|
|
Vehbi HORASANLI |
Gemilerde bayram |
|
Gemilerde çalışma, 24 saat 7 gündür, yani faaliyet hiç aralıksız devam eder. Bayram ve tatil günlerinde ise, seyir ve liman durumuna göre durum biraz farklı olur.
Eğer gemimiz limanda ise, limanın çalışma durumuna göre gemide de bir mesai programı uygulanır. Eğer gemi seyirde ise, gemi kaptanı mesaiyi durumun özelliklerine göre değiştirebilir.
Ramazan ve Kurban Bayramlarında gemimizin Türk limanlarına denk gelmesini çok isteriz. Zira, evimize gidemesek bile, en azından eş ve dostlarımızı aramak ve bayramını tebrik etme imkânını bulabiliriz.
Zaten bayramın ilk günü, genellikle Türk limanlarında çalışma olmaz. Bunu fırsat bildiğimizden, gerekli emniyet tedbirlerini alarak bir bayram mesaisi uygulamak imkânını bulabiliriz.
Seyirde kaptanın talimatı ile yine bir bayram mesaisi uygulanır. Başkalarını bilmem, ama ben şu ana kadar kaptanlık yaptığım bütün gemilerde bayramın özelliklerine göre bir program uyguladım. Gerçi diğer gemilerde de benzeri bir durum olmakla birlikte, bizim gemilerde uyguladığımız bayram mesaisi şu şekilde olur.
İster limanda, ister seyirde olalım, daima bir bayramlaşma toplantısı düzenleriz. Köprü üstünde ve makine dairesinde birer nöbetçi bırakmak suretiyle bütün personel bu toplantıya katılır.
Gemi kaptanı kısa bir konuşma yaptıktan sonra, aşçının hazırlamış olduğu ziyafet sofrası açılır.
Ramazan Bayramında türlü türlü tatlılar ve çeşitli şekerlemeler bayramın son gününe kadar açık büfe olarak çalışanların istifadesine sunulur. Kurban Bayramında ise, bu sefer etli yemekler ağırlıktadır. İlk gün öğle ve akşam yemeklerinde muhakkak etli yemekler bulunur. Ayrıca, diğer bayramlarda olduğu gibi, çeşitli tatlı ve salatalardan oluşan açık büfe uygulaması aynen devam eder.
Açık büfe şu demektir. Gemilerde yemek ve istirahat saatleri dışında yiyecek servisi yapılmaz. Büfeler ve aşçıhane temizlik vesaire sebeplerle çalışma saatlerinde kapalı tutulur. Ama açık büfe uyguladığımız zamanlarda herkes dilediğini yiyebilir ve salonlarda oturup sohbet edebilir.
Aşçılarımızın bir kısmı gerçekten çok yeteneklidir. Hemen hemen bütün bayramlarda baklava yapılmaktadır. Bazen yufkadan baklava yapıldığına da şahit oldum. Baklavanın tadına yakın bir lezzette afiyetle yemiştik.
Bayramdan önceki ilk limanda muhakkak çeşitli şekerlemeler satın alınır. Gerçi bazı şirketlerde daha bayram gelmeden günler öncesinden şeker ve çikolataların geldiği olur. Ama uzak limanlarda isek bunu kendimiz gemi kasasından harcama yapmak suretiyle tedarik ederiz.
Yeri gelmişken, bir de gemi kasasından ve gemi kantininden bahsedeyim. Her kaptanın gerekli olduğunda harcama yapmak üzere bir kasası olur. Meselâ bayramlarda yapılan alış verişler için, gerekli faturalar muhafaza edilmek şartı ile, harcamalar yapılır. Bunlar aylık olarak veya kaptanın gemi devir teslimlerinde toplu olarak ibraz edilir ve bilânço şirkete gönderilir.
Gemi kantini ise, her gemide olmamakla birlikte, Türk gemilerinin neredeyse tamamında bulunur. Buradan, başta sigara olmak üzere, gemi personeline meşrubat satışları olur. Satış miktarları her ay sonunda gemicinin maaşından kesilmek şartı ile şirkete bildirilir.
Gemide bayramlar, her ne kadar yukarıda yaptığımız faaliyetler olsa da, hep buruk geçer. Zaten kaptanın amacı aşçı ve ikinci kaptanı zorlayarak bu burukluğu mümkün olduğu kadar hafifletmeye yöneliktir. Görev yaptığım gemilerde buna bir parça muvaffak olduğumu düşünüyorum. Zira, okumuş olduğum Risâle-i Nur’ların da yardımı ile dünyanın bir misafirhane olduğunu, aynen bu çalıştığımız gemide olduğumuz gibi, dünya gezegeninde bir yolculuk yaptığımızı anlatmaya çalışırım. Bayramlarda sevdiklerimizden uzakta olsak bile, bir gün mutlaka, başta Peygamberimiz (a.s.m.) olmak üzere, gerçek sevgililer ile haşirde buluşacağımızı ifade eder, o güne hazır olmamız gerektiğini anlatmaya çalışırım.
Geminin stresli ve yoğun çalışma ortamından birkaç günlüğüne de olsa uzak tutmak için birçok tedbir almak gereklidir. Bir yandan mesaî veya seyir devam ederken, bunu yapmak zor olsa da yine de mümkündür. Yeter ki bayramların anlamını idrak etmiş olalım. Hoşgörü ve kardeşlik duygularına her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz şu günlerde, Rabbimizden bütün Âlem-i İslâm’da sevgi ve muhabbeti arttırmasını niyaz ediyorum.
Bu vesile ile, bütün kardeşlerimizin bayramını tebrik eder, imanla yoğrulmuş bir hayat geçirmelerini temenni ederim…
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Böyle bir bayramınız olsun! |
|
Bizim bayramımız. Ben’in, enenin. enaniyetin olmadığı biz bayramı… Hodfuruşluk, hodperestlik, hodendişlik ve kendini beğenmişliğin yerinin olmadığı bayram…
Öyle bir bayram ki; bütün varlık âlemini, kâinatı, küreleri. Güneşleri, yaratılmış her şeyi, cansızları, bitkileri, havyarları, canlıların efendisi, halifesi insanı, insanın ve bütün varlık âleminin namazdaki cemaat sırrının ifadesi Fatiha-i şerifedeki “nabüdü”-nun’un kopmaz sarsılmaz bağlarla ilân ettiği: BİZ...
İşte cenaze namazlarının Cuma namazlarının, cemaatle kıldığımız bütün namazların yanında zirve noktasında kulluğumuzla ve birbirimizi tasdik ederek Cenâb-ı Hakk’ın çok geniş terbiye ediciliğini kabul ve ilân ederek cevap verdiğimiz BİZ BİZ diyerek kıldığımız bayram namazları ve dün başlayan Kurban Bayramımız.
Bereketin, ihsanın, ikramın ifadesi kurban. Her şeyin sahibine verdiği her şey için akıtılan kan. Kanla aydınlanan SIRAT ve MEYDAN-I HAŞİR ve bütün varlığımızla hissettiğimiz şu keşmekeş dünya içinde bir saadet ve sevinç…
Onu (c.c) anlatmayan Ona (c.c) bakmayan hiçbir kullukla onun huzuruna çıkılamaz …
Uhuvvet ve ihlâsın kol kola girdiği, sebat ve metanetin diz dize durduğu, biz biz diyen bir cemaatin coşarak yürüdüğü kutsî mânâları ifade eden ihsan edilmiş, ikram edilmiş Kurban Bayramımız…
Öyle bir kurbanımız olsun ki huzurumuz saadetimiz sevincimiz kabul edildiğine delil olsun… Bütün dünyadaki Müslümanlarla Risâle-i Nur talebeleriyle bütün dostlarımızla Kurban Bayramınız mübarek olsun...
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bayram günleri |
|
Bugün Kurban Bayramının ikinci günündeyiz. Bir kısmımız kurbanlarımızı kesti, bir kısmımız da kesecek.
Bayram günleri gerçekten mutluluk günleri.
Neden mutlu olmayalım ki?
Allah için en sevimli bir iş işledik ve işlemeyenler de işleyecek bugünlerde. Çünkü Allah Resûlü (asm), “Âdemoğlu Allah katında kurban kesmekten daha sevimli bir iş yapmamıştır” buyurmuş, kesilen kurbanın kanı daha yere düşmeden Allah’ın onu kabul ettiğini1 ve o ilk kanla birlikte geçmiş günahları bağışladığını bildiriyor.2
Daha önemlisi kestiğimiz bu kurbanlarla Allah’a olan sevgi, bağlılık, itaat ve teslimiyetimizi gösteriyor, Allah’ın rızasını kazanma yolunda adım atmış oluyoruz.
Böylesine mânevî bir kazanç mutlu etmez mi bizi hiç?
Allah kurban kesmeyi emretmeseydi bile et bir yana yiyecek ekmek, içecek çorba bulamayan fakirlerin hâl-i pürmelâli bizi üzmez miydi? Gücümüz ölçüsünde onların yardımına koşmaz, sıkıntılarını gidermek için gayret göstermez miydik?
İyi ki Rabbimiz kurbanı emretmiş. Günlerdir, belki aylardır et yüzü görmemiş fakirlerin, yoksulların yüzleri gülüyor. Doğru dürüst ayakkabı, elbise giyememiş, harçlık bulamamış kimsesizlerin gönlü neşeyle doluyor.
İyiliğin içindeki peşin ücreti tadıyoruz bugünlerde. Onlar sevindikçe, yüzleri güldükçe biz de seviniyoruz.
Bunlar bizi mutlu etmeye yetmez mi?
Büyükler, akraba, dost ve arkadaş ziyaretlerini de bunlara katın. Belki nice büyüklerimiz var, aylardır görmemişizdir. Nice dost ve arkadaşlarımızla günlerdir, aylardır bir araya gelememişizdir. Bayram ziyaretlerinde dostlukları pekiştirir; acı günde, tatlı günde birlikte olduğumuzu göstermiş oluruz.
Öyle sevdiklerimiz, dostlarımız vardır ki onlar için canımızı veririz. Onlarla buluşmak, görüşmek için can atarız.
Sevdiklerimizle kucaklaşmamız, birlikte ve hemhâl olmamız, dertleşmemiz, kaynaşmamız, kenetleşmemiz yetmez mi bize?
Ya bu bayramlar olmasaydı kimbilir ne zaman ve nasıl buluşur, görüşür, sohbetler ederdik. Bunun için Allah’a ne kadar şükretsek az.
Kısacası ne güzel şu bayram günleri.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Edâhî: 1.
2- Müstedrek, 4:222.
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Gelen tebrik ve intibalar |
|
“Güneydoğu, Kuzey Irak ve İttihad-ı İslâm” başlıklı yazı serimiz geçtiğimiz hafta boyu Yeni Asya’mızda tam sahife olarak neşrolundu. Bize bu yazı serisini yazdıran, Kuzey Irak sınır karakolunda şehid edilen 15 askerimizin şehadetiydi. Bu şehadet hâdisesi bana çok tesir etti, gözyaşlarımı tutamadım. Bir makale için akşam saat 18.00’de oturdum masaya, saat 04.00’e geldiğinde tam 30 sahife yazmışım. Hukukçu kardeşim Ömer Peker’e okutturduktan sonra Kâzım Güleçyüz kardeşime gönderdim. Tahlil, tertip vesâir süzgeçten geçtikten sonra çıktı.
Ömrümde ilk defa, bir yazı serimin arkasından makale yazıyorum. Kanaatim odur ki; o gözyaşları arasında yazılan mezkur yazı serisi “ihlâs”a medar ve nâil olmuştur. Çünkü Türkiye’nin muhtelif yerlerinden ve muhtelif kesimlerden çok yapıcı ve tebrik edici lütufkâr intibâlar aldım. Bu tebrikler karşısında utandım, keşke bir 30 sahife daha yazsaydım, dedim. İnşaallah bu azim cemaat ve bu vefakâr kardeşlerimin duâ ve temennîleri karşısında bu hususta yeni tesbit yazılarım ve makalelerim olacaktır. Bu yazılarım için gelen tebrik ve güzel intibaları sizlerle, şevk ve ümit noktasında paylaşmak istiyorum. Birkaç tanesini takdim ediyorum, diğer okuyucu kardeşlerimiz hoş görsünler, hepsine duâlar ediyorum...
* Nureddin Çağlar (Emekli öğretim üyesi): Tebrik ediyoruz, maziye gittik, heyecana getirdiniz. Ailece duâlar... Hz. Allah kaleminize güç versin.
* Ömer Yavuzyiğit (iş adamı): Binler tebrik, fevkalâde tesbitler, tam isabet ve tam zamanı. Keşke tam sahife değil de, her gün ve uzun zaman diliminde çıksaydı.
* Ömer Lütfi Peker (Hukukçu): Gönülden tebrikler, okurken heyecana geldik. Tam zamanında yazmışsınız, keşke yeni ilâveler yapılarak kitaplaşsa ve her zeminde dağıtılsa. Hukukî açıdan hiçbir sakınca görmedim…
* Tuğba Şekerci (Sağlıkçı): Hanımlar topluluğuna okudum, dikkatle dinlediler ve “Nereleri bilmiyormuşuz, bu aziz Türkiye için nice hizmetler yapılmış?” dediler. Alkışlıyoruz..
* Hüseyin Yılmaz (Dış ticaret uzmanı): Yazınız çok sürükleyici, coşku dolu, zamanında yazılması ve çıkması fevkalâde, her vatan evlâdının meselesine ve dâvâsına sahip çıkması lâzımdır. Tebrikler.
* Ömer Güney (Çorum Ticaret Borsası Başkanı): Doğu ile ilgili gayet yerinde ve zamanında bir tespitler zinciri. Muhteva güncel. Böyle bir yazı serisi bekliyorduk. Teşekkürler
- Nihat Çiçek “Gazeteci-Yazar”: Tam isabet. Sizlerden beklenen bir yazı olmuş. Daha da genişleterek ve yeni dokümanlarla bir kitap veya broşör olmalıdır. Tebrikler - İsmail Özdemir “İş adamı”: Tebrikler teşekkürler. Keşke her gün çıksa idi.. - Ali Kanıbir “Emekli – gazeteci”: Tebrikler. Takdir-e şayan. Duâlarımız sizinle.. Celal Yalçın “Şair-Yazar” Bizi çoşturdunuz. Tebrikler..
-Rıdvan Ercan, Orhan ve arkadaşları “Emekli”: Gönülden alkışlıyoruz, bizleri heyecana getirdiniz, maziden bugüne kıyaslar fevkalade, beklenen bir yazı serisi, duâlar.. - Halil Öngel “Emekli İmam: ”Hislerimize tercüman oldunuz. Allah razı olsun. - Mehmed Kaya “Emekli”: Van kahvelerinde okudum, herkes pür dikkat dinledi. Tebrikler - Ali Göllü “Gazeteci”: Can alıcı noktalar tesbit etmişsiniz. Çok duygulandım. Tebrikler..
-Mehmed Cebe “Kitapçı”: Tesbitler çok yerinde. Prof. ve eski başbakan Sadi Irmak’ın size dediği gibi bu yazı serisi kitaplaştırılıp dağtılmalıdır” Binler tebrikler.. - Hayreddin Mersinli “Devlet memuru”: Yazınız çok akıcı ve şevk verici, binler tebrik..
-Mehmed Şener “Öğretim üyesi”: Çok güzel ve çok Cesur ifadeler. Üniversiteli arkadaşlar adına diyoruz ki, bu seri kitaplaştırıp dağıtılmalıdır. Binler tebrik ve alkışlar.. -Necati Tarak “Eğitimci”: Muhtaç olduğumuz ve düşündürücü tesbitler, tebrikler - Mehmed Soslu “Emekli – eğitimci”: Allah razı olsun. Benim kalan ömrümü Allah sana versin..
- Ali Vapur “Mühendis-gazeteci”: Hz. Bediüzzaman’ın bu fikirlerini nazara vermeniz her şeyin üstünde.. Allah gücünüzü arttırsın. Binler tebrikler.. -Necati Yılmaz “Emekli-Din görevlisi”: Hz. Bediüzzamanın görüşlerine, siyasî içtimaî ve imanî köprüler kurmanız tebrike şayan, devamını mutlaka bekliyoruz, binler alkışlar.
Not: Mübarek Kurban Bayramınız tebrik eder duâlar eder duâlarınızı beklerim. H.U.
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Terörü besleyen ana damarlar |
|
Dağlarda teröristler var, ancak bunda dağların bir suçu yok.
Çünkü, aynı cinsten teröristler, modern yapılı şehirlerin göbeğinde de var.
Dağdaki yuvalarını yakıp yıkmakla, teröristlere elbette ki bir darbe vurmuş olursun.
Ancak, bu tarz yöntemlerle kökünü kazıyamazsın.
Çünkü, modern şehir binalarında da dağdakilerle aynı paralelde çalışan kimseler var.
Tek çarenin yakıp yıkmada olduğu mantığından yola çıkılırsa, o takdirde ne yapılacak?
Şehirdeki binalar yakılıp yıkılamayacağına göre, demek ki başka türlü tedbirlere de başvurulması gerekir.
İşte görüyoruz, İstanbul’un en eski ve en işlek semtlerinde bile, onlarca araba kundaklanarak yakılıyor.
Aslında, bu cinayetleri işleyenlerin dağdakilerden bir farkı yok.
Bunlar, bulundukları yerin şartlarına göre davranıyor, tahribatın en büyüğünü yapmaktan menhus bir lezzet alıyor.
Bu arada, masum ve günahsız vatandaşın malı gitmiş, canı yanmış, hiç umurlarında dahi değil.
Demek ki, bu yıkıcı zihniyeti besleyen bir takım lânetli damarlar var ki, yakıp yıkmak için zaman ve mekânın bir farkı kalmıyor.
İşte, terörle baş etmenin hem kolay bir iş olmadığını, hem de sadece milyonlarca dolar harcayarak dağları bombalamakla bu işin üstesinden gelinemeyeceğini yakinen görüp anlamış oluyoruz.
Tabiî, bu işi bizim gibi görmeyen ve anlamayanlar da var.
Ancak, acı gerçek ortada: Ülke ve millet olarak, kronikleşmiş bir iç huzursuzlukla yıllardır boğuşmaktayız. Hemen herkes, bu belânın bir an evvel son bulmasını istiyor. Karanlık odaklar ise, kargaşanın devamından yana.
Burada önem arz eden husus, evvela bu terör belâsını ortaya çıkaran ve onu besleyen asıl sebeplerin bulunması ve teşhisin doğru şekilde konulması.
Bize göre, çare bulmak mevkiinde bulunanlar, teşhisi henüz doğru şekilde koyabilmiş değiller. Bu yüzden, tedâviyi de doğru yapamıyorlar.
Evet, yerine göre elbette ki, kanuna dayalı kuvvetin kullanılması lâzım. Fakat, bir yandan terörü tahrik ve teşvik eden sebepleri besleyip çoğaltmak ve bir yandan da şiddetle üzerine gitmek, aklın kabul edeceği bir usul olmasa gerek.
Terörü doğuran ana sebeplerin içeride, destekleyen, kuvvet veren kaynakların ise dışarıda olduğu noktasında bir mutabakat sağlanırsa, bu belâyı defetmenin tutarlı bir yolunun bulunacağı da kuvvetle muhtemeldir.
Kısaca
“Sahte çürük”ün diğer yarısı
Sıradan biri olmayan bir siyasetçinin, askerlikten yırtmak için “sahte çürük” raporu aldığı iddia ediliyor.
Bu iddia yüzde yüz doğru olsa bile, yine de bir doğrunun ancak ve ancak yarısını izhar edebiliyor.
Dolayısıyla, bu doğrunun ayrıca bir diğer yarısı var.
O da şudur: Çürük raporu alan biri varsa, mutlaka bu raporu veren birileri de vardır.
Neticede, raporu alan belli. Ancak, raporu veren -ne hikmetse- bir türlü tesbit edilemiyor,Aynı konuyla ilgili haberler, daha evvel de medyada yer aldı. Ancak, hemen her defasında çürük alan sahtekârdan söz edildi de, aynı çürüklüğü paylaşan sahtekârların bir türlü esamisi okunmadı.
GÜNÜN TARİHİ 19 Aralık 1912
Adalar üzerindeki hakimiyet
Osmanlı Devleti asırlardır sürdürmüş olduğu Ege ve Akdeniz üzerindeki hakimiyetini kaybetmeye başladı.
Başta Midilli olmak üzere, Limni, İmroz, Bozcaada, Karyot, Taşöz ve Semendirek adaları, Yunan donanmasına ait savaş gemileri tarafından, önce abluka altına alındı. Ardından da, ismi geçen adalara asker çıkarılarak fiilen işgal edildi.
Yunanlılar, bu tarihten tam 14 sene evvel de (21 Aralık 1898), Girit adasını ele geçirmiş ve buradaki Osmanlı hakimiyetine son vermişlerdi.
İtalyanlarla yapılan Trablusgarp Savaşının (1911) hemen ardından, ismi geçen adaların da Yunanistan tarafından zaptedilmesiyle birlikte, Ege ve Akdeniz artık birer “Osmanlı gölü” olmaktan çıkmış oldular.
Burada şu önemli noktayı da nazara vermek gerekir: Yunan kuvvetleri, bu adaları işgal hareketini tek başıyla yapmadı. Onun arkasında, İtalya başta olmak üzere, Avrupa’nın diğer bazı devletleri de el altından büyük destek verdiler.
Aynı desteklerin, kısa bir süre sonra başlayacak olan Balkan Savaşlarında da devam ettiğini tarihler kaydediyor.
Tebrik
Aziz okuyucularımızın Kurban Bayramını tebrik ve tes’id eder, bu bayramın İslâm ümmetine ve bütün beşeriyete huzur ve barış getirmeye vesile olmasını Rabbimden niyaz ederim. MLS
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
İmtihan veya kurban |
|
Kurban imtihanın bir usülü müdür, yoksa neticesi mi? Cevabını hepimiz bilmeyebiliriz, fakat şu hakikati herkes kabul etmek zorundadır: İmtihana girenler bazen kurban olurlar, bazen kurban edilir ve en kolayı da kurban ederler. Kurbandan kaçınmak, imtihanı reddetmek anlamına geldiğinden, Adem (a.s.) babamızdan kıyamete kadar sebep-sonuç irtibatı içinde imtihanımız sürüp gidecek.
Dar-ı imtihan dünyadan mı ibarettir. Rabbimiz istediğinde cennette de imtihan olunur. Adem babamızın Arafata doğru sürüp-gelen sergüzeşt-i hayatı serapa imtihanlardan ibaret değil mi? Ben-i Adem’in imtihanı da ceddinin yolunda değişik şekil ve renk ve tadlarla devam edecektir. Habil ile Kabil’in imtihanları... Sonra emredildikleri kurbanları... Ve imtihanı kazanan Habillere karşı, Kabillerin devam eden imtihanları...
İmtihanı kabul etmemek mümkün müdür? Bezm-i Elestteki “kabul” ile yüklendiğimiz imtihanları reddetme çaremiz elbette yok... Kur’ân’da, imtihanlarına itiraz için gelen Ben-i İsrail’in hikâyelerini bilirsiniz. İtiraz veya redd, imtihanlarını şiddetlendirmiştir. İmtihanın en ateşli sorusu Rabbimize imanıyla birlikte tevhid içindeki teslimimiz değil mi? İmtihan salonundaki itirazı işmam eden en küçük bir sorunun İzzet-i İlâhiyyeyi ne denli celâle sevkettiğini merak edenler, Kur’ân’a bakabilirler. Yani Rabbinin karşıtlarına küçük bir meyli ihsan eden bütün duruşları silip süpüren elbetteki “Kabuldur”. Musa’nın (a.s.) muhalifleri, tevhide teslim olmayanlar ve hâlâ “icl” meselesini tartışanlar yalnızca Firavun müttefikleri değildi. ‘İcl’ meselesinin Musa’ya (a.s.) rağmen hâlâ Ben-i İsrail arasında cereyan ettiğini ve postmodern bakarperestliğin bilhassa Avrupa ve Amerika’da, altına gümüşe çokça düşkünler mabeyninde devam ettiğine inanmayanlar, meşhur borsaların amblemlerine baksınlar... Sina’daki nimete rağmen kalplerini ilâhî vahye kapatanların, güya düşmanları Firavun’un ordusunda hakikî Musevî ve İsevilerle nasıl savaştıklarını rahatça görebilecekler. Kurbana itiraz edenler çokça cahil ve aptallık derecesinde ahmak değillerse, şuurlara itiraz ediyorlarsa; onlara tavsiyemiz nifaklarını açığa vurmalarıdır. Mesellet ve meskenet içinde tevhide baş kaldıracaklarına, mertçe Amerika ve Avrupalı yoldaşları gibi inkârlarını ilân etsinler.
Rabbimiz kendisine olan sevgimizin mecazi sevgilerle gölgelenmesini istemiyor. Çoğunlukla yarattığı mahlukûna duyduğumuz aşırı muhabbetten dolayı bizi imtihan ediyor. Genellikle en çok sevdiklerimizle İbrahim (a.s.) ile Sara’nın çocuk hasretlerini kimler bilmez ki... Zayıf Sara’nın imtihanı daha kolay... Hacerle... Ve çok sevdiği İbrahim’den geçici ayrılıklarla... Halilullah ise çok sevdiği İsmail’i (a.s.) kurban etme imtihanıyla aylarca günlerce tutuşur, alev alev yanar. Ta “Kabul!..” deyinceye kadar. Elbette ki, şeytan yalnızca Mina’da değil. Mesele İsmail’deki teslimiyettir... Kabuldür... Bu evlâd muhabbetiyle yakıcı imtihanlara giriftar babalara semboldür İbrahim (a.s.)... Niyazımız, çevremizde hergün İbrahim’in “Kabul” makamına yükselen babaların sevgilerinin çoğaltmasıdır.
Sevgililer sevgilisi de kurbanların çocuğudur. Hem İsmail’in (a.s.), hem de Abdullah’ın... İbrahim’i yakan ateşlere Abdulmuttalip de yanmıştı... Oniki evlâd bir yana, Abdullah bir yana... Sen misin Abdullah’ı bu denli seven... Tıpkı Yakub’un Yusuf’a muhabbeti gibi. Ah imkânımız olsaydı da Abdullah’ın bir bedelini de biz ödeseydik. Kabul makamına yükselene dek imtihanın eritici ateşi devam eder, şayet iman varsa! “Kabul” aynı zamanda bir kurtuluştur... “Kabul!” deyiverdiğimizde sarp uçurumlar ovalara dönüşüyor, tsunamiler sakin denizlere, en vahşi canavarlar munis hayvanlara ve nihayet bize dehşetli görünen “Kabir” ise cennet bahçelerine... Fakat bir hakikat var: Kurbansız imtihan olmuyor...
Kalbimizi yaratan ve en mutena yerini kendisine ayıran Rabbimiz, oraya kendisini unutturacak başka sevgilerin girmesini istemiyor. Hem Rabbini ve Malikini sevecek ve aynı derecede masivaya gönül bağlayacakların imtihanı değil mi kurban?
İmtihandaki doğru tercihe kurbanla ulaşıyoruz. Kurban aynı zamanda O’nun bize sevgi ve şefkatinin işareti. Sultan kuluna acıyor, yönünü ve yüzünü kurbanla kendisine çeviriyor. Yani Kurban, en güzel isimlerin sahibine ve güzelliğin aslî kaynağına yakınlaşmak ise; hidayet ve saadete giden yol anlamına da gelir.
Tevhid, Allah’tan başka hiçbir şeye kurban olmayacağını da emreder. Küçücük bir müsaade olsaydı, insana kurban olurdu insan... Fakat sevgililer sevgilisi diyor ki, “Ben iki kurbanın çocuğuyum.” Yani insan da o yolun kurbanı. Fakat O’nun bize sevgisi, şefkat ve acımasına bakıyoruz ki, insanın yardımına semadan kurbanları gönderiyor, O...
İmtihanla Kurban arasındaki gel gitlerden ibaret olan hayatımız da, ondan gelene razı olmak üzere Kabul-Rıza mertebesine ulaşmak biricik hedefimiz olsa gerek... Teslim olmak... Zaten İslâm da bu değil mi?
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İslâmfobik kurgulu Amerikan seçimleri |
|
Daha seçimlere bir yıl kala, ABD seçim sath-ı mailine girdi. Hem de ne girmek. Gümbür gümbür. Girmekle kalmadı, aynı zamanda kendisini keskin bir dinî tartışmanın tam ortasında buldu. Artık ABD, eski ABD değil. Artık kilise-devlet ayrımı tarihe mal oldu ve geçmişte kaldı. Din, seçim atmosferine damgasını vurdu. Evanjelikler, sadece protestanlar arasında değil, aynı zamanda diğer Hıristiyan mezheplerine mensup adaylar arasında da etkisini hissettiriyor. Sözgelimi, Katolik olmasına rağmen, Rudy Giuliani, neoconların ve evanjeliklerin gözdesi. Dolayısıyla, evanjeliklerin etkisi mezhebî sınırları çoktan aşmış bulunuyor. Aralık 2007’ye damgasını, Mormon asıllı Cumhuriyetçi Parti aday adaylarından olan Mitt Romney’e yapılan sataşmalar vurdu. Rakibi Mike Huckabee Mormonların şeytan ile Mesih’i kardeş bildiklerini ileri sürdü ve muhatabına, böyle inanıp inanmadıklarını sordu. Seçilmesi halinde ilk Mormon asıllı Amerikan başkanı olacak olan Romney, bu saldırının altında kalmak istemedi. Rakibine şans diledikten sonra, şunları söylemekten de kendisini alamadı. “İnançlarını bu şekilde açığa vuran ve hangi kiliseye gittiğini deklare eden ve buna göre insanları sınıflandıran birisini Amerikan halkının seçeceğini düşünmüyorum.” Huckabee, kendisini başkan adayları arasında teoloji eğitimi almış tek aday olarak da takdim ediyor. Mormonları da bir kültten ziyade, ayrı bir din olarak tanımlıyor. Mormonizm Ansiklopedisi, Mormonların Mesih’i şeytanın kardeşi olarak gördükleri iddiasına katılmıyor. Dolayısıyla bu bir yakıştırma ve isnat. Ama din üzerinden adaylar birbirine bel altından vuruyor. Amerikan halkı da aynen Huckabee gibi, Mormonlara kategoik olarak yaklaşıyor ve bu zeminde karşı çıkıyor. Adayın vasıflarına hiç bakmadan ve iltifat etmeden Mormon asıllı bir adaya Amerikan halkının üçte biri peşinen oy vermeyeceğini ortaya koyuyor. Mormonlara karşı böyle bir ayrım var. Ya Müslümanlar? Aslında, Amerikan seçimleri İslâmfobyası üzerinde yürüyor. Seçimlerin akıbetini adeta İslâmfobik eğilimler ve kampanyalar belirleyecek. Bu bağlamda, Mormon adaylar peşinen isimden veya mezhepten kaybediyorlar. Müslümanların durumu ise, Arapların ‘haddis vela harac’ dedikleri cinsten. Yani, tasvir edilir gibi değil. Remzi Barud’a göre, farz-ı muhal bir Müslüman veya bir ateist Amerikan başkanlığı için aday olacak olsa hiç şansı yok. Şu zeminde hayal ötesi bir durum. Demokrat Dennis Kucinich dışında hiçbir aday adayı Hıristiyan fundamentalistlerle Irak savaşı arasındaki bağlantıya veya Yahudi fanatizmini veya İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesini konuşmadı. İmâda bile bulunmadı. O tür tehlikeli sulara girmemeye özen gösteriyorlar. İslâm olmadıkça, dinî meseleler hesaba bile alınmıyor. Kurcalanmıyor.
**
Aksine, uzaktan da olsa Müslüman köken didik didik ediliyor ve medya kılı kırk yarıyor. Sözgelimi, Gates gibi tek yanlı olarak Pakistan’daki Kaide üslerini bombalama niyetini izhar eden Obama’nın, aksine, gizli Müslüman olduğu ve ABD’yi yıkma niyetini taşıdığı ileri sürülüyor. Remzi Barud, Irak’ta niyetin ötesinde fiilî bir durum yaşandığını ve fundamentalist Amerikan Başkanı Bush’un Irak’ı yakıp yıktığını hatırlatıyor. Dedikodulara göre, Obama’nın atalarından birisi Kenya asıllı bir Müslümanmış. Öteki söylentiye göre ise, çocukluğunda bir Müslüman okula devam etmiş. Anlaşılan Amerikan Müslümanları Kâbe’yi bombalamak isteyen Amerikan başkan adaylarıyla Pakistan’ı bombalamak isteyen Obama gibiler arasında tercih yapmak zorunda kalacak. Ne kötü bir tercih. Arapların deyimiyle, ‘ateşle kaynar su arasında tercih yapmak veya kalakalmak’ gibi bir vaziyet. Maazallah Mormon tartışmasından sonra muhafazakâr eğilimli Wall Street Journal muhabiri Naomi Schaefer Riley, Amerikalılardan sadece yüzde 53’ünün Mormonlar hakkında olumlu görüş belirttiklerini yazdı. Riley’e göre, Müslümanlar da yaklaşık aynı oranı tuttururlar! Buna mukabil, Amerikan halkının dörtte üçünün Yahudiler ve Katolikler hakkında olumlu kanaat izhar ettiklerini kaydediyor. Arafat’ı belediye binasından kovan ve 11 Eylül sonrasında Suudlu zenginlerin Velid’in hibe ve teberrularını yüzüne çarpan Rudy Giuliani ise, nobranlığıyla galiba ortak paydayı temsil ediyor. Tepki çekmemesi bundan olmalı. Ama Giuliani, kürtaj gibi Katoliklerin mesafeli durdukları hususları onaylıyor. Herhalde o da Başkan Kennedy gibi düşünüyor olmalıdır: Ben Vatikan’dan talimat almıyorum. Dolayısıyla Katolik prensiplerini yaygın olan uygulamalarla bağdaştırıyor. Bu itibarla, ne kadar Katolik olduğu da sorulabilir ve sorgulanabilir! İslâm genellikle ABD’de 11 Eylül’den sonra ‘hava korsanlarının dini’ olarak iştihar etmiş durumda. İslâm’dan bahsedilince, akla düşmanlık, verimsizlik, irtica ve yabancılık geliyor.
***
ABD’de bunlar tartışılırken ve konuşulurken İstanbul’da da Cevahir Oteli’nde aynı ay içinde (Aralık) İslâmfobyası tartışıldı. Esasında Amerikan seçimleri öncesinde bu ülkede yaşanılanlar ve İslâma atfedilenler, böyle toplantılar için iyi birer malzeme teşkil edebilir. Malzemeden bol bir şey yok.
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Beşinci kıtada bayram |
|
BALARAT - Burası Melbourne yaklaşık 100 km mesafede şirin bir kasaba. Muhteşem ağaçların, yem yeşil parkların ve mesire yerlerinin çevrelediği gölüyle mezkûr. Ama Türkiye’yi kasıp kavuran kuraklık buraları da vurmuş ve bu felâketten nasibini alan göl, sığ su birikintileriyle, sazlıklara taksim olunan bir bataklığa dönüşmüş. Sahil boyunca konulan panolardaki eski göl manzaralarına bakınca şimdiki manzara daha da hazin bir hal alıyor.
Buraya Avustralya Nur Vakfı Camisinde bayram namazından ve bayramlaşmadan sonra geldik. Bayram namazını Türkiye’den dokuz saat önde kıldık. Çünkü beşinci kıta ile Türkiye arasındaki saat farkı +7. Buna burada yaz saatine geçilmesi sebebiyle eklenen iki saat de ilâve edilince fark 9 saat oluyor. Sonuçta Türkiye’dekiler henüz arefe gecesinin ilk saatlerindeyken burada bayram sabahının güneşi doğmuş ve namazlar kılınıp bayram ziyaretlerine başlanmış oluyor.
Bu kıtaya gelişimizin ertesi tevafuk eden ilk Cuma namazımızı Sydney’deki Glipholu Camisinde kalabalık bir cemaatle birlikte kılmıştık. Bu camide de, Melbourne’daki benzerleri gibi Osmanlı stilinde inşa edilmiş olduğunu belirtelim.
Gelelim kurbanlara. Kurbanlık hayvanlar, bayram sabahı hayli uzaktaki bir kesim merkezinde İslâma uygun modern usullerle kesiliyormuş. Ancak bu kesimler Batılıların yaptığı gibi hayvanları şoklayıp kan akıtmadan değil, şoklamayı hayvanı sersemletecek düzeyde tutarak, sonra kesim bandına sür’atlı bir şekilde kesimlerini gerçekleştirerek yapıyorlarmış. Sür’at o decereymiş ki bir saat içinde 600 hayvan kesimi tamamlanabiliyormuş.
Bu arada hayvancılığın çok gelişmiş olduğu kıtada kurbanlık fiyatlarının da çok ucuz olduğu, bir hisse kurban fiyatının 80 dolar olarak tesbit edidiğini ve bilhassa Avrupa’daki ve kısmen de Türkiye’deki hem Müslümanların kurbanlarını burada kestirip dünyadaki ihtiyaç sahiplerine ulaştırılabilmesi için bağışladıklarını ifade edelim. Nitekim Almanya’daki okurlarımız da bu şekilde kurbanlarını burada kestiriyorlarmış.
Önümüzdeki yıllarda Türkiye’de de bu uygulama benimsenip yaygınlaştırılabilir. Nitekim bazı yardım kuruluşları ve vakıflar bu konuda hayli mesafe almış durumdalar. Avustralya Nur Vakfı yetkilileri de, burada bu uygulamayı başlatanlar olarak, Türkiye’ye kurban hizmeti vermeye hazır olduklarını ifade ediyorlar.
Her yılbaşında olduğu gibi 2008’i de 10 gün sonra Sidney’in meşhur Harbour Bridge‘i üzerinde patlatılacak havai fişeklerle karşılamaya hazırlanan beşinci kıtadan kurban bayramı notlarımız kısaca böyle…
Bu vesileyle, buradaki okurlarımızın bayram tebriklerini de iletmiş olalım.
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Operasyon ve demokratik açılımlar |
|
“PKK artık ayağını denk alsın. Unutmasın ki artık bizim için PKK’nın oradaki kampları ve hareketleri BBG evi (Biri Bizi Gözetliyor) gibidir. Yeter ki gidip vurabilme imkânı sağlansın. Oraları artık elimizin, avucumuzun içi gibi biliyoruz…”
Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, yapılan Kandil operasyonunu böyle değerlendirdi ve operasyonu “çıplak gözle” ve bütün komutanlarla birlikte izlediğini söyledi.
Sonrasında Büyükanıt’ın izlediği görüntüler Genelkurmay tarafından televizyon kuruluşlarına verilerek yayınlandı. PKK’lıların, operasyonun hemen ardından telsizle konuşmalar yaptıkları yazıldı. Hatta, “Vu..Vu.. vurulduk… saldırı... vurulduk... herşey yıkıldı” dedikleri gazete sütunlarında yer aldı
* * *
Türkiye bir yandan Kurban Bayramı yaşarken bir yandan da geçtiğimiz haftasonu Türk Silahlı Kuvvetlerinin PKK’nın kamplarına yaptığı operasyonu tartışıyor.
Hükümetin yaklaşık iki ay önce TBMM’den aldığı ve geçtiğimiz günlerde Genelkurmay’a verdiği yetkiyle harekete geçen TSK, elli kadar F-16 ile PKK kamplarını bombaladı, terör örgütündeki zayiatın henüz ne kadar olduğu bilinmiyor.
Dış basında operasyonun, Türkiye’nin PKK’ya karşı bugüne kadar yaptığı “en büyük operasyon” olarak nitelendirildi. Ve bu dört saatlik operasyonun maliyetinin 20 milyon dolar olduğu açıklandı.
Şüphesiz ki, büyük bir operasyondu, terör örgütüne büyük zayiat verdirildi. Ve bu operasyonların devam edeceği devletin en yetkili ağızlarından dile getiriliyor. Şunu kabul etmek lâzım ki, ABD’nin istihbaratı ve yeni sistemle donatılan F-16’ların nokta vuruşu yapması büyük başarı.
Operasyonun üzerinden 4-5 gün geçtikten sonra şimdi bu operasyonların tek başına çare olup olmayacağı tartışılıyor. Geçmişte 24 hava harekâtı yapıldığı düşünüldüğünde bunun tartışması da gayet normaldir.
Ama şu gerçeği de görmek lâzım. Sınır ötesine karadan birliklerimizde girerek PKK’yı o bölgede bitirebilir. Ama onu besleyen zemin yok edilmediği sürece bu operasyonların ne derece başarılı olacağı önyargısız, kimseyi suçlamadan, insanlar hain ilân edilmeden tartışılmalıdır. Kaldı ki, PKK sadece o bölgede yok ki…
Zira, yıllardır görüldü ki, sadece silâhla mücadele terörün bitmesine yeterli olmuyor.
* * *
İşte bunun için; bölgenin sosyal ve ekonomik yapısı, dikkate alınarak kalıcı politikalar üretilmeli…
Din faktörü ihmâl edilmemeli, İslâmın birleştirici özelliği dikkate alınmalı, kardeşlik duygularını pekiştirici adımlar atılmalı…
Bölgedeki sivil toplum kuruluşları ile diyaloğa girilmeli… İfade ve düşünce özgürlüğü geniş tutulmalı… Devlet, halka değer verdiğini göstermeli…
Terör örgütünün istismar sahaları yok edilmeli… Dağa çıkışı önleyecek tedbirler alınmalı… Dağdan indirmeye dönük çalışmalar hızlandırılmalıdır… Devlet millet kucaklaşması sağlanmalıdır…
Hükümetin hazırlıklarını sürdürdüğünü pişmanlık yasası bu arada hemen “güncellenmeli” ya da yeni bir kanun çıkarılmalı…
Ve bunlar hemen yapılmalı…
NOT: Kurban Bayramınızı tebrik eder, Cenâb-ı Hak’tan bütün insanlık için hayırlar getirmesini niyaz ederim.
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Kurbanın mânâsı |
|
Kurban ferâgattir; hayatı, ebedî hayat hakikati hesabına harcamaktır. Hayatı hayatın gerçek sahibinin emir ve târifi istikametinde istikametlendirip yine Ona takdim etmektir.
Kurban izzettir, zâlime ve zulme karşı direnmek, hakîkati haykırmaktır. Mazlûm insanlığı ve Müslümanları zulüm, işgal ve istilâ projeleriyle inleten oldubittilere karşı direnmektir. Kurban sıdktır; Hz Ebûbekir’in, Mir’âcı haber verenlere, “O söylüyorsa doğrudur” sadâkatidir. “Vücudumu o kadar büyüt ki Cehennemi doldursun, başka bir insan yanmasın!” fedâkârlığıdır.
Kurban Kevserdir; Yaratan, rızıklandırıp besleyen, terbiye eden Rabbinin ihsanına mukabil namaz ve tekbirle hamd ve şükürdür. Kurban vesîledir, ubûdiyettir, ihlâstır; “muzır mânilere” karşı, ihlâs kuvvetine dayanmaktır; “yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını esas almaktır.”
Kurban “hıllet”tir; “en yakın dost ve en fedâkâr arkadaş ve güzel takdir edici yoldaş ve en civânmerd kardeş olmak”tır.
Kurban kardeşliktir; “Aziz Sıddık Kardeşlerim” hitabıyla başlayan, “Bu dünyada, hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlere ve bilhassa dehşetli sıkıntılara ve me’yusiyetlere (ümitsizliğe) karşı en tesirli çâre, birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i mâneviyesini (mânevî kuvvetini) takviye etmek ve fedakâr hakikî kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır” mârifetine varmaktır...
* * *
Kurban bağışlamaktır. Dahâ ulvî bir gâye uğruna hissiyatımızı dinlememektir. “Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim, bana yardım ediniz” hitabının mânâsını anlamak, “hakkın hatırı” ve dâvânın değeri için hakkından vazgeçmek, hataları görmezden gelmektir. Bu anlayışla “birbirinin kusurunu örtmek, yardım etmek ve vazifesine muâvenettir.”
Kurban iftihardır; “insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâları” şerefinin anlamını anlamaktır. “kardeşlerinin meziyetleri ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.”
Kurban idrâktir; “mâbeynimizdeki (aramızdaki) hakikî ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz” ikazına uyup, “haysiyetimizi feda” edebilme idrâkine ulaşmaktır.
Kurban mânevî kuvvettir; “Bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız (dayanak noktamız) olan hakikî tesânüd (ittifakla dayanışma) ve birbirinin kusuruna bakmamak ve hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir” ikazına göre, “demir gibi kuvvetli tesânüdünüzü tâmir ediniz ve muhâfaza ediniz” dâvetine icâbettir.
Kurban ittihaddır. “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir” sırrınca mânevî hayatın hayatlanması uğruna ittihad etmektir. Çeşitli desîselere bilerek veya bilmeyerek oyuna gelmemektir; cemaatin tadını kaçırmamaktır. “Hakikî bir kardeşlikle birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesânüdle birbirinin aynı olmak derecede bir tefâni (birbirine fani olma) sırrı”yla hareket etmektir.
Kurban şuurdur; gizli din düşmanları ve münâfıkların şeytânî plânlarına ve desîselerine gelmemektir; tuzaklarına düşmemektir. Kandırışlara kanmamaktır; şuura ulaşmaktır. Kurban adamaktır; münâfıkların plânlarının inadına, rağmına, hayatı hizmete vakfedip adamaktır; “zaman, İslâmiyet fedâisi olmak zamanıdır” hakîkatinin idrâkine varmaktır...
* * *
Kurban duâdır; İslâmın kaderine ve geleceğine dua etmektir. Haccın hakikatini anlamaktır. “Haccın, bahusus taarüfle (birbirini tanıyıp anlamakla) tevhid-i efkârı (ortak problemlere karşı çözümde fikir birliğine varmayı) teâvünle (maddî ve mânevî yardımlaşmayla) teşrik-i mesâiyi (işbirliği ve ortak çalışmaları) tazammun eden (gerektiren) içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiyeyi (İslâmın yüksek siyasetini) ve maslahat-ı vâsiay-i içtimâiyeyi (Müslümanların ve insanlığın topyekûn faydasını netice veren hizmetleri) ihmal etmemektir...”
Kurban tekbirdir; Mekke ağzıyla Cebel-i Arefe diliyle Allah’ı tâzimdir. “Onlar ki göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Bunları boş yere yaratmadın, ey Rabbimiz,’ derler. ‘Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Sen de bizi Cehennem ateşinin azâbından koru” duâsına iştirak etmektir. (Âl-i İmran Sûresi, 191)
Kurban kudsiyettir. Kâinatın ve kürelerin ortasında koca yer küresinden yükselen kudsî “Allahû Ekber” kelimesinin bindörtyüz senedir yankılanan tekbirlerle birlikte Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sahabeleriyle söylediği ve emrettiği “Allahû Ekber” kelâmıyla buluşup bütünleşmesinin âlemlerdeki dalga dalga aks-i sâdâsıdır.
Kurban dayanaktır; insanlığın ve Müslümanların başına gelen musîbetlerde “Allah-û Ekber”in mânâ ve hakikatini dayanak noktası yapmaktır. Buna karşı mücâhededir...
Kurban tevhiddir; tevhidin ilânıdır. Aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı Kitaba, aynı kıbleye inanmanın birlik ve beraberlik nişânesidir....
Kurban fedakârlıktır; İslâma ve insanlığa hizmet için maddî ve mânevî fedakârlıktır. Kurban mânâdır; zira kurbanın mânâsı, Kur’ân’ın ulvî mânâsındandır...
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Arkadaşını söyle... |
|
Her ne kadar ‘ekonomimiz iyi yolda’ denilse de, kalıcı tedbirlerin alındığı ve tehlikenin bertaraf edildiğini söylemek için henüz erken. Dünya küçülüp bir ‘köy’ haline geldiği için, kıtalar ötesindeki bir kriz bizi de etkiliyor ve adeta sarsıyor.
Türkiye’de ekonomi denince akla gelen ilk uluslar arası kuruluş Uluslararası Para Fonu (IMF) oluyor. Çocukluğumuzdan beri bu ismi adeta ‘ninni’ gibi duymuş ve dinlemişiz. IMF ile ilişkilerimiz ‘karikatür’lere de konu olmuştur. “Borç aldık, borç ödedik, borç vermediler” gibi gazete manşetleri ‘klasik’ halini almıştır.
Son yıllarda IMF ile olan ilişkiler kısmen değişti. “Artık borç alma, borç verme”den daha ziyade ‘program dayatma’larla karşı karşıyayız. Yine heyetler gelip gidiyor, ancak bu konular gündemi fazlaca meşgul etmiyor.
Ajanslara düşen bir haberde, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) son
‘müşteri’lerinden birini daha kaybettiği belirtiliyordu. Sözkonusu ‘müşteri’ olan Peru, Şubat 2009’dan sonra IMF programını yenilemeye niyeti olmadığını açıklamış. Perulu yetkili Javier Silva-Ruete, ülkesinin anlaşmayı yenilemeye niyeti olmadığını belirtmiş. Uzmanlar, Peru’nun bu açıklamasının, ciddî malî zorluklar karşısında bulunan IMF’ye yeni bir ağır darbe olarak yorumluyorlar.
Bu haberin Türkiye’yi ilgilendiren yönü ise şu: IMF’nin son müşterileri arasında Türkiye, Pakistan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti bulunuyor.
Tam bu noktada, ‘arkadaşını söyle, senin kim olduğunu bileyim, söyleyelim’ demek gerekmez mi? Türkiye’nin, IMF’in son üç müşterisi arasında olması övünülecek bir durum mu?
Tabiî ki her ülkenin kendine göre şartları olabilir. Ancak Türkiye-IMF ilişkileri çoğu zaman tartışmalı ve her defasında da Türkiye aleyhinde gelişmiştir. IMF reçetelerinin, dertlerimize çare olmadığı geçmiş yıllarda görüldü. Nitekim, düne kadar IMF reçeteleriyle krizleri aşmaya çalışanlar da bir bir IMF’ten kurtulmanın yolunu arıyor. Yine hatırlanacağı üzere, IMF reçetelerini reddeden ve kendi yağıyla kavrulmayı göze alan Uzakdoğu ülkeleri bunu başardı. Endonezya ve Malezya buna en güzel örnektir.
Ülkemiz de, IMF ile ilişkilerini ‘ayrılıp ayrılmama’ noktasında masaya yatırması gerekiyor. Zaman zaman siyasetçilerimiz, arzu ettikleri halde IMF’e olan borcumuzu ödeyip fon ile ilişkilerini kesebileceklerini söylüyorlar. Söylüyorlar, ama nedense bu irade bir türlü ortaya konulamıyor.
Başlangıçta belki IMF’in bir faydası olmuştur. Ancak gelişen ve değişen şartlarda IMF reçetelerinin hiçbir dünya ülkesine fayda sağlamadığı anlaşılıyor. Zaten IMF’in kala kala ‘üç müşteri ülke’si kalmış olması da bunu göstermiyor mu?
IMF’e üye olan 185 ülke varken, sadece ‘üç ülke’nin müşteri olmaya devam etmesi çok garip. Türkiye’nin menfaati ‘müşteri’ olan ‘diğer iki ülke’ ile birlikte olmakta değil, IMF boyunduruğundan kurtulmaktadır.
Bir an önce IMF esaretinden kurtulsak iyi olacak...
21.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|