alar, s. 94. 4- Mektubat (yeni), s. 161; Sözler (yeni), s. 561. 5- Lem’alar, s. 94. 6- Sözler (yeni), s. 854. 7- Sözler (yeni), s. 1000. 8- İşârâtü’l-İ’câz, s. 60. 9- Sözler (yeni), s. 854. 10- Sözler (yeni), s. 854. 11- Lem’alar, s. 119. 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Neden tahkikî iman? |
İnsanın bu dünyaya gönderilmesinden maksat kendisini en güzel biçimde yaratan, en mükemmel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatıp şu dünya misafirhanesine gönderen, bu misafirhanenin kurallarına uyduğu takdirde de sonsuz mutluluğu ihsan edecek olan Rabbine, O’nun varlık ve birliğine gönülden, tereddütsüz inanmaktır. Biz buna iman diyoruz. Yaratıcı, misafirlerinin sonsuz hayat yolculuğunda yol gösterici, rehberlik edici kılavuzlara inanmalarını ve emirlerine uymalarını da istemiştir. En son rehber ve kılavuz da yüce Elçisi Hz. Muhammed (asm) ve onun getirdiği İlâhî katalog Kur’ân’dır. Gerek Kur’ân-ı Kerim ve gerekse hadis-i şerifler insanları bu yolculukta kazasız belâsız, huzur içinde gitmeleri ve sonuçta rahata ermeleri için her türlü esas, ölçü ve prensipleri göstermektedir. Bir makine ve bir fabrikadan çalışma kılavuzuna uyulmadığında verimli sonuç alınamayacağı gibi yaratılış maksadına uygun hareket etmediği sürece canlı bir makine olan insandan da arzu edilen ürün alınamaz, mutlu ve huzurlu olması düşünülemez. Bunun ilk şartı iman, sonra da iyi ve güzel davranışlar anlamında salih ameldir. İman ne kadar kuvvetli olursa insan o ölçüde huzur bulur, iyi işlere yönelir. Böyle kuvvetli imana da biz tahkikî iman diyoruz. Neden tahkikî iman? Her şeyin en güzeli, en mükemmeli olduğu gibi imanın da en güzel ve en mükemmeli tahkikî imandır. Tahkikî iman denilince ne anlamalıyız? Emirdağ Lâhikası’nda belirtildiği gibi iman 1) Taklidi, yani icmâlî, 2) Tahkiki ve tafsili olmak üzere iki kısma ayrılır. Taklidî iman şüphelere kolayca mağlûp olurken çok kuvvetli olan tahkikî imanın, çekirdekten hurma ağacına, güneşin aynadaki yansımasından deniz yüzündeki yansımasına, hatta güneşe kadar nasıl mertebeler varsa, birçok mertebe ve dereceleri vardır. Onun için ehl-i hakikat bütün ilim, marifet, kemâlatın en büyüğünün iman olduğunu, delillere dayalı ayrıntılı tahkîkî imandan gelen marifet, yani Allah’ı tanıma olduğunu söylemişlerdir. Bazan tek bir şüphe karşısında mağlûp düşen taklidî imana karşılık ona göre çok kuvvetli ve çok geniş olan tahkikî imanda ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn gibi üç mertebe bulunur. Bunlar üzerinde de İnşaallah bir sonraki makalemizde duralım. 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Doğu'da yol durumu |
Bir önceki yazımızda, İstanbul–Van arasında yaptığımız ve yaklaşık 5 bin kilometreyi bulan uzun bir yolculuktan söz etmiştik. Burada da bu seyahatte özellikle Doğu Bölgelerindeki yol durumu hakkında kısa bazı bilgiler vermek istiyoruz. Tâ ki, hem bu yollarda seyahat edeceklerin bir parça mâlumatı olsun, hem de yetkili makamların konuya dikkatini çekmiş olalım. Yol güzergâhımız, Van'a gidişte Elazığ, Bingöl, Muş ve Tatvan üzerinden; dönüşte ise Tatvan, Hizan, Bitlis, Baykan, Siirt, Batman, Diyarbakır, Urfa üzerinden gerçekleşti. Bu güzergâh üzerinden giderken, fazlasıyla zahmet ve meşakkat çektiğimiz bazı kesimler oldu. Sebep, bitmek bilmeyen yol inşaatı çalışmaları. Daha evvel de kısmen şahit olduğumuz için biliyoruz ki, bu çalışmalar bazı yerlerde yıllardır sürüp gittiği halde, her nedense fazla bir ilerleme kaydedilemiyor. Acaba neden? Bizlerin en fazla zorlandığı yolların başında Kayseri–Malatya, Bingöl–Muş, Tatvan–Van ile Bitlis–Baykan arasındaki bazı kesimler oldu. Doğu turizminin en hareketli olduğu yerlerden biri olan Nurs Köyünün yolu ise, özellikle son 5–10 kilometresi çekilecek gibi değil. Çetin iklim şartları ve coşkun akan sel suları, bu yolda seyahat etmeyi bir hayli zorlaştırmış durumda. Ayrıca, şehirler arasındaki yollarda öyle noktalar/geçitler vardır ki, şoförlere ilallah dedirtirken, yolculuğu da adeta bir işkenceye döndürüyor. Toz–toprak içinde kalmak bir yana, o uzun yollarda ağır aksak seyredilmesi, üstelik sarsıla sarsıla gidilmesi, yolcuları canından bezdirecek raddeye varıyor. Buna mutlaka bir tedbir alınması, servis yollarının temizlenip düzeltilmesi ve neredeyse on yıldır inşaatı devam eden bazı kesimlerin artık bir şekilde bitirilmesi gerekiyor. Hele, şu Baykan–Bitlis arasındaki güzergâhın orta kısmını teşkil eden 30–40 kilometrelik bölüm. Yani, Bitlis Boğazı... Buranın fizikî şartları ve morfolojik yapısı gerçi bir hayli zor ve çetindir. Ancak, bu güzergâhtaki yolculuğun da artık bir kâbusa döndüğünün bilinmesi gerekiyor. Sürücüler gibi yolcular da bu yolda seyahat etmekten şiddetle çekinir hale gelmiş.
Selanik Yahudisi yeğen Carasso'nun ölümü
Yukarıda kupürünü gördüğünüz "Daniel Carasso'nun ölüm haberi" 20 Mayıs 2009 tarihli Hürriyet gazetesinde çıktı. Yarım sayfayı aşkın bu haberde, Türkiye ve dünya çapında çok önemli bir kişilik olan Daniel'in kim olduğundan ve sahibi olduğu asırlık DANONE firmasının kuruluş macerası, 120 ülkede fabrika kurması ve bugün ulaşmış olduğu ekonomik gücü hakkında detaylı bilgiler veriliyor. Hacimli haberin bir başka boyutunda ise, özetle şu bilgiler aktarılıyor: 104 yaşında ölen Daniel Carasso, 1905 Selanik doğumludur. Babası, "Selanik yoğurtçusu" olarak bilinen Dr. İzak Karasu'dur. 1912'deki Balkan Harbinde Selanik'in elden çıkması üzerine, aile Barselona'ya (İspanya) döndü. Burası, onların 420 sene evvel terk etmiş oldukları anavatanlarıdır. İzak Karasu, burada ismini "İsaac Carasso" şeklinde değiştirdi. Burada kurduğu yoğurt şirketinin ismini de oğlunun ismine izafeten "Danone" olarak resmileştirdi. Oğul Daniel ise, tahsilini tamamladıktan sonra şirketin başına geçti ve 1929'da Paris'e giderek "Danone Yoğurtları Şirketi"ni kurdu. Kısa zamanda gelişen bu şirket, zamanla başka ülkelerde de üretime geçti ve şu anda süt ürünlerinde dünya birincisi olup toplam 120 ülkede (150 fabrika) üretim yapmakta. Hürriyet gazetesinin ilgili haberde hiç değinmediği birkaç husus vardır ki, bunlar da Türk ve İslâm âlemi için son derece mühim. Şöyle ki: Danone ürünlerine ismi verilen Daniel Carasso, meşhûr Selanik Yahudisi Emanuel Karasu'nun öz yeğenidir. Meşrutiyet yıllarında Selanik mebusu seçilen Emanuel Karasu, 1909'un 27 Nisan'ında Sultan II. Abdülhamid'e Meclis'in "hal/tahttan indirme" kararını tebliğ etmeye giden heyetin reisi ve sözcüsüdür. Osmanlı'nın çok büyük iyilik yaptığı Selanik Yahudileri, ne yazık ki Osmanlı'ya en büyük kötülüğü yapanların başını çekmiştir. Nitekim, Selanik merkezli Hareket Ordusunu toplayan, yönlendiren, hatta bu derme çatma orduyu İstanbul'a kadar da sevk ve idare edenler de onlardır. Dolayısıyla, yeğen Carasso'dan bahsedip de, öz amcası meşhûr Emanuel'den söz etmemek büyük bir eksiklik olacaktı. Biz de bu eksiği tamamlayalım dedik. 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Seçim ve meşveret üzerine |
Hür irade ve seçim aynı zamanda iman ve imtihan esaslarıyla bağlantılı. Zira bu dünyaya imtihan olmaya gönderildik. Bunun içinde hür irade ile donatıldık. İmtihan olabilmemiz buna bağlı. Hürriyet, imanın özelliğidir. İmanın hürriyet boyutunun idareciliğe (aile reisliğinden devlet yönetimine dek) yansımasının en önemli esasları arasında da yine meşveret ve seçim yer alır. Yani, fikirlerin hür bir şekilde ifade edilebilmesi ve istenilen kişinin seçilebilmesidir. Yegâne örnek ve model, Asr-ı Saadet’tir. Peygamberimizin (asm) vefatından sonra halife seçiminde üç görüş ortaya çıkar: Sahabilerden bir grup, seçilecek halifenin, Muhacirler’den; diğer bir grup Ensar’dan, üçüncü bir grup ise “Bir Muhacirlerden, bir de Ensardan seçilmeli” görüşünü savunuyor ve tartışıyorlardı. Şiddetli tartışmaların ardından, o zamanın şartlarına göre “biat” seçimiyle, “Muhacir”den, Kureyş’ten Hz. Ebûbekir (ra) seçildi ve muhalif düşüncede olanlar dahil herkes omuz omuza vererek hizmetlerine devam etti. Ve diğer halifeler de seçimle işbaşına gelmişlerdir. Saltanata dönüş ise, halife olarak seçilen Hz. Hasan’ın (r.a.) feragatinden sonradır. “Seçimlerde kulis olmuyor mu? Kulislerle icrâ edilen bir seçim nasıl sağlıklı olabilir?” diye soran muhterem bir okuyucumuzla şöyle bir diyaloğa girdik: “Eğer kulis, ‘Falancayı seçin, filancayı seçmeyin, zira, falancanın şöyle özellikleri var, bu işin hakkını verir, falancanın ise ne çapı, ne mahareti, ne zamanı, ne şartları müsaittir!’ şeklinde yapılıyorsa, meşrûdur. (Örneğini Asr-ı Saadet’ten verdik.) Ancak, eğer kulislerde cerbeze (demagoji), yalan, iftira, gıybet yapılıyorsa, bu yerilmiş, kovulmuş kötü hasletler, her zaman ve her zeminde gayr-i meşrûdur, günahtır, vebaldir.” “Seçimde listeler hazırlamak doğru mu?” “Senin, ‘A şahsını seçmeyelim. Zira, konumu, durumu, şartları, çapı buna müsait değil!’ deme hakkın var mı?” “Var tabiî ki!” “Peki, benim de senin için aynı şeyleri söyleme hakkım var mı?” “Şüphesiz var!..” “Bunları sözlü olarak yaptığımız gibi, yazılı da yaparız, imâen de yaparız, işaretle de yaparız! İşte, seçimlerde liste de bundan ibarettir…” Yeter ki, o listede ve yazılı irade beyanında iftiraya, yalana, hileye, cerbezeye, hakarete, aşağılamaya yer verilmesin! “Tamam da, falan kişi taraf oluyor, başkalarını etkiliyor!” “O zaman falan kişiyi bu işten men edelim, konuşma hakkı, seçim hakkı tanımayalım mı? Onu bağlayalım ki, kimseyi etkilemesin; seni serbest bırakalım, etkileyebildiğini etkile! Bu meşveretin ve seçimin ruhuna uygun mu? “Bu istibdattır, rey-i vahittir (tek görüştür). İslâmda yeri yoktur. Herkes hür olmalı. İşte Asr-ı Saadet’teki hür irade, meşveret ve seçim modelini çağımıza taşıyan Bediüzzaman’ın görüşü: ‘Zaman-ı istibdâdın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî (katı) olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin (hürriyetin, demokrasinin) zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir (bilgi, ilimdir), kânun’dur (hukukun üstünlüğüdür), efkâr-ı âmme’dir (kamuoyudur); kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir.’1 Gayet tabiî ki, seçmenleri de, seçilenleri de mihenge vurma, sorgulama hakkımızdır. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker, yanlışlarını düzeltme, eksiklerini tamamlama, hizmetlerine yardım etme vazifemiz. Tenkit ise, ne haktır, ne vazifedir, bilâkis şiddetle men edilmişiz! Her yiğidin bir yoğurt yiyişi, her seçilenin bir çalışma tarzı vardır. Seçen de seçilen de icraatlarından mes’uldür. Seçtiklerinizin icraatlarını mihenge vurursunuz, olumlu bulmazsanız; tenkit değil, ikaz eder; bir daha seçmezsiniz... Unutmuyoruz ki: Meşveret farz derecesinde bir emir olduğundan vazifemiz, istişare etmektir. Yoksa sonuç almak ve meşveret heyetini kendi düşüncelerimize getirmek değil! Hepimiz meşveret, seçme, seçilme vesâir bütün icraatlarımızla imtihan oluyoruz! Bunun idraki ile hareket etmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Münâzarât, s. 33. 23.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
‘Euzübillahimineşşeytanirracim’ |
13. Lem’a, insanın apaçık düşmanı olan şeytanın hilelerinden, tuzaklarından ve bu tuzaklarından korunma yollarından bahseder. İbnü’l-Cevzi, ‘Şeytanın Ayartması’ eserinde, insanın özelliklerine, donanımına, takva durumuna göre şeytanının da farklılaştığını ifade eder. Yani alime giden şeytan, cahile gitmiyor. Her işin bir yerlerinde şeytanın bir tezgâhı mutlaka vardır. Şeytanın, normal şartlarda ‘artık seninle uğraşmayacağım, seninle uğraşmaktan bıktım, usandım’ dediği insan yoktur. İmtihan hali her an devam etmektedir. Onun için her insan yaptığı işlerin bir yerlerinde şeytanın izleriyle mutlaka karşılaşmaktadır. Tabiî zaman zaman da şeytan kendini muhatabına inkâr ettirerek varlığını sürdürür. Veya ‘Yahu benim yanında, yakınımda şeytanın ne işi var?’ diyerek tezgâhını işlettirmektedir. Böyleler şeytanın tezgâhının bile farkında değillerdir. Kötüsü de bu.
Hayır işlerdeki şeytanı unutuyor muyuz? Nefis ve şeytan deyince, ehl-i iman kendisini şöyle bir soyutlayıveriyor. Günlük Kur’ân’ını okuyanlar, sünnetine riayete çalışanlar, namazlarını kılanlar, zekâtlarını verenler ve dinin verdiği derslerini okuyanlar ve uygulamaya çalışanlar çoğu kez böyle bir tahlilden kendilerini beri görürler. Oysa, kefesine koyduğu ve istediği yere götürdüğü ve istediği fiili yaptırdığı bir dalalet ehline şeytan, neden, sürekli musallat olma gereği duysun? Onlar zaten hazır kıta. Ama şeytan, kendisinin düşmanını, yani ehl-i imanı, çok iyi seçmekte ve onun üzerine çok amaçlı bir şekilde gitmektedir. Hatta bazen bir taşla beş kuş vurma kabilinden, çok amaçlı adımlar atabilmektedir. Belki de şeytanı en çok sevindiren şey, bir ibadetten alıkoyduğu mü’min, bir hayırdan uzaklaştırdığı ehl-i iman ve bir iman bağını kopardığı Müslüman olmaktadır. Tabiî şeytan kalkıp da, namazı çok seven bir ehl-i salata, ‘gel sen namaz kılma’ demeyecektir. ‘Namazını kıl, ama işin var acele et!’ diyecektir. Veya namaz içinde vesveseler verip, ümitsizliğe atıp, kişiyi ibadetten alıkoyacaktır. Yine şeytan, oruç ehline, ‘Oruç tutma’ demeyecektir, fakat sadece bir aç kalmaktan ibaret olan, bunun yanında gün içinde pek çok günahı işlettirerek, orucun gerçek mahiyetini unutturacaktır. Bir hayırlı adım atılma aşamasında, hemen devreye girerek, ‘at adımını tabi, ama acele etme, iyice düşün!’ diyerek onu yavaş davrandırıp ve hayrı öteleyecektir. Nefsinin tuzağına düştüğünü anlayıp, tövbe, istiğfar yapıp, dönüş yapmak isteyenlere, ‘Sen bu yüzle nasıl Allah’ın makamına çıkarsın? Bu kadar günahla Yaratıcının makamına çıkılır mı?’ diyerek, kişiyi daha da batağa çekecek ve onu haktan, hakikatten uzaklaştıracaktır. Yardım etmeyi sevene de, ‘yardım etme’ demeyecek, ama ‘yardım ettiğin kimseyi minnet altına al ve bununla övün’ diyecektir, gibi örnekler çoğaltılabilir. Onun için hayırlı işlerin muzır manileri çok olmaktadır. Yani bu şu demek, hayırlı işlerle uğraşanların, muzır manilerin nerede, ne şekilde ve nasıl karşılarına çıkacaklarına hazırlıklı olmaları zorunludur. Yoksa gafil avlanmak kaçınılmaz olacaktır.
Şeytan ne zaman sevinir? Şeytan namaz kılanların kendisine ibadet etmelerinden ümidini kesti; ancak aralarını bozmak konusunda ümidini yitirmedi. Özellikle eşlerin arasını açmak şeytanın en çok hoşlandığı iştir. Burada tabiî ki, mü’minler arasında tesanüdü bozacak vesveseler ve bir mü’minin bir hatasıyla bütün masum sıfatlarını ve onun çevresindeki akrabalarını mes’ul tutacak kadar bir zulüm gözlüğü taktırır. Şeytan, Allah’ın rahmetinin sel gibi coştuğu ortamlarda çok daha yoğun bir çaba içerisinde faaliyet göstermektedir. Çünkü, ‘Allah’ın eli (yardımı) cemaat üzerinedir. Şeytan cemaatten ayrılanla beraberdir.’ Yine, şeytanın telkiniyle, ‘Nice kimselerin yanında Müslümanlar gıybet edilir de o susuverirler. Bu kimseler, gıybet günahının işlenmesine, Allah’a itaatsizliğe, Müslümanlara leke bulaştırılmasına sevinmiştir. Ve kötülükten men etme görevini yapma- mıştır.’ En kötü şeylerden birisi de, yapılması zarurî olan bir hayrı geciktirmektir. Bu hayırdaki gevşekliğin sebebi tul-i emeldir. Sabaha varacağı emelini besleyen kimse, o gece gevşek amel yapacaktır. Peygamberimiz (asm), ‘Dünyaya veda edenin namazı gibi namaz kıl.’ demiştir.
Şeytanın kahrolan vaziyeti Şeytan, işlediği günahlardan dolayı nedamet içerisinde olan insanın karşısında kahrolur. O zaman insan, ne yapıp etmeli ve son nefesini teslim etmeden, işlediği günahlara, kırdığı kalplere, yapamadığı amellere karşı büyük bir nedamet içerisinde olup, atılması gereken adımları atmalıdır. İnsan, hak bildiklerini uygulamaya koyduğu, şer bildiklerini de terk ettiği oranda insandır. Yoksa nice insan, nice bilgilerle doludur, ancak o bilgilerin hayata dönüşümü şeytanın hile ve tuzaklarına takılmak-tadır. İnsandaki onay makamları Kabul edelim ki, günlük attığımız bütün adımlarda, aldığımız bütün kişisel kararlarda ya nefis ve şeytanın, ya da kalp ve vicdanın mührü bulunmaktadır. Yani akıl bir düşünceyi davranışa dönüştürürken, ya kalpten, ya da nefisten onay alarak, hareket sinirlerine o şekilde komut vermektedir. O zaman, gün içinde kaç davranışın altında akıl, kalp ve vicdanın; kaç davranışın altında da, nefis, heva ve şeytanın mührü bulunmakta ise, insan ona göre oluşmaktadır. Günün faaliyetlerinin yüzde kaçı kiminse, gün ona çalışmış demektir. Günlük cirolar, aylıkları, aylıklar yıllıkları ve sonuçta da ömrü meydana getirmektedir. Kişi içinde kimi yetkili kılmışsa, o yetkili, o kişi demektir. 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Aydınlar ve din |
Yetişme ortamı ve aldığı eğitim gereği dini bilmeyen aydınların uluorta dinsizlikle suçlanmaları halinde, zihinlerinde dine karşı mevcut olan şüphelerin kemikleşeceği ve dahası, onları saldırgan bir tavra yönelteceği uyarısında bulunan Said Nursî diyor ki: “Fena adama ‘iyisin, iyisin’ denilse iyileşmesi ve iyi adama ‘fenasın, fenasın’ denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur.” (Eski Said Dönemi Eserleri, {Münâzarât}, s. 256) Bu sözde, hem caydırmayı, nefret ettirip kaçırmayı değil, sevdirip teşvik etmeyi; ürkütüp uzaklaştırmayı değil, kazanmayı esas alan İslâm ahlâkına dayalı tebliğ metodolojisinin; hem de psikoloji ve pedagoji gibi davranış bilimlerinin önemli prensiplerinden biri seslendiriliyor. Üstad, konuyla ilgili izahlarını sürdürüyor: “Faraza, bazılarının altında büyük fenalıklar varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe (görmezlikten gelindikçe) mahdut ve mahsur (sınırlı) kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve hayâ (hayâ ve gizlenme perdesi) altında kendisinin ıslâhına çalışır. Lâkin, vaktâ ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık fena tevessü eder (genişleyip yayılır).” (a.g.e., s. 256-7) Bu ifadelerde de, yukarıdaki prensibin tatbik alanında bir başka önemli boyut vurgulanıyor. Burada, “fena” olduğu tesbit edilenlere dahi hücum etmemek suretiyle, hem onların ıslâhına, hem de bu mümkün olmasa bile fenalıklarının yayılmasını önlemeye yönelik bir strateji var. Bu aynı zamanda, bir cihetiyle, Kur’ân ve Sünnete dayanan İslâm ahlâkındaki “fenalığa da iyilikle mukabele etme” prensibinin günümüz içtimaî ve siyasî hayatına uyarlanan bir yansıması. İyi uygulanırsa, aydın-halk kopukluğu ve gittikçe derinleşen bir kutuplaşmaya giden laik-antilaik çatışması gibi hâlâ içinden çıkamadığımız birçok kriz ve gerilimin en etkili reçetesi olabilir. Üstadın şu tesbiti de son derece önemli: “Hakikaten, bence bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse (kendisini soyutlasa) bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh, en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız (dayandığımız sarsılmaz set) olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır.” (a.g.e., s. 258) Nitekim İslâma en yabancılaşmış gibi görünenlerin dahi kendilerini en azından “kültürel Müslüman” olarak tanımlayıp, günlük hayatlarında belki farkında bile olmadan bazı İslâmî motifleri kullanmayı alışkanlık haline getirmeleri, bu tesbiti doğrulayan manzara ve tezahürler. Ve yine Üstad, dini ve dindarlığı kendi tekelinde gören dışlayıcı anlayışı şöyle reddediyor: “Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak (ışıklandıracak) bir istidatta olan hakikat-ı İslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarı atmak istiyorsunuz? Hem de umum kemâlâtı câmi (mükemmellikleri içine alan), bütün nev’-î beşerin hissiyât-ı âliyesini (insanlığın yüksek hislerini) besleyecek mevaddı muhit olan (maddeleri kapsayan) o kasr-ı nurânî-i İslâmiyeti (nurlu İslâm köşkünü), ne cür’etle, matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevilere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül (hayal) ediyorsunuz?” (a.g.e., s. 269-70) İslâmın bütün insanlığa gönderilmiş en son evrensel ilâhî mesaj olduğu inancına dayanan bu engin bakış açısındaki kucaklayıcılık, genişlik ve rahatlık nerede; dini ve dindarlığı kendi daracık ufkuna hapsetmeye çalışan inhisarcı ve de dışlayıcı taassubun zavallılığı ve perişanlığı nerede? Aynı anlayışın, bu haliyle dini tekelinde tutma gayretinin yol açacağı bir diğer sakıncayı da “kavî bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırmak” olarak ifade ediyor Üstad (a.g.e., s. 497). Bu da taşınması imkânsız bir başka vebal... 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Bilinmezlikler… |
Kamuoyu, içte Cumhurbaşkanı Gül hakkında Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin RP yöneticiliği sırasındaki “kayıp trilyon dâvâsı”nda yargılanmasıyla meşgul edilirken, içte ve dışta önemli olaylar oluyor. “Yeni anayasa” değişikliği, Cumhurbaşkanının ve milletvekillerinin süresi gibi tartışmalara boğduruluyor. Türkiye dış politikada peşpeşe emr-i vakilerle bir dizi belirsizlikle karşı karşıya. Ankara’nın “parafe” ettiği Erivan’la “yol haritası”nda milletin hakkını ve hukukunu koruyan izzetli bir barış yolu yine çıkmazda; Başbakan’ın Bakü’de “Karabağ işgali sona ermeden Ermenistan sınır kapısı açılmaz” müdahâlesiyle yeni bir boyut kazandı. Ankara’nın şimdi ABD’nin bastırdığı “yol haritası”na mı yoksa Erdoğan’ın Azerbaycan Millî Meclisi’nde verdiği “teminat”a göre mi hareket edecek? Bilinmiyor… Karmaşa o denli “Köşk’e yakın yazarlar”dan, Başbakan’ın Karabağ işgalini şart koşması, “demagoji” ve “şov” olarak suçlanıyor. Diğer yandan Cumhurbaşkanı’nın “büyük fırsat” diye ilân ettiği “Kürt meselesi” ve terör örgütünün silâh bırakması konusu da tam bir muamma. Gül’ün “devlet kurumları arasındaki uyum”la açıkladığı “büyük fırsat”ın ne olduğunu, hangi tedbirleri ve düzenlemeleri getirdiği hâlâ belirsiz…
“GÜVENCESİZ” POLİTİKALAR Bilindiği gibi Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde bu hususta “dokuz maddelik gizli plân”dan bahsedilmişti. Terör örgütü elebaşısı Karayılan’ın bir gazeteye verdiği röportaj üzerine Cumhurbaşkanı’nın bu kez “çözüme çok yaklaşıldığı” iddiasıyla ortaya attığı “büyük fırsat” hakkında ne Meclis ne de muhalefet bir bilgiye sahip değil. “Büyük fırsat”ta Kuzey Irak’taki binlerce teröristin akıbeti ne olacak? Ankara’nın defalarca Washington’dan iâdesini istediği iki yüz kişilik “terör örgütü elebaşıları” teslim edilecek mi? Terör örgütü silâh bırakıp tamamen tasfiye mi olacak, yoksa sadece geçici bir süre için silâh mı bırakacak? Bunun teminatı ne olacak? Sonra yurt içindeki binlerce örgüt elemanının akıbeti ne olacak? Hangi psikolojik ve sosyal iyileştirmelerle kandırılan, dağa çıkarılan gençler rehabilite edilecek; nasıl bir sosyo-ekonomik çözüm bulunacak? Suça karışmış teröristler hangi yöntemle ayıklanacak? Bunlar da bilinmezlikler arasında…
ANKARA “TEMENNİ”YLE KALIYOR Ancak belirsizlikler bununla bitmiyor. Avrupa’nın enerjide Rusya’ya bağımlılığını azaltmak amacıyla başlatılan “Nabuco projesi” için Türkiye’nin peşinen hiçbir istekte bulunmaması, hiçbir şart öne sürmemesi ve hiçbir pay istememesi ise bir diğer bilinmezlik. Azeri uzmanlar, uzun yıllar masraflarını dahi çıkaramayacağını ve hayal olduğunu belirterek iptalini önerdikleri projeye Ankara’nın kayıtsız şartsız katılması, dikkat çekici. ABD’nin Rusya’yı dışlamak için üzerinde durduğu proje üzerindeki geçiş ücretinden ve paydan vazgeçildiğine konuyla ilgili devlet kuruluşu BOTAŞ’ın haberi yok… Bu arada Türkiye’nin arabulucu olduğu ve İsrail’in Gazze saldırısı ve katliâmıyla kesilen “İsrail-Suriye barışı” da ne olduğu ve nereye varacağı bilinmeyen politikalardan… Cumhurbaşkanı’nın üç günlük son Suriye ziyaretinde, “Şam’ın Türkiye’nin arabuluculuğunda İsrail’le görüşmelerin ilerlemesine çok büyü arzu var. Ortadoğu’da barışta sonuca varmayı gerçekten istiyorlar” demesine mukabil, İsrail Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Danny Ayalon, “Gül’ü tekzip” edercesine konuşuyor. Beşar Esad’ı barış konusunda “yalancılık”la suçluyor. “Aslında ilişkilerin normalleşmesini istemiyorlar, bu olursa rejimleri tehlikeye girer” diye konuşuyor. Bu arada tıpkı İsrail eski Başbakanı Olmert gibi başta İsrail Başbakanı Netanyahu olmak üzere İsrail hükûmetinden “Golan tepelerini asla vermeyiz” mesajları geliyor. Dahası, Obama’nın tavsiyesine rağmen Netanyahu, Suriye ile barış görüşmelerine sıcak bakmadıklarını açık açık söylüyor. Türkiye’yi “takmadığı” havasını veriyor… Bu durumda Ankara’nın elinde kala kala “temennisi” kalıyor… Kısacası, AB’den uzaklaşıp ABD ile “model ortaklığa”, İsrail’e derin ekonomik, savunma sanayii ve stratejik işbirliğine dayalı politikalar Türkiye’ye kaybettiriyor… 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Hâlâ mı değişmeyecek? |
Geçtiğimiz haftanın gündemi önümüzdeki günlerde Türkiye’nin tartışacağı üç konu üzerinde düğümlendi. Bunlardan birisi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün güneydoğu ya da Kürt sorunu konusundaki açıklamaları, diğeri DTP milletvekillerinin ifadeye çağrılmaları, bir diğeri ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yargılanabileceğine ilişkin bir mahkemenin verdiği karar… Güneydoğu sorunu ile ilgili olarak Abdullah Gül, “İyi şeyler olacak” sözünün arkasından “Çok ümitliyim” dedi. Gazetelerde sorunun çözümü ile ilgili ipuçları çıkmaya başladı. Millî Güvenlik Kurulu’nda da görüşülen çözüm teklifleri arasında birçok teklif olduğunu gazetelere yansıdı. Dağdakilerin indirilmesinden tutun da, Güneydoğu’da dağlara taşlara yazılan sözlerin kaldırılmasına kadar birçok tedbir gündeme geliyor. İkinci mesele de DTP’li milletvekilinin süren dâvâlarıyla ilgili ifade vermeye gitmemelerinin ardından yapılan tartışmalar. Bu durum 1994 yılında DEP milletvekillerinin polis arabalarına bindirilip götürülmesini akıllara getirince TBMM Başkanı Köksal Toptan, böyle bir şeyin tekrarlanıp demokrasiye zarar vermemesi için kendi deyimiyle “çırpınıyor.” İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın “Meclis’te bu görüntülerin yaşanmayacağı”na dair sözleri var. * * * Bu haftanın en önemli tartışma konusu ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le ilgili olarak Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin “kayıp trilyon” dâvâsında yargılanması gerektiğine dair kararı. Konu üzerinde yine hukukçular farklı sonuçlar çıkarıyorlar. Yargılanabilir diyenler azınlıkta. Bunların başında CHP ve onun gibi düşününler geliyor. Diğer görüşe göre de; bu karar anayasaya aykırı ve cumhurbaşkanları ancak vatana ihanet suçundan yargılanabilir. Mesele özetle şöyle: Mahkemelerde yıllarca süren dâvâda sanıkların büyük bölümü beraat ederken, Necmettin Erbakan ceza almıştı. Dâvâda Gül hakkındaki evrak ise milletvekili dokunulmazlığı sebebiyle işleme konulmamış, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra ise dâvâ gündeme gelmiş, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı takipsizlik kararı vermişti. Yargıtay eski Üyesi Cahit Nalbantoğlu takipsizlik kararına itirazda bulunmuştu. Bunun üzerine Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi ise Cumhurbaşkanı için 6 ayrı yerde “şüpheli” nitelemesinde bulunarak Başsavcılığın “takipsizlik” kararını kaldırdı. Köşk’ten yapılan açıklamada, bu karara sert tepki gösterildi. Gül, “Yargılanmaktan zerre kadar endişe duymam. Tek kaygım makamın zedelenmesidir” açıklamasını yaptı. Peki, kararı veren Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz; “Cumhurbaşkanlığındaki görevliler, CMK’nın 2. maddesini açıp okusunlar. Şüpheli sıfatı, soruşturmanın başladığı andan itibaren kullanılmaya başlanır. Suç şüphesi altındaki kişiye şüpheli denilir” diyerek, Köşk’ün açıklamasına dikkat çekiyor, “Basın savcıları bu açıklamada ‘yargıya müdahale var mı?’ baksınlar” diye de işaretler veriyor. (Milliyet 20.5.2009) * * * Bu üç mesele önümüzdeki günlerin önemli tartışmalarından olacak… Aslında bu tartışmalar dönüp dolaşılıyor, ihtilâl anayasasında düğümleniyor. Anayasanın net ve açık yazılmaması, ruhunun ihtilâlci olması, yasaklar ve özgürlüklere engel olması değişik konu ve zamanlarda Türkiye’nin önüne çıkıyor. 1982 Anayasasının neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Şimdiye kadar pek çok değişiklik yapılmasına rağmen bir türlü asıl dokunulması gereken yerlere dokunulmadığı için de anayasayı bile herkes kendine göre yorumluyor. Belki hükümet bu tartışmalardan sonra kısmî değişiklikten vazgeçip, yepyeni bir anayasa yapmaya karar verir. Çünkü yeni anayasa yapılmazsa bu tür tartışmalar her zaman gündemimizi meşgul etmeye devam edecektir. Bu anayasanın temelinde sorun var. 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Zafer AKGÜL |
|
Kör parmağım kör gözüne |
Herkesin bir dünya görüşü vardır. Herkesin bir hayat felsefesi vardır. Herkesin bir inancı vardır. Herkes kendi kararını kendisi verir seçtiği yol için. Herkes herkes gibi düşünmeye mecbur değildir. Herkes herkesin kendi görüşüne katılmasını isteyebilir, ama bu bir temenniden ibaret kalır. Çünkü bu hep böyle olmuştur. Kimse beni kendi görüşüne zorla katamaz. Ben de kimseyi kendi görüşüme zorla katamam. Başkalarını bilmem, ama ben başkalarının görüşüne katılmasam da katlanmasını bilmeliyim. Başkaları benim görüşüme katılmasa da katlanmasa da umurumda olmaz. Çünkü herkes kendine yakışanı yapar. Ben kendi doğrularımı yaşamaya devam ederim. Sövülsek de, dövülsek de… Taşlansak da haşlansak da… Doğru bildiğim yolda yalnız da olsam gideceğim. Herkes beni böyle fişlesin. Ben buyum. Benim kimliğim bu ve ben ne olmadığımı söylemek yerine ne/kim olduğumu dobra dobra söylerim. İster beğensinler, ister beğenmesinler. İster kudursunlar, ister çıldırsınlar. Bu bence böyledir. Fakat bir fikir namusu kavramı vardır hani. İnancını, düşünceni yaşayacaksın. Neysen ve kimsen ona göre yaşayacaksın. Yaşantını gören “Bu budur!” diyecek.” Bu bundan başka bir şey değil!” diyecek. Olduğun gibi görüneceksin, göründüğün gibi olacaksın. Ol’acaksın yani. Olmaktan olacaksın. Öylesine fikir namusunla yaşayacaksın. Kiliseye aitsen kilisene döneceksin ruhunla ve cesedinle.. Havraya bağlıysan havrana. Camiye aitsen camiye döneceksin. Putların önünde eğilmişsen sevdiğin putun ayakları dibine gömülmeni vasiyet edeceksin. Ateist, mateist bilmem ne ist’sen o istin olduğu mekâna döneceksin. Hayatını neye vakfetmişsen ölümünü de ona vakfedeceksin. Öyle ömür boyu meselâ camiye, peygambere, Müslümanlara savaş açıp mücadele ettiksen sonra, ölünce camiye gelmeyeceksin. Camiye getirilmeyeceksin. Camiye getirilmemek için yandaşlarına, paydaşlarına vasiyet edeceksin. Senin vasiyete vaktin ve fırsatın olmamışsa fikir namusu gereği yandaşların sana ve senin kimliğine olan saygılarından ötürü seni getirmeyecekler/götürmeyecekler öyle yerlere. İnancınla taban taban zıt yerlere seni taşımayacaklar. Çünkü sen oraların insanı değilsin. Babası veya anası meçhul bir bebek değilsin ki seni cami kapısına bıraksınlar. Sen bir çocuk da değilsin. Son nefesine kadar bütün ömrünü, yıllarını, gençliğini, olgunluk çağını ne bileyim işte her şeyini kendi inancın, kendi dâvân, kendi düşüncen için yaşayarak zihinlere ve tarihe kazımışsın kim olduğun hususunda... Artık bu fikir kimliğinle sen ait olduğun yere gitmelisin. Fikir adamına yakışan da budur.. Adam sana diyor ki “Sen benim inancımla, düşüncemle taban taban zıttın. Ömrün bana karşı mücadeleyle geçti. Sana ait olan hiçbir alanda bana yer yoktu. Beni asla kabullenmedin. Bana asla tahammül etmedin. Elinden gelse beni bir kaşık suda boğacaktın. Köküme kibrit suyu döküp yakmak için az çaba göstermedin. Şimdi ömrün vefa etmedi benim inancımın mabedine geliyorsun benden, bizden biriymiş gibi. Bu samimiyetsizliktir. Bu aymazlıktır. Bu ayıptır. Bu fikir namusu değildir. Git gelme diyorum. Hâlâ inadına geleceğim diye ısrar etmen niye. Ölümün bile başıma belâ oldu ya. Kör parmağım kör gözüne gibilerden git, gelme diyorum. Buna bile küfürle, hakaretle karşılık veriyorsun. Oysa bundan daha tabii, daha normal ne olabilir ki? De ki yalan, de ki yanlış.. Haa yanlış mı diyeceksin. O zaman sorarım sana sen kimsin, sen nesin? Bukalemun gibi neden renk ve ton değiştiriyorsun. Kendi kimliğini ilân et ve o kimliğinle yaşa. Daha saygın bir yerde olursun o zaman... Ayıp ayıp... Fikir namusu diye bir şey vardı hani? 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Ne olursa olsun, Taksim’e cami olmasın! |
Bilenler bilir, bilmeyenler için kısaca hatırlatalım ki; İstanbul’un bazı semtlerinde yeteri kadar ‘ibadet mekânı’ yoktur. Bu semtlerin başında da Taksim gibi kalabalık bir semt gelir. Yolunuz düşer ve işlerinizi takip ederken namaz vakti gelirse, epey bir süre ‘cami ya da mescid’ aramak durumunda kalırsınız. Elbette Taksim’de de cami ve mescidler vardır, ama bunların ihtiyacı karşılamadığı apaçık. Meselâ, Taksim’in tam göbeğinde küçücük bir ‘mescid’ var, ama isteyen gidip görebilir ki bölgenin ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır. Hele hele Cuma namazlarında kalabalıkların sokaklara taştığı inkâr edilemez bir vak’adır. Bu genel sebeplerle Taksim’e bir cami yapılması belki de yarım asırdır konuşulur, tartışılır ve bir ileri, bazen de iki adım geri atılır. Hadise biraz da siyasî tartışmalara konu edildiği için gereksiz yere bir inatlaşma, bu semtin ihtiyacı olan caminin yapılmasına mani oluyor. Neticede sıkıntıyı çeken de vatandaşlar oluyor. Hatırlamak lâzım ki, bilhassa 12 Eylül 1980 ihtilâlinden önce bu semte bir cami yapılması ciddî olarak gündeme gelmiş ve bunun için de bazı iş adamlarının öncülüğünde “Taksim Camii Yaptırma ve Yaşattırma Derneği” (tam adı böyle olmayabilir) kurulmuştu. Atılan her iyi adımı engellemek için yapılan 12 Eylül 1980 ihtilâli, bu iyi ve güzel adımı da engelledi ve sonraları bu dernek iş göremez hâle geldi. (Bu derneğin tüzel kişiliğinin hâlâ devam edip etmediğini bilmiyoruz.) Bu günlerde böyle bir çalışma olmasa da ‘olma ihtimali’ bile bazılarını telâşa kaptırmış. Bir gazetede, “Taksim’e cami geliyor” başlıklı haber yayınlanınca; İstanbul Büyükşehir Belediyesi de hemen bir açıklama yapmış ve yeni bir cami yapımının söz konusu olmadığı ifade edilmiş. (Sabah, 22 Mayıs 2009) Açıklama mutlaka doğrudur, ama aslında üzücüdür. Doğrudur, Taksim’e bir cami yapma çalışması yoktur, fakat olması gerekir. Tabiî bunu inatlaşarak değil de, bir ihtiyaç olduğunu anlatarak ve itiraz edenleri ikna ederek yapmak lâzım ve gereklidir. Dünyanın ve Türkiye’nin her yerinde cami yapılıyorsa, Taksim’de niçin yapılmasın? Taksim’in bu konuda dokunulmazlığı mı var? Gereksiz korkuların ve itirazların ihtiyaçları engellemesine mani olmak lâzım. Bir konu daha var: “Taksim’e cami yapılsın” derken illâ da tam ‘göbeğine’ yapılsın diyen yok. O bölgedeki ihtiyacı karşılayabilecek bir noktada, uygun bir cami niçin yapılmasın? “Bu bölgede camiye ihtiyaç yoktur” diyenler acaba kimler? İhtiyaç olup olmadığına kim karar verecek? Şahsen işim o semte düştüğünde namazları eda edebilecek mekân bulmakta zorlandığımı ifade etmeliyim. “Ne olursa olsun, ama Taksim’e cami olmasın” demenin, yıllardır devam eden bir yanlışta ısrar etmenin anlamı yok. Böyle bir ibadet yerinin hizmete girmesiyle kimse bir şey kaybetmez. Var olan mescit ihtiyacı karşılamıyor, o halde ihtiyacı karşılayan bir mescit ya da cami yapılmalıdır. Bir iki apartman katı büyüklüğünde yeni bir mekân pekâla böyle bir ihtiyacı karşılayabilir. O halde bu ihtiyaç, bir an önce dikkate alınmalı ve gereği de yapılmalıdır. “Taksim’e cami çalışmamız yok” demek çare değil, vesselâm! 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Sarkozy’nin büyük hayâl kırıklığı: Akdeniz Birliği |
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Akdeniz Birliği projesi çıkmaza girdi. Son olarak Haziran başında Monako’da düzenlenmesi planlanan bakanlar düzeyindeki toplantı süresiz olarak ertelendi. 2007 yılı başlarında seçim kampanyası esnasında ortaya attığı ve 13 Temmuz’da Türkiye dahil 43 devlet başkanının katılımıyla başlattığı proje çökmek üzere. Aslında daha başından itibaren umut vaat etmiyordu. Çünkü Sarkozy ve destekçilerinin niyeti konusunda şüpheler vardı. İlk olarak Türkiye, kendisine AB üyeliği yerine bu birlik üyeliğinin önerilmesine—haklı olarak— şiddetle karşı çıktı. Sonra İsrail’in Gazze saldırıları sebebiyle Birliğin Arap üyeleri resmen toplantıları askıya aldılar. Cezayir’le Fas arasında Batı Sahra konusundaki anlaşmazlık da Akdeniz Birliğini baltalayan sorunlardan birisi. İki ülke arasındaki sınır kapalı. Ayrıca Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasında da bu birlik konusunda bazı kuşkular var. Meselâ Slovenya, dönem başkanlığı döneminde; “AB kurumlarıyla rekabet edecek kurumlar duplikasyonuna ihtiyacımız yok” diyordu. Ayrıca Sarkozy’nin tek taraflı olarak bu projeyi başlatması, sonra da destek araması bazı çevreleri rahatsız etmişti. Niyetin iyi olmadığını gösteren unsurlardan birisi de; bu projede Kuzeyin Güneye kendi şartlarını dikte ettirmeye kalkması. Tıpkı 1995 yılında başlatılan ama yürümeyen Barselona süreci gibi.. O sürecin amacı da Akdeniz’de birlik, barış ve ekonomik işbirliği olarak açıklanmışsa da, asıl niyetin Ortadoğu terörizminden Avrupa’yı korumak ve güneyden kuzeye göçü önlemek olduğu ortaya çıkmıştı. Şimdi Sarkozy özellikle iklim değişikliği sürecinde hem Kuzeyi hem de Güneyi ilgilendiren hayatî projelerin uygulanmasında eşitlik içinde işbirliği yapılmasını hedef olarak gösterdi. Kıt su kaynaklarının korunması, yenilenebilir enerji kaynakları geliştirme, Akdenizin temizlenmesi, denizcilik kurallarının belirlenmesi, ülkelere göre özel projeler geliştirilmesi örnek olarak sayılıyordu. Ama asıl amacın bu olmadığı; Barselona sürecindeki amaçların aynen korunduğu, buna özellikle Türkiye’yi Avrupa Birliğine almamak için bahane bulmanın da eklendiği, Sarkozy’nin Fransa’nın tarihî hasmı Almanya’nın başbakanı ile tuhaf bir işbirliği içinde yaptığı karşı çıkışlar ortaya koyuyor. Söylediğimiz bu hususlar dikkate alındığında; Sarkozy’nin Akdeniz Birliği projesinin yürümesinin imkânsız olduğu anlaşılacaktır. Ortadoğu sorunu çözülmedikçe, Arapların İsrail’le aynı birlik içinde yer alması imkânsız. Türkiye’nin de kendisine AB üyeliği yerine bu birliğin dayatılmasını kabul etmesi düşünülemez bile. Ayrıca Avrupalıların artık kendilerini birinci sınıf, diğer Akdeniz ülkelerini ikinci sınıf kabul eden anlayıştan vaz geçip, Akdeniz’in doğu ve güneyine ortak değerler ve ortak sorunlara dayalı bir işbirliği niyetiyle yaklaşması sağlanmadıkça hiçbir Akdeniz projesi başarılı olamaz. Sarkozy’ye geçmiş olsun. Akdeniz projesi gibi “büyük” işlerle uğraşmak yerine, halka sevimli görünmek için mutlu aile görüntülerini yayınladığı “küçük” karısı ile ilgilenmeye devam etsin. 23.05.2009 E-Posta: [email protected] |