Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

İtiraflar yeterli mi?



Eski Jandarma ve Kara Kuvvetleri Komutanlarından, emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın sözünü ettiği “kart-kurt” hikâyesini bundan yirmi sene önce kamuoyu gündemine taşıyan ilk yayın, Köprü dergisinin imzasını taşıyor.

Derginin 1987 sayılarından birinde, Kara Kuvvetleri Komutanlığının bir yayını kaynak gösterilerek neşredilen “Kürt kelimesinin aslı, karda yürürken ayakkabının çıkardığı kart-kurt sesinden geliyor” iddiası, sonraki günlerde, o zaman Hürriyet’in orta sayfasında köşe yazıları çıkan Ahmet Altan tarafından işlenmiş, akabinde çok sayıda eleştirel yoruma konu olmuştu.

Buna mukabil askerî kanat suskunluğunu ve dahası yanlışta ısrarını yıllarca devam ettirdi.

Daha ötesinde ise, sivil siyaset kanadından gelen “Kürt realitesini tanıma” girişimlerinin tamamı, askerî cenah tarafından bloke edildi.

Ve “Türkiye Türklerindir” sözünde ifade edilen dışlayıcı zihniyet, Güneydoğu’nun dağlarına taşlarına yazdırdığı “Ne mutlu Türküm diyene” sloganlarıyla bildiğini okumayı sürdürdü.

Aytaç Yalman’ın kart-kurt hikâyesine atıf yaparak “Biz Kürt yoktur diye eğitilmişiz” itiraf ve ifşaatında bulunup, sosyal istekleri dahi “yıkıcı faaliyet” saymanın yanlışlığına vurgu yapması, böyle bir süreç ve arkaplan dikkate alındığında son derece ilginç bir gelişmenin işareti.

Bu itiraflar, şimdiye kadar askerî cenahta görmeye pek alışık olmadığımız türden bir özeleştirinin de ifadesi niteliğinde.

Ancak yine Yalman’ın telâffuz ettiği “Kürtleri asimile edemedik” ifadesi ise, Eser Karakaş’ın dikkat çektiği üzere, bu özeleştirinin samimiyetine gölge düşüren çok açık bir çelişki arz ediyor.

Bir de, “yıkıcı faaliyet” sayıldığı için reddedilen sosyal isteklerin Kürtçe konuşup Kürtçe şarkı türkü dinlemekle sınırlı tutulması işin bir diğer ciheti. Ve 12 Eylül’ün başı Kenan Evren’in “Kürtçeyi yasaklamakla büyük hata etmişiz” itirafı da bu bağlamda, sorunu bütün olarak kavramaktan uzak, lokal, mevziî ve çok sathî bir bakışın üstelik son derece gecikmiş bir ifadesi.

Böyle olunca, yapılan “özeleştiri”ler de basma kalıp olmaktan çıkamıyor, inandırıcı olamıyor, dahası “Hatadan dönmek fazilettir” sözündeki övgüden parsa kapma hesabıyla yapılmış yeni bir kurnazlık olduğu kuşkusu uyandırıyor.

Özellikle Evren’in sözleri bu kuşkuyu davet ediyor. Çünkü bir taraftan “Kürtçeyi yasaklamakla hata yaptık” itirafında bulunuyor, diğer taraftan Diyarbakır Cezaevindeki vahşetin sorumluluğunu hiç üzerine almıyor. “Ben devleti yönetiyordum, cezaevlerini değil” deyip işin içinden sıyrılıyor. Sanki cezaevleri ayrı bir devlet!

Oysa sözü edilen konular, toplumun ve hayatın tamamını içine alan bir bütünün parçaları.

O bütünün içinden küçük bir parçayı çıkarıp, “Orada hata yapmasaydık bu sonuç olmazdı” demek, yine akıl, bilim ve sosyal gerçeklerden çok uzak, yanlış ve yüzeysel bir bakışın neticesi.

Bu bakışın temelinde ise, Türk-Kürt veya sair unsurları ayırmadan halkın neredeyse tamamını düşman ve tehdit olarak gören; insan haklarına ve özgürlüklere zerre kadar saygısı olmayan; hileyle oturup zor kullanarak sürdürmeye çalıştığı iktidarını muhafaza telâşı içinde her türlü hukuksuzluğa tevessül eden o zihniyet yatıyor.

Bu kafa aşılmadan hiçbir yere varılamaz.

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ve Gürcistan gâilesi...



Ankara haftaya yoğun bir gündemle başladı. Suudî Arabistan Kralı Abdullah’ın “devlet nişanı” için ziyaretinde, Türkiye’nin Ortadoğu barış sürecindeki “arabuluculuğa” vurgu yapılmıştı.

Bölgede önemli gelişmeler oluyor. İsrail Cumhurbaşkanı Peres ile Filistin Devlet Başkanı Abbas, gelecek ay ABD’de imzalanacak “barış süreci” için Ankara’da. İlk kez bir İsrail Cumhurbaşkanı TBMM’de konuşacak.

“Ankara forumu” ne anlama geldiği ve sürecin özellikle işgal altındaki Kudüs ve Filistin açısından neyi getireceği merak konusu.

Geçen hafta Bush - Merkel buluşmasında, İsrail’in bölgede sahip olduğu yüzlerce nükleer başlıklı silâha sahip olması “tehlikeli görülmeyerek”, İran’ın nükleer enerjiye sahip olma isteğine karşı bu ülkeye yönelik “yaptırımlar” gündeme geldi.

Kışın bastırmasına rağmen, âdeta Ankara’nın kadim gündemi hâlâ “terörle mücadele” kapsamında. “Sınırötesi harekât” hazırlıklarının yapıldığı haberleri ortasında DTP kongresinde, ecnebilerin bölünüp parçalanma projesinin ilk adımı olan “özerklik talebi”nden, CHP Genel Başkanı Baykal’ın son “Kuzey Irak’a destek” çıkışına kadar, bir yığın konu içiçe tartışılıyor.

Bu arada “Pakistan’daki darbe”den sonra Türkiye’nin komşusu Gürcistan’da patlak veren kargaşa ve siyasî sancı sürüyor. Lâkin başta uluslararası sermaye elindeki “yerli” ve yabancı medya, bu krize Macar Yahudisi Amerikalı dolar spekülatörü Soros’un ülkeye ihraç ettiği “turuncu devrim”in sebebiyet verdiğini gündeme bile getirmiyor.

Cumhurbaşkanı Gül’ün Azerbaycan ziyaretinde “Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan ekonomik işbirliği” önerisi de buna dikkat çekmeye yetmedi. Kuzey Irak’a ve İran’a odaklandırılan medya, hâlâ tecâhül-ü ârif yapıyor...

* * *

Görünen o ki “uluslararası tefeci” Soros’un finanse ettiği “renkli devrimler”in dayatıldığı bütün ülkelerde karışıklık ve kaosla iç çatışma ve iç savaş çıkıyor...

Ülkeleri “istikrarsızlaştırıp” siyasî zaafa uğratmakla kontrol altına alarak hegemonya ve çıkar emellerinde kullanma stratejisi, “Kissinger Amerikası”nın artık resmî politikası.

Dünyayı 500 küçük devlete taksim edip, güdümüne almayı hedefleyen “genişletilmiş büyük Ortadoğu projesi”nin Asya’da ve Kafkasya’da yaptığı bu. Pakistan’ı eyâletlerle birbirinden ayırma senaryosu, Lübnan iç savaşı, Ukrayna ve Gürcistan’daki “Soros devrimleri”, Irak’ı en az üçe parçalama plânı, Kuzey Irak ve Kerkük emr-i vakisi ve Türkiye’nin 23 eyâlete bölünmesini amaçlayan “özerklik talebi” bunun için...

Hatırlanacağı üzere, Gürcistan’da eski devlet başkanı Şevardnadze, bizzat teşvik edip siyasete soktuğu Saakaşvili’nin kendisine hıyanet ettiğini itiraf etmişti. “Benim düşmeme sebep olan olaylar ABD tarafından yönlendirilmiştir. Ayaklanan muhaliflerime ABD yardım etti. Oysa ben ABD politikalarının en büyük destekçisiydim” sözleri, iktidarlarını ve siyasî rakiplerine karşı çıkarlarını ABD’ye dayandıran politikacılara tam bir ders-i ibretti…

Çünkü Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “menfaat üzerine dönen ve aç canavara dönüşen siyaset”te hiçbir vefa yoktu. Ardından Ukrayna’da da aynı film gösterime girdi. Soros’un “Açık Toplum Enstitüsü”nden beslemeli muhalefet lideri Yuşenko, hiçbir uzlaşma çağrısına uymayarak ve hiçbir kural tanımayarak ülkeyi iç savaşın eşiğine sürükleyip ABD kulvarına çekti.

Zira Soros’un paralı yerli işbirlikçi ajanları gerekli “toplumsal altyapı”yı hazırlamışlardı...

Bütün mesele, “demokrasi ve özgürlükler” perdesinde hedefteki ülkelerde kamuoyunu şaşırtıp, “örtülü darbeler”e hazır hale getirtmek. Dayatmaları kabullenmeyen ve halkının irâdesini teslim etmeyen devlet adamlarını, siyasîleri devre dışı bıraktırmak. Bu amaçla bütün etnik ve dinî ayrılıkları tetikleyip tahrik etmek...

Büyük plân, Amerikan hegemonyasında “tek kutuplu” bir dünya oluşturmak...

IMF’nin desteklediği ve Soros’un “ilgilenip yardım ettiği” ülkelerin, istikrarsızlık, karışıklık, iç çatışma ve isyanlara sahne olmasının “büyük sırrı” bu.

Kafkasya’daki katliamların Çeçenlere fatura edilerek Rusya’nın İslâm dünyası ile ilişkilerini bozmak ve Türkiye ile işbirliğinin geliştirmesini tavsatmak taktiğinin amacı da bu.

* * *

Neticede, sâdece Irak’ı, İran’ı, Ukrayna’yı, Pakistan’ı, Gürcistan’ı değil, Türkiye’yi de kuşatma altına almak. Komşularını tek tek teslim alıp Türkiye’yi çevrelemek...

Gürcistan’da kaosa dönüşen darbe, Irak’ın işgali, Suriye ve İran saldırıları, bu büyük oyunun bir parçası.

Dahası, Rusya’yı köşeye sıkıştırıp çıkar ilişkisinde darbelerine destekçi kılmak. Bediüzzaman’ın yaklaşık bir asır önce Tiflis’te Rus polisine dediği, “Bitlis Tiflis birbirinin kardeşidir; şu perde-i müstebidâne (istibdat perdesi) yırtılacak, takallüs edecek (büzülüp eğilecek), ben de gelip burada medresemi yapacağım” müjdesinin tahakkukuna mani olmak... (Sünûhat, 83)

Ve en önemlisi ise, yine Bediüzzaman’ın müjdelediği, “Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha (barış) veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon (şimdi bir buçuk milyar) ehl-i Kur’ân’a (Müslümanlara) kılıç çekemez” (Emirdağ Lâhikası, 311) hakikatinin tahakkukunu önlemek; komünizmin yıkılmasından sonra Rusya’nın İslâm âlemiyle yakınlaşmasını ötelemek....

Diğerleri gibi, “Gürcistan gâilesi”nin altında da bu yatıyor...

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Ruhlardaki fırtınaları dindirmek



Rabbimizin biz insanlara ilka ettiği manevî bir güç olan ruhlarımızın huzur bulması, hayatımızın en önemli güzelliklerindendir. Ruhumuzun bir mekânı durumunda olan cismimiz tek başına yaşama imkânına sahip değildir. Cismi ayakta tutan ruhtur. Göremediğimiz, elle tutamadığımız, ama hissettiğimiz bir duygular bütünü olmalıdır ruh.

Manevî âlemimizin kumandanı olarak düşünebileceğimiz ruhumuzun maddî değerlerle tatmin olması elbette mümkün değildir. Maddî gıdalarımızın toplandığı yer olan midemizin ihtiyaçlarını gidermekle cismimize önemli kazanımlar sağladığımız halde, bütün bütün doymamış olduğumuzu hissederiz. Bir yerlerdeki açlığın maddî gıdalarla giderilmediğini anlarız çoğu zaman.

Açlığın sadece madde ile giderilmediği gerçeğini ve manevî lâtifelerimizin de doyuma muhtaç olduğunu içine düştüğümüz boşluklardan anlarız. Bu boşluk öyle bir şey ki, o doldurulmadığı takdirde insanın huzur denen nesneyi bulması mümkün olmamaktadır. Bu gerçeği anlayan insanların hayatın gerçeklerine ulaşması daha kolay olmaktadır.

Evet, her an doldurmakla meşgul olmamız gereken boşluklar hayatımızda bulunmaktadır. İhmal edilmemesi gereken doldurma faaliyetleriyle ancak dünya hayatının üstesinden gelebilmek mümkün olmaktadır. Aksi takdirde dünya hayatının zorlukları hayatımızı zehir edecektir.

Hayatımızdaki manevî boşlukların unutulması neticesinde dünyamızda meydana gelebilecek fırtınalar insanlık cevherimizden çok şey kaybettirecektir. Hayatımıza gerekli olan manevî doyumun maddî doyumdan çok daha ehemmiyetli olduğunu, manevî huzursuzluk yüzünden maddî yiyeceklere iştihası kesilen insanlar çok iyi bilmektedirler.

Sıkıntılarla boğuştuğumuz zamanlarda bizleri dünyanın hiçbir maddî lezzeti tatmin etme imkânına sahip olmamaktadır. Ruhun huzur bulması ile ancak kazanılabilen moral yerinde olmadığı zaman, dünyanın en güzel nimetlerinden dahi istifade etme imkânımız olmamaktadır. Bu demektir ki insanlık her şeyden önce ruhların doyurulması ile ilgilenmelidir.

Biliyoruz ki insan maddeden ibaret değildir. Hayat için birinci derecede gerekli olan manevî duyguların kaynağı olan ruhtur. Ruhun olması da yetmemekte, asıl olan ruhun gıdasını bulabilmektir ki, bu da ancak Allah’ı bilmek, bulmak ve emirlerine inkiyat etmekle mümkün olabilir.

Kâinatın Sultanına tahkikî bir imanla iman ettiğimiz, Onu her an hatırladığımız, hissettiğimiz, Onun bizleri her an gördüğünü, işittiğini düşündüğümüz ve Ondan hiçbir hareket ve davranışımızı gizleyemeyeceğimizi iyice anladığımız zaman manevî âlemdeki boşluklarımız kapanacaktır. Ruhumuz o zaman dip diri olacak, o zaman gerçekten gıdamızı almış olacağız.

Rabbimizin marziyatını, yani Onun bizden istediklerini yerine getirmenin vazgeçilmez yolu, Onun Yüce Resulünün (asm) yolunu takip etmektir. Buna muvaffak olduğumuz zaman dünyanın geçici değerlerinin dünyamızdaki yeri küçülecek, maddî değerler gözümüzde küçüldükçe de ruhumuzun ifade edilmesi mümkün olmayan huzuru hayatımızı yaşanılır hale getirecektir.

Biliyoruz ki Rabbimize yöneldiğimiz anlarda ruhlarımızdaki fırtınalar dinmekte, böyle zamanlarda huzur iklimlerin esintisi hayat gemimizi selâmetli sahillere çıkarmaktadır. İnanıyoruz ki, insanın insan olmasının temel şartı Rabb-i Rahime ibadet etmektir.

Ruhların tekemmülüyle insanların nasıl insan-ı kâmil mertebesine çıktığını, Kâînatın yaratılış sebebi olan ve hatırlanmasıyla ruhumuzun ihtizaza geldiği şefiimiz, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) Muhammed’in (asm) yüce şahsiyetinden anlayabiliriz. Bundan dolayıdır ki Rabb-i Rahim, Habibine şöyle seslenmektedir: “(İnsanlara) De ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki Allah da sizi sevsin.”

Dünyanın fani rüzgârlarından bunalan ruhların nesimi havayı teneffüs edip, huzur deryasına dalması için tek yol, Allah’a yönelmek ve Onun Resulünün (asm) mübarek yolunu takip etmektir. Başka türlü içimizdeki fırtınaları dindirmek mümkün olmayacaktır şüphesiz...

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Dünya ve âhiret ticareti



Kur’ân, dünya hayatını bir ticarete benzetir. Bu büyük ticarette yanlış tercihleriyle hem cennet gibi bir mükâfat fırsatını kaçıran ve hem de cehennem gibi bir cezaya müstahak olan kâfir ve münafıkların ne kadar akılsız olduklarını gözler önüne serer. Bakara Sûresi’nde şöyle der: “Onlar, hidayeti verip dalâleti satın alan birtakım kafasızlardır ki, ticaretlerinden bir fayda görmedikleri gibi o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar.”

İşârâtü’l-İ’câz’da, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu dönemde ticârî faaliyetlerin yoğun olduğu bir bölgede, muhataplara, âşinâ olduğu ticaret ile misâl verildiği izah edilir. Kur’ân-ı Kerim, yaz ve kışta Yemen ve Şam’a giderek ticaret yapanlara, kâr ve kazanç gibi iyi bildikleri tâbirlerle cevap verir, onları ikaz eder. Onların kâr ve zarara göre “akıllı” ya da “akılsız” olarak vasıflandırdıkları iş ya da kişiyi, dünya ve âhiret saadeti açısından nazarlarına sunar.

Yine Kureyş Sûresi’nde de Cenâb-ı Hak, insanlara verdiği emniyetli bir ticaret ve seyahat nimeti karşılığında ibadet ve itaat etmelerini emreder.

Kur’ân’ın enteresan bir hususiyeti de, her asrın insanına her bir âyetin en çok kendilerine hitap ettiğini düşündürtecek kadar aktüalitesini her zaman muhafaza etmesidir. Gerçekten de dünya tarihi, ticârî faaliyetler açısından incelenecek olursa, önceki dönemlerde bu kadar yoğun bir ticarî faaliyet yaşanmamıştır. Günümüzdeki birkaç günlük mal ve para sevkiyatı neredeyse bütün zamanlardakinden daha fazladır. Ayrıca kriter ve anlayış olarak da artık her şeyin kâr ve zarara göre hesaplandığı bir dönemdeyiz. Devletler bile en hayatî hizmetlerini bu mantığa göre değerlendiriyor. Bu cihetle bakıldığında sanki bu âyet bilhassa bu zaman için nâzil olmuştur.

Lem’alar’da Yedinci Nota’da İslâm dünyasının geri kalması ile ilgili bahis, konumuz açısından dikkat çekicidir: “Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.”

Yukarıda bahsettiğimiz âyette malûm “onlar” diye bahsedilenler kâfirler ve münafıklardır. Bu açıdan bakıldığında şüphesiz, İslâm dünyasındaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarını gasp eden ve yağmalayan yerli ve yabancıların da bu âyetten hisseleri büyüktür.

İslâm dünyasındaki petrol gibi büyük nimetlerin güzel bir ticaretini yapmak ve karşılığında kârlı yatırımlar yapmak varken, Avrupa kâfir zalimleri ve Asya münafıkları eşkıyalık ve hırsızlık yapmaya devam ediyor. Elbette kısa vadede gayr-ı meşrû yolla bazı şeyler elde etmeleri mümkün. Ancak İslâm dünyasının ve insanlığın kin ve nefretini kazananların uzun vadede eşkıyalık yapmaya güçleri yetmeyecektir. Emareleri şimdiden görülmeye başladığı gibi elbette güç dengeleri bir gün değişecek ve o zaman da ticaret yapmak için itibarları da, imkânları da kalmayacaktır. Âyette de bahsedildiği gibi onlar “zarardan kurtulmak için yol da bulamayacaklar”.

Yine Risâle-i Nur’da “dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar” ifadesine bakıldığında, yerlilerin dünyayı da, âhireti de kaybettikleri, körü körüne Avrupa muhabbetinin hüsranla ve iflâsla sonuçlanan bir ticarete dönüştüğü gözükecektir.

Ticareti en ince detayına kadar bilen ve önemini kavrayan günümüz insanı üç kuruşluk dünya menfaati için; sağlığını, sıhhatini, şeref ve haysiyetini, velhâsıl dünya ve âhiret saadetini hebâ ederse ona akıllı tüccar denilebilir mi? Fâni dünya zevkleri uğruna, bâkî ve ebedî olan âhiret saadetini mahveden kişiye güzel bir ticaret yaptı denilebilir mi? Ya da meşhur tâbirle “Müslüman memleketinde salyangoz satmak” şeklindeki sefih anlayışları memleketimizde uygulamaya çalışanlara iyi tüccar, iyi yönetici, iyi müteşebbis denilebilir mi?

İnsan gerçekten büyük bir ticaret yapmak istiyorsa, kendisine verilen ömür sermayesinden; binler cihaz ve istidatlarla donatılmış vücud sermayesine; yerin altında ve üstünde emrine verilen binlerce nimete kadar her şeyi Cenâb-ı Hakkın emrettiği şekilde güzel bir ticaret ile değerlendirerek inkişaf ettirmeli ve nemalandırmalıdır. Elde ettiği büyük kârlarla bu fâni dünyadan aziz olarak göçüp, esas memleketi olan Cennete dönmelidir. Aksi takdirde kendisine verilen sermayeden en küçüğünü dahi bir daha hiç göremeyeceği gibi emanete hıyanet cezasını da çekecektir.

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Az olan büyükler



Bazen kitap okuyup, bazen dışarı seyrettiğim belediye otobüsüne, dört beş yaşlarında bir kız çocuk babasıyla birlikte bindi… Binerken bile konuşuyor, nereye oturacaklarına birlikte karar veriyorlardı… Şaşırdım; sanki yanında büyük bir insan var edasıyla konuşuyordu baba…

Sürekli bir şeyler söylüyor, öğretici bilgiler veriyor, onun görüşlerini alıyordu… Kitabı bırakıp onları okumaya başladım… Baba cebindeki parayı çıkarıyor, kaç para olduğunu soruyor, dışarıda diyelim eczanenin yanından geçiliyor onunla ilgili konuşuyor, o bitiyor diğeriyle devam ediyor… Sanki otobüs gezen sınıf, baba öğretmen, çocuk öğrenci, bizler de seyirci…

Dikkat kesilince tenha seyreden otobüste rahatlıkla duyuluyor konuşmaları; baba çok ilgileniyor görünüyorsa da çocuğu bir kalıba sokmaya çalıştığı belli, sunî bir hal seziliyor yaptıklarından… Kuru bir duygusallık, fazla bilmişlikle bilgi transferi var sanki… Ben bile sıkıldım… Belli etmemeye çalışsa da babanın bazen gizliden kızdığı belli oluyordu…

Başka bir gün evime dönmek için otobüse bindim, arka taraflarına doğru ilerledim… Birilerinin bana yer verdiğini gördüm; dokuz on yaşlarındaki kız çocuğunu kucağına alan anne ve yanında oturan baba… Akşam yorgunluğuyla dışarıları seyrederken, başkalarının ne konuştuğunu kulak kabartmak pek hoş olmasa da istemeden dinledim, doğrusu dinlendim…

Dinlemem hayranlığa dönüştü; bir ara sıcak sohbetlerine karışmak istedim, tılsım bozulmasın diye vazgeçtim… Böylesi tabiî halleri daha iyiydi, ben de ders alıyordum yanlarında…

Eğitim görmemiş, köylü kıyafetli ailede, eğitimli, güngörmüş ailelere taş çıkartacak kadar yüksek bir iletişim fark ettim… Hem de öyle kendini kurallara uymaya zorlayan sunîlikten öte tam bir sadelik ve tabiîlikle akan duygusal bir iletişim… Saf, temiz şırıl şırıl akan bir dere gibi akıyor… O şırıltılardan siz de hisse alıyor, kendi kirlenmişliğinizi görüyor, kendinizi sorguluyorsunuz…

Konuşmalarını birebir hatırlamıyorum şimdi, fakat bildiğim anne ve baba bilmişlik edasıyla ders vermiyorlar çocuklarına… Çocuk da o kadar rahat hissediyordu ki yanlarında mutlu olduğu her halinden belli; babasıyla şakalaşıyor, annesiyle bir şeyler konuşuyor…

Hızlı seyreden otobüste dışarı seyretmektense onları seyretmek ayrı bir zevk veriyordu… Mutlu insanların yanında olmak, onlardan bir şeyler almak; güzel bir iletişim dersiydi benim için…

Erkek babası olarak kendime baktım, sınıfta kaldığımı gördüm; ne birinci aile tipine benziyorum, ne de ikincisine… Avuçlarımın içindeyken, boyumu aşıp gitmesini anlayamadım oğlumun… Aklına hitap edemedim, kalbine dokunamadım; bitip giden günlerin ardından bakakaldım…

Bana benzeyen çok babanın olması daha da üzücü… Öncelikli işimizi gerilere atmamız, bu konudaki geriliğimizin en önemli sebebi… Meselenin önemini anlayamamak, çözüm için çalışmamak; ciddiyetsizliğimizin görüntüsü…

Birinci baba gibi çok ciddî olmak da biraz yanlış, ikinci aile gibi yeterli eğitimi almamakta… İkisi de doğrunun bir parçasını taşıyor, fakat bütünlüğü sağlayamıyor… Duygusal zemin üzerine inşa edilen bilgi ve eğitim; çocuklarımızın mutluluğu, geleceğimizin güzelliği için bugün yapmamız gerekli en önemli iş…

Çocuk canlara sevgi suyuyla yön vermek… Temiz benliklerinin tabiî akışına eşlik etmek… Şefkatle sarmak, bilgiyle donatmak; en büyük başarı, en büyük eser, en büyük sermaye, en yüksek kariyer…

Bu büyüklerden olanlar ne kadar da az.

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Stratejik ortaklık mı?



Gazeteci Mithat Bereket’in aktardığına göre, İsrail Ulusal Altyapı Bakanı Benyamin Benelizer, Türkiye ile İsrail’in stratejik ortak olduklarını söylemiş. Aynı tanım hakkındaki kanaati Şimon Peres’e soruldu, o da mealen şunları söyledi: “Nereden bakıldığına bağlı. Barış çerçevesinde böyle bir ortaklık tahayyül ediliyorsa, doğrudur.” Son sıralarda, en fazla ayağa düşen kavramlardan birisi barış ise, ötekisi de stratejik ortaklıktır. Önüne gelen; bilir bilmez böyle kavramları kullanıyor. Bizde arzu edildiği gibi, ne ABD, ne de İngiltere, ne de İsrail’le böyle bir ortaklığımız asla olmadı. Soğuk Savaş döneminde biz edilgen ve tâbi veya uydu bir ülkeydik. Bunun hem faydalarını, hem de zararlarını gördük.

Soğuk Savaş sonrasında ise, kalıplar ve pozisyonlar değişti. Bununla birlikte son sıralarda Ermeni tasarısını destekleyen ve Kürtlerle şaibeli ilişkiler içinde olan İsrailliler, Türkiye’yi de kaybetmek ve kendilerine yabancılaştırmak istemiyorlar. Bunun için reel köprüler yerine, ideolojik köprüler ikame etmeye çalışıyorlar. Nasıl olsa bunun bedeli ve maliyeti yok. Ermeni tasarılarını boykot etmek yerine Türkiye’ye soyut; ideolojik ve sembolik değerler üzerinden yaklaşıyorlar. Bu soyut ilişkinin en somut örneklerinden birisi Benelizer’in ‘stratejik ortaklık’ tanımı. Tzibi Livni gibiler de ortak köprülerden birisinin Kemalizm ve Mustafa Kemal’in çizgisi olduğunu söylüyor.

Şimon Peres Meclis’te ‘tarihî’ bir konuşma yapmadan önce, İsrail’de tarafların katılımıyla bir Atatürk büstü açıldı. Ondan önce de David Ben Gurion’ın Beyoğlu’nda ikamet ettiği öğrenci evi müzeye dönüştürüldü. Kadir Topbaş’ın Beyoğlu’ndaki halefi Ahmet Misbah ve benzerlerinin ortak gayretiyle gerçekleşti bu müze ev. Bu itibarla, ideolojik olarak Türkiye ve İsrail stratejik ortak olabilirler, ama realpolitikte Türkiye ile İsrail’in stratejik ortak olmaları adeta imkânsızdır. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu, 1947’den itibaren denenmiştir, ama tutmamıştır.

İsrail, ‘çevirme politikası’ olarak, hem de Ben Gurion’ın dizayn ettiği politika çerçevesinde hem Etiyopya, hem İran, hem de Türkiye ile stratejik ilişkiler içine girmek istemişse de ikisi fiyasko ile sonuçlanmıştır. Ermeni ve Kürt meselesi derken, üçüncüsünün çökmesi de an meselesidir. İşte bunu soyut bir takım ilişki türleriyle örtmeye ve tamir etmeye yelteniyorlar. Türkiye’yi kendilerine yabancılaştırmamak için, soyut yollar deniyorlar.

***

Peki gerçekten de Türkiye ile İsrail arasında stratejik ilişki kurulabilir mi? Bunun iki cevabı var. Türkiye, Osmanlı’nın bir devamı ise, onu yıkan güçlerden birisi olarak İsrail’le (İsrail’i kuran irade) asla dost ve stratejik ortak olamaz. Bunun ötesinde Türkiye, tarihine yabancılaştığı ve redd-i miras yaptığı oranda İsrail ile stratejik müttefik olabilir. Bu durumda stratejik ittifakın içini ancak ideolojilerle doldurabilirsiniz. Türkiye, bu hususta iki anlamı da böğründe barındırıyor. Hem Osmanlı, hem de Osmanlı’nın zıddı. Ama Ermeni meselesi gibi meseleler burada turnusol görevi ifa ediyor ve başkalarının bakışının gerçek rengini ortaya koyuyor, buradan Türkiye pekâlâ Osmanlı’nın bir devamı gibi algılanıyor.

Bu itibarla, stratejik ortaklık çelişkili bir durum. Şimon Peres gibiler, bir taraftan Türkiye’nin gönlünü kazanmaya çalışırken, diğer taraftan da bildiklerini okuyorlar. Yani reel politika yapıyorlar. Kürt ve Ermeni meselesi de buna dahildir. Bu çerçevede, Şimon Peres’e bağımsız bir Kürt devletine yaklaşımları soruldu. Elbette, analitik konuştu ve çözümlemesi makûldü. Ama elbetteki gönlünde yatan aslanı söylemeyecekti. Gönüllerinde yatan ne idi, elbette bağımsız bir Kürt devleti. Ama onu nefyederek Irak’ın çözülmesinin ve parçalanmasının, Kürtler de dahil, taraflara maliyet ve bedelinin çok ağır olacağını ve bundan dolayı da bu çözüm formülünden kaçınacaklarını ifade etti.

‘Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal’ der gibi eski tarz birlikteliğin ve entegrasyonunun ise zamanının geçtiğini ve artık mümkün olmadığını söyledi. Birlikte yaşama formülünü kendilerinin ortaklaşa bulacaklarını söyledi. Birlikte yaşama formülünün siyasî çerçevesinin federasyon ile konfederasyon arasında bir yer olacağını da kaydetti. Şimon Peres, bize tutumlarını değil, analizlerini anlattı. Yani takiyye yaptı.

***

Şimon Peres’in analizlerinden de ortaya çıkan sonuç şu: İsrail’in tercihi zayıf bir Irak. İsrailliler Ortadoğu’da yeni Babilleşme sürecini Bağdat’tan başlattılar. Bunun için de etnik ve mezhebî kartı oynuyorlar. Ama eski denklemlerin çözülmesi, her zaman daha iyisini getirmiyor. Bu da İsrail’in kaderi.

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Gelibolu'nda Anzaklar



Ankara, Suudi Arabistan, İsrail ve Filistin’den gelen misafirleri ağırladı… Gelibolu ise, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen misafirleri…

Uluslararası Turizm Profesyonelleri Kulübü tarafından 150 kişiden oluşan her iki ülkenin insanları, 1. Dünya Savaşı’nın sona erdiği gün olan 11 Kasım’da Gelibolu Yarımadası Tarihî Millî Parkı içinde bulunan Anzak koyunda düzenlenen törenle atalarını andı.

Yeni Zelandalı Philips Sims adlı vatandaş:

“Bizim için 11 Kasım tarihi çok önemli. 1. Dünya Savaşı’nın sona erdiği bu günün bizim açımızdan ayrı bir önemi var. Çanakkale’de yaşanan savaş, hiç olmasaydı. Ancak bizler bu savaş sayesinde kendi benliğimizi bulduk ve devlet haline geldik. Çanakkale’nin yeri bizim için bu sebeple çok önemli” demiş.

Bir kısım Avustralyalı da bu koyda gözyaşı dökerek dedelerini andı.

Biz acaba dedelerimizi böylesine anıyor, onları yâd ediyor muyuz?

Onlara gereken hürmeti gösterip, saygıda kusur ediyor muyuz? bilemiyorum.

Karamsar değilim elbet. Ama bir takım yozlaşmayı görünce acaba ne gibi tedbirler aldığımızı kendimize soruyor muyuz?

Hatta bir televizyon kanalında muhabir Çanakkale Zaferi ile ilgili gençlere mikrofon uzatmıştı.

Soru şuydu: Çanakkale Savaşını hiç araştırdınız mı?

Cevaplar ne yazık ki, olumsuzdu. Kimi hayır dedi. Kimi Çanakkale Savaşının Japonlara veya Ruslara karşı yapıldığını, kimi ise “hiçbir fikri olmadığı” yönünde açıklama(!)larda bulunmuştu.

İkinci sorusu da “Yunanlıları denize dökmüştük, onu biliyor musun?” dediğinde cevaplar şöyleydi:

“Çanakkale Savaşını Ruslara karşı mı, yoksa Japonlara karşı mı yaptık?”

Cevap:

“Japonlara karşı” .

“O zamanki TC Cumhurbaşkanı kimdi?”

“Bilmiyorum. Zaten ben okuduğum okulda da sayısalcı olduğum için Tarihle felan ilgim yok.”

Bravo!

Demek ki, en önceki iş; tarih bilincini aşılamak! Çanakkale’nin ne olduğunu öğretmek. Hangi ruhu taşıdığımızı öğretmek..

Anzaklar bu ruhu taşıdıkları için kıt’alararası ülkeden gelip, Anzak koyunda dedeleri için gözyaşı döküyor. Biz burnumuzun dibinde yatan dedelerimizden bîhaber olduğumuz gibi tarihi bilinçten de uzağız.

TİMSAHLAR

Vietnam’ın orta kesimindeki bir çiftlikte yetiştirilen yüzlerce timsah, sel sularının kafeslerini kırması sonucu serbest kaldığı haberini okuyunca irkildim.

Çünkü bu bölgede yetişen timsahlar, öyle-böyle ufak değil; her biri 200 kilo ağırlığında ve öldürülen bir timsahı 8 kişi ancak taşıyabiliyor.

Vietnamlı asker ve milisler 7’sini zımbalamış. Diğerlerinin yakalanması için görev başında.

Ben Türk televizyonlarını da bu olaya benzetiyorum.

Türk televizyon kanallarında yayınlanan dengesiz programlar, kafesi kırılmış timsah gibi etrafa dehşet saçıyor.

Çocuklara, gençlere, hatta yetişkinlere öyle zarar veriyor ki, timsahın bıraktığı tahribattan fazla… Timsah en azından bir kişiyi yiyor. Ama bu programlar birkaç kuşağı heba ediyor.

EVLİLİK Mİ KARİYER Mİ?

Hollywood yıldızı, üstelik iki Oscar sahibi Avustralya asıllı aktris Nicole Kidman diyor ki:

“Eşimle seyahat etmeyi seviyorum. Evliliğim dışındaki her şey benim için ikinci planda kalır. Kariyerim dahil her şey evliliğimden sonra gelir.”

“Kariyer”i “evlilikten üstün” tutan zihniyete bir gönderme yapalım dedik.

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünyadaki Cennet bahçeleri



Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hatıra hayale gelmeyen güzelliklerle dolu, ifadesi bile kulağımıza hoş gelen, sıcaklığıyla içimizi saran, yüzümüzü gülümseten bir hayat var. O da Cennet hayatı…

Ya Cennete girip sonsuza dek o nimetlerden yararlanma imkânı olsa, hazzımıza, sevincimize sınır olur muydu?

Dünyada da harika güzelliklerle karşılaşınca, “Cennet gibi güzel bir yer!” demekten kendimizi alamaz, imkânlarımız ölçüsünde tefekkürle, şükürle yararlanmaya çalışırız.

Böyle güzelliklerden faydalanmaya birçoğumuzun imkânları yetmeyebilir.

Peki, dünyadayken de böylesi Cennet gibi güzelliklere ulaşamaz mıyız?

Güzellikleri illâ maddî boyutlarda aramamalıyız. Manevî boyutta öyle güzellikler vardır ki maddî güzellikleri çok çok katlar.

İşte Efendimizin (a.s.m.) tavsiye ettiği, isteyen herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bir başka Cennet bahçesi… Dünyadaki Cennet bahçeleri bunlar.

Birgün Allah Resûlü (a.s.m.) buyurmuşlar ki: “Cennet bahçesine uğradığınız zaman oradan yararlanın.”

Bu ifade şüphesiz bizi meraklandırdı. Nerede bu Cennet bahçesi? Ondan nasıl faydalanacağız?

Sahabe de merak etmiş ve hemen sormuş: “Ya Resulallah, Cennet bahçesi nedir?”

Kâinatın Efendisi (a.s.m.) buyurmuşlar ki: “İlim meclisleri…”1

Hep maddî güzellikleri arayan insanoğlu için ne kadar dikkat çekici bir cevap bu.

Bu Cennet bahçelerinde ne kadar dolaşıyor, ruh, kalp ve duygularımızı okşayan, doyuran güzellik, çiçek ve meyvelerinden ne ölçüde istifade ediyoruz?

Böylesi Cennet bahçelerindeyken Cennetteymişiz gibi gamımızı, kederimizi, dertlerimizi hemen atıvermez miyiz? İçimizi bir huzur ve mutluluk sarıp sevinçten uçacak hâle gelmez miyiz?

Çünkü bu meclisler ruh, kalp ve duygularımızı doyurur, sakinleştirir, rahata erdirir. Aradıklarımızı bulmanın haz ve mutluluğunu yaşarız.

Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman, ilmin iki çeşit olduğunu, birinin bir defa öğrenilse, bir iki defa tekrarlansa yeterli olacağını, diğerine ise insanın ekmek kadar, su kadar muhtaç olduğunu, “Bir defa anladım, yeter” diyemeyeceğini, iman ilimlerinin böyle olduğunu, Sözler’in ekseriyetle bu sınıfa girdiğini anlatır. Kur’ân hakikatlerinin bir tefsirinden ibaret olan Sözler ve Risâle-i Nur Külliyatının okundukça usanılmaması, tekrar ve tekrar okuma ihtiyacı duyulmasındaki sır işte budur.

Dipnot: 1. Terğib, 1:112.

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kürtçülüğü ve PKK’yı/terörü Bediüzzaman bitirir!- 1



Emekli komutanlar itiraf etti: Güneydoğu’da hata yaptık… (Sadece Güneydoğu’da mı, tüm bölgelerde, tüm bölgelerde…) Kara Kuvvetleri eski Komutanı Aytaç Yalman, “Bizler ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor.” (Milliyet/08 Kasım 2007)

Bu ve benzeri itiraflar, 85 sene sonra nihayet emekli paşalardan sökün etti… De, acaba emeksizler hala aynı telden mi çalıyor? Buyurun K.K.Komutanlıından Hizmete Özel, “Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar” isimli kitaptan pasajlar (tarifler dolaşmıyor, okutuluyor!):

“Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz ve kış aylarında erimeyen karlar vardır? Bu karların üzeri, güneş açınca hafif eriyerek buzlaşır, camsı parlak ve sert bir tabaka ile kaplanır. Üst kısmı sert, altı yumuşak kardır.

“Bu karın üzerinde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker ve Kırt-Kürt diye bir ses çıkarır. İşte bu sese izafeten sıkışmış kara-yatkın kara Kürt kar veya Kürtün denmektedir…” (s. 43-44.)

Ne müthiş bir sosyolojik tesbit ama! Gülmeyiniz, ağlanacak halimize! Bunlar ciddi ciddi askerî öğrencilere okutuluyor ve halen brifingler veriliyor. Hiç kimse sorgulayamamış:

Kafkaslarda, Suriye ve İran çöllerindeki kumlar da “Kart-kurt” diye mi ses çıkarıyor? Belki de, Gacır-Gucur diye çıkarıyor ve Gürcü de oradan gelmedir, ne dersiniz? Karadenizin eteklerindeki karların sesini merak ettiniz mi? Faj-fuj, Flaz” diye ses çıkarır. Çünkü, oranın karı, o kadar sert değildir. Böylece Laz da oradan gelmiş olmalı!

İşin garip tarafı, bu kitap halen, 21. asrın Türk subaylarına okutulmaktadır! Ya şu cümlelere ne dersiniz?

“Her Türk milliyetçi olmaya mecburdur… Tek doğru yol, Atatürkçülük milliyetçiliğidir.” (s. 41.)

Yıkıcı ve Bölücü Akımlardan bir şemaya gelince: “Aşırı Sağ Gruplar”/Aşırı Milliyetçilik/Teokratik (dini) devlet savunucuları/Tarikatlar, Siyasi Partiler, Yurt İçi ve Dışı Kuruluşlar/ Tarikatlar: Nurculuk (Tarikat değildir oysa) Süleymancılık (keza…) Nakşibendilik, Ticanilik, Biberilik, Kadirilik.” (s. 24.)

Ve sürü heyeyan, saçma-sapan iddialar… Eğer mideniz bulanmayacaksa, bir örnek sunalım:

“Nurculuk diğer mezhep ve tarikatları reddeder, milliyet farkı tanımaz. Kur’an’a inananların yeşil bayrak altında toplanmasını, şeriatın hakim kılınmasını, tüm medeni alemden uzak durulmasını, cumhuriyetin kaldırılmasını, Halifeliğin yeniden ihyasını öngörür ve tabii ki, halife bu Said Efendi olacaktır. Nurculuğun asıl amacı ibadet falan değildir. Bugünkü demokratik rejimi kesinlikle reddeder.” (s. 35, 38.)

İki maddesi hariç; hangi birisini düzeltelim? Bir sefer Nurculuk, diğer mezhep ve tarikatları tanır ve onların farklılıklarının psiko-sosyal ve ilmi tahlilini yaparak ispat eder. Avrupa ikidir diyerek, ilme, tekniğe, hak ve hürriyetlere çalışan Avrupa ile medeniyeti ile işbirliğini öngörür. Eski hal muhal diyerek, Halifeliğin gücünün Meclis’in zımnında yaşatabileceğini söyler. Kur’an’a inananların, Kur’an ve ay-yıldızlı kırmızı hilalin altında toplanılmasını hararetle savunur. Risâle-i Nur Külliyatı bile bayrak rengindedir! Kur’ân ve Sünnet’in ihyasına çalışır. Cumhuriyeti ve demokratik rejimi kesinlikle reddetmez; demokrasi ve cumhuriyet adı altındaki kanunsuzlukları, diktatörlüğü, keyfilikleri ve zulümleri reddeder. Nurculuğun yegâne gayesi imandır/ibadettir…

Diğer tarikat ve cemaatlerle ilgili bölümleri aktarsam, gülmekten mi kırılır, üzülmekten mi perişan olur, komik bulmaktan mı ayılır, bayılırsınız, karar veremediğim için aktarmayacağım… (Yarın PKK’yı, terörü nasıl bitireceğini ele alalım.)

13.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hiddet ve şefkat esintileri



Ağırlıklı olarak Kürt nüfusun yaşadığı bölgelere yönelik politikaların günlük, haftalık ve aylık periyotlarla değiştiği, değişkenlik arzettiği tuhaf bir dönemden geçiyoruz.

Çok kısa denilebilecek aralıklarla, hiddet ve şefkat gel–gitlerine şahit oluyoruz.

Bu zıt yönlü esintiler, sınırın ötesi için de, berisi için de geçerliliğini aynen koruyor.

Daha çok iktidar ve muhalefet partilerinde göze çarpan bu med–cezir politikalarının, özellikle asabi mizaçlı bir kısım vatandaşların dengesini bozduğunu da bu arada hatırlatmış olalım.

Öyle ki, bu denge bozukluğu yer yer "toplumsal refleksi" çoktan aşmış, hatta bazı kimseleri "De hadi be kardeşim yahu!. Artık ne olacaksa, olsun bitsin bir an evvel" noktasına getirmiş.

Muhtemelen, siyasiler de bu tehlikeli gidişin farkına varmış olmalı ki, ânî söz ve tavır değişikliği içine giriyorlar.

Oysa, siyasiler böyle olmamalı. Siyasette en büyük maharet, istikrarlı, basiretli ve tutarlı politikaları takip etmek ve bunları zamanında tatbik sahasına koyabilmektedir.

Belli ki, başımızda diplomaside tecrübesiz, düşe kalka giden ve henüz istikrarlı, oturaklı politikalar yürütme olgunluğuna sahip olamayan acemi kimseler var.

Kardeşlik varsa, düşmanlık niye?

Gerek Başbakan Erdoğan ve gerekse anamuhalef partisi başkanı Baykal, bugüne kadar hiç "Kürtler düşmanımızdır" yollu lâflar etmedi. Aksine, çoğu zaman dostluktan, komşuluktan, kardeşlikten dem vurdular.

Ancak, zaman zaman açıkça sınırötesi harekâttan, hatta "gerekirse savaşmak"tan yana öylesine sert ve keskin tavırlar takındılar ki, bu gibi hallerinin kardeşlikle bağlantısını bulmak mümkün değil.

Aradan bir süre geçiyor, anlaşılan perde gerisinde farklı gelişmeler yaşanıyor, falan derken, bir de bakıyorsunuz ki, aynı siyasilerin ağızlarından zehir–zemberek yerine, bu kez bal–şerbet akmaya başlıyor.

Peki, ne oldu, ne döndü de, tepe noktasında, yani en sorumlu mevkide bulunan bu siyasilerimiz, böyle halden hale giriyorlar?

Doğrusu bu ânî değişimlerin, bu med–cezir politikaların mantığını anlamak kolay değil.

Netice itibariyle şunları söylemek mümkün: Eğer birileriyle aramızda ciddi kardeşlik bağları varsa, bu durumda düşmanlığın yeri olmaz ve orada hiddet ateşi yakılmaz, alevler körüklenmez. Keza, bir gün şefkat, ertesi gün hiddet eseri politikalar güdülmez. Aksi halde, kırıp dökülenlerin tamiri büsbütün müşkilleşir.

GÜNÜN TARİHİ 13 Kasım 1918

İşgal filosu İstanbul'da

Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) üzerinden daha iki hafta geçmeden, 61 parçalık düşman donanması harekete geçti. Çanakkale'yi geçen ve 13 Kasım günü İstanbul Boğazına giriş yapan müttefik İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemileri, aynı gün karaya asker çıkardı.

Daha sonraları çeşitli aşamalardan geçerek şiddetlenen ve ta 6 Ekim 1923'e kadar devam eden işgal hareketi, aslında o gün bilfiil başlamış bulunuyordu.

İstanbul işgalinin ardından, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine de asker sevk eden istilâcı güçler, zaman içinde hiç ummadıkları şiddette bir mukavemetle karşılaştı.

Müdafaayı Hukuk Cephesi şâhlandı

Mütarekenin (ateşkes antlaşmasının) hemen akabinde, İstanbul, Trakya ve Anadolu sathında da ciddî bir hareketlenme safhası başladı.

Hemen her tarafta Müdafaa–yı Hukuk Cephesi kuruldu.

Fiilî işgalin başlamasıyla birlikte, bu millî cephe de şahlandı ve mukaddesat uğrunda bağrını siper etti.

Çoğu kimsenin 1919 Mayıs'ından sonra başlamış zannettiği "Millî Kurtuluş Hareketi", esasında tâ 1918'in Kasım ayında başlamış ve bütün vatan sathında yaygınlık kazanmış durumdaydı.

Evet, İzmir'den Kars'a, Trakya'dan (Paşaeli) Vilâyât–ı Şarkiye'ye (Erzurum) kadar, hemen her yerde kurulan Müdafaa–yı Hukuk Teşkilâtının hazırlık çalışması, Kasım ayının daha ilk haftasında başlatılmış olduğu görünüyor.

Garip bir rastlantı

İşgal filolarının İstanbul'a geliş tarihiyle bağlantılı olarak çok garip bir rastlantı var.

Aynı tarihe kadar VII. Ordu ile Yıldırım Orduları Kumandanı olarak (Ağustos–Kasım 1918) Suriye–Filistin Cephesinde bulunan M. Kemal, yine İngiliz işgal komutasındaki düşman donanmasının İstanbul Boğazına girdiği aynı gün içinde, yani 13 Kasım günü İstanbul'a gelir. (Bkz: Bütün kaynaklardaki Atatürk Kronolojisi.)

Birinci Dünya Savaşının son günlerine kadar düşmana karşı duran, dayanan ve teslimiyet bayrağını çekmeyen bu cephedeki Arap kabileleri ve müttefik Osmanlı kuvvetleri, her nasılsa son iki–üç ay içinde müthiş bir bozgun ile çöküntü içine girdi.

Cephe, en son safhada bütünüyle kaybedildi. On binlerce Osmanlı askeri İngilizler'e esir düştü. Bu esirlerin de çoğu, tehcir sebebiyle oralara sürülmüş olan Ermeniler'in insafına terk edildi. Kin ve öfke dolu Ermeni çetecileri, esir durumdaki binlerce Müslüman Türk askerini çeşitli işkence metodlarıyla imhaya girişti.

Esasında, o cephede Sarıkamış felâketini dahi aratacak derecede elim hadiseler cereyan etti. Ancak, ne hikmetse o dehşetli hadiselerin çoğu karanlıkta kaldı. Bakalım, tam aydınlatma ne zaman tahakkuk edecek...

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Vezirköprü’den Mustafa Kalmaz:

*“11. Lem’a 6. Nükte son paragrafı örneklerle açıklar mısınız? Orada ‘şahsî farzlardan daha ehemmiyetli’ olduğu bildirilen sünnet nedir?”

Şeâir, İslâmiyet alâmeti olan emirlerdir. İslâm toplumunun ortak hukuku ve ortak ibadetidir. Yapan, İslâm toplumu adına yapar. Ve yaşayan, İslâm toplumunun mührünü gösterir. Tamamen terk edilmesiyle bütün İslâm toplumu sorumlu olur. Bu açıdan, şeâir, şahsî değildir; riya giremez. Hüküm bakımından nafile de olsa, sünnet de olsa, şahsî olmayıp İslâm toplumunu ilgilendirdiği ve İslâm toplumunun ortak malı ve ortak hukuku olduğu için şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.1

Şeairden olan emirler, hüküm olarak nafile olanları da dâhil olmak üzere, ehemmiyetle yapılır. Meselâ ezan sünnettir, namazı cemaatle kılmak sünnettir; fakat her ikisi de şeairdendir ve her ikisi de şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir. Ezan okunmasa bile, vakit girdiğinde, tek başına da olsa, vakit namazı kılmak ise farzdır.

Ezan okunmayan ve cemaatle namaz kılınmayan bir memleket eğer Müslüman memleketi ise, Müslüman’ların burada ortak önceliği herkesin şahsî farzları olan vakit namazlarını kendi odacıklarında kılıvermeleri değil; ezanın okunmasının ve namazların cemaatle kılınmasının sağlanması olmalıdır. Çünkü ezan ve cemaat namazı, hüküm olarak sünnet olsa da, İslâm’ın o memleketteki imzası ve mührü olduğundan, kendi odacığında kıldığın şahsî farzdan daha ehemmiyetlidir. Şahsî farzı koruyan zırhtır ve güçtür. Bu zırh ve güç önemsenirse, ezan okunup farz namaz cemaatle kılınırsa, Peygamber Efendimizin (asm) de müjdesiyle, farz namazın sevabı yirmi yedi kat artmış oluyor.

***

Metin Bey:

*“Cünüp iken gezmenin günahı ne boyuttadır?”

Özürsüz olarak bir namaz vakti çıkana kadar cünüp gezmek veya cünüp bulunmak haramdır. Su ile gusül yapamayacak derecede geçerli özür varsa, toprak ile teyemmüm yapılır. Su kısmen yasaksa, suyun yasak olmadığı bölgeler su ile yıkanır; diğer bölgeler gusül esnasında mesh edilir.

Meselâ tıbben tedavi süresince su kullanmak kendisine tamamen yasaklanmış bir hasta, cünüp olursa toprakla teyemmüm yaparak cünüplükten çıkar ve tekrar toprakla teyemmüm yaparak namazını kılar. Abdest şartı olan her ibadet için ayrı bir niyetle teyemmüm yaparak söz konusu ibadeti yapar. Su kullanmaya tıbbî izin çıktığı anda ise su ile gusül yapar.

***

Hamdullah Bey:

*“Eşim, erkek kardeşleri ve babası ortak kazanıyorlar. Dört aile var. Aralarında belli bir kazanç bölüşümü yok yani kimin ne kadar harcadığı belli değil. Ben eşimin bana verdiği harçlığı istediğim kadar biriktirip veya harcayabilir miyim?”

Tartışmalı ve su götürür bir zeminden bahsediyorsunuz. Böyle bir zeminden rast gele ve ölçüsüzce para almak, daha sonra yaşanacak birçok sıkıntının da zeminini oluşturur. Ortak kazanan aileler, her ne kadar kardeş de olsalar, kesinlikle bir araya gelip kâr veya kazanç paylaşımı noktasında ortak bir prensipte ve kriterde anlaşmalıdırlar. Aksi takdirde kul hakkı kaçınılmaz olur. Kimin ne kadar hak ettiğinin, ne kadar alması gerektiğinin ve ne kadar aldığının tespit edilip ortak imza altına alınması şarttır. Herkes o ölçüye göre almalıdır.

***

Abdulbasır Bey:

*“Neden Cenâb-ı Hakkın isimleri sadece erkeklere veriliyor da, kadınlara verilmiyor?”

Cenâb-ı Hakkın kendi zatına alem olan Allah, Rab, Hak gibi zâtî isimleri olmamak kaydıyla; güzel isimleri mecazi olarak erkeklere verildiği gibi kadınlara da veriliyor. Fakat kadınlar isim olarak, Arapça gramer yapısına göre bu isimlerin müennes (dişi) biçimini kullanıyorlar. Mesela Cemil ismini kadınlar Cemile olarak; Halim ismini Halime olarak; Alim ismini Alime olarak; Salim ismini Salime veya Selime olarak; Hafiz ismini Hafize olarak; Zinnur ismini Zinnure olarak; Aliy ismini Aliye olarak; Habib ismini Habibe olarak; Azim ismini Azime olarak; Hadi ismini Hadiye olarak; Mümin ismini Mümine olarak; Melik ismini Melike olarak kullanabilmektedirler ve nitekim kullanılmaktadır.

***

Mardin’den Tuba Hanım:

*“Üç dört ay önce rüyamda Bediüzzaman Hazretlerinin rüyama gelerek bana kitaplarından bir tanesini uzattığını gördüm. Kendisini birkaç defa böyle rüyama gelerek kitap uzattığını gördüm. Ben risâle-i nurları okumamaktayım. Bu durumu benim için değerlendirir misiniz?”

Bediüzzaman Hazretleri sizi Risâle-i Nurları okumaya; bu vesileyle sizi ilme, irfana, rahmete, İlâhî rızaya ve Cennete davet ediyor. Böyle rüya ile davet her beşere nasip olmaz. Bence siz bir an önce Risâle-i Nurları okumaya başlayın ve bu dâvete uyun. Allah yardımcınız olsun.

Dipnot:

1- Lem’alar, s. 181

13.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

“Bir ömür boyu Barla’da”



“Hayat ondülalıdır”sözünü duyduğumda, yeni bir tabirle karşılaşmanın verdiği farklılık, merak uyandırmıştı. Konuşmanın devam eden seyri hâlâ gözlerimin önünde. Apartman türü bir evin mütevazı salonunda, dar kenarın odaya hâkim noktasında salona hitap eden bir konuşmacı vardı.

Ders okuyordu. Akşam dersinin sıcaklığı içinde, bir beyefendi, ilk defa gördüğüm bir misafir, Risâleden bir bahis okuyordu. Münâzarâttan. Muhtemelen 1977 Urfa’sı. Bizim lise yıllarımız.

Üslûbu, terminolojisi, kavramları yorumlaması ve hitabetinde titrek sesin kendine has Anadolu sıcaklığı ile ortamı saran bir hal vardı. Şimdiki gibi hatırlarcasına tazeliğini koruyan bir etki bırakmıştı.

“Hayat ondülalıdır” demişti. Yani inişli çıkışlı. Çatı levhaları yapan ve ondüla markasıyla bilinen bir ürünün, matematik diliyle cosinüs eğrisi dediğimiz yarım daire gidip artan ve azalan fonksiyonlarda bir seyirde, üst ve alt sınırları içinde değişken bir hayattan bahsetmişti.

Her “Hayat ondülalıdır” ifadesi zihnime nüksettikçe, muhterem ağabeyimi hatırlar, kastettiği mânâların teknik bir tabirle sosyal hayata getirdiği bakış açısını düşünürüm.

Yetmişli yıllarda nur kervanının entelektüel profiliydi. Bürokrattı. Üst düzey yöneticilik görevlerinde bulunmuştu. Batman’da Türkiye Petrollerinde çalışırken, bildiğim kadarıyla Mehmet Uçar ve o günün müşterek ruhunu taşıyanların sıcak münasebetiyle nurlarla tanışmış ve içindeki nuranîlik bütün hayatına ilham olmuştu. Bu ilhamını, bazen şiir diliyle destanlaşan mısralara dökerdi. Bunlardan biri;

“Tepelice çama çıktım,

Gelincik dağına baktım,

Mümkün olsa kalacaktım,

Bir ömür boyu Barla’da” şeklinde devam eden eseridir.

Her nur talebesinin dillendirdiği, nağmelerle gönül teline dokundurduğu bu parça, bestecilere de heyecan ve san’at kalitesi katmıştır. Bu parça, o müdrik ağabeyimin his dünyasını ve entelektüel sermayesiyle birlikte Üstad’la hem hal olmuş ruh dünyasını ele verir.

Kayseri’nin evlâdıydı. İç Anadolu’dan aldığı kültürü, Doğu hizmeti ile yeni bir senteze dönüştürmüştü. Ankara hayatında ise bunu sosyal ve siyasî zeminde hizmet etme tecrübesine dönüştürmüştü.

Sohbeti tatlı, yaşadığı olayların yorumunda paylaşımcı ve konuşmasının güleç anlarında tebessümün müşfik yanını hissettiren bir ağabeydi.

Rahmetli olan muhtereme eşi uzun süre rahatsızdı. Hemdert olunabilecek ortak bir sorumlulukta buluşmanın verdiği birbirini anlama kıvamında, her sorduğumda, mukabil hassasiyetle, evdeki hastamızı sorardı.

Hayat rehberi olabilecek fikirlerini paylaşırdı. Yaşının verdiği olgunlukla rahatlatıcı bir sohbet zevki verirdi. Zaman zaman telefon açıp hayata dair tavsiyelerde bulunması, müdakkik bir nazarla şefkatli bir müzakere zemininde meseleleri tahlil yeteneğinin kendisine bahşettiği ayrı bir hususiyetiydi.

Şükür ki, ikinci ve üçüncü kuşakta nurun müdafii olabilecek bir neslin devamına muvaffak olmuş. Onlar bugün onunla, onun yaşatmak istediği dâvâsıyla meşguller.

Geçtiğimiz Pazar, Bursa’da damadı Orhan Beye Hilmi Doğan Ağabeyi sorduğumda, sağlığının oldukça kritik bir sürece girdiğini öğrendim.

Melek misal bir halde. Yoğun bakımda. Çınar bir insanın istikamet üzere, manevî temizlenmenin ve ahiret mükâfatının fazlasıyla cennetle inşaallah tebdil olunacak bir sevap ve sabır imtihanında olduğunu öğrendik.

Teessürî bir hal, dünyanın faniliği, hayatın zevale mahkûm gidişatı ve ebedül abad yolculuğunun hüsnü hatime safhasında bu dünyaya veda etmenin ders veren mesajları aklıma doldu birden...

Allah’tan şifalar dileyerek ve duâmızı en kalbi bir süreklilikle Hilmi Ağabeyimize göndererek, acil şifalar temenni ediyoruz. Fedakâr aile fertlerini bu ulvî hizmetlerinde kutluyoruz.

“Bir ömür boyu Barla” yaşadı. O ruhu korudu.

Hilmi Ağabey, duâmız sizinle. Her anınız duâ ile şifa olsun inşaallah.

13.11.2007

E-Posta: [email protected].




Faruk ÇAKIR

Tarih düşmanlığı ile bir yere varılır mı?



Belki çok oluyor, ama yine de tekrarlayalım: Yakın ya da uzak, ‘tarih’imiz bize ve çocuklarımıza kasıtlı olarak eksik ve yanlış anlatıldı, ‘kahraman’lar doğru tanıtılmadı.

Öğretmenden öğretmene değişse de; dün denecek kadar yakın zamana kadar okul kitaplarında ceddimiz Osmanlı, baştan sona ‘kötü’ olarak tanıtıldı. Başta padişahlar olmak üzere bütün yöneticiler ‘astığı astık, kestiği kestik’ kişiler olarak anlatıldı. Başarıları dünyaca da kabul edilen bir iki padişah hariç, herkes bu karalama kampanyasından nasibini aldı.

Bu uygulamaya ‘resmî tarih’ denilerek, ‘gerçek tarih’i anlatanlar da yine suçlandı, susturuldu. Hatta, ‘resmî tarih’ tabirinden de rahatsız oldular. ‘Resmî tarih, resmî olmayan tarih yok. Anlatılanlar gerçektir’ denilmek sûretiyle, nesiller ecdadına küfretmeye tevşik edildi.

Bugün bile birileri çıkıp, “Yok, Türkiye’de öyle bir şey olmadı. Tarih, gerçek yönüyle anlatıldı. Okul kitaplarında ecdada küfredilmedi” diyemez. Çünkü ecdadın yanlış tanıtıldığının şahidiyiz. Son günlerde, medyada; Edirne’nin Keşan ilçesinde bir öğrencinin yazdığı ‘kompozisyon ödevi’nde Sultan Vahdeddin’e hakaret ettiği iddiâsıyla öğrenci ve bazı öğretmenler hakkında soruşturma açıldığıyla ilgili haberler yer aldı. Farklı iddialar söz konusu, ama işin özeti şu: Yazılan ve ‘birinci’ seçilen kompozisyonda Sultan Vahdeddin’e ‘hâin’ denilmiş. Başka iddialar ve sözler de var, ama işin özünde ‘hain’lik ithamı bulunuyor.

Hadisenin iki yönü var: Birincisi, geçmişte daha ağır ithamlar dile getirenler olmuş ve ekseriyetle bu iddiaları dile getirenlerin yanında kâr olarak kalmıştı. İkincisi de, ecdadımızı, tarihimizi çocuklarımıza doğru öğretmediğimizin yeni bir delili ortaya çıkmış oldu.

Keşan’da yaşanan bu hadise üzerine eski tartışmalar yeniden gündeme gelmiş oldu. Yıllardan beri “Vahdeddin haindir” iddiaları duya duya yetişenler için bu hadise tabiî ki ibretliktir. Nitekim, ilköğretim okullarında okutulan İnkılap Tarihi kitabının yazarı, Sultan Vahdeddin’e ‘hain’ demekte ısrarlı. Şöyle konuşmuş: “İngilizlerle işbirliği yapmış, daha ne yapacak. Anadolu’da isyanlar çıkmasına neden olmuş. Kuva-yı Milliye’ye karşı savaşmış. Kitaba hain yazmadık, ama 40 sene hain olduğunu okuttum. Bence hain.” (Sabah, 11 Kasım 2007)

Maalesef, ibretlik bir itiraf: Lüftedip, kitaba ‘hain’ yazmamışlar; ama ‘hain’ olduğunu düşünüyorlar ve 40 yıldan beri de okullarda bu şekilde öğretmişler!

Tabiî ki tartışılan sadece Sultan Vahdeddin değil. Bu bir ölçü, bir bakış açısı. Sultan Vahdeddin’e ‘hain’ diyen, başka kime ‘hain’ demez, dememiş?

Ama bu iddialar geçmişte de millet nezdinde de itibar görmedi, bundan sonra da görmez. Öğrencilik yıllarımızı bir bakıma bu ve benzeri yanlışları ‘ders’ diye dikte ettirmek isteyen öğretmenlere itiraz ederek geçirdik. Çare olmamakla birlikte bugün görüyoruz ki, yanlışları dikte ettirmek isteyenler hiç değilse soruşturma konusu yapılıyor.

İnşallah, gerçek tarih bilgisi, yalan bilgilere galebe edecek ve ‘kahraman’lar lâyık olduğu mevkii bulacak.

13.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri