Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Hayata dokunan davranışlar



Geldi gelmedi demeden; gitmek gerekiyor

Biz; damlaya damlaya oluşuyoruz.

Zaman zaman kendimize söz geçirmekte oldukça zorlanırız.

İçimizde bize asi duran, sözümüzü yere vuran, söz dinlemeyen, başına buyruk, kontrolsüz, kuralsız, insanlar arası ilişkileri tanımayan, hak hukuk gözetmeyen, öylesine bir hayat hali sergileyen birisi var.

Bu birisi bizi herkesle kavgalı, herkesle dargın ve herkesle bozuk ilişkiler içerisinde yaşatmak istiyor.

Herkesin kusurunu önümüze seriyor.

Herkes hakkında olumsuz konuşuyor.

Herkese sû-i zan ediyor.

Öyle güçleniyor ki, zaman zaman söz geçiremiyoruz ona. ‘Kendime hâkim olamıyorum’ denirken bu kastedilir. Nefsinin avucu içinde olanlar ve hep onun istediğini yapanlar işte bunlardır.

Buna içimizdeki ‘öteki’ demek mümkün.

Zaten bizde sürekli onun hükmü geçse hayat yaşanır gibi değil.

O da bizim imtihan vesilemiz.

*

İyi ki içimizde bir de asıl benliğimiz var. Zaman zaman kendini gösteren, bizi biz yapan, varlığı, insanları, tabiatı, âlemi seven, insanlar arasında güzelliğin hüküm sürmesine çalışan, mutlu insan tavırlarından mutlu olan, tavırlarıyla da insanları mutlu eden, tebessüm çehreli, ağzından çıkan sözcükleri özenle seçen, insanları kırmamaya özen gösteren ikinci benliğimiz, aslında öz kimliğimizdir.

Hayat boyu bütün tercihlerimizi bu iki benlik içerisinde yapıyoruz.

Tabiî hangisine daha çok söz hakkı veriyorsak, bizde o hüküm sürüyor.

Buna ya nefsânî, ya da vicdânî tercihler diyoruz. Buna hodbîn ve hudâbin de diyebiliriz.

Küçük ölçekte sadece bir günün, bir saatin davranış dökümüne baktığımızda, nefis öncelikleri ile vicdan önceliklerini bir çırpıda görebiliriz. Küçücük küçücük kareler ama bütünü oluşturuyorlar.

Hayattaki bütün tercihlerimiz, ya ‘hodbin’ olarak ‘nefsin’ tercihleriyle ya da ‘hudabin’ olarak ‘vicdan’ın tercihleriyle yapılmaktadır.

Ya nefsimizi, sadece kendimizi düşünerek davranış oluşturuyoruz ya da Yaratıcımızın o davranışımızdaki rızasını gözeterek davranış oluştururuz.

Yani her bir davranışımızla ya nefsin hanesine bir artı atıyoruz ya da vicdan hanesine. Bu seçim tamamen bize aittir.

İmtihan da böylece oluşuyor.

Ve sonuçta ‘ben’ denen şey, ‘huy’ denen şey ortaya çıkıyor. Biz öylesine oluşmuyoruz, her bir davranışımızla ilmek ilmek bizi örüyoruz.

Hayata dokunan davranışlar

Hayata ancak tercih ettiğimiz davranışlarımızla dokunabiliyoruz. Aslında an be an herkes birer hayat yazıyor. Çünkü hayat romanı, harf harf, kelime kelime, cümle cümle meydana geliyor. Ve bir de bakıyorsunuz ki, sonuçta hayat karşımıza çıkıyor.

Onun için bu yazı hayatın çok uzağında bir yazı değildir.

Hemen bir telefon kadar bize yakın bir yazıdır. Hüsn-ü niyetle çevireceğimiz numaralar, kırgın akrabalarımızla, arkadaşımızla aramızın düzelmesini netice verecektir.

Bu güzel sonuç, önce bu duyguyu taşıyanı ve yaşayanı mutlu edecektir.

Epeyce bir zamandır uğramadığımız eski dost, güzel düşünceler içerisindeki ziyaretimiz sonucu, eski dost, yenileniverecektir.

Bu da bu duyguyu taşıyan ve yaşayanı mutlu edecektir.

Mahallemizdeki bakkala, kasaba, esnaf insanlara sergileyeceğimiz bir küçük tebessüm, onların bize olan bakışını, yorumlarını müsbete kanalize edecektir.

Yine bu da, bu davranışı yaşayan ve taşıyanı mutlu edecektir.

Hasta olan akrabamıza epeyce bir zamandır ziyarette bulunmamışsak, küçük bir hediye ile onun hoşnutluğunu almak, onun mutluluğundan önce, onu mutlu eden mutlu olacaktır.

İnsan, davranışıyla insandır.

İnsanlar arası ilişkiler, seviyeli davranışlarla mümkündür.

Sevmek, saymak, nezaket sergilemek, güler yüz taşımak, güzel söz sarf etmek, güzel giyinmek önce yaşayanı ve taşıyanı mutlu eden davranışlardır.

Yani anlaşılıyor ki, bir davranış sergilemeden bir olumlu, mutlu sonuç elde etmek mümkün olmayacaktır.

Tabiî davranışı oluştururken, içimizdeki ‘nefis’ ve ‘vicdan’ ikilisini unutmamak gerekiyor.

Yalnız değilsiniz, her bir davranış tercihinde, her zaman iki şık karşınızdadır.

Yeni bir sayfa açmak mümkün

Yapacağımız davranışı, başkalarının bize yapacakları veya yaptıkları davranışlara bağlamamak gerekmektedir.

Bize, geldi gelmedi demeden, gitmek gerekiyor.

Gözetti gözetmedi demeden, gözetmek gerekiyor.

Konuştu konuşmadı demeden, konuşmak gerekiyor.

Hediye aldı almadı demeden, almak gerekiyor.

O da bana güldü gülmedi demeden, gülmek gerekiyor.

O da beni sevdi sevmedi demeden, sevmek gerekiyor.

O da beni düşündü düşünmedi demeden, düşünmek gerekiyor.

Çünkü herkes kendi davranışından sorumludur.

Başkalarının bize yapıp yapmadıkları davranışlardan değil, bizim başkalarına yapıp yapmadığımız davranışlardan sorumluyuz.

Yaşıyor olduğumuz her bir anda, yeni bir sayfa açmak mümkündür.

Hayata ancak böyle dokunabiliriz.

22.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Avrupa’nın Kaddafisi



Sarkozy’nin bazı bakanları Kaddafi’nin ziyaretine kızdılar. Ben ise, bu kızgınlığa bir anlam veremedim. Bazı liderler birbirlerinin kopyası ve ikizi gibidirler. Belki de Kaddafi ile Sarkozy birbirlerine en yakışan ve birbirlerini tamamlayan iki lider. Benzerlik yönleri sayılamayacak kadar çok. Tadâta, yani sayıya gelmez. İki lider de karizmatik. Birisi Afrika ve Arap zirvelerinde taşkınlık yapıyor, krizler çıkartıyor. Sarkozy de Avrupa yakasında aynı şeyleri yapıyor. Avrupa’yı birbirine katıyor. Öykündüğü Napolyon gibi, bu katıp karıştırmayı silâhıyla değil, zikzaklarıyla yapıyor. Kısaca söylemek gerekirse, Sarkozy Avrupa’nın Kaddafi’si, Kaddafi de Ortadoğu’nun Sarkozy’sidir. Birbirlerini idare edip gidiyorlar. Bu kervana yakında Bush da katılırsa şaşırmamak lâzım gelir. Zaten tevekkeli ‘Kaddafi ile çok iyi anlaşırım’ diye boşuna kendisini aday göstermiyor. Ne diyelim, birbirlerini geç buldular, Allah erken ayırmasın. Bush, dünyayı küresel bir buhrana sürüklerken, Sarkozy Avrupa’yı, Kaddafi de Ortadoğu’yu öyle yapıyor. Bütün zirvelerde krizleri oynuyor. Bundan dolayı kendisine ‘kriz adam’ deniliyor. 1969 yılındaki darbesinden sonra, Kahire’deki Arap Zirvesinde Ürdün Kralı Hüseyin ile düelloya kalkışmışken, ateşkesi sağlamak ve tarafları yatıştırmak Nasır’a düşmüştü. Kaddafi bununla da kalmamış ve Nasır’ın halefi Enver Sedat’la da ağız dalaşına ve polemiklerine girmişti. Enver Sedat’ın durarak konuşmalarını alaya alıyor ve bu da Sedat’ı küplere bindiriyordu. Bunun neticesinde duâyen gazeteci Bob Woodword’ın da yazdığı gibi, Enver Sedat öfkesinden az kalsın Libya’yı işgal ediyordu. Sınıra asker yığmıştı. En son Suud Kralı Abdullah’ın da dengesini bozmuştu ve bunun neticesinde Libya Riyad’daki elçisini geri çekmek mecburiyetinde kalmıştı. Kaddafi, Erbakan’ı da neredeyse çadırında rehin almıştı. Bu kriz adamın Paris ziyareti de krize dönüşünce, Sarkozy’ye acıdım dersem yalan olur, lâkin orada Erbakan’ın sıkıntılı halini hatırladım. Kaddafi Paris’te yine numarasını yaptı. 30 bakire kızın koruması eşliğinde çadırında keyf çatarken Sarko the Sayan adıyla da anılan Sarkozy’ye kritik ve asabi anlar yaşattı. Bakire kızlar fantezi, ama bence Mezdeke grubunu da göreve çağırabilirdi, daha oryantal olurdu. Çağdaş Fatimi hanedanlığına daha bir yakışırdı. Bu istisnaî beraberlik, Fransız muhalefetinin ve basınının diline düştü. Liberation gazetesi Kaddafi’nin bu ‘tarihî’ ziyaretini ‘Sesinizi kesin satış yapıyoruz’ başlığıyla sundu ve duyurdu. Bununla birlikte, hâlâ anlamakta güçlük çektiğim hususlardan birisi Fransız Kaddafisi olan Sarkozy’nin taht-ı tasarrufunda bakanlık yaptığı halde, Libya’nın Kaddafisine dayanamayanlar. Burada çifte standart yok mu? Bunlardan birisi Senegal asıllı İnsan Haklarından Sorumlu Bakan Rama Yada. Libya’da insan haklarının olmadığını söylerken, Kaddafi bu hususta deplasmanda Fransızlara gol atma fırsatını kaçırmadı. Delidir, ama asla hafife alınabilecek birisi değildir. Düzenlediği basın toplantısında, Fransa’da insan hakları bulunmadığını ve banliyölerde ve Paris’in kenar semtlerinde göçmenlere göz açtırılmadığını söyledi. Kaddafi perdeyi aralayarak Fransızları can evinden vurmuştu.

***

Esasında, Kaddafi, Sarkozy ve Bush, aynı kalibreden liderler. Birbirlerini iyi anladıkları söylenebilir. Hatta gürültülü ve karizmatik ziyaret sonrasında Sarkozy adaşı Kaddafi için şunları söylemiş: “Onun teröre destek verdiğini söyleyenlerin alnını karışlarım.” Bu gibi haller için bizde ne derler: Bozacının şahidi şıracı. Vizyonları para, iktidar, güç ile fantezi üzerine kurulu. Kendisinden, ‘Küçük Napolyon’ olarak bahsettirmekten pek hoşlanan Sarko the Sayan, aynen Kaddafi gibi, bükemediğin eli öpenlerden. Sloganı şu: Alttakilerin canı çıksın, yaşasın üsttekiler. Çin’e gittiğinde, bundan dolayı olsa gerek, Tayvan’ın bağımsızlığını tasvip etmediklerini söyledi ve voleyi vurdu. Keza Rusya’da Putin seçimleri şaibeli bir şekilde kazandığında da Batılılar ona karşı mesafeli durdular. Sarkozy ise, seçimlerden sonra Putin’i ilk kutlayan Batılı lider oldu. Adam bir de şipşak. Pratik. Anında kıvırıyor. Bizi Avrupa’da istemese bile, yol göstermeden de yapamıyor ve alternatif üretmesini biliyor. ‘Avrupa olmazsa, size Akdeniz verelim’ diyor. Böyle de centilmenlik ruhu taşıyan birisi. Kaddafi farklı mı acaba? O da elini bükemediği için Bush’un elini öptü. Bunun ötesinde nükleer tesislerini sökerek bir gemiye yükledi ve Bush’a sanki doğum günü hediyesi olarak takdim etti. Bununla da kalmadı, İran ve Suriye gibi ülkelerin de kendisini izlemelerini tavsiye etti.

***

Esasında, Türkiye’ye de aynı pencereden bakıyorlar. Ha Sarkozy, ha Kaddafi. Kaddafi AB’ye girmesi halinde Türkiye’nin fundamentalizmin ve Bin Ladin’in Batı’ya Truva atı olacağını söyledi. Sarko The Sayan, aynı şeyleri söylemese bile, Türkiye’yi hazmedemeyeceklerini ve hayat tarzlarının farklı olduğunu söylüyor. Bernard Lewis ve Oriana Fallaci de bir zamanlar aynısını söylemişti. İlginçtir, yaşasaydı Oriana Fallaci de Sarkozy’yi severdi. Ama dünya liderleriyle röportajlar yapan Fallaci’nin, Kaddafi ile yıldızları bir türlü barışmamıştı. Onu kadınsı olarak tanımlıyordu. Pedikür ve manikür yaptırdığını savunuyordu. Bununla birlikte, yine de onlar zıt benzerler. Egzantrik yönlerini Machtpolitik tamamlıyor. Machtpolitik Realpolitik kavramının yerini almış bulunuyor. Bush, Putin, Müşerref, Kaddafi ve Sarkozy bu yeni lider kuşağını temsil ediyor. Bu liderlere teflon liderler de deniliyor. Kaddafi 1969 yılından beri iktidarda. İktidara doymuyor. Kendisinden sonra da oğlunu yerine bırakmak istiyor. Sarkozy ise, kendisine hanedan bulamayınca, Selanikli annesini turlarda maiyyetine kattı. Kaddafi’den farkı, hanedanlık anlayışının babadan oğula ve yeni jenerasyona ve aşağıya doğru seyir yerine, oğuldan anneye, eski jenerasyona ve yukarıya doğru seyri esas alması. Sarko The Sayan da diğer Yahudiler gibi anaerkil. Kaddafileri ne kadar eleştirirseniz eleştirin, yine de siyaset âleminde onlardan daha matrağını ve eğlendirenini bulamazsınız. Enver Sedat boşuna: “Kaddafi delidir, ne yapsa yeridir” dememişti. Ama Afrika’nın Kaddafisi bize diğerlerini unutturmamalı.

22.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayat bir imtihan



Cenâb-ı Hak her kulunu gücü ve kuvveti ölçüsünde değişik imtihanlara tâbî tutar. Hz. İbrahim’le (as) Hz. İsmail’in (as) imtihanları da büyüklükleri ölçüsünde çetin olmuştu.

Ya bizlerin imtihanı?

Rabbimiz Kur’ân’ında, “İnsanlar ‘Îmân ettik’ demekle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar? And olsun ki, Biz onlardan evvel gelip geçenleri de imtihanlara uğrattık. İşte, îmânında sadâkat sahibi olanlarla yalancıları Allah böylece ayırd eder”1 buyuruyor.

Demek her doğan belli bir yaşa geldikten sonra mutlaka imtihana tâbi tutulacak, sadıklarla kâzipler, yani yalancılar ortaya çıkacak.

Peki, bu imtihan nelerden ve ne sûretle olacak?

Bir âyette de bu husus şöyle anlatılıyor: “And olsun ki Biz sizi birtakım korkular ve açlıklarla ve mal, can ve mahsul eksikliğiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!

“O sabredenler ki başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz’ derler.

“İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti onların üzerinedir. Doğru yola ermiş olanlar da onlardır.”2

Hz. İbrahim (as) evlâdıyla imtihan olunmuştu, kazandı.

Hz. Eyyub (as) hem malı, mülkü, çocukları, hem de bedeniyle imtihan olunmuştu başardı.

Hz. Süleyman (as) saltanatını kaybetmekle denendi, muvaffak oldu.

Hz. Yakub (as) çok sevdiği evlâdını kaybetmekle imtihan oldu, sabretmekten başka birşey yapmadı.

Hz. Yusuf (as) iffet imtihanında başarılı oldu.

Allah hiçbir kuluna dayanamayacağı bir yükü yüklemez, altından kalkamayacağı sorumluluğun altına atmaz, hiçbir kulu takat getiremeyeceği bir imtihanla imtihan etmez.

Kula düşen nimetleri olduğu gibi musibetleri de Allah’tan bilmek, sır ve hikmetlerini düşünüp şükür ve sabretmektir.

Ne nimetler gurur ve kibire, ne de belâ ve musibetler şikâyet ve isyana sevk etmelidir.

Şükretmesini ve sabretmesini bilen kazanır.

Dipnotlar:

1- Ankebût Sûresi: 1-3.

2- Bakara Sûresi: 155-157.

22.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yabancılarla mülk mübadelesi



Zaman zaman ortalığı kaplayan yaygaralardan biri şudur: Yabancı uyruklu insanlar, büyük paralar sarf ederek Türkiye’den mülk-toprak alıyorlar. Böyle giderse, vatan toprakları elden gidecek. Zinhar karşı çıkılması gerekir.

Evet, bu bir yaygaradan ibarettir. Vatandaşı gereksiz yere strese, sıkıntıya sokmak demektir.

Zira, hiçbir ülkenin vatandaşı gelip burada istediği kadar mülk satın alamaz. Kanun bu işe bir sınır, bir ölçü getirmiş. Sizin vatandaşınız gidip başka bir ülkeden ne kadar toprak satın alabiliyorsa, yabancılar da ancak o nisbette mülk alabiliyor.

Burada konulan ölçü, mütekabiliyet ölçüsüdür.

Yani, iki tarafın karşılıklı şekilde sahip olabilecekleri gayr-ı menkuller, birbirine eşit, birbirine denk olacak.

Bu ölçü ve sınırın dışına çıkmak serbest olmadığı gibi, kolay bir iş de değil.

Bununla birlikte, yapılan araştırmalara göre, Türk vatandaşlarının yabancı ülkelerde satın almış oldukları veya şu an itibariyle sahip bulundukları mülk ve emlak miktarının, mukabil miktardan daha fazla olduğunu gösteriyor.

O halde, telâşa, paniğe ve yaygara koparmaya ne gerek var?

***

Bir başka nokta da şudur: Türkiye’de mülkiyet sahibi olmaya çalışan hiçbir ülkenin vatandaşı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kadar kalabalık bir aile nüfusuna sahip değil.

Türkiye, genel olarak nüfusu kalabalık ve dinamik olan bir ülkedir. Bu cihetten korkmaya hiç gerek yok. Karşılıklı mülkiyet satın almalarda, Türk vatandaşlarının galip geleceğine ve kârlı çıkacağına hiç şüphe yok.

Kaldı ki, bugünün işgal, istilâ ve sömürü şekli değişmiştir. Eski zamanlarda yapılanlara hiç benzemiyor.

Günümüzde, ilim, fen, teknoloji ilerlemiş olduğu için, en büyük kazanımlar da bu usûl ve metodlarla olabiliyor.

Bilgi çağınını insanları, hayatı kolaylaştıracak keşif ve buluşlarını oturduğu yerden dünyanın hemen her tarafına pazarlayıp satabiliyor. İllâ da bir yerlere gidip orada toprak elde etmesi gerekmiyor.

Dolayısıyla, insanlarımızın zihnini boş ve gereksiz şeylerle meşgul etmemeli, onları dünya çapında takdir edilecek ve talep oluşturacak işlere, san’atlara yöneltmeli. Tâ ki, her sahada ve her meslekte hiç olmazsa söz sahibi, irade ve inisiyatif sahibi olabilsinler.

Aksi yöndeki telkin ve yönlendirmeler, insanımızı sadece oyalayıp zaman kaybettirir. Bunu ise, aklı başında hiç kimsenin yapmaması lâzım.

***

Ayrıca, şunu da bilmek lâzımdır ki, Türkiye’nin düşmanları, buradan toprak satın almak usûluyle düşmanlık etmez. Bunu başka türlü yapar ve nitekim de yapıyor.

Meselâ, terör örgütüne bir şekilde destek vererek, ülkemizi karıştırmaya, huzurumuzu bozmaya çalışan devletler, hükümetler var. Yani, meselâ onlar buraya gelmeden, herhangi bir mülkiyet satın alma cihetine gitmeden de düşmanlık edebiliyor ve çokça zarar verebiliyorlar.

Bu meselede ortaya çıkan bir gerçek şu olmalı:

Evet, daima uyanık ve müteyakkız olmalıyız, ancak kendi kendimizi aldatacak kadar da saf olmamalıyız.

GÜNÜN TARİHİ 22 Aralık 1918

Meclis-i Mebusan’ın feshi

Sultan Mehmed Vahdeddin, savaş mağlûbiyetinin hâsıl ettiği moralsizlik ve işgal kuvvetlerinin de artan baskıları neticesi, Meclis-i Mebusan’ı feshetti.

Bu, Sultan Vahdeddin’in Meclis hakkında yapmış olduğu ilk fesih kararıydı.

Nitekim, 11 Nisan 1920’de de aynı durum tekrarlanmış oldu.

Yine aynı padişahın fermanıyla, ancak işgalci İngiliz kuvvetlerinin dayatması sonucu, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı da feshedilmiş oldu.

İlk Meclis feshiyle, aslında işgalcilere bir nevî cesaret vermiş ve onlara Osmanlı idaresine müdahale etme kapısını aralamıştı.

Sultan Vahdeddin, bu uygulamayı kerhen ve istemeyerek yapmış olsa bile, netice itibariyle bunun yanlış olduğu aşikârdır.

Zira, işgal güçlerinin hoşuna gidecek, onların elini güçlendirecek ve en mühimmi de sultanı yalnızlaştıracak bir politikaydı, bu.

Taviz tavizi çeker kaidesince, ne yazık ki Meclislerin feshedilmesi, daha büyük tavizlerin koparılmasını netice verdi.

Bu sebeple de, İstanbul ve Anadolu’nun birçok merkezi yaklaşık dört yıl müddetle kanlı işgal ve istilâ vak’asına şahit oldu.

22.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İbadetlerle yaşadığımız manevî şoklama -1



İstanbul’dan Cemre Sağlam:

*“Neden kurban kesiyoruz? Kurban kesmenin yararları ve hikmetleri nelerdir?”

Kurban kesmek bir ibadettir. Neden kurban kestiğimiz veya neden ibadet yaptığımız sorusuna verilecek en makbul cevap hiç şüphesiz Allah’ın emrine uyma gereği ve zorunluluğu olacaktır. Kurban kesiyoruz; çünkü emir vardır.

İşin hikmet ve maslahat yönü ise saymakla bitmez. Her şeyden önce, mânevî bir şoklama yaşayarak günahlarımızdan arınıyoruz. Esâsen dinimiz her bir ibadet emriyle bize ayrı ayrı şoklar yaşatıyor. Allah’ın emirlerini yerine getirdikçe farklı duygular, farklı heyecanlar, farklı haller, farklı tavırlar bizi kuşatıyor. Her bir emir bizi bir farklı mânâ ile yüklüyor. Her bir ibadet bizi farklı faydalı prensipler ile dizayn ediyor. Her bir teklif bizi insâniyet-i kübrâ makamına bir adım daha yaklaştırıyor. Her bir vecibe bizi âlâ-yı illiyyîne, Allah katında makamların en yükseğine doğru kuvvetle sevk ediyor.

Meselâ, namazla Allah’a secde ederiz, Allah’a duâ ve niyazda bulunuruz. Allah’a kendimizi doğrudan muhatap addederiz. Bir secde şoku ile Allah’a kulluğumuzu idrak ederiz ve kavrarız. Namaz ile Allah’ın Hayy, Kayyum, Cemâl, Mücîb, Nur, Raca, Kâmil, Rahman, Rahîm, Karîb, Melik, Hâlık, Rab, Gaffar, Tevvâb, Afüvv, Hak, Beşir, Râdî, Fettâh, Hamîd, Şekûr, Habib, Azim, Şehîd, Semi’, Mevlâ, Zâkir, Raşîd, Latîf, Mâbud isimleri ile Allah’a yaklaşmış, bu isimlere el vererek Allah’ın rızâsına ulaşmış oluruz.

Meselâ, oruçla Allah’ın her vakit verdiği nimetlerden kendimizi mahrum bırakırız; bu nimetlere, yani Allah’ın rahmet ve merhamet eserlerine, yani Allah’ın sevgiyle bizi yedirip içirmesine, bize ikram ve ihsanına ne kadar muhtaç olduğumuzu tam hissederiz. Bir mahrumiyet şoku ile Allah’ın “vermesinin” kıymetini anlarız. Fakir ve fukaranın hâlini tam yaşarız. Onların halleriyle halleşiriz. Allah’ın Rezzak, Rahman, Tâlib, Basîr, Müdebbir, Cebbar, Âdil, Celil, Deyyân, Aziz, Berr, Muhsin, Muhyî, Mübeddil, Müncî, Mükrim, Mükemmil, Gafur, Afüvv, Tevvâb, Hâkim, Kadir, Sabur isimlerini ancak oruç ile kavramamız mümkün olur. Ve bu isimlerin şefaatiyle Allah’ın rızasına nail oluruz.

Meselâ, zekât ile elimiz canımızın yongası olan kendi paramıza, kendi malımıza, kendi kazancımıza başkası lehine, başkasına yardım etmek üzere uzanır. Bir para verme şoku ile Rabbimize yaklaşırız. Zekât ile, kazandıklarımızın gerçekte bizim olmadığını, Allah’ın birer ihsânı ve elimizde birer emâneti olduğunu, bu ihsânın şükrünü ancak başkasına yardım etmekle ödeyebileceğimizi kavrarız. Böylece Allah’ın Vedûd, Vehhâb, Râzık, Muğnî, Fâtır, Fadıl, Hasîb, Kâbil, Kâfi, Kâfil, Nazır, Nasir, Muin, Müyessir, Zekiyy, Vekil, Muğîs, Sadık, Selâm, Şefik, Vâris, Vâsi’, Veliyy, Kerim isimlerinin gereklerini bir nebze de olsa yaşamış, bu mukaddes isimleri kavramış ve bu isimlerin kanadıyla Allah’ın rızasına inşallah ermiş oluruz.

Meselâ, hac ile milyonlar Müslüman’larla bir araya gelir, doyulmaz bir kardeşlik şoku yaşarız. Arafat’ta vakfe esnasında Allah’ın huzurunda dimdik duruş ve duâ ile tevâzuu birleştirmiş oluruz. Duruşumuzla Kayyûm ismini kavrarız. Kâbe’yi tavaf ederken, Kâbe’nin etrafında dönerken zerrelerden güneş sistemlerine ve yıldızlara kadar kâinatın baş döndürücü ritmine Allah’ın adını zikrede ede ayak uydurmuş oluruz. Her şey Allah diye diye dönüyor… Dönüyor ya… Biz de “Allahümme Lebbeyk!” (Allah’ım emrindeyim! Allah’ım emret! Sana kurban olayım!) diye diye döneriz. Mina’da şeytanları Allah’ın kahrına havâle ederiz. Böylece Allah’ın Mâlik, Kuddûs, Samed, Kahhâr, Şefî’, Sâlim, Hannân, Mennân, Merğûb, Mübîn, Muavvin, Muhît, Muhsî, Zü’l-Meâric, Sultân, Sübhân, Vitr, Hâdî, Fâtih, Hafiyy, Mürebbî, Raûf, Rakîb, Mü’min isimlerini yaşayarak kavrama imkânı buluruz.

Yarın inşallah devam edelim.

22.12.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Ortaçağ mı dediniz?



Fazıl Say’ın meşhur demeci üzerine yazı yazmak istemedim. Herkes yazdı, ben yazmadım. Çok şükür. Böylesi beylik demeçler, realiteye aykırı, indî ve şahsî açıklamalar pek kıymet arz etmiyor bana göre. Sebebi bu tür beyanların spekülasyonla dolu olmasıdır şüphesiz, ama daha önemlisi tarihî gerçeklere aykırı durum arz etmesidir. Yalnız benim durumum bir fıkrada geçen dört kişiden dördüncüyle benzedi tabiî. Anlatayım hemen de, ağzınızı tatlandırsın şeker yerine.

Efendim dört kişi imamın arkasında saf bağlamışlar, namaza durmuşlar. En baştaki dirseğiyle yanındaki arkadaşını dürtükleyip fısıltıyla sormuş: Saat kaç? Arkadaşı cevaplamış: “Namazda konuşulmaz, bak namazın bozuldu işte.” Onun yanındaki üçüncü kişi müdahale etmiş ikinciye.. “E kardeşim, sen de konuştun. Senin de namazın bozuldu.” İlk üçünün konuşup namazlarını bozduklarını anlayan dördüncü kişi başını kubbeye doğru kaldırmış ve kendi kendine yüksek sesle söylenmiş: “Allah’a şükür üçü konuştu, ben konuşmadım…”

Dedim ya herkes yazdı, ben yazmadım çok şükür. Ama yine de yazdım. Sorun ki niye yazdım?

Fazıl Say’ın annesi de tartışmaya dahil oldu arefe günü. “Siyasetçilerin konuşmaları beni üzmüş de. Oğlum Atatürk’ün bu topluma hediyesiymiş de… Ortaçağ karanlığına özenenlere bakıp da bu vatan terk edilmezmiş de… Falan filan… İşte bu “Ortaçağ karanlığı” terimi beni dürtükledi yazmak için…

Bir kere tarihe aykırı, realiteye aykırı bir durum var. Fazıl Say’a kimse, “Git, defol!” falan demedi. Siyaset canibinden böyle bir baskı gelmedi bu yufka yürekli, ürkek hükümetten böyle bir tavır beklenemez. Zaten yeterince kibarlar. Böyle bir şeye Fazıl Beyin “Onlar” dediği kesim razı olmaz.

İkinci olarak tam da Fazıl Beyin “Yanlış anlaşıldım. Ağzımdan kaçtı.. Öyle demek istemedim. İçimden öyle geliyor demek istemiştim” diye durumu düzelttiği gün, annesi böylesi bir “Ortaçağ karanlığı”ndan bahsetti. Böylece futbol terimiyle anne Say’ın demeci kontrpiyede kaldı.

Üçüncü mesele ki, asıl meseleye gelecek olursak, anne Say, tarihi bilmiyor. Ortaçağ’ın karanlık çağ sayılışı Müslümanlar için, ya da İslâm medeniyeti için değil, Avrupa medeniyeti, daha kısası Batı medeniyeti için geçerli bir kategori. Ortaçağ’da Avrupa akıl hastalarını “Ruhuna şeytan girmiş” diyerek, şeytanın çıkması için bir menfez, bir baca açarak tedavi ediyordu. Avrupa mendil nedir bilmezdi. Sokakta yerlere, evlerde şöminelere salya sümük sümkürürdü. Evlerde tuvalet yoktu. Ender olarak kralların saraylarında fosseptik çukuru vardı. Balolarda dans edilen salonların izbe köşelerine ekselanslar veya matmazeller def-i hacet ederlerdi. Su kullanılmazdı. Veba, frengi, taun gibi salgın hastalıklar pislik ve zinadan dolayı toplumu kırıp geçirirdi. Tedavi bilinmezdi. Tıp bilimi gelişmemişti. Avrupalılar İslâm devletlerinin üniversite/medreselerine öğrenci göndererek fen bilimlerini öğrenmeye başladılar. O dönemde akıl hastalarını müzikle tedavi eden Şifahane/tıp fakülteleri vardı. En yakın örnek Kayseri’deki Gevher Nesibe Şifahanesidir. Anne Say’a 1200’lü yıllarda yapılmış bu şifahaneyi görüp gezmesini tavsiye ederim. İslâm dünyasının içinde bulunduğu medeniyet, Avrupa’nın gözünü kamaştırıyordu. Zaten bizden aldıkları fen, bilim ve bilimsel tercümelerle rönesans ve reform hareketleri başladı. Sanayi devriminin temeli tâ bu örnek alışa dayanır. Uzatmayalım, o yıllarda Fazıl Say’ın yerleşmeyi düşündüğü Lousanne şehri ile bir Bağdat, Şam, Kayseri, Konya karşılaştırılabilir. Balkanlardaki teb’aya aynı anda hem cami, hem kilise, hem de havra inşaatı için proje gönderen Osmanlı’yı yazmama gerek var mı? Hoşgörüde bu millet, tarihe adını altın harflerle kazımıştır zaten.

Netice olarak, herkesin görüşüne saygı duyarız, ancak bazı konularda sergilenen cehalet, tamiri mümkün olmayan yaralara ve teessüflere yol açınca, işte böyle konuşmak zorunda kalıyoruz. Yakın çağ, ortaçağ, yeni çağ v.s. yakıştırmaları bir yerde zaten izafîdir. Kime, neye göre yazılırsa, ona göre tasnifat değişir. Herkes kullanıyor diye bazı terimleri ulu orta kullanmak, çağdaşlığa aykırı bir davranış olsa gerek. Çağdaş insan araştırmacı, tahkikçi, gerçekçi olmalı değil mi? Hepinize iyi bayramlar dileğiyle…

22.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ne sayarsan Say



Dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say’ın sözleri hâlâ tartışılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’dan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a, Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’ten bir çok isme Say’ın sözlerine tepki gösterenler oldu. Hatta Cumhurbaşkanlığı bile onun Köşk’teki resepsiyon için dâvetiye gelmediği yolundaki haberlere cevap vererek, haberlerin “gerçekleri yansıtmadığı”nı açıkladı.

Peki Fazıl Say ne söylemişti: Say, Almanya’da yayımlanan Süddeutsche Zeitung gazetesinin sorularını cevaplarken “Türkiye rüyalarımız kısmen öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslâmcılar zaten kazandı. Biz yüzde 30, onlar yüzde 70. Başka yere taşınmayı düşünüyorum. Hemen değil, ama ileride Türkiye’den ayrılmayı düşünüyorum. Biz artık azınlıkta kaldık, dışlanıyoruz. Çankaya’daki dâvete bile beni çağırmadılar. Böyle giderse, bir kızım var, onu da alır yurtdışına giderim” demişti.

Say’ın bu sözlerine bir çok kişi tepki gösterirken, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan gibi bazı kişiler de destek verdiler. Konuşma özgürlüğünü sonuna kadar savunuruz, ancak düşünceler söylenirken de başkalarını küçük görerek, hakaret ederek, kutuplaşmalara yol açarak söylenmemeli...

Ben bu tepkileri yazmak yerine Öğretmen-Sen Genel Sekreteri Behçet Canöz’ün gönderdiği mektubu köşeme almak istiyorum.

* * *

Canöz “Tek tuşlu piyano” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Işığı, düşüncesinde kaybolmuş, azınlığın çoğunluğa hâkim olması gerektiğine inanan sözde aydın tipinin açık bir örneği… Tek ses, tek renk, tek düşünce… Farklılıkların tehlike olarak algılandığı bir dünya, ne kadar çağdaş, ne kadar hukuksal, ne kadar insancıl olabilir?

Farklılık yoksa; ritim de yok, ahenk de yok, ses de yok renk de yok, san'at da yok, san'atçı da yok; insan da yok. Bütün bu “yoklardan” hiçbir zaman “var” da çıkarılamaz. Varlık sebebini inkâr eden de kendini inkâr eder.

“Benim gibi düşünmeyeni yok sayıyorum” diyen, insan haklarını paspas olarak görür. “Müzikte tek nota vardır, o da ‘do’dur” demekten farklı değil! Diğer notaları yok saymakla san'atın var olabileceğini ileri sürmek ne kadar “san'atsal” bir yaklaşımsa, ülkedeki inanç ve düşünce farklılıklarını yok saymak da o kadar “insancıl” ve “evrensel” olabilir!

Say, yüzde 30’un yüzde 70’e tahakküm etmesini istiyor ve böyle olmadığı için de başka ülkeye gideceğini ilân ediyor… İstediği ülkeye gidebilir. Buna hiç kimse engel olmaz, olamaz da… Ancak, ülkeyi terk etmekle sorun bitmiyor; aksine daha da artıyor, çünkü gittiği ülkede kendisi gibi düşünen yüzde 30’luk bir taraftar kitlesi de olmayacak. Yüzde 70’lik çoğunluktan kaçarken yüzde 99 ile karşılaşacak o zaman ne yapacak? Hangi ülkeye gidecek? Artık, demirperde ülkeleri de yok!

Hiçbir ülke, “ışığını kaybetmiş bir sanatçıyı” farklılığından dolayı kınamaz sınır dışı etmez. Problem bu değil, problem “sanatçının” kendisi. Bu düşünce olduğu sürece hiçbir yerde rahat olamayacak. Bu tiplere göre herkes yanlış, sadece kendileri doğrudur… Yüzde 30’luk bir kitlenin olduğu da kendisi gibi düşündüğü de doğru değil. Bu, onun bir zannı, çünkü sadece kendisi ülkeyi terk edebileceğini açıkladı; başka, böylesine trajik bir eylem içinde olacağını söyleyen olmadı. 367’ciler bile… Olsa bile tahammülsüzlüğü, yok saymayı meşrûlaştıramaz.

“San'atçı”, bundan sonra san'atsal faaliyetlerine seyirci ve dinleyici olarak katılacakların kimler olacağını, neye, ne kadar inanmaları gerektiğini nasıl ve ne giyineceklerini açıklayan bir talimatname mi hazırlayacak?

Biz, bu ülkenin sahipleriyiz. Bütün renklerle, seslerle, farklılıklarımızla zengin bir bütünüz; orkestrayız, besteyiz. Kimse kimseyi yok sayamaz. Farklı ses yoksa nota da san'at da insan da yok…”

* * *

Bir eğitim sendikasının yöneticisinin başörtüsünü şikâyet eden, kendini azınlıkta gören, bu yüzden de kızıyla birlikte yurtdışına taşınabileceğini söyleyen piyaniste cevabı böyle…

Yazımızı, Taraf gazetesi yazarı Yıldıray Oğur’un 17 Aralık 2007 tarihli yazısındaki şu cümlesiyle tamamlayalım: “Gitme Fazıl! Fazlalık yapan fakirleri, cahilleri Almanya’ya postaladık. Halide Edipleri, Mehmet Akifleri kaçırttık. Darbeler oldu. Senin gibi ‘gidiyorum bak’ diye tehdit edemeden, hiç istemeden buraları terk edenler oldu. Bir daha ülkelerine dönemeyenler oldu. Başörtüsü yüzünden okuldan attığımız küçücük kızları yurtdışlarına kadar kovaladık. Yüzde 70’i gözünde büyütme…”

Fazla söze gerek var mı?

22.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri