Ney’den bahsetsem?
Ney’i hepimiz biliriz, sazlıkta biten bir tür kamıştan yapılan üflemeli çalgıdır. Lâkin bunu üflemenin de çok kolay olmadığını geçen yıl ney çalan bir arkadaşım evimize ziyarete geldiğinde anlamıştım.
Arkadaşım ney’i ile birlikte gelmişti. Ben ney’i ilk defa o kadar yakından görmüş, elime almış incelemiştim. Çalması için rica ettiğimde ise ilk kez o kadar yakından dinlemiştim.
O anda ben de çalabilir miyim acaba diye düşündüm. Arkadaşıma söylediğimde, “Çalabilirsin ama sabır işidir, ben dört yıldır uğraşıyorum. İlk iki yıl ses bile çıkaramadım, yeni yeni çalabiliyorum o da birkaç parça” demişti.
Anladım ki bu ney, herkesle kolay kolay konuşmazmış. Daha sonra Mevlânâ ile ilgili bir eserde ney’de bir sır olduğunu okuyunca buna katî kanaat getirdim.
Ney sazlıkta biten sıradan bir kamış değildi. İnsanı başka âlemlere götüren, bazı sırları ona açan, şifa veren, dinlendiren bir şeydi.
Mevlânâ’nın “Dinle neyden kim hikâyet etmede / Ayrılıklardan şikâyet etmede” diye dile getirdiği ney, gönül sahibinin elinde bir kamış olmaktan çıkıyor, İlâhî sırları fısıldayan bir dost oluyordu.
Ney’in böyle gizli sırlar taşıdığına dair şöyle bir kıssa da okumuştum:
Davud Aleyhisselâm, bir gün sazlıktan geçiyormuş. Bu sırada hafif bir rüzgâr esmeye başlamış. Kamışlar başlamış ötmeye… Bu sesten öyle etkilenmiş ki, bir tanesini koparıp dudaklarına götürmüş, başlamış üflemeye…
Bundan sonra Allah’a olan muhabbetini o kamışla dile getirmiş. Meşhur Dâvudî sesiyle ve nefesiyle yanık yanık seslendirmiş aşkını.
Yine söylenir ki; Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm, Allah sırrını yalnız can yoldaşı Hz. Ali’ye söylemiş. Kimseye ifşâ etmemesini sıkı sıkı tembihlemiş. Hz Ali, bu İlâhî sırrı bir süre içinde gizlemiş fakat sırrın ateşine, ağırlığına dayanamamış. Kalbi parça parça olmuş, çöllere düşmüş.
Böyle perişan halde sahrada dolaşırken bir kuyuya rast gelmiş. İçini yakıp kavuran bu sırrı kuyuya söylemiş, ferahlamış.
Kısa bir süre sonra kuyudan âb-ı hayat gibi sular taşmış, çevresi vahâ haline gelmiş, ağaçlar, kamışlar bitmiş. İşte ney de bu sazlıkta yetişmiş.
Bir taraftan da neyin inlemelerinin kamışlıktan ayrı kalışından olduğunu söylerler. O da insan gibi duygu yüklüdür. Ney’in üzerindeki delikler göz, kulak, burun gibi insanın duyu organlarına benzetilir ve “insan-ı kâmil”i dile getirir. Nitekim Mesnevî’yi İngilizce’ye çeviren Reynold A. Nicholson “Mevlânâ kendisini bir ney’e benzetir” der.
Aşk’ın deryasında yaşayan bir aşk adamı ayrılık acısı yaşamaz mı hiç? Elbette ayrılığın da en içlisini, en acıklısını yaşamıştır da, o yürek yangınıyla ne gazeller yazmıştır.
Kim bilir, ney’e üflediği her nefes bir firkatin iniltisi olmuş, kâh aşk ile coşmuş, kâh perişan, yanık bir ses olmuştur.
Bugün de ney’e üfleyenler ya da dinleyenler ney’deki bu sırrı az ya da çok hissediyorlar. Kendilerini onun büyüsüne kaptırmaktan alamıyorlar.
Ney belki de İlâhî aşkın fon müziği idi. Bu ses ile vecde gelen âşıklar pervane misâli O’na doğru dönerdi…
Ah ney! Dilini bir anlayabilsek, bize neler anlatırdı kim bilir? Ben de bilmiyorum ki size anlatsam. Sanırım bunu en iyi Mevlânâ bilebilir. Gelin biz ona kulak verelim. Şöyle der ney için:
“Gizli sırrını söylemede cihanın,
O yanık ney, o yanık ney, o yanık ney,
Ney nedir? O bûsesi güzel cânânın
Öptüğü şey, öptüğü şey, öptüğü şey..”
|