22 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Halil USLU

Kâinat kitabını okuyan zât


A+ | A-

Geçen hafta aramızdan vatan-ı aslîsi olan dar-ı bekaya vuslat eden merhum Ali İhsan Tola, kendini ve kâinatı okuyan, ehl-i kalb ve ehl-i kerâmet mümtaz bir şahsiyetti. Onun yanına vardığımızda ve onunla birlikte olduğumuz zemin ve mekânda, üzerlerine bir vurdumduymazlık gafleti içinde bastığımız ve çiğnediğimiz bitkileri anlatır, bir mânâda adeta onlarla konuşurdu. Ömrünü vakfettiği bu bitki hizmetinin en ince sırlarına, en ince kılcal yollarına ve zerrelerine kadar anlatır, şifalı hallerini sergiler ve vahdaniyete giden mühürlerini ayrıca gösterirdi.

Merhum Ali İhsan Tola, Hz. Bediüzzaman’ı sağlığında müteaddit kereler görmüş, bitkiler ve sâir konular üzerinde konuşmaları olmuştur. Merhum Yüksek Orman Mühendisiydi; bitkiler üzerinde çok derin tetebbusu, araştırması ve tatbikatı vardı. DP Isparta eski milletvekili merhum Tahsin Tola’nın da yeğenidir. Ömrünün büyük kısmını Senirkent’te bir mânevî şifahâne haline getirdiği evinde geçirmişti. Mükerrer ziyaretlerimizde bize ders mânâsında okuduğu, Hz. Bediüzzaman’ın:

“Bak kitab-ı kâinatın safha-i renginine,

Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.

Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbâbına,

Sanki âyâtın Hüdâ nur ile tahrir eylemiş.”

ifadesini gayet muknî bir şekilde anlatırdı. Onların çoklarını birer ilâç ve macun haline getirmişti. Yapılan tesbitlere göre Isparta ve civarı, Akdeniz, Ege ve Orta Anadolu’nun iklimlerinin kesiştiği bir nokta. Bu itibarla da çeşitli bitkilerin çok olduğu ve çok randıman alındığı bir mevki. Kâinat kitabının rengârenk ayrı bir sahifesi ve Kudret-i İlâhiyenin bin bir tecelliyâtının görüntüleri...

Maddî mânâda ve insan kisvesinde ayrı çiçek olan merhum ve muhterem Ali İhsan Tola’nın yanında, saatler nasıl geçtiği bilinmezdi. Elinde çiçekler dilinde bitkilerin isimlerini zikrederdi, durmadan gece ve gündüz. Aşina idi ona bütün gençler ve gönül insanları. Herkesi ve her kesimi kucaklayan şefkat âbidesi, gerçek gönül eri, büyük bir ummandı.

Kendilerinden feyz ve ders alarak “Hikmet dilleri ve şifa yaprakları” başlıklı bir kitap hazırladığımı ifade etmiştim. “Bitir, bana getir, elden geçirdikten sonra neşredersin” demişti. 120 sahifeye geldiğim kitabı tam bitiremedim, merhum Tola Ağabey de rahatsızdı, rahatsız etmeyeyim ve bugün yarın derken dar-ı bekaya avdet etti.

Kendileri Risâle-i Nur Talebelerinin ehl-i ilim kısmından idi. Başladığı dersin derunî mânâlarını anlatır, kâinatla birlikte okur ve gösterirdi. Kendileri ile bir çok hatıramız var. Yanına vardığımda bana daima hizmetleri ve gittiğim yerdeki inkişafları sorar, duâlar ederdi. Bir defasında: “Ali Uçar trafik kazasında şehit oldu Bayram Yüksel Ağabeyle ve Uçar’ın görevine artık sen devam edeceksin, eğer bir şehirde sıkılırsan öbür şehre git, o şehirde de sıkılırsan başka bir beldeye git. Çünkü hizmette durmak ve küsmek olmaz. Hatta evin içinde sıkılırsan bir odadan öbür odaya geç, insanın üstündeki sıkıntı ve mânevî baskı kalkar” demişti.

Keşke onun için makaleler yazsam. Keşke onun için kitaplar yazsam. Hangisini sığdıracağız onların içine. Meselâ, 1943’te Denizli Ağır Ceza’da Hz. Bediüzzaman ve talebelerine beraat kararında imzası olan ve Tola merhumun akrabası bulunan Hesna Hanıma Hz. Bediüzzaman’ın gönderdiği selâmın tafsilâtını mı yazsak?

Hz. Bediüzzaman’ın “Üç talebemin bulunduğu bir yerde ruhaniyatım tecellî eder” sözünün Yozgat’taki tecellisini mi yazayım veya Sav Köyünün ayrı ayrı tepelerinde Risâle-i Nur tashihatı yaparlarken, bir km mesafeden Hz. Bediüzzaman’ın “Ali İhsan ekmeğimizi getir” diye sadasının gelmesini mi yazayım.

İnancım odur ki; onun bitki derslerini melekler dinlemektedir. Ruhu ebeden şâd olsun…

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Müfritane irtibat üzerine


A+ | A-

Mine Hanım: “Müfritane irtibat nedir? Ne kazandırır? Ölçüsü ne olmalıdır?”

Müfritane irtibat, iman ve hizmet ehlinin birbirleri arasında sırf Allah için kurmaları gereken, ön görülen, teşvik edilen bağdır ve köprüdür. İman ehline uzatılan eldir, hizmet ehline verilen selâmdır, sorulan hal ve hatırdır. Allah için kalpten kalbe akan sevgi selidir.

Hiçbir şeyin ifratı meşrû olmadığı halde, irtibatta ifrat iman hizmetinin icrası ve selâmeti için, iman kardeşliğinin bekâsı için tavsiye edilmiştir.

Müfritane irtibatta ölçü “Allah için olmak” olmalıdır. Yani ehl-i imanla ve ehl-i hizmetle irtibatı Allah için sağlamalı, Allah için irtibatı sıklaştırmalı ve müfritane hale getirmeli ve Allah için irtibatı kesici ve gönül kırıcı davranışlara girmemelidir.

Bediüzzaman der ki: “Madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risâle-i Nur’un talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.”1

İrtibatı hiç şüphesiz sevgi besliyor. Sevgiyi de iman besliyor. Başka bir ifadeyle iman sevgiyi, sevgi de irtibatı mecbur kılıyor. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Ruhum kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek mânâda iman etmiş olmazsınız. Size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.”2

Birbirini Allah için sevenler, Allah için irtibatını, selâm ve sabahını kesmeyenler, Allah için birbirinin hal ve hatırını sıkça soranlar için Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmeti vardır. Müjdelerle dolu hadislerden sadece bir kaçını buraya alalım:

-“Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle buyurur: ‘Benim için birbirini sevenler neredeler? Himayemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde, ben onları Arşımın gölgesinde barındıracağım.”3

-“Aziz ve Celil olan Yüce Allah buyuruyor ki: “Benim için birbirini sevenler yok mu? Onlar için Peygamberlerin ve şehitlerin imreneceği nurdan kürsüler vardır.”4

-“Allah Teâlâ buyurdu ki: “Benim için birbirini sevenler, benim için toplananlar, benim için birbirini ziyaret edenler, benim için birbirine ihsan edenler üzerine muhabbetim ve sevgim vacip oldu.”5

-Bir diğer hadiste Allah için bir araya gelenlerin, Allah için dağılanların ve birbirlerini Allah için sevenlerin, Allah’ın himayesinden başka hiçbir barınağın bulunmadığı mahşer gününde Allah’ın arşının gölgesinde barınan yedi sınıf insandan olacakları müjdelenmiştir.6

Anlaşılıyor ki, mü’minler Allah için birbirlerini sevmekle ve sevgi bağlarını güçlendirmekle mükelleftirler. Bu mükellefiyeti Bediüzzaman Hazretleri “müfritane irtibat” sözüyle ifade ediyor.

İman hizmetinde ve hizmet yolunda müfritane irtibatta nefis ve çıkar ilişkisi yoktur. Geçicilik yoktur. Başkasını dışlamak yoktur. Başkasını kınamak ve küçümsemek yoktur. Müfritane irtibat fedaileri arasında kurulan sevgi ve hürmet sırf Allah içindir ve daimîdir.

Müfritane irtibat hizmet ehline şevk kazandırır, hayra ve hizmete teşvik eder, huzur ve mutluluk verir, güç ve kuvvet verir. Allah’ın rızasını kazanmaya, mahşerde Allah’ın arşı altında himaye görmeye ve Cennete ulaşmaya vesiledir.

DİPNOTLAR:

1. Emirdağ Lâhikası, s. 66.

2. Müslim, Îmân, 93; Tirmizi, S. Kıyame, 56.

3. Rıyazu’s-Salihin, s. 288.

4. Rıyazu’s-Salihin, s. 290.

5. Rıyazu’s-Salihin, s. 291.

6. Rıyazu’s-Salihin, s. 288.

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

İlk öğrenilecek ilim


A+ | A-

Yaratılış gereği ölünceye kadar okumak, gelişmek, olgunlaşmak zorunda olan insanın önce okuması gerekli hususlar kendinin ne olduğunu, bu dünyada niçin bulunduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmesi. Buna yönelik, bunu destekleyen öğrendiği her yeni husus onun tekâmülünü sağlayacaktır.

Bunun için ise ilk öğrenilecek şey tahkiki iman ilmidir. Bunun önemine dikkat çeken merhum Zübeyir Gündüzalp der ki: “Ey nefsim! Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikati öğren. Münevver ol, aydın ol.”

Cehalet insana yakışmaz. Cehaleti yendiği ölçüde insan gelişir, ilerler. "Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır” diyen Gündüzalp, “Okuyan erkek ve kadının, genç ve ihtiyarın daima ilerilerde, yükseklerde olduğunu söyler. “Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir” dedikten sonra da her türlü iyilik ve güzelliğin, saadet ve huzurun tek çaresinin de ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmak” olduğunu belirtir.

Neden insan iman ilmini öğrenmeli?

Zübeyir Gündüzalp her türlü belâ, şer ve azabın dinimizi iyi bilmemekten, tahkikî iman nur ve feyzinden mahrum kalmaktan, cehalet karanlığından ileri geldiğini söyler. “Her nev'î saadetler, her çeşit selâmetler, ferah ve neşeler, umum huzur ve sükûnlar, her sınıf güzellikler tahkikî iman ile tenevvür etmekten, aydınlanmaktan ileri gelir” der.

Çünkü tahkikî imana sahip olan insan Allah’ın, sonsuz rahmet, hikmet, ilim ve kudretiyle her an kendisiyle beraber olduğunu, bütün yaptıklarını görüp bildiğini, sorumsuz olamayacağını, kötülüklerine ceza, iyiliklerine mükâfat verileceğini bilir, bundan dolayı da söz ve davranışlarını kontrol eder, daima iyiliğe, güzelliğe, faydalıya, mükemmele koşar. Aynı inanç ve görüşü paylaşan insanların meydana getirdiği toplum ise Cennete döner.

Dünyayı da, âhireti de Cennete çeviren iman ilmine herkesin ihtiyacı var.

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Kadere teslim olmak, hayatı olduğu gibi kabullenmek


A+ | A-

İnsanoğlu eğer gerçek mânâda insanlığını bilmez ve yoldan saparsa, ne kadar zalim ve tahribatçı bir yaratık olduğunu gösterir. Tarihin şehadetiyle de sabittir. Egosuna teslim ve esir olan bir insandan sâdır olacak hareketleri ne tahmin etmek mümkün, ne de sınırlamak. Risâle-i Nur’da geçen “İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. (...) Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder” tesbitinin tam yerine oturduğu, dünyada ve çevremizde vuku bulan bunca hadiselerin neticeleriyle ispat edilmiş ve sabitleşmiş oluyor.

Cenâb-ı Hak başta kendi nefislerimiz olmak üzere, mü’min kardeşlerimizi ve insanlığı, nefsi azgınlaşmış, nefsine esir olmuş sapık ve çarpık fikirli acûbe yaratıklardan korusun. (Âmin)

İnsanoğlu, Hallâk-ı Zülcelâl tarafından kendisine verilen maddî-mânevî cihazları yerinde ve zamanında kullanabilirse hem kendisi, hem de insanlık için büyük bir nimet ve değer olur. Aksi takdirde yerinde kullanılmayan his, duygu ve kabiliyetler insanlığın felâketine yol açan büyük yıkımları ve tahribatları beraberinde getirir.

İçinde yaşadığımız zamanda bu dengeli ve sağlıklı hayat ve ortamı yakalayıp tatbik etmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Bunun tek istisnası, kendi kafa feneriyle yol almaya çalışmadan, günübirlik yaşamayıp, insanlığın rehber kitabı Kur’ân’ı ve onun muallimi yüce Peygamberin hayatı boyunca tatbik ettiği o şaşmaz prensipleri birebir uygulamayı başarmaktan geçiyor. Bunu başarmanın yolu da; haddini bilmek, dengeli yaşamak, kendisine ve gerçek hayatın doğrularına ters düşmemek...

“Akıl için yol birdir”, hayata örnek fikirlerle katkıda bulunanlardan dünyaca meşhur büyük filozof Eflatun’a sorulan iki soruyu ve cevabını bu münasebetle birlikte dinleyelim:

Birinci soru: “İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nelerdir?”

Cevap: “Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için para öderler. Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü, ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.”

İkinci soru: “Peki sen ne öneriyorsun?”

Eflatun: “Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın. Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır.

“Önemli olan; hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.”

İnsanoğlu kısa ve özlü bir tefekkür turuyla bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını, anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli!

Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu; henüz bebekken ‘Dünya benim!’ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçların ‘Her şeyi bırakıp gidiyorum işte!’ dercesine ap açık kaldığını ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli. Azrail’in (as) her an sürpriz yapabileceğini, nasıl yaşarsa öyle öleceğini, hayvanların yolda, kaldırımda, çöplükte ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.

Yaratılmışların en güzeli olduğunu, gülün hemen dibindeki dikeni, dikenin hemen yanı başındaki gülü, dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.

Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini, annesinden doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını ve aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli, çok geç olmadan...

Ömür dediğin üç gündür, dün geldi geçti yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür.

Aşırıya kaçmayan, dengeli ve istikametli günleri dostlarımızla birlikte yaşamamız dilek ve temennisiyle...

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İslâmda yönetim biçimi ve meşveret


A+ | A-

İslâmiyet; yönetim biçiminin adını koymaz. Halife seçimini esasa bağlayan hükümler bulunmuyor. Bu mesele zımnen Müslümanların sağduyusuna havale edilmiş ve aralarında halletmeleri istenmiş gibidir. Ancak, kesin olan şu husustur: İslâmiyet yönetim biçimi, dünya ve ahiret işlerini yürütecek halife (devlet başkanı) seçiminin genel çerçeve, metot, esas ve prensiplerini belirlemiştir. Çünkü, ismin değişmesiyle, olayın veya nesnenin mahiyeti değişmez. Meselâ demire pamuk deseniz yumuşamaz! İslâmî idare yönetim biçiminin temel esasları şöyle sıralanır:

1- Biat-seçim

2- Meşveret

3- Adalet

4- Kanun üstünlüğü

5- Otoriteye itaat

6- Devlet işlerinin ehline verilmesi

7- Devlet başkanının sorumluluğu

8- İnsan hakları

9- Anayasa

10- Kuvvetlerin ayrılığı

Bu maddelerin hepsinde de hür irade, fikir hürriyetine, hak ve hukuka saygı ve riayet esastır. Dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de şudur: İstişare sadece yönetim işlerinde değil, fert, aile ve toplum hayatının bütün katmanlarında işletilmesi gereken bir emirdir. Ki, Al-i İmran 159., Şûra, 38. âyetlerine göre farz derecesindedir.

Peygamberimizin (asm) vahiy olmayan bütün konularda ve Hulefa-i Raşidin yönetim ve teşriî meselelerde “ehlü’r-rey” (görüş sahibi, işin ehli), ümmetin ileri gelenleriyle istişare ederlerdi. Yani, kararlarını meşveret etmeksizin almazlardı.

Hz. Ebu Bekir (r.a) işleri Sahabelerle istişare ederek, halletmişti. İstişareye açtığı mevzuda genel bir giriş yapar, ardından da, “Benim düşüncem budur. Sizler de görüşlerinizi bildiriniz” derdi.

Hz. Ömer (r.a) ile istişare, “müşavere/danışma meclisi” sistemleşir. Hatta, normal meseleleri de görüşmek için başka bir meclis de oluşturur. Ensar ve muhacirlerden müteşekkil bu meclis mescitte toplanırdı.

Meclis toplandıktan sonra iki rekât namaz kılar, sonra bir konuşma yaparak meseleyi istişareye açar, herkesten fikrini söylemesini isterdi.

Hz. Ömer halife olduğu halde, her iki mecliste de herhangi bir imtiyazı veya iki oyu yoktu. İstişare usulü hakkında, “Sizi ancak bana yüklediğiniz emanete ortak etmek için dâvet ediyorum. Çünkü ben de sizin gibi bir insanım. Bunun için sizin benim arzuma uymamızı istemem. Hangi yol hak ve doğru ise gerek benim görüşüme uygun olsun, gerekse muhalif olsun, söylemelisiniz.”

Hz. Osman ve Hz. Ali de (r.a.) istişareye çok önem verir, mühim meseleleri istişare, meşveret ederlerdi. Ehl-i Şûrâ, rey ve fikirlerini tam bir serbesti içinde beyan ederlerdi. Herkes fikrini söyledikten sonra çoğunluğun görüşüne göre hareket edilirdi. Umumî meseleler için bu meclisin kararı bağlayıcıydı.

22.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Rifat OKYAY

Hayatımızın en güzel isteği...


A+ | A-

Güzel bir bakış ve niyet insanın yapacakları hakkında çok doğru ve iyi bir yönlendirici olabilir. Özellikle toplum hayatımızda, içtimaî yaşayışımız içerisinde yer alan ticarî faaliyetlerimizde ve alış verişlerimizde.

Kendimizi her halükârda ve her ortamda mü’min ve muvahhid ilân ettiğimiz gibi ticarette ve alış verişlerimizde de bunu bu şekilde, uygulamalarımızla da ilân edebiliyor muyuz acaba?..

Ehl-i imana yakışır Müslümanca bir alış verişimiz, bir ticaretimiz var mı? Bunu gerçekten hayatımızın her safhasında yapabiliyor, gerçekleştirebiliyor muyuz?...

Elbette ki bizim Müslüman olarak diğer insanlardan farklı özelliklerimiz olmalı. Meselâ mü’min olarak ticaretimizde, alış verişimizde ne kimsenin hakkına hukukuna zarar vererek aldatmalıyız, ne de kendimizin, çoluk çocuğumuzun, ailemizin, Müslümanların haklarına hukuklarına zarar verecek şekilde aldanmamalıyız...

Alış verişlerimizde, ticaretimizde adaletli olmak, adil davranmak da bizim en belirgin özelliklerimizden olacağı gibi; ölçüyü, tartıyı ve her türlü miktar ayarlamalarını tam ve adil olarak yapabilmeliyiz...

Hani meşhur atasözümüz vardır;‘’Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.’ diye. Müslüman kesinlikle bu dünyada ve ahirette yüzüne çarpılacak ve ah ü vahla söylenecek yalan sözler ile ticaret ve alış veriş yapmamalıdır... Yalan, mü’min sıfatı olmadığı gibi, işi de değildir... Bunun yanında, hele hele kendisini bütünüyle günah ve haram bataklığına sürükleyecek olan yalan yere yemine hiç mi hiç yaklaşmamalıdır...

Efendimizin hile yapan ve mü’minleri kandıran bizden değildir mealindeki hadis-i şerifleri bizim ticarette ve alış verişlerimizde uyacağımız başucu kuralı olmalıdır. Alış verişinde ve ticaretinde hile yapan ancak kendisini kısa bir süre için kandırır ve aldatır. İki günlük dünya hayatımızda yapacağımız geçici ticaretlerin fani kârları için ebedî bir âlemin ticaretini ve kârlarını tehlikeye atarak kendimizi de cezaya müstehak ettirmemeliyiz...

Rabbimizin Nur Sûresinde mealen bildirdiği; Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten kendilerini alıkoymazlar ve dehşetli kıyamet gününün dehşetinden endişe ederler... Gerçeğini ve hakikatını aklımızdan çıkarmamalıyız ve her zaman ders alacağımız bir düstur ve emir olarak sahip çıkmalıyız, hayatımızda tatbik etmeliyiz...

Doğru olmak ve helâlinden kazanmak isteği bizim için hayatımızın her safhasında ve ticaretimizde, alış verişimizde hiçbir zaman taviz verilmeyecek düsturlar ve prensipler olmalıdır İnşaallah...

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Az gittik... Uz gittik...


A+ | A-

İki okulun bahçelerinden mahalleye verilmiş yüksek sesli mikrofonlardan çıkan gürültülerin arasında şu satırları yazmaya çalışıyorum. Tarih 19 Mayıs. Bütün mahalleyi ayağa kaldıran seslerden ziyade, törenlerde yapılan konuşmalar kulaklarımızı tırmalıyor.

Türkiye masallar ülkesi olmaktan henüz kurtulamamış. Tarihini ve ülkesini “dev insanlara” yükleyen devletimiz, tarih kitaplarında yer bulamayan mübalâğa ve destanları çocuklarımızın hafızasına kaydetmeye devam ediyor. Bir taraftan muasır medeniyet, çağdaş hayat, modern Türkiye, Avrupa ile bütünleşmek, bilimcilik ve pozitivizm, globalizm ve gerçek hayat diyeceksiniz, diğer taraftan da anaokulu öğrencilerine ninni ve masal hükmüne geçecek programları gençliğe icra ettireceksiniz.

Basiret tutulması ile de izah edilemeyecek şu manzaralar belki de “istibdad-ı mutlak” denilen “korku inşasının” ürünü olarak değerlendirilebilir.

Çocuklarımıza ve gençliğimize reva gördüklerimiz yetmiş sene önce gündeme gelseydi, ya faşizm veya komünizm ile anlatılabilirdi. Avrupa’da ve daha sonra eski “doğu blokunda” bu tür manzaralar mutlaka çok görülmüştür. Yirmi-otuz sene öncesinin bazı Asya ve Afrika ülkelerinde de söz konusu olabilirdi. O ülkelerin bugünkü halini dolaşmadım. Fakat medyaya yansıyan halleriyle, çocuklarımızı zorladığımız hokkabazlığa oralarda da pek rastlanmıyor artık.

Türkiye’ye hükmedenler, bu millete derin tenakuzlar yaşatıyorlar. Gençliğe zararlı, onların iffetlerini bozacak ve akıllarına zarar verecek sefaletteki yenilikleri anında bize ulaştıran hükümetler, temel haklar, hürriyet, ahlâk ve doğru medeniyet meselelerinde öyle uyuşuk ve sağırcasına davranıyorlar ki...

Spor bayramının, seküler dinî ritüellerle ibadete dönüştüğü bir başka ülke göstermemiz kolay değil. Hele bir de Ankara’daki Anıtkabir ziyareti formatının memleketin bütün okullarının bahçesindeki büstler nezaretinde çocuklara tatbiki... Batılılar bu gayr-ı medenî ve anlamsız ritüellerimizi mutlaka seyrediyorlardır. Dostlarımız hayretler içinde kalırken, düşmanlarımız da için için seviniyorlardır...

Avrupa’da da spor bayramları vardır. Erkeklerin ve kızların birbirinden ayrı icra ettikleri hareketler, koşular ve diğer faaliyetler bizdeki şu spor bayramlarına hiç, ama hiç benzemiyor. Her türlü lehviyat, sefahet ve fuhuşta Avrupa’yı taklit edenlerin; eğitim, ilmî çalışma ve medenî hayatta Avrupa’dan kaçmalarını; “mutlak istibdat” ile “mutlak rüşvet” tabirlerinin esas mânâlarını öğrenmeden, mantıkî olarak izah edemezsiniz.

Türkiye’yi istibdatla idareye devam etmek isteyen hanedan dolu dizgin birinci Avrupa’dan kaçıyor. Oradaki demokrasi, hukukun üstünlüğü, sosyal devlet ve insanî inkişaflar hanedanı fevkalâde ürkütüyor. Kaçarken yine Anadolu insanını kullanıyor. Siyasî olarak isterseniz milliyetçilik, isterseniz siyasal İslâm, isterseniz muhafazakâr liberaller deyiniz. Kullanıcı, kaptan köşkündeki idareci ve yol gösterici “hanedan” olduktan sonra, netice değişmiyor. Vitrini dindarlardan, dinî argüman ve sembolleri kullanan politikacı ve bürokratlardan meydana gelmiş Türkiye’de, çocuklarımızı gericiliğin en geri derecelerinde eğiten şu kafayı kime şikâyet edeceğiz ki...

Dini hem siyasete, hem maddî menfaatlere ve hem de dünyevî rütbelere alet etmenin bedelini evvelâ çocuklarımız ödeyecekler. Türkiye’nin bölgesinde “merkezî rol” almasını isteyenlerin; bu eğitimle ve şu “hakikî medeniyetle” techiz olamamış çocuklarla bu işin olmayacağını bilmeleri lâzım. Kemalizmin kucağına oturarak dine, millete ve vatana hizmet edilemeyeceğini Türkiye’nin yakın geçmişi fazlasıyla ispat ediyor. İnsanî hedeflere yanlış yol, vasıta ve metodla gidilemeyeceğini hep yeni tecrübelere bırakmamamız gerekiyor.

Türkiye’nin Mayıs ayında gençliğin bir gününü spora ayırması güzeldir. Pikniğinden, kır gezisinden, sportif aktivitelerden, dağ yürüyüşlerinden millî sporların müsabakalarına kadar geniş bir alanda yapılacak şenliklere taraf olmamak akıllıca olmasa gerek. Fakat günümüz Türkiye’sindeki “spor” bayramlarının ne dosta ve ne de düşmana gösterilecek tarafı olmadığını yalnızca biz söylemiyoruz.

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Eğitimdeki mayınlar da temizlensin


A+ | A-

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ile ilgili tasarıyı görüşürken ciddî tartışmalara sahne oluyor. Hatırlamak gerekirse, Türkiye-Suriye sınırında (tabiî ki Türkiye tarafında) kilometrelerce kare toprak ‘mayınlı’ olması sebebiyle tarıma kapalı. Gerek tarım ve gerekse başka konularda istifade edilmesi mümkün olan bu sahaların, daha önce mayınlanmış olması sebebiyle âtıl kalması Türkiye’nin hânesine ‘zarar’ olarak yazılıyor. Bu engeli aşmak için bölgedeki mayınların temizlenmesi gündeme geldi. Mayınların temizlenmesi elbette şart, ama bunun nasıl ve hangi yollarla yapılacağı çok iyi hesaplanmalı. Kâr edeceğiz diyerek, sonunda zarar etmeyelim...

Her ne ise... Sınırdaki mayınların temizlenmesi ile ilgili tartışma, başka bir tartışmayı hatırlattı. Malûm, her konuda olduğu gibi eğitim konusunda da etraf ‘mayın’larla dolu. Bu mayınlar her ne kadar ‘sanal’ olsa da, belki de hakikî mayınlardan daha tehlikeli, daha yaralayıcı. İşte, ilköğretim okullarında okuyan çocuklarımızın sabahları okul bahçesinde okudukları ‘ant’ da bu mayınlardan biri. Geçmiş yıllarda ‘Kalksın ya da değişsin’ tartışmaları yapılmış, fakat tartışmalar bir neticeye bağlanmadan unutulmuştu. Yeni Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, katıldığı bir TV programında bir öğrencinin gündeme taşıdığı bu konu hakkında, “tartışılabilir” deyince konu yeniden gündeme taşınmış oldu.

Çubukçu, bir gazetecinin ‘’Andın kaldırılması söz konusu mu?’’ sorusu üzerine katıldığı TV programından bahisle şöyle demiş: “Orada bulunan gençlere, tartışma kültürüne sahip olmalarını, (...) tavsiye ediyorum. O rahatlık içinde, bazı fikirler hoşunuza gitse de gitmese de fikir özgürlüğü çerçevesinde ifade edilebilir. O genç de bu doğrultuda, görüş ifade etti. Bu görüşü ben ifade etmedim, ‘Katılıyorum’ demedim. Sadece ‘tartışılabilir’ dedim. (...) Özgür ortamda, genç, üniversite öğrencisi bir delikanlı fikirlerini ifade ediyor, benim değil. Ben bir görüş oluşturduğum zaman, zaten görüşüm olarak paylaşırım. Ben bir görüş oluşturmadım.’’ (AA, 21 Mayıs 2009)

Millî Eğitim Bakanı bir ‘fikir’ oluşturmamış olabilir. Umarız ki kısa sürede bir fikir oluştursun ve bu fikir de ‘ant’ın kaldırılması yönünde olsun... Belki ‘değiştirilmesi’ yönünde de bir karar alınabilir; ama yerine konulacak ‘yeni ant’ın daha derin tartışmalar başlatması da mümkündür. Bu açıdan, zaman zaman da olsa tartışılan bu ‘ant’ın tamamen kaldırılması daha faydalıdır.

Elbette bu ‘ant’ın kaldırılmasına ciddî itiraz edenler de olacaktır. Fakat Türkiye’nin ‘muâsır medeniyet seviyesi’ diye ifade edilen noktaya böyle ‘ant’larla gidemeyeceği bilinmelidir. Bu tartışmaları ‘laiklik, irtica, gericilik’ gibi subjektif kavramlarla sona erdirmek de mümkün değil.

Hukukun üstün olduğu, hak ve adaletin hüküm sürdüğü hangi demokrat ülkede böyle bir uygulama vardır? Bu ‘ant’ın eğitim sistemine neye mâl olduğunu, nasıl yaralar açtığını araştırmak her halde zor olmasa gerek. Konu; insaflı, ehil ve uzman olan eğitimcilere sorulsun, gerekiyorsa sadece bu konuda bir sempozyum düzenlensin ve gereği yapılsın...

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Gültekin AVCI

Ayışığı’nın yedek kadrosu hâlâ görevde


A+ | A-

Ergenekon savcıları, tam bir adli iktidarla operasyonu ulaşması gereken menzile kadar götürseler bile kuşkusuz Ergenekon bitmeyecektir. Zira Ergenekon gibi orduya paralel illegal yapılanmalar, kendi kendilerini tekrar üretebilme yeteneğine sahiptir. Basında bu konuda ahkâm kesen kalemşörlerin ekseriyeti iddianameyi okumadığı gibi, okumaya da yanaşmıyor. Eğer delilleri ve anlatımları görürlerse, Ergenekon hakkındaki yaklaşımlarının değişme tehlikesinden endişe edenler var. Tüm parametreler şunları ortaya koyuyor:

Bu yapı, 1960’ların sonlarında kurulmuş ve o tarihten bu yana aktif olup hâlâ gücünü koruyor. 27 Mayıs 1960 ihtilâlinde Ergenekon yok, ama Genelkurmay içi gayrinizamî harp birimleri devrede. Şimdiki Özel Kuvvetler Komutanlığı. Bu kontrolsüz birim, tüm darbelerin motor gücüydü. Ergenekonun 12 Mart döneminde, 12 Eylül’de, 28 Şubat'ta ve 27 Nisan’da aktif olduğu açıkça görülüyor. Çünkü ordu içinde kurulan ve 1999 yılı (Ergenekon Yeniden Yapılanma-Analiz dökümanındaki tarih) itibariyle sivil alanı kuşatan bu yapının sivil otorite ve makamlar tarafından takibi mümkün değil. Askeri bürokrasi içinde illegal faaliyetler olup olmadığı, cunta oluşumları ve illegal takip-tarassut şebekeleri takip edilemiyor. Yani ordu içi izlenemiyor. Hâlâ böyledir. Normal bir demokratik sistemde askerî bürokrasiye milletçe güven duyulması beklenir. Ama bizde maalesef demokrasi sicili bozuk bir Genelkurmay bürokrasisi mevcuttur. Geçmişten bugüne demokratik sistemin 5 kez sabote edildiğini hep birlikte gördük. Bu konuya başka bir yazıda nazar edebiliriz. Gelelim 2003–2004 yıllarındaki darbe planlamalarının göz ardı edilen ölümcül noktalarına;

Ergenekon ikinci iddianamesine yansıyan CÇG belgelerinden Ayışığı kod adlı darbe planının bir bölümünde şu ibareler geçiyor:

“AYIŞIĞI ve YAKAMOZ darbe planlarını hazırlayan ve uygulayacak olan kadrolar deşifre olur ve dağıtılırsa, planın aynen devam ettirilmesi için ikinci bir yapılanma oluşturulması ve bu yapılanmanın çok gizli tutulması” hususu, Ayışığı darbe operasyonuna yönelik muhtemel tepkilere bir tedbir olarak öngörülmüştü. (2.İdd. s.206)

Yine Org. Şener ERUYGUR’un Genel başkanlığını yaptığı ADD’de ele geçirilen dijital verilerde “ayışığı metin” isimli bir word dosyasında “BAŞARILAMAYAN BİR DARBE PLANI VE BUGÜNE YANSIMALARI” başlıklı (15) sayfadan oluşan bir metin bulunmuştu. Bu metinde ise şu can alıcı ifadeler mevcuttu:

“Bu sadece askerlerin planladığı bir girişim değil sivillerle ortaklaşa yürütülen bir girişimdir.

Darbeci ekip dağıtılsa bile hareketi sürdürecek İDHARIN (yığınağın, kadrolaşmanın) yapılması öngörülmüştür. Genelkurmay Bşk. ÖZKÖK tarafından girişim önlendiğine göre, hareketi devam ettirmek üzere yapılan kadrolaşma bugün devam etmektedir. Çünkü Org. ÖZKÖK herhangi bir tasfiye yapmamıştır…” (2.İdd.s.247)

Bu noktadan sonra şu sorunun cevabı hayati bir önem taşıyor:

‘Ergenekon mağduruyum’ diyen Org. Büyükanıt ve Org. Başbuğ herhangi bir tasfiye yaptı mı?

Ayışığı operasyonunun yedek ikinci yapılanması ve idhar edilen muvazzaf kadro bugün ne durumdadır? Ne yapmaktadır? Org.Eruygur’un Ayışığı-Sarıkız-Yakamoz-Eldiven darbe operasyon ekipleri sadece Jandarma Genel Komutanlığına münhasır mıydı? Diğer Kuvvet Komutanlıkları içinden personel angaje etmedi mi? Biliyoruz ki aynı ruhtaki illegal amaçlara hizmet eden BÇG Deniz Kuvvetlerinde, Doğu Çalışma Grubu Kara Kuvvetlerinde faaliyet göstermişti.

Teşkil edilen darbe ekibinin Hava Kuvvetlerinde de mevcut bulunduğu Ergenekon ikinci iddianamesindeki eski DKK Özden Örnek’in günlüklerindeki şu satırlardan anlaşılıyor:

“… Takdimin sonunda Hava Kuvvetleri Komutanı ve Jandarma Genel Komutanı hemen 10 Mart’ta ihtilal yapalım diye bastırmaya başlamışlar…” (İdd.s.266)

“Demokrasiye bağlıyız” ifadesini kullanan bir Genelkurmay başkanının, bu ekipleri tizlikle araştırıp ilgisi ve irtibatı bulunanları tasfiye etmesi gerekmez mi? Bunun yolu da samimiyeti icraata koymaktan geçiyor.

Sözde değil özde demokrasi meftunuyuz.

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Pakistan’ın teslim ettiği bin Ladin’i Amerikalılar niye serbest bıraktı?


A+ | A-

Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerdari’nin 11 Eylül 2001 saldırısından üç ay sonra el-Kaide liderini yakalayarak Bush yönetimine teslim ettikleri, ama kısa süre sonra serbest bırakıldığı iddiası dünyada yeterince yankı bulmadı. Halbuki çok önemli sözler söylüyordu Zerdari.

Çok açık bir şekilde Tora Bora mağaralarında Amerikan ordusu ile birlikte operasyon yapan Pakistan güçlerinin bin Ladin’i yakaladığını ve teslim ettiğini söylüyor.

Benzer bir iddia daha önce Sudan’dan gelmişti. 1996 yılının 6 Şubatında Sudan’daki ABD büyükelçisi Tim Carney Sudan Dışişleri Bakanı Ali Osman Muhammed Taha ile buluşur. O dönemde bin Ladin Sudan’da, bu görüşmenin yapıldığı evden bir kilometre uzaktadır. Sudan, ABD ile ilişkilerini düzeltmek için bin Ladin’i teslim etmeyi teklif eder. Ama Clinton tam o günlerde bir stajyerle gönül eğlendirdiği için bu teslimi değerlendirmemiş. “Çünkü bize karşı suç işlememişti” diyor. Bahaneye bakın! Tabiî beş yıl sonra kullanacakları çok değerli adamlarını neden yakalasınlar? Nitekim teslim almayı reddettikleri bin Ladin, asıl görevi için 18 Mayıs 1996’da 150 militan, ailesi ve silahlarıyla Afganistan’a uçtu.

11 Eylül saldırısından tam bir gün önce Taliban, Usame bin Ladin’i tarafsız bir ülkeye yargılanmak üzere teslim etmeyi teklif etti. ABD yine reddetti.

2008 yılında Amerika’nın Puştin’lere yönelik baskıları üzerine, bu bölgedeki kabile temsilcilerinden bir kısmı Barışın Sesi (voice of peace)’ne bin Ladin’i teslim etmeye hazır olduklarını söylediler.

Ama olmazdı; Amerika elindeki en önemli kozunu kaybedemezdi. En son Svat Vadisindeki katliâmı andıran saldırılarının gerekçeleri arasında bin Ladin’in bu bölgede saklandığı yok muydu?

Amerika Saddam’a saldırırken de en temel gerekçelerinden birisi, onun bin Ladin ve el-Kaide ile ilişkisi değil miydi?

Ve ABD hâlâ bin Ladin’in yerini bulamadığını söylüyor. 1996 yılında teslimini kabul etmedikleri, Zerdari’ye göre 11 Eylülden üç ay önce kendilerine teslim edildiği halde serbest bıraktıkları, zaten asıl karargâhı olan Tora Bora’yı inşa etmesine yardım ettikleri, şimdi onu sakladığını ileri sürdükleri Peştun bölgesindeki Taliban medreseleri ve bölgelerini geliştirdikleri bin Ladin’i hâlâ yakalayamıyor Amerika.

Bir devlet başkanının yaptığı açıklamalara ise karşı cevap bulamıyor. Yalnızca Zerdari’nin bin Ladin’in ölmüş olduğuna ilişkin açıklamasını yalanlıyorlar. Çünkü ölmüş olduğunu kabul etmeleri Afganistan’a—ve şimdi de Pakistan’a—saldırma gerekçelerini ellerinden alacak.

Zerdari bunun gerekçesini de gayet veciz bir şekilde izah ediyor:

“Washington ve müttefiklerinin bin Ladin’in hâlâ Tora Bora’da bulunduğuna dünyayı inandırmak istemelerinin ardında başka planlar var!”

Unutmayalım ki; süper güçler gözlerine kestirdikleri ülkelerde saldırmak için gerekli sebepleri de kendileri üretmekte ustadırlar. Saddam’ı Kuveyt’i işgal etmeye kim teşvik etti? Sonra da Kuveyt’in kurtarıcısı olarak Orta Doğu’ya kim girdi?

Süper güçlerin dostu olmaz. Yalnızca çıkarları olur. İttifakları da işleri bitinceye kadardır. Benazir Butto bunu çok pahalı bir yolla öğrendi. Şimdi de eşi aynı tecrübeyi yaşayacak gibi görünüyor.

İSTANBUL’DA FİLİSTİN KONFERANSI

Bugün İstanbul’da önemli bir konferans var.

Türkiye’den İHH İnsanî Yardım Vakfı, Dünya Müslüman Âlimler Birliği, İslâm Ulusal Konferansı gibi çok sayıda örgütün düzenlediği Uluslararası Filistinle Sivil Dayanışma Konferansı.

İslâm ülkelerinden bir çok ünlü isim bu konfe-ransta Filistin halkının geleceği, İsrail terörü ve barış meseleleri tartışılacak. Siz de katılımınız ve duâlarınızla destek olun!

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

İslamofobya terör kadar tehlikeli


A+ | A-

Müslümanlara terörist yakıştırması yapmak son dönemlerde Batı dünyasının en büyük hastalıklarından biri hâline geldi. Hollanda’da İslâm düşmanlığıyla meşhur olmuş Geert Wilders’in yargılanacağı haberiyle sevinmişken bu sefer İngiltere’den şok edici bir haberle karşılaştık.

İngiltere’de açığa çıkan bu haber İslamofobya’nın gerçek anlamda bir insanlık suçu olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya koymuş oldu.

Habere göre, İngiliz istihbaratı, “Ya bizimle iş birliği yaparsın ya da terörist olduğunu ilân ederiz” şeklinde Müslüman gençleri tehdit etmiş.

İngiliz basınında İngiltere İç İstihbarat Servisi (MI5) ile ilgili yayınlanan şok bir polis raporundan bahsediyoruz. Independent gazetesinin manşetten verdiği raporda MI5’ın, İngiltere’de yaşayan bazı İngiliz Müslümanlara şantaj yaptığı belirtiliyor. İngiltere’de yaşayan Müslümanların çeşitli aktivitelerini İç İstihbarat Servisi’ne (MI5) bildirmesi için iş teklifi aldıklarını belirten beş İngiliz Müslüman, MI5’ın, teklifi kabul etmemeleri halinde kendilerini terörist olarak ilân etmekle tehdit ettiğini söylüyor. İlk olarak yurtdışında Cibuti’deki havaalanında MI5 tarafından yakalanıp 16 saat gözaltında tutulduklarını anlatan Somali asıllı 25 yaşındaki Muhammed Aden, daha sonra İngiltere’ye döndüklerinde farklı yaşlarda postacı kılığına girmiş MI5 ajanlarının evine geldiklerini anlatıyor. Ajanlardan sürekli tehdit aldıklarını belirten Muhammed Aden, postacı kılığına girmiş ajanlardan birinin, “Eğer sana ve ailene herhangi bir zarar gelmesini istemiyorsan bizimle işbirliği yaparsın.” dediğini belirtiyor. Tehdit edildiklerini anlatan Muhammed Aden, MI5’ı İngiliz polisine şikâyet ettiğini ve bazı lord ile Milletvekillerine de konuyla ilgili mektuplar yazdığını söylüyor. Aden ayrıca, MI5 ajanlarının kendileriyle işbirliği yapmamaları halinde kendilerine yurtdışına çıkma yasağı getirileceği ve bütün dünyaya terörist olarak ilân edilecekleri sözleriyle tehdit edildiklerini aktarıyor.

Muhammed Aden ile birlikte yakalanan diğer İngiliz Müslümanlar 19 yaşındaki Madhi Hashi ve 25 yaşındaki Muhammed Nur da aynı şekilde tehdit edildiklerini söylüyor.

Independent gazetesine göre, MI5 tarafından yakalanan ve tehdit edilen beş kişinin de daha önce hiçbir şekilde terör şüphesiyle gözaltına alınmadığına dikkat çekiliyor.

Konuyla ilgili Lord Justice Mummery’ye bir mektup yazan Muhammed Aden’in ikamet ettiği bölgede yer alan derneklerden biri olan Kentish Town Toplum Merkezi üyelerinden Sharhabeel Lone, mektubunda şu ifadelere yer vermiş: “Bütün bunların ortak yaptıkları tek şey yurtdışında Arapça öğrenmeleri ve Somalili olmaları. Bü tür ırkçılık ve İslamafobya türünden olaylar toplumda birliği ve dayanışmayı bozuyor. Farklı renkleri olduğu için tehdit edilen, topluma yabancılaştırılan bu hareketler bir felâket örneğidir.”

Bu olay bize bir kez daha gösterdiki bazı ülkeler tarafından yayınlanan terörist listeleri ciddî anlamda sorgulanmalı ve gözden geçirilmelidir. Zira bu ülkeler kendi çıkarları uğruna masumlara terörist diyebilecek kadar ileri gidebiliyor. Batı’da İslâm’a ve Müslümanlara yapılan haksızlıklar, İslamofobya tehlikesi ve yalan yanlış propaganda ciddî mânâda hayatımızı kuşatmış görünüyor.

İslamofobya meselesi en az terör kadar tehlikeli. Zira her ikisinde de masumlar zarar görüyor!

22.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Ağır vebal


A+ | A-

Osmanlının son döneminde padişahın “zayıf istibdad”ına karşı hürriyet mücadelesi veren Jön Türklerden bazılarının masonlukla ve dine zarar vermekle suçlanmasını “İstibdat kendisini devam ettirmek için bu telkinleri yapıyor. Bazı lâubalilikler de bu vehme kuvvet veriyor” diye yorumlayan Said Nursî’nin onlarla ilgili kendi değerlendirmesi şöyle:

“Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildir, belki milletin selâmetini temin etmektir. (...) Bir kısmı İslâmiyet fedaileridir, bir kısmı da selâmet-i millet fedaileridir. (...) Ve sizin şu aşairiniz (aşiretleriniz) kadar ulema ve meşayih (âlim ve şeyhler), Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vâkıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur, yüzde doksanı sizin gibi mu’tekid (inançlı) Müslimlerdir.” (Eski Said Dönemi Eserleri, {Münâzarât}, s. 255)

(Millî görüş çizgisindeki siyasal İslâm taraftarlarınca yıllar boyu “patates dininden olmak”la suçlanan demokrat kadrolar içinde de beş vakit namazını terk etmeyen, hocalık ve vaizlik yapmış, dinî hassasiyeti yüksek birçok insan vardı.)

Üstadın Jön Türkler için söylediği birşey daha var; “Bazıları dine lâyık olmayan bârid (soğuk) taassuba müfritane ilişiyorlar” diyor (a.g.e.).

Aslında bunların kastı din ve dindarlık değil; dinle de bağdaşmayan hurafe ve taassup. Ama bu hassas konuda kullandıkları üslûbun doz ve ayarını kaçırıp meramlarını düzgün bir şekilde ifade edemeyerek maksadı aşan sözler sarf ettikleri zaman gereksiz incinmelere sebep oluyorlar.

Böylesi üslûp aşırılıkları olmasaydı, en az yüz yıldır devam eden ve bu şekliyle yakın zamanda bitmesi de mümkün görünmeyen mâlûm tartışmaları çoktan tatlıya bağlamış olmaz mıydık?

Gerçekte, bütün esaslarını akla tasdik ve teyid ettiren İslâmda taassup ve hurafenin asla yeri yok. Bunu en iyi bilenler de, İslâmı doğru anlayan ve yaşayan dindarlar. Dolayısıyla hurafe ve taassuba karşı mücadele verilecekse, bu işi en iyi başaracak olanlar da dindarlardan başkası değil.

Nitekim bunun formülünü de “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyerek yine Bediüzzaman ortaya koyuyor.

Bu meyanda, dinle irtibatlı gibi görünen, ama gerçekte hiç alâkası olmayan birtakım olumsuzlukları eleştirirken dinî hassasiyetleri rencide edecek üslûplardan kaçınılması ve daha kestirme bir ifadeyle, dinî bilgisi yetersiz olanların bu çeşit konularda olur olmaz fikir beyan edip ahkâm kesmekten uzak durmaları büyük önem taşıyor.

İşin diğer cihetinde ise, bu çeşit “üslûp özürlü” beyanlar karşısında dindarların nasıl bir tavır alması gerektiği hususu var. Gerçek niyet ve kastı iyice anlayıp tahkik etmeden, maksadı aşan bir ifadenin söz konusu olabileceği ihtimalini dikkate almadan hemen mahkûm edip ateş püsküren tavırlar da son derece ciddî mahzurlar getiriyor.

Üstad, Jön Türklerle ilgili olarak “Hüsnüzan ediniz. Suizan hem size, hem onlara zarar veriyor” tavsiyesinde bulunduktan sonra, kendisine sorulan “Neden suizannımız onlara zarar versin?” sualini cevaplarken bunlara dikkat çekiyor:

“Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz (araştırmadan), taklit ile İslâmiyetin zevahirini (dış yüzünü) bilirler. Taklit ise, teşkikat ile (şüpheye düşürerek) yırtılır. O halde bazılarına—bahusus (bilhassa) dinde sathî, felsefe ile mütevaggıl (fazla meşgul) olursa—dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüde düşüp, mesleği (gittiği yol) İslâmiyetten hariçmiş gibi vesveselerle, ‘herçi bad âbâd’ (ne olursa olsun) diyerek me’yûsane (ümitsizce), belki muannidane (inatlaşarak), İslâmiyete münâfi (aykırı) hareketlere başlar.” (a.g.e., s. 256)

Bu son derece önemli izahların ardından, Bediüzzaman muhataplarına şu ikazda bulunuyor:

“İşte ey bîinsaflar (insafsızlar)! Gördünüz, nasıl bazı biçarelerin dalâletine sebep oluyorsunuz.”

Bu da işin çok ağır “vebal” boyutu...

22.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis