Ağırlıklı olarak Kürt nüfusun yaşadığı bölgelere yönelik politikaların günlük, haftalık ve aylık periyotlarla değiştiği, değişkenlik arzettiği tuhaf bir dönemden geçiyoruz.
Çok kısa denilebilecek aralıklarla, hiddet ve şefkat gel–gitlerine şahit oluyoruz.
Bu zıt yönlü esintiler, sınırın ötesi için de, berisi için de geçerliliğini aynen koruyor.
Daha çok iktidar ve muhalefet partilerinde göze çarpan bu med–cezir politikalarının, özellikle asabi mizaçlı bir kısım vatandaşların dengesini bozduğunu da bu arada hatırlatmış olalım.
Öyle ki, bu denge bozukluğu yer yer "toplumsal refleksi" çoktan aşmış, hatta bazı kimseleri "De hadi be kardeşim yahu!. Artık ne olacaksa, olsun bitsin bir an evvel" noktasına getirmiş.
Muhtemelen, siyasiler de bu tehlikeli gidişin farkına varmış olmalı ki, ânî söz ve tavır değişikliği içine giriyorlar.
Oysa, siyasiler böyle olmamalı. Siyasette en büyük maharet, istikrarlı, basiretli ve tutarlı politikaları takip etmek ve bunları zamanında tatbik sahasına koyabilmektedir.
Belli ki, başımızda diplomaside tecrübesiz, düşe kalka giden ve henüz istikrarlı, oturaklı politikalar yürütme olgunluğuna sahip olamayan acemi kimseler var.
Kardeşlik varsa, düşmanlık niye?
Gerek Başbakan Erdoğan ve gerekse anamuhalef partisi başkanı Baykal, bugüne kadar hiç "Kürtler düşmanımızdır" yollu lâflar etmedi. Aksine, çoğu zaman dostluktan, komşuluktan, kardeşlikten dem vurdular.
Ancak, zaman zaman açıkça sınırötesi harekâttan, hatta "gerekirse savaşmak"tan yana öylesine sert ve keskin tavırlar takındılar ki, bu gibi hallerinin kardeşlikle bağlantısını bulmak mümkün değil.
Aradan bir süre geçiyor, anlaşılan perde gerisinde farklı gelişmeler yaşanıyor, falan derken, bir de bakıyorsunuz ki, aynı siyasilerin ağızlarından zehir–zemberek yerine, bu kez bal–şerbet akmaya başlıyor.
Peki, ne oldu, ne döndü de, tepe noktasında, yani en sorumlu mevkide bulunan bu siyasilerimiz, böyle halden hale giriyorlar?
Doğrusu bu ânî değişimlerin, bu med–cezir politikaların mantığını anlamak kolay değil.
Netice itibariyle şunları söylemek mümkün: Eğer birileriyle aramızda ciddi kardeşlik bağları varsa, bu durumda düşmanlığın yeri olmaz ve orada hiddet ateşi yakılmaz, alevler körüklenmez. Keza, bir gün şefkat, ertesi gün hiddet eseri politikalar güdülmez. Aksi halde, kırıp dökülenlerin tamiri büsbütün müşkilleşir.
GÜNÜN TARİHİ 13 Kasım 1918
İşgal filosu İstanbul'da
Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) üzerinden daha iki hafta geçmeden, 61 parçalık düşman donanması harekete geçti. Çanakkale'yi geçen ve 13 Kasım günü İstanbul Boğazına giriş yapan müttefik İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemileri, aynı gün karaya asker çıkardı.
Daha sonraları çeşitli aşamalardan geçerek şiddetlenen ve ta 6 Ekim 1923'e kadar devam eden işgal hareketi, aslında o gün bilfiil başlamış bulunuyordu.
İstanbul işgalinin ardından, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine de asker sevk eden istilâcı güçler, zaman içinde hiç ummadıkları şiddette bir mukavemetle karşılaştı.
Müdafaayı Hukuk Cephesi şâhlandı
Mütarekenin (ateşkes antlaşmasının) hemen akabinde, İstanbul, Trakya ve Anadolu sathında da ciddî bir hareketlenme safhası başladı.
Hemen her tarafta Müdafaa–yı Hukuk Cephesi kuruldu.
Fiilî işgalin başlamasıyla birlikte, bu millî cephe de şahlandı ve mukaddesat uğrunda bağrını siper etti.
Çoğu kimsenin 1919 Mayıs'ından sonra başlamış zannettiği "Millî Kurtuluş Hareketi", esasında tâ 1918'in Kasım ayında başlamış ve bütün vatan sathında yaygınlık kazanmış durumdaydı.
Evet, İzmir'den Kars'a, Trakya'dan (Paşaeli) Vilâyât–ı Şarkiye'ye (Erzurum) kadar, hemen her yerde kurulan Müdafaa–yı Hukuk Teşkilâtının hazırlık çalışması, Kasım ayının daha ilk haftasında başlatılmış olduğu görünüyor.
Garip bir rastlantı
İşgal filolarının İstanbul'a geliş tarihiyle bağlantılı olarak çok garip bir rastlantı var.
Aynı tarihe kadar VII. Ordu ile Yıldırım Orduları Kumandanı olarak (Ağustos–Kasım 1918) Suriye–Filistin Cephesinde bulunan M. Kemal, yine İngiliz işgal komutasındaki düşman donanmasının İstanbul Boğazına girdiği aynı gün içinde, yani 13 Kasım günü İstanbul'a gelir. (Bkz: Bütün kaynaklardaki Atatürk Kronolojisi.)
Birinci Dünya Savaşının son günlerine kadar düşmana karşı duran, dayanan ve teslimiyet bayrağını çekmeyen bu cephedeki Arap kabileleri ve müttefik Osmanlı kuvvetleri, her nasılsa son iki–üç ay içinde müthiş bir bozgun ile çöküntü içine girdi.
Cephe, en son safhada bütünüyle kaybedildi. On binlerce Osmanlı askeri İngilizler'e esir düştü. Bu esirlerin de çoğu, tehcir sebebiyle oralara sürülmüş olan Ermeniler'in insafına terk edildi. Kin ve öfke dolu Ermeni çetecileri, esir durumdaki binlerce Müslüman Türk askerini çeşitli işkence metodlarıyla imhaya girişti.
Esasında, o cephede Sarıkamış felâketini dahi aratacak derecede elim hadiseler cereyan etti. Ancak, ne hikmetse o dehşetli hadiselerin çoğu karanlıkta kaldı. Bakalım, tam aydınlatma ne zaman tahakkuk edecek...
13.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|