|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih eder, kuşlar da onun etrafında toplanırdı. Onların hepsi de Dâvûd'a boyun eğmişlerdi.
Sâd Sûresi 18-19
|
21.12.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Dünyaya önem verme ki, Allah seni sevsin. İnsanların elindekine göz dikme ki, insanlar seni sevsin.
Câmiü'sSağîr, c: 1, no: 546
|
21.12.2007
|
|
Bayramda getirilen tekbirler
İşte, ey tenbel nefsim! Bir nev’i mir’ac hükmünde olan namazın hakikati, sabık temsilde bir nefer, mahz-ı lütûf olarak huzur-u şâhâneye kabulü gibi, mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ve Mâbûd-u Cemîl-i Zülcelâlin huzuruna kabulündür. Allahu ekber deyip, mânen ve hayâlen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip, bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir sûretine çıkıp, bir nevi huzûra müşerref olup, “İyyâke na’büdü” hitabına, herkesin kabiliyeti nisbetinde, bir mazhariyet-i azîmedir. Adeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla Allahu ekber, Allahu ekber demekle kat-ı merâtib ve terakkiyât-ı mâneviyeye ve cüz’iyattan devâir-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyâsının mücmel bir ünvanıdır. Güya herbir Allahu ekber bir basamak-ı miraciyeyi kat’ına işarettir. İşte, şu hakikat-i salâttan mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayâlen bir gölgesine, bir şuâına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.
İşte, hacda pek kesretli Allahu ekber denilmesi şu sırdandır. Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmi de olsa, kat-ı merâtib etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette, hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i Rububiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i Ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayâline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği harâret, hayret ve dehşet ve heybet-i Rubûbiyet, Allahu ekber, Allahu ekber ile teskin edilebilir. Ve onunla, o merâtib-i münkeşife-i meşhûde veya mutasavvire ilân edilebilir.
Hacdan sonra, şu mânâ-yı ulvî ve küllî muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husûf, küsûf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin—velev Sünnet kabilinden dahi olsa—ehemmiyeti şu sırdandır.
Sözler, 16. Söz, 4. Şuâ
Lügatçe:
tecerrüd: Sıyrılma.
iyyâke na’büdü: Ancak sana ibâdet ederiz. (Fatihâ: 5)
harekât-ı salâtiye: Namazdaki hareketler.
kat-ı merâtib: Mertebeler kesmek, ilerlemek.
devâir-i külliye: Geniş ve umûmî daireler
kemâlât-ı kibriyâ: Sonsuz büyüklük sahibi Allah’ın kemâlâtı.
bilasâle: Bizzat, kendisi, kendi eliyle, asâletiyle.
ferik: General, korgeneral, tümgeneral.
merâtib-i münkeşife-i meşhûde: Görünen, açılıp genişleyen mertebeler.
husûf: Ay tutulması.
küsûf: Güneş tutulması.
|
21.12.2007
|
|
Çocuğumuzun hakiki istikbali
“Hiçbir baba, çocuğuna güzel ahlâk ve terbiyeden daha değerli bir hediye vermemiştir.”
(Hadîs-i şerif, Tirmizî, Birr: 33)
“İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir.”
(Lem’alar, s. 260)
Her çocuk, Rabbimizden bize sunulmuş bir hediyedir. Belki de cennet bahçelerinden bize uzatılmış bir çiçektir. Zira Peygamberimizin (asm) “Çocuk cennet çiçeğidir” hadisi buna işaret eder. Burada kullanılan “çiçek” tabiri ise “çocuk ve çiçek” arasındaki benzerlikleri düşünmeye sevk ediyor bizi. Çiçekler ilgi ister, su ister, suyunu zamanında ister… Çocuk da bir çiçek gibi zarif ve naziktir. İlgilenilmek ister. Etrafındakilerden şefkat bekler.
Çiçekler, hayatının ilk zamanlarında “can suyu” tâbir edilen ilk suyunu almazlarsa hayatını devam ettiremezler. Çiçeklerde görünen bu özellikler çocuklarda da görülmektedir. Evet, “bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.”1
Çok zaman karşılaştığım bir hadise; beş-altı yaşlarında bir çocuğun yapmış olduğu hatanın önüne geçilip hayırlı bir yöne teşvik edilmemesidir. Ve bahane olarak da “Daha küçük canım” sözüyle işin içinden çıkılmasıdır. Oysa çocuğun bir çok kabiliyet ve istidadı, ruhuna küçüklüğünde yerleşiyor. Bu noktada, ilmiyle “çağın eşsiz güzelliği” ünvanına lâyık olan Bediüzzaman Said Nursî’nin “Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum”2 sözü ise, bize, çocukların kabiliyetlerini kazanabileceği zamanları nasıl da es geçtiğimizi göstermektedir.
“Çocuklarımızın istikbalini kurtaralım derken, ebediyetlerini kaybediyoruz” diyor bir Avrupalı düşünür. Çocuklarımızın dünyevî ihtiyaçlarının karşılanması noktasında gösterdiğimiz hassasiyeti, onların hem dünyevî, hem uhrevî hayatını kurtaracak hakikatler için gösteremiyoruz. Belki de bile bile dünyayı ahirete tercih ediyoruz. “Dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor”uz. “Oğlum paşa olsun diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor”3 misâlindeki gibi bir hâl yaşıyoruz. Sonunda da “Onlar hem dünyada, hem ahirette hüsrâna uğradılar” âyetine mâsadak oluyoruz.
Hep ideal bir çocuk yetiştirme hayallerini kurarken, çocuğumuz büyüdüğünde hayal kırıklığına uğrayabiliyoruz. Sonunda: “Mum dibine ışık vermez” gibi bir bahaneyle tesellî bulmaya çalışıyoruz. Oysa; Hz. Yakub’dan Hz. Yusuf’a, Hz. İbrahim’den Hz. İsmail’e, Hz. Davud’dan Hz. Süleyman’a ışık veren mum/nur, bizim bahanemizin mumunu söndürüyor.
Dünyadaki en yüksek hakikat, anne ve babaların yavrularına karşı olan şefkatleridir. Ancak o şefkatin gereği, çocuğunu dünyevî ve uhrevî gelebilecek bütün sıkıntılara karşı muhafaza etmektir. Eğer bu yapılmazsa, “fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, ahirette şefaatçi olmak lâzım gelirken, dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekvâ edecek.”4 Ve bunun dünyevî neticesi ise; “terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.” Evet çok kusur edilmiştir; kendi dünyevî huzuru(!) için anne-babasını huzur(!) evlerine gönderenler buna şahittir!
“Eğer hakiki şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsa, o veledinin bütün ettiği hasenâtın bir misli, vâlidesinin defter-i a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenâtlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün rûh u canı ile şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.”5
Evimizin toprağına atılan bir tohumdur çocuk. İçinde binlerce kabiliyet barındıran bir tohumdur bu. Evimizi, insanlığa huzur dağıtan bir gül bahçesine çevirmek de, bir anlamda, bizim elimizdedir. Fatih ruhluları, küçük Saidleri, Hz. Ali’leri (as) sümbül verebilecek bir gül bahçesine çevirmek bizim elimizde. Bunun içinse elimizde bulunan şefkat iksirini kötüye kullanmadan, çocuğumuzun tohum hüviyetinde olan kabiliyetlerini ‘fıtrî şefkat’ ile sulamamız gerekiyor.
Evimizin bahçesinden insanlığa nur saçan tohumların, çocukların yetişmesi duâsıyla… Âmin…
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 39
2- Lem’alar, s. 202
3- A.g.e., s. 201
4- A.g.e., s. 202
5- A.g.e.
|
Cihan CAMBAZ
21.12.2007
|
|
Bayramınız bayram ola
Kurban Bayramı ve dolayısıyla Hac farîzası yeniden rahmete vesile olmak için geldi. Birlik ve beraberliğin doruk noktaya ulaştığı, üstümüzdeki dünya libasını çıkartıp uhrevî bir hâl aldığımız şu iki zamanda sergilenen bu tablolar, ne kadar manidar ve devam etmesi Müslümanlar arasında çokça arzu edilen bir vaziyet öyle değil mi?
Şöyle bir etrafımıza baktığımızda, orada hiç bulunmamış ya da bir daha gitmeyi arzu edenlerin “Keşke ben de orada olsam” duâ niteliğindeki yakarışları, bu tabloları ne kadar çok arzuladıklarını gösteriyor.
Birlik ve beraberliğe susamışlığımız, belki de bugünkü kadar hissedilmemiştir. İnsanların korku içinde vatan topraklarında yaşama gayretleri, gülmeyi unutan o yüzler ve her gün gelen ölüm haberleri… Başta Ortadoğu’da ve dünyanın diğer yerlerinde yüreklerde acımasızca yakılan ateşin söndürülmesi arzulanıyor herkesçe. Bu da ancak Peygamberî bir anlayışla son bulacaktır. O, dünyaya teşrif ettiği anda yıllardır yanan o ateşin bir anda sönmesi ve hâkezâ sütannesinin köyünde yağmursuzluk zamanında onu (asm) gölgeleyen bulutun bir anda büyüyerek koca bir yağmur bulutuna dönüşmesi ile yağmurun yağması şunu gösteriyor ki, Peygamberî ruh bütün dünyayı sardığında ferah ve rahmete medar oluyor. Onun bulunduğu her yer emîn oluveriyor. İnsanlar birbirine ikram ederken onun (asm) sahabelerini hatırlıyorlar. Husûmetleri bırakıp, Hz. Mevlânâ’nın da dediği gibi kusurlarını örtmekte gece gibi olurken, Üstadın o manidar sözünü hatırlatıyorlar: “Bizler muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yok.”
Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye adlı eserindeki şu ifadeleri de çok manidardır bu noktada:
“Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakkî ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur: Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrûâ, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
“İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen (lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.
“İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misâlleri görülecek.
“Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî’deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! ‘Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mâzuruz’ diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.”
İnşaallah bizdeki bu muhabbet, bu bayram vesilesiyle ile tekrar yüreklerde yeşersin. Kâbe’yi tavaf edenlerin halkası tüm dünyayı kaplasın. Pasifik Okyanusu misâli şiddetli rüzgârlar derin muhabbetimizi dalgalandırmasın, sarsmasın…
|
Selim Adem Pala
21.12.2007
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Rezzâk
Allah (c.c.), Râzık’tır, Rezzâk’tır. Yani Cenâb-ı Hak maddî-mânevî rızık vericidir. Râzık-ı Kerîm, basit topraktan rızkı yaratan, dilediği anda mahlûkatına dilediği kadar ikram ve ihsân eden ve bütün canlıları dünyevî uhrevî rızıklandırandır. Herkes her hâlinde, rızık dahil her ihtiyacı için, Cenâb-ı Allah’a muhtaçtır. Vehhâb-ı Rezzâk olan Allah Teâlâ, hiçbir mahlûku rızıksız bırakmaz, hiç kimseyi açlığa terk etmez, hiçbir hayat sahibini ihtiyaçları ile baş başa çâresiz bırakmaz. En gizli ve umulmadık yerlerde, yerin karanlıklarında ve deniz diplerinde her can ve yürek taşıyanı rızıklandıran Cenâb-ı Allah’tır.
Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) bildirdiği Râzık isminin mübâlağa şekli olan Rezzâk ismini hem hadiste, hem de Kur’ân’da görürüz. İlgili âyetlerden bir kaçını inceleyelim:
“Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.”1 “Allah kullarına lütfedendir. Dilediğini rızıklandırır. O Kaviyy ve Azîz’dir.”2 “Nice canlılar vardır ki rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizi de onları da rızıklandıran Allah’tır. O Semî’ ve Basîr’dir.”3
Yeryüzünde bütün hayat sahiplerinin bütün ihtiyaçlarına kâfi ve yetecek ölçüde bir umûmî rızık sofrası kurulduğunu beyan eden Bedîüzzaman, minnettarlık ve teşekkürü davet eden, muhabbet ve senâ hissini tahrik eden hayat, rızık, şifâ ve yağmur gibi şükre vesîle olan nîmetlerin doğrudan ve perdesiz olarak Cenâb-ı Hakka ait olduğunu kaydeder. Bütün canlıların istedikleri maddî ve mânevî rızıklar Cenâb-ı Hak tarafından ummadıkları yerlerden büyük bir âhenkle, münâsip vakitlerde ve baş döndürücü bir hikmet içinde ellerine verilmektedir.
Rızkın hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetli olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, “kudret”in çıkardığını, “kader”in giydirdiğini, “inâyet”in ise beslediğini kaydeder. Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, rızık periyodik bir süreç içinde gelmektedir. Hayatta açlıktan ölme yoktur. Zîrâ, iç yağı ve sâir unsurlar sûretinde hücrelerde depo edilen gıda bitmeden evvel ölüm gelmektedir; demek ölüme sebep olan, alışkanlıkları ve bağlılıkları terk etmekten kaynaklanan bir hastalıktır, rızıksızlık değildir.
Bedîüzzaman’a göre, beden hücreleri her zaman muntazam bir kanun-u İlâhî ile tahrip ve tâmir edilmektedir... Kandaki alyuvarlar, beden hücrelerinin tamirine esas olmak üzere erzak taşımaktadırlar. Hücrelerin tâmirinde kullanılan rızık veya erzak namındaki latîf madde, Rezzâk-ı Hakîkînin husûsî bir kanunu mûcibince bedenin her uzvuna, ne kadar ihtiyacı varsa o kadar dağıtılmaktadır.
Allah lafzından sonra en büyük isim olan Rahmân isminin Rezzâk mânâsında olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, bu ismin rızık vermeyi iktizâ ettiğini3 ve rızıktaki “şükür” ile bu isme yetişilebileceğini kaydeder.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 212
2- Şûrâ Sûresi: 19
3- Ankebut Sûresi: 60
|
21.12.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Nâci ibn-i Ali el-Murâdî, birkaç kişi ile seyahate çıktı. Yol arkadaşlarına dedi ki:
“Aramızda bir başkan seçelim. Sünnettir.”
Arkadaşları:
“Seni seçtik.” o-dediler.
Nâci Hazretleri:
“Bence sakıncası yok. Ama yapacağım her meşru işe rızâ gösterecek misiniz?”
Arkadaşları:
“Râzı olacağız.” dediler.
Hazretin rehberliğinde ve başkanlığında bir süre yola devam ettiler. Derken bir fakîrle karşılaştılar. Fakîr ihtiyacı olduğundan yakınıyor ve yardım istiyordu.
Hazret:
“Bu fakîre bir dirhem veriniz.” Dedi.
Bu emir arkadaşlarının hoşuna gitmedi. Fakat itiraz etmediler. Çıkarıp fakire bir dirhem verdiler. Ardından fısıldaştılar:
“Bizim de ihtiyacımız var!”
“Biz yolcuyuz!”
“Biz çok mu zenginiz!”
“Biz fakir değil miyiz?”
Bir ara, yamalı hırka giymiş bir fakirle karşılaştılar. Arkadaşları yollarını ve yönlerini değiştirip fakiri görmezden geldiler. Nâci ibn-i Ali ise hırkası yamalı fakiri karşıladı, musafaha yaptı ve hal hatır sordu.
Arkadaşları kızdılar ve homurdanmaya başladılar. İçlerinden, “Böyle giderse, çok geçmeden parasız pulsuz kalacağız!” diye geçirdiler.
Fakir gizlice Nâci Hazretlerinin eline on dirhem tutuşturdu, bunun muhakkak kabul edilmesini ricâ etti ve uzaklaştı.
Nâci bin Ali on dirhemi arkadaşlarına uzatınca, arkadaşları şaşırdılar.
“Nedir bu?” dediler.
Nâci ibn-i Ali:
“Alın bu parayı. Yol azığı yaparsınız. Siz âhiret sevabına râzı olmadınız, Allah da size iyiliğinizin on misli karşılığı olan parayı bu dünyada verdi” dedi.
Arkadaşları hatâlarını anladılar ve tövbe ettiler.
|
Süleyman KÖSMENE
21.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|