|
|
Nimetullah AKAY |
Düşüncelerimiz yanlış olabilir |
|
Dünya hadiseleri yakamızı bırakmış olsaydı imtihanı kazanmamız daha kolay olacaktı. Ne yazık ki meydana gelen gelişmeler çoğu zaman istikametimizi şaşırmamıza sebep olmaktadır. Bilhassa duygularımızı rencide eden insan davranışları, zaman zaman fevrî düşünceler ve hareketler içine girmemize yol açmaktadır. Bu sebeple hadiseler karşısında soğukkanlı olunmalı, itidal muhafaza edilmeli.
Bir düşüncenin, bir davranış şeklinin insana imtihanı kaybettirebileceği gerçeği ile karşı karşıyayız. İtikadımızın beslendiği kaynakları unutur ve kendimizi günlük gelişmelerin seyrine bırakırsak yolumuzu şaşırmamız hiç de zor olmayacaktır. Zaten gafletimizden istifade etmek için bekleyen nefis ve şeytanımız hiç uyumamaktadırlar. Bunların görevi, bir nev’î devamlı müteyakkız olmamızı sağlamaktır.
Nefis ve şeytan olmasaydı, insanları meleklerden de üstün kılabilecek sır olmayacaktı. Onlara karşı uyanık davranırken mânevî duygularımız daha fazla gelişmektedir. Böylece zâhiren bizlere düşman olan habis olarak bildiğimiz ruhlar ve duygular, aslında ebedî saadeti kazanma hususunda bizler için birer fırsattırlar. Yeter ki kötülüklerle mücadele azmimizi yitirmeden, iyiliklere nâil olmak için büyük gayret içinde olalım.
Ancak şeytanın sağdan yaklaşması türünden bir çok olayla başımız belâdadır. Görünürde iyi gibi görünen veya içine girdiğimiz hâlet-i ruhiye gereği bizlere doğru gibi görünen yanlışlar, her an bizleri istikametimizden ayırabilmektedir. Çoğu zaman çevrenin etkisiyle yanlış yaptığımızın farkına varmayız. Şeytan da bizlerin bu durumlarımızdan faydalanmakta ve karaları bizlere ak olarak yutturmaya devam etmektedir.
Kendimizi dünya hadiselerinden tecrit etmemiz mümkün olmadığına göre, bakış açımıza çok iş düşmektedir. Bakış açısı bakımından da yanılgılara düşmememiz için bakış açımızın beslendiği kaynaklarımızdan uzak durmamamız gerekmektedir. Bundan sonrası için, bizleri fikren besleyen kaynaklarımızın bizleri doğruya mı, yoksa yanlışa mı götürebileceğini tartmamız lâzımdır.
Rabbimizin bizlere günde beş vakit namaz mi’racıyla huzura çıkmamızı farz kılmasının temelinde, fikrimizi ve bakış açımızı İlâhî emirlere göre ayarlamamız gerçeği yatmaktadır. Belirlenen vakitlerde Allah’ın huzuruna çıkıp şeytanın aklımıza ve zihnimize girmesine yol açacak gedikleri kapatmamız gerekmektedir. Şüphesiz bu konuda başarılı olabilmek için bizleri dünyadan ayırıp Allah’a götüren bir namaza muvaffak olmamız icap eder. Sûreten kılınan ve baştan sona dünya meşguliyetlerinin sağanağı altında olan bir namazla, duygularımızı yeterince İlâhî nurlarla doyurmamız mümkün olmayacaktır.
Başta namaz olarak günlük ibadetlerimizin bizleri şeytanların tasallutundan kurtarabilmesi için, olabildiğince kalben dünyayı terk etmemiz gerekmektedir. Her namazın bizlere Allah’ın emir ve yasaklarını hatırlatması ve rızâ-i İlâhiyeye nasıl vasıl olacağımızı düşündürmesi gerekir. Huzur-u İlâhîye çıkmakla kafamızdaki bütün şeytânî fikirleri bırakmamız ve bizleri zalimlere yaklaştıracak hâletlerden kendimizi kurtarmak için mânevî enerjimizi almamız gerekmektedir.
Nefsimize hiçbir sûrette güvenmememiz ve her an kendi hareket ve düşüncelerimizin Allah’ın rızasına uygun olup olmadığını muâheze etmemiz elzemdir. Fikr-i sâbit hastalığından kurtulmamız ve bizlerin de yanlış yapabileceğimizi kabul etmemiz gerekir. Aksi takdirde yanlışlarımızda ısrar edecek ve nefsimizin bizlere yanlışı doğru göstermesi neticesinde imtihanı kaybetme tehlikesine maruz kalacağız. Düşüncelerimiz İslâm’ın fikir ruhuna aykırı olursa, yaptığımız ibadetlerden zevk almamız, dahası ibadetlerimizi mânâsına uygun bir şekilde yapmamız mümkün olmayacaktır.
Yanlış düşünce ve hareketlerden kurtulmamız için elimizin altındaki Kur’ân tefsirlerinden ve Peygamberimizin (asm) hadis-i şeriflerinden istifade etmemiz gerekir. Ayrıca içinde bulunduğumuz câmianın fertlerinin davranış ve fikirlerinden de faydalanabiliriz. Eğer bazı konularda dâvâ arkadaşlarımıza ters düşüyorsak, öncelikle kendimizi kontrol etmemiz ve gururumuzun bizleri yanlışlıkta ısrara götürmesine meydan vermememiz kaçınılmaz olmalıdır. Hâsılı, Rabbimizin bizleri istikametten ayırmaması için bol bol duâ edelim...
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Yaprak dökümü |
|
Demokrasi bir yönetim şekli olmaktan öte bir hayat tarzı olarak ele alınmadıkça günlük hayata yansıması çok zorlaşıyor. Bu hayat tarzına toplumun her kesimi gibi dindar insanların da ihtiyacı var. Demokratik yaklaşımın ferdi planda hayata taşıdığı en önemli farklılık, karşı tarafa hata yapma hakkı tanımak olmalı. Aynen Âlemlerin Rabbi’nin her birimize tanıdığı gibi. Ancak insanda yansıması gereken bu özellik yerine çoğunlukla tahammülsüzlük ve her hatada kesip atmak gibi yaklaşımlar ön plana çıkıyor.
Bu hal özellikle dindar ailelerin kendi evlâtlarına karşı tavrı olarak öne çıkıyor ve çocuklarının yanlışa sapmasını istemezken iyice yanlışa sürüklüyorlar. Dindar aile sendromu diyebileceğimiz sayıda çok ailede gözlenen bir problem, ailelerin dini hassasiyetinden dolayı dinde sapmaları olan çocuklarını dışlamaları ya da aşırı sert uyarıları sebebiyle çocuklarını daha fazla yanlışa sürüklemeleri. Garip bir şekilde evlâtlarının içinde bulunmasını istemedikleri olumsuz hale kendi elleri ile sürüklemeleri. Sosyal hayatta karşılaştığımız ateist ve dine karşı düşmanca ya da küskünlük tavrı içinde olan pek çok insanın dindar bir aileden gelen ve dindar babalarına düşmanlıktan dolayı bu ruh haline girmiş fertler olması dikkat edilmesi gereken bir durum.
Hataya düşen evlâdının koluna girip doğruya yöneltmek ve diyaloglarını arttırarak istikameti bulmasına yardım etmek yerine evlâtlıktan reddeden baba, nefsî hareket etmiş ve yavrusunu elleri ile yanlışa sürüklemiş oluyor. Çözüme yönelik olmayan ve sadece nefsi rahatlatan yaklaşımlar kendi öz evladı ile çatışmalar ve sevgisiz bir toplum şeklinde Rabb-i Rahim tarafından cezalandırılıyor. Toplumdaki pek çok çatışmanın temelinde anlamamak dinlememek ve yanlışa karşı tahammülsüzlük ve yanlışı ortadan kaldırıcı soğukkanlı tepkiler yerine hissi ve fevri tepkilerden kaynaklanıyor.
Genellikle doğru olmak ya da yanlış olmak zemininde yürütülen iletişim, paylaşımları çok azaltıyor. Çoğu zaman aileden başlayıp siyasî eğilimlere kadar uzanan bir alanda bütün hadise haklı olmak ya da olmamak ekseninde gelişiyor. Oysa bu dünya ve sahip olduğumuz özellikler haklılık noktasında hep problemli olacak bir tarzda yaratılmıştır. Bu da imtihan için zemin oluşturan faktörlerden biri olmalıdır. Vahye dayanan bilgiler dışında, bilimin verileri de dahil olmak üzere hiçbir bilginin mutlak doğruluğundan bahsetmek mümkün değildir. O halde kulun vazifesi doğru olmak ya da haklı olmak değil samimiyetle hakkın ve doğrunun arayışı içinde olmaktır. Bu arayış esnasında samimiyetini tamamlayacak duygu muhabbet ve kucaklayıcı bir yaklaşım içinde doğru olduğuna inandıklarını anlatmak ve kabul ettirmek yerine paylaşmak ve geri kalanını Kalpleri Çeviren Âlemlerin Rabbi’ne bırakmak olmalıdır.
Her zaman hayatımızın merkezinde yer alması gereken muhabbet zaman zaman vehimler ve olmadık varsayımlarla zarar görmektedir. Hayat olabildiğince olumluluklar üzerine bina edilmelidir. Fert kabul etmediği şeyi, tarafsızlık adına ve ön yargısız olmak için, kabul ediyor gibi düşünse veya kendi doğrularını bir tarafa bırakıp olaya karşı fikir noktasından baksa bu zamanla iç âleminde ve şuur altında karşı taraf tezin kabul edildiği, ona taraftar olunan bir hale dönüşebilecektir. Aslında ideal bir kulluk hayatında tarafsızlık değil hakka taraftarlık esas olmalıdır. Hakkın ölçüleri içinde doğru kabul edip taraftar olduğu inançları yalnızca tarafsız ve objektif olmak adına bir tarafa bıraktığında elde doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edecek hiçbir ölçü kalmayacaktır. Üstelik böyle durumlarda genel olarak öne konan teklif kendi inandıklarını bir kenara bırakarak bir de bu şekilde inanıyormuş gibi düşünmek şeklinde olduğundan zamanla tarafında olunan olumsuz düşünceler bir inanca dönüşme riskini hep taşımaktadır. Sadece tarafsız olmak adına düşmanının ya da şeytanın sinsice kalbine attığı mânâların savunuculuğunu yapmak, onların doğru olup kendi inandıklarının yanlış olduğu tezinden hareketle olayları değerlendirmek zaman içinde ferdin doğruluk algılarını değiştirme ve iç âleminde karşı tarafın doğrularının yerleşmesi gibi bir sonuç doğurabilir.
Her insanın hayata bakışı geçmiş ömrünün âleminde oluşturduğu doğrular çerçevesinde şekillenmektedir. Bu doğrular iç dünyanın ve dış dünyanın karşılıklı olarak etkileşmesinden, vahyin ve âlemde işleyen fıtrî kuralların ahenkle uyumundan sonra ortaya çıkması gereken kabullerdir. Fert, ön planda anne ve babanın çocuğu olmakla birlikte, önemli ölçüde de zamanın çocuğudur. Kabuller, tasdikler, inançlar çoğunlukla uzun zamana yayılmış her seferinde aklın süzgecinden geçmiş ve ferdin ve toplumun genel yapısının oluşturduğu kabullerle de şekillenmiş yapının ürünüdürler. Bu sebeple bir kenara çabukça bırakılabilmeleri ve karşı fikrin ortaya koydukları esas alınarak bir düşünce şekli oluşturmak pek de mümkün değildir. Doğruyu ve yanlışı ayırt edebilmek için bunları tartabilecek bir doğrular ve yanlışlar manzumesi şeklinde kabullerin ve tasdiklerin oluşturduğu alt yapı bulunmalıdır. Aksi takdirde, herhangi bir hükmün akılda tartılıp tasdik edilebilir olduğu anlaşıldıktan sonra kalbde tasdike dönüştürülebilmesi için elde hiç bir kriter bulunmazdı.
Bu durumda kişinin neyi esas alarak doğru ya da yanlış hükmünü vereceği konusu havada kalırdı. Burada önemli bir unsur da vicdanın sesi ve zaman zaman sezgilerin yönlendirmesi olmalıdır. Vicdan gerçekten güvenilir bir hakem ve onunla irtibatlı şekilde kulak verilen sezgiler çoğu zaman çıkış yolu sunmak açısından çok etkilidirler. Belki de yapılması gereken asıl şey, kendi doğrularını ve uzun zaman içinde yerleşmiş inançlarını bir tarafa bırakmak değil ancak kabullerini ve inançlarını önüne çıkan yeni durumlara ve farklı bilgilere göre sorgulamaya açık olmaktır. Bu kendi doğrularını tamamen terk edip karşı taraf gibi düşünerek yapılamaz. Böyle yapıldığında karşı tarafın sunduklarını vuracak bir mihenk elde kalmaz.
Muhabbet fedailiği önce ailede ve en yakınımızdan başlamalıdır. Zaman zaman yakınlıktan dolayı en uç noktada olanlara gösterdiğimiz toleransı kendi yakınlarımızdan esirgiyoruz. Sosyal psikoloji aşısından değerlendirildiğinde aile içi çatışmalar ve yaprak dökümleri, büyüklerin yanlışa düşen evlâtlarına daha yakınlaşmak yerine onları evden kovmalarından ve şeytanın kucağına atmalarından kaynaklanıyor.
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
O'nu bulunca |
|
Hikem-i Ataiye, hikmetli sözlerinden birinde, “Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? O'nu kaybeden neyi kazanır?” der. Bediüzzaman da buna, “O'nu bulan her şeyi bulur. O'nu bulmayan hiçbir şey bulmaz. Bulsa da başına belâ bulur” şeklinde bir açıklama getirir.1
Her şeyin sahibi Allah olduğuna göre insan O'nu bulduğunda, yani O'na bütün gönlüyle inandığında her şey emrine âmâde ve onun olur, ihtiyaçlarına cevap bulur. O'nu bulamadığında—O'nun olmayan hiçbir şey olmadığı için—hiçbirşeyi bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur.
Yirminci Mektub’da ise şöyle der Bediüzzaman: “Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temellûk edip [köleleşip] boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir, her şeyin anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir, her şey O'nun emriyle halledilir. O'nu bulsan her matlubunu buldun, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”2
Kul, namazında “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” derken demek ister ki: “Hàlık ve Rezzak, O'ndan başka yoktur. Zarar ve menfaat, O'nun elindedir. O hem Hakim’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahim’dir, ihsanı, merhameti çoktur.”3
Zerreden kürelere kadar küçük-büyük her şeyin sahibinin O olduğunu, Onun emrinde ve izniyle hareket ettiğini, O isteyince olmazların olduğunu, istemeyince hiçbir şeyin olmayacağını, verdiğini kimsenin alamayacağını, vermediğini de kimsenin veremeyeceğini bilen, inanan insan Allah’a tevekkül edip, O'na güvenip dayanmadan başka hangi yolları arar? O'nun yolundan başka bütün yollar, O'nun kapısından başka bütün kapılar kapalıdır.
Bunu bilen insan aklında, fikrinde, kalbinde, işinde aslâ O'nu unutmaz. Allah Resûlünün (a.s.m.) duâlarından birisi de şuydu: “Allah’ım, Senin verdiğini engelleyebilecek, Senin vermediğini de verebilecek hiçbir kimse yoktur.”4
Birgün de ümmetine, her günün sabahı, her gecenin akşamında okunduğunda hiçbir şeyin zarar veremeyeceği şu meâldeki duâyı öğretmişti: “İsmiyle birlikte hareket ettikçe yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın adıyla (sabaha erdim, akşama ulaştım.) O her şeyi işiten ve bilendir.””5
Demek bütün mesele O'nu bulmak, O'na dayanmak.
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 30. 2- A.g.e., s. 219. 3- Sözler, s. 25. 4- Buharî, Ezan: 155. 5- İbni Mace, Duâ: 14.
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İstişare, hürriyet, terakki ve Hacc |
|
Hacı adaylarını mukaddes topraklara yolcu etmeye başladığımız bugünlerde, meşveret ile Hac arasındaki irtibatı ele almakta fayda mülâhaza ettik. Peygamberimiz (asm) bir hadisinde, “İstihare eden kaybetmez, istişare eden pişman olmaz!” buyurur. Bu, aynı zamanda istişare ile alınan kararın yanlış olması durumunda da pişmanlık duyulmayacağını kastetmiş olmalı. İstişare, çok muhteşem psiko-sosyal sonuçlar doğurur.
“Âlem-i İslâmın mukadderatını meşveret eden ruhanî meclislerin”1 bulunduğunu ifade eden Bediüzzaman, Müslümanların I. Dünya Savaşı’nda kaybedip perişan olmasına ilginç bir yaklaşım sergileyerek; üç mühim İslâm esası, “Salat, savm, zekâtı terk etmesi” olarak görür. Namazı terk ettik; 5 yıl savaş boyunca cepheden cepheye koşarak namaz kıldık. Kıtlık ve açlıkla, yıllarıyla oruç tuttuk. Mallarımız telef olarak birikmiş zekâtları verdik… Çünkü, amelin karşılığı kendi türünden birşeyle verilir.2
Müslümanların perişan olmalarının sebebinin, Kur’ân’ın, İslâmın ahlâkından uzaklaşmaları olduğunu tarihi şahit gösterir: Müslümanlar İslâmiyete sarıldıklarında yükseldiler, medenileştiler; uzaklaştıklarında vahşete, belâ ve musîbetlere hedef olup perişan olmuşlar olduklar...
Bu perspektiflerden baktığımızda; ilimde, fikirde, hukukta ve teknolojide ilerleyemememizin sebebinin İslâmın emri olan “istişare”yi de terk veya lâyıkıyla yapmamamız olduğunu söyleyebiliriz. Bu biraz mübalâğalı gibi görünebilir. Aslında, istişare, demokrasiyle milletle meşveret edilir, “Ne için, ne istersin?’ denilir. Hepsi bu kadar. Bunun dışında meşveretin kazanımları nedir ki, yükselmeye vasıta olsun?
Meselenin psiko-sosyal boyutlarına inilince, “meşveret/demokrasi, fikirlere saygı” sadece bu kadar değil. Meşveret, her türlü fikir ve düşünce hürriyetine zemin açar. Zîra meşrûtiyet hükümete/idareye, yönetime düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti her yönde uyandırır. Her nev'ide, her taifede onun san'atına ait bir nev'i meşrûtiyeti doğurur. Yani, ilim adamları, öğrenciler, üniversitelerde tam demokrasi, fikir hürriyeti uyanır.
Böylece herkeste yeni fikirler, düşünceler, ufuklar açılır. İşte bu yenilik ve kaynaşmayı meşveretin parıltıları sağlıyor.3 Meşveretle adeta balon hükmüne geçecek ve diğer medenî milletlerle aynı seviyeye, omuz omuza geleceğiz. Zira, meşveret, meşrûtiyetin/ hürriyetin/ demokrasinin yakıtıdır. Dayandığı nokta kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.
Demokrasi/ meşrûtiyet, milletin hakim olmasıdır. Bütün milletlerin mutluluk sebebidir. Bütün şevkleri ve ulvî duyguları uyandırır. Uykuya son verir. İnsanlığı güdülmekten hayvanlıktan kurtarır; tam insan yapar.4 İstişarenin hak ve hürriyetlere bakan bir cephesinin bulunduğuna işaret eden Bediüzzaman; dehşetli diktatörlüğe karşı meşrûta-i meşrûayı bir kurtuluş vasıtası olarak görür. Hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musîbeti def’ eder diye düşünüp, öylece çalışmış.5
İnsanlığın, asırlar boyunca, “telâhuk-u efkâr”/ fikir yardımlaşmasıyla ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün insanlığın yükselmesi ve fenleri doğurmasına vesile oldu. Asya’nın geri kalmasının sebebinin meşvereti terk ile hakiki şurayı yapmamasıdır.6
Öte yandan meşveret, fikir, ilim, güzel hal ve hareketler alışverişidir. Meşveret küçük çapta bir hac; hac, dünya çapında bir kongre ve meşverettir. Zira, Kâ’be’de buluşan her tabaka, her sınıf, biribiriyle meşveret eder. Dünyanın muhtelif yerlerinden gelen Müslümanlar, kendi düşüncelerini, kültürlerini, güzel hallerini biribirine aktarır.
Haccın tek bir gâye ve hedefi vardır. O da Allah’ın rızasını kazanmak! Ama, hac ibâdetinin içerisine de, rızası başta olmak üzere binlerce hikmet ve faydayı yerleştirmiştir. Pek çok maddî manevî hikmetinin yanında hac, insana yeni yeni ufuk ve fikir kapıları açar. İnsanları etkileyen fikir sahiplerinin menşei incelendiğinde, pek çoğunun meşakkatle yoğruldukları görülür. Hastane, hapishane, yolculuk, yâni uzun seyahatler, yeni ve orijinal düşüncelerin mekânlarıdır. Hac aynı zamanda kültür alış-verişidir. Hac, gücü, kuvveti yerinde, zengin olanlara farzdır. Bu insanlar çok uzak memleketlerinden hareketle pek çok belde, bölge, iklim, coğrafya, insan ve kültürlerle karşılaşır. Birçok şey alırken, bir şeyler de verirler. Güzel âdetleri, örfleri, gelenekleri, yeni icât ve keşifleri, değişik hal ve hareketleri görürler; pek çok güzellikleri tesbit ederler. Memleketlerine döndüklerinde onları hem anlatırlar, hem de tatbiki mümkün olanlarını uygularlar.
Dipnotlar: 1- Kastamonu Lahikası, s. 19.; 2- Tarihçe-i Hayat, s. 120.; 3- Beyanat ve Tenvirler, s. 35.; 4-Beyanat ve Tenvirler, s. 47.; 5- Kastamonu Lahikası, s. 50.; 6- Tarihçe-i Hayat, s. 88.
05.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Siyasîlerin Bediüzzaman'la alâkadarlığı |
|
Kendisi aktif siyasetle uğraşmayan, siyasetin başına geçmeyi düşünmeyen, talebelerini de bir siyasî parti kurmaktan ve siyaset yoluyla başa geçme çabasından men'eden Bediüzzaman Said Nursî'nin, yine de siyasetle uğraşan birçok dostu, seveni olmuştur.
Bir önceki yazıda, bu dostların Meşrûtiyet döneminde yaşamış bazı simâlarından söz ettik. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Fırtınalı dönem
Dost kervânına dahil olan siyasilerin sayısı fazla değildir.
Gariptir ki, bu cenahtan samimane dost olanlardan öncü kısmının siyasî hayat ve icraatleri de hep kısa olmuştur.
Meselâ, 1908'de hürriyet kahramanı ilân edilen Resneli Niyazi Bey, komitacıların iğfaliyle korumasına vurdurularak katledilmiş, bir diğer İttihatçı lider olan Enver Paşa ise, Buhara taraflarında vücuduna isabet eden Rus mermileriyle şehit düşmüştür.
Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad gibi aydın ve bilgin şahsiyetler ise, şiddetli baskı ve tehditler altında tutularak, onların siyaset yapmalarına imkân, fırsat verilmemiş.
Bütün bu zorluklara ve aksiliklere rağmen, yine de Meşrûtiyet hükümeti tarafından Van'da tesisi teklif edilen Medresetüzzehra'ya sahip çıkılmış, eser için ödenek ayrılmış ve inşaatı başlatılabilmiştir. (İnşaat hizmeti, 1914'te patlak veren Dünya Harbi sebebiyle akamete uğradı.)
Kezâ, yine bu dönemde Divân–ı Harb–i Örfî, Münâzarât, Hutbe–i Şâmiye, Sünûhat gibi hakikî hürriyet ve meşrûtiyeti anlatan müstesnâ eserlerin basım ve dağıtımı yapılabilmiştir. (Not: Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin ilk baskısı için, hükümet tarafından yasak ve toplatma kararı çıkartıldı. Eser, daha sonra beraat etti ve aynı dönemde ikinci kez basıldı.)
Mutlak istibdat
Tıpkı Meşrûtiyet döneminde olduğu gibi, yeni Meclis ve yeni Cumhuriyet döneminde benzer durumlar yaşanmış. Meselâ, Ali Şükrü, Hüseyin Avni, Refet Bele ve Kâzım Karabekir gibi tanınmış vatanperver şahsiyetlerin, aktif siyasetle uğraşmalarına fırsat tanınmamış, hatta kimisinin canına okunmuş ve kimisinin de siyasetle arasında set çekilmiştir.
Buna rağmen, yine bu gibi dost zâtların takdir ve alâkadarlığı sâyesinde, Üstad Bediüzzaman'ın Hubâb, Beyannâme ve Tabiat Risâlesi (Arabî) gibi eserleri Ankara matbaalarında tab ve neşredilebilmiştir.
1923'ten sonra, araya uzun süren bir kesinti devresi girdi.
Üstad Bediüzzaman ile mebusların, bakanların ve diğer siyasilerin müsbet mânâdaki irtibatı kesildi.
Hele hele, 1925 sürgününden sonra, hemen bütün siyasiler, Said Nursî'ye ve onun temsil ettiği imân–Kur'ân dâvâsına adeta düşman kesildiler. İcraatleriyle de bunu ispat ettiler.
Yani, din nâmına gördükleri hemen her şeyi yasaklayarak, yahut bozup saptırarak, esasen insanlık tarihinde görülmedik bir tatbikatta bulundular.
27 yıl süren bu tatbikat tarzını, Said Nursî "mutlak istibdat" şeklinde târif ve tavsif ediyor.
Artık şeytanın emrine giren o dönemin siyasetinden Allah'a sığınarak uzaklaşan Üstad Bediüzzaman, gizli ve münafıkane bir tarzda tezgâhlanan imansızlık cereyanına set çekecek ve tahkiki imanı kalp, ruh ve dimağına yerleştirecek eserler yazmaya koyuldu.
Ona "Sen siyaset cereyanında mısın?" diye kuşkulu yaklaşanlara, o "Efendiler, ben imânın cereyanındayım" diye karşılık vererek, seviyesiz siyasetle arasına koyduğu mesafeyi tarif etti.
Onun siyasilerle kopukluğu, irtibatsızlığı, hatta zıddıyeti, tâ 1950 senesine kadar devam etti.
Yeni bir pencere açıldı
1950 senesine gelindiğinde, ciddî mânâda meşrûtî/demokratik bir pencerenin açıldığını düşünen ve artık siyasetle belirli ölçüler dahilinde alâkadar olmanın gerektiğine kanaat getiren Üstad Bediüzzaman'ın, bazı siyasetçilerle samimî dostluk münasebetleri kurduğunu da görmekteyiz.
Kendi ifadeleriyle, Adnan Menderes, Tevfik İleri ve Namık Gedik gibi üst seviyeden hükümet erkânlarını vatan, millet ve din hizmetinde samimî birer dost mesabesinde görmektedir.
Aynı şekilde, Gazi Yiğitbaşı, Tahsin Tola, Gıyaseddin Emre gibi Risâle–i Nur'a hizmet eden mebuslarla da daimî irtibat halindedir.
Bütün bu dostane münasebetler neticesinde, bilhassa 1957'den itibaren bütün Nur Külliyatının ilk kez olmak üzere matbaalarda basılıp neşredildiğini görmekteyiz.
Hakkını teslim etmek lâzımdır ki, bu makbul ve muazzam hizmetin ifasında, bizzat Başbakan Menderes'in maddî ve mânevî büyük destekleri olmuştur.
Bununla beraber, halen hayatta olan muhterem Gıyaseddin Emre de şahittir ki, Adnan Menderes, muhalefet lideri İsmet Paşanın hakaret ve sataşmaları karşısında susmamış ve Meclis kürsüsünden Said Nursî'yi açıkça müdafaa ederek samimî dostluğunu dünya âleme deklare etmiştir.
İşte bizim, dün olduğu gibi bugün de dost mesabesindeki siyasîlerden beklediğimiz merdane tavır budur.
Yani, korkmasınlar, çekinmesinler ve yeri, zamanı, makamı geldiğinde, Said Nursî'nin vatan ve millet hayrına ortaya koymuş olduğu içtimâî reçeteleri yüksek sesle dillendirsinler.
Evet, yapacakları, söyleyecekleri birşeyler varsa, bunu şimdi ortaya koysunlar. Zira, gidişata bakılırsa geç bile kaldılar.
Ama, işin bir de nasip meselesi yönü var. Nasipleri yoksa, yapacakları herhangi birşey de yok.
Not: Konu bitmedi, bir sonraki yazıda görüşmek üzere...
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
*“Tıp Fakültesi öğrencisiyim. Bu gün Cuma namazı vaktinde dersimiz vardı, namaza gitmeyi daha önemli görerek derse geç girdim. Sonradan aklıma takıldı, okulda öğrenmemiz gerektiği halde öğrenemediğimiz, evde de hepsini tamamlayamadığımız, dolayısıyla eksik kalan meslekî bilgimizle hastamıza yanlış ya da eksik muamele yaparsak, ölüm/ sakatlık vb. bir sonuçta mesuliyet kimin olacaktır? Ders var diye Cumayı terk edip günün öğle namazını kılmak olur mu?”
Cuma namazının sıhhat şartlarından birisi hür olmaktır. Hür olan birisinin Cuma namazına gitmemesi helâl değildir.
Öğrenci de olsak, memur da olsak, din üzerimizde yük değil, onur duyduğumuz zenginliktir. Öğrencisine ibadet hakkı vermeyen bir programa tabi bir öğrencinin yapacağı şey, ibadetini ibadet vaktinin içinde kalmak şartıyla, fırsat bulduğu saatlere kaydırması, dersini ve programını aksatmamasıdır. Din buna imkân veriyor. Din-i mübinin sınırları buna dar ve elverişsiz değildir. Cuma namazına gidemediği zamanlarda o günün öğle namazını kılar. Cuma saatinde dersi varsa ve dersini sonradan telâfi imkânı yoksa o gün Cuma’ya gitmez, öğle namazı kılar. Bunu devamsızlık ve telâfi durumuna göre kendisi ayarlayabilir.
Eğer telafi edemeyeceği bir program varken, öğrenci bu programı terk edip Cuma’ya gitmişse, bilgi eksikliği sebebiyle ölüme veya sakatlanmaya sebep olduğunda mesuliyet elbette kendisinin olacaktır. Yani kişi sorumluluğu ile ibadetini dengeli götürebilmelidir.
***
*İsimsiz: “Gece oruca niyet eden birisi gündüz rahatsızlansa ne yapmalıdır? Orucunu bozarsa kefaret gerekir mi?”
Rahatsızlığı sebebiyle oruç bozan birisi daha sonra gününe gün kaza eder. Buna kefaret gerekmez.
***
İskenderun’dan bayan okuyucumuz:
*“Fatiha, Nas, Felak surelerini okuduğumuzda ya da zikir çektiğimizde esnediğimiz oluyor. Bunun hikmeti nedir?”
Fatiha, Nas ve Felâk Sûreleri okunduğunda esnemenin, bu surelere özel bir mânâsı ve hikmeti yoktur. Genel mânâda esnemeye sebep olan şey uykusuzluk olabilir.
***
Bursa’dan Elif Yükselten:
*“Ramazan gecelerinde ezan geç okunduğu zamanlarda, ezandan önce teravih namazını kılmışsak, iade etmemiz gerekir mi?”
Esas olan vaktin girmesidir. Teravih namazı yatsı vakti içinde kılınmışsa sahihtir. İade etmek gerekmez. Allah kabul etsin. Âmin.
***
*“Orucun bire bir kaza gerektiren durumlar birden fazla olursa yine kaza mı gerekir?”
Oruç bir kere bozulur. Kaza gerektiren durum olduğunda oruç bozulur. Ardından oruç bozucu bir başka durum daha meydana gelse, artık oruç bozuldu denmez. Çünkü zaten bozulacak oruç kalmamıştır.
***
Bayan okuyucumuz:
*“Cevşendeki duâlardan Münacatül Kur’ân’ı okuyoruz. Secde âyeti de var. Secde yapmamız gerekir mi?”
Tutan Çetiner:
*“Televizyonda, radyoda Kur’ân okunuyor. Secde ayeti okunduğunda secde ayeti olduğu hatırlatılmıyor. Bu durumda dinleyicinin secde yapması vacip olur mu?”
Secde ayetini işiten veya okuyan herkesin, okuduğu veya işittiği âyetin secde âyeti olduğunu bilmesi halinde secde yapması vaciptir. Bilmiyorsa öğrenmesi gerekir. Televizyon veya radyo üzerinden Kur’ân okuyanlar veya Kur’ân okunduğu sırada programcılar, okunan ayetin secde âyeti olduğunu bildirirlerse Müslümanın ibadetine yardımcı olmuş olurlar.
***
Amasya’dan bayan okuyucumuz:
*“Hamileler saçını kesebilirler mi?”
Kesebilirler.
***
Ayben Teber:
*“Son günlerde o kadar kötü şeyler yaşıyorum ki anlatamam; bir sürü olumsuz olay üst üste geliyor, ama ben bunda da bir hayır vardır diyorum fakat dayanılacak gibi değil. Bu yaşadıklarım Rabbimin sabrımı sınaması mı acaba, bu günleri nasıl atlatabilirim?”
Sabırla, Allah’a dayanarak ve tevekkül ederek aşabilirsiniz. Bu yaşadıklarınız sebebiyle vicdan muhasebesi yaparak, varsa kusurunuzu gözden geçirerek aşabilirsiniz.
Ama bir şeye dikkat edelim: İbadetlerimizi her hangi bir dünyevî beklenti için değil; sırf Allah rızası için yapalım. 100 rekâtlik namazın Allah rızasından başka bir gayesi olamaz, olmamalı. Dünyevî beklentiler ibadetlerimizi kökten hükümsüz kılarlar.
***
Dursun Şimşek:
*“Şu işim olursa kurban keserim diyen biri dileği olunca, adağını kesiyor; kendi evine götürmüyor, fakat alt katta oturan oğluna pay veriyor. Bu olur mu? Kitaplar ana, baba, kardeş, evlât ve yakın akrabaya verilmez diyor. Ben bu işin dindeki durumunu soracaktım.”
Adak kurbanı asl’a (anne baba ve nine dede ötesine) ve nesl’e (evlât ve aşağısına) verilmez. Eğer verilmişse, fakire parası verilir. Fakat kardeşe, kardeş çocuklarına ve ast veya üst olmayan (amca, dayı, teyze, hala ve çocuklarına) yakın akrabalara verilir.
Allah kabul etsin. Âmin.
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Şefkat, ırkçılığı çözer |
|
Kamuoyunda gerdirilmeye çalışılan ve provokasyon kokan, bazen de manüpüle edilen terör meselesi, Güneydoğu gündemi ile karıştırılmaktadır. ABD ve Irak ile yoğun diplomasinin yaşandığı, iç tedirginliğin arttığı ve sıcak gelişmelerin gözlendiği bir dönemdeyiz.
Terör örgütü PKK, Güneydoğuda istediği tabanı bulamayınca terörün dozunu aniden arttırdı. Mevcut altyapısının giderek çöktüğü, DTP’nin ise iki arada bir derede örgütün “askeri kanadı”na göre konuşmasını ayarlamaya çalıştığı bir vakıa. Buna mukabil halkın tasvip etmediği bir siyasî, ırkçı hareket olmaları sebebiyle, bölgede ciddî tepki toplamaya başladıkları da bilinmektedir.
Tam bu aşamada, ortamı tahrik edici ve şiddeti arttırıcı bir kızgınlıkla karşı karşıyayız. Bunu sükûnete erdirmek gerekiyor. Terörü kendi usûlünce durdurmanın yolu, toplumu terörize etmemektir. Aksi halde ayrılıkçı unsurların ekmeğine yağ sürülmüş olur.
Bölgenin sosyo ekonomik parametreleri iç açıcı değil. Sefalet ve cehalet diz boyu. Sevgisizlik ve şiddet kültürü ise sürekli aşılanıyor. Buna karşılık, devletin şefkat eli ve sevgi dili yansımadığı zaman, bölge insanı açısından içinden çıkılmayacak şekilde iki yönlü sıkışma yaşanmaktadır.
“Kürt meselesi” ile kastedilen konu, etnik temelli bir görüş açısı ile bölücü sonuçlara götürecek söylemleri ve tavırları kapsıyorsa ve tanımlıyorsa, ırkçıdır ve tahrip edicidir. Tasvip edilecek bir yönü yoktur. Bunu tırmandırmamanın ve yeni insanları buraya açık veya aleni dahil etmemenin birinci yolu, mukabil ırkçılığı frenlemektir. Yani Türkçülük kokan ve tahrik eden söylemlerden ve kastı aşan beyanlardan uzak durmaktır.
“Asabiyet-i milliye” olarak tanımlanan bu ırkçılık salgını, maalesef bir çok insanın zaif damarıdır ve her an etkilenmeye ve tahrike müsait bir fitne kazanı gibi insanlarda mevcut bir potansiyeldir. Özellikle herkesin zarar gördüğü ve terör belâsının can aldığı zamanla ile ilişkili olunca, gerçekten asab/sinir bozucu ve bazen vitesten atan bir kontrolsüzlüğün parçası olabilmektedir.
Bediüzzaman, Cumhuriyet öncesi Kürt bir talebesinin, dini eğitim alırken Türk kardeşlerini çok sevdiğini, daha sonra kendisinden ayrılıp frengi tabir ettiği modern eğitimleri alınca ve damarına dokunan bir aksülamelle, Kürt hassasiyetinin arttığını ve Türk kardeşine husûmet duyar hale geldiğini müşahede eder. Onu ikaz eder. Dini irşadını yapar ve onu o zihni bulanıklıktan ve insanî, imanî olmayan halden kurtarır.
Bu anekdottan anlıyoruz ki, ülke birliğinde, İslâm kardeşliğinin ırkların birbirini tanımasına ve yardımlaşmasına vesile olduğunu söyleyebiliriz. Bunu ortaya koyacak makul ve müşfik tavrın, zamanla bir çok buzu eriteceğini ve ırkçı Kürt hareketlerini ve zımni destekçilerini etkisizleştireceğini ifade edebiliriz.
Bunun temininde, Bediüzzaman’ın “Ey Türk Kardeş!” dediği yerde tatlı bir ikazda bulunur: “Bilhassa sen dikkat et.” Dikkat, hata yapmama uyarısıdır. Çünkü kaşımaya müsait bir yapı var, cehaletten ve sair zafiyetlerden istifade etmeyi bekleyen “ejderhalar” var. Bugün dış politikamızı saran aktörlerin çoğuna baktığımızda, bu baskıların nasıl yapıldığını ve fitne tohumlarının nasıl ekildiğini görürüz.
Bu safhada fikri düzeydeki tartışmalardan, velev ki yanlış ve kasıtlı da olsa kaçınmamak gerekir. Bir meseleyi çözmenin yolu, önce muhatabını dikkate alma, yok saymama ve sabırla birbirine fikri diyalog ve müzakere kapılarını açarak değer vermekten geçer. Bunun da ön şartı önce zarar vermemektir.
Türkiye’nin en çok buna ihtiyacı var. Ayırıcı, nifak tohumlarına sebebiyet veren münaferet uyandıran sıkıntılı konuşmalardan uzak durmak elzemdir. Yüzyıllara baliğ, küllenmiş konularda ayaküstü ve aslını bilmeden afaki yorumlarla ahkâm kesmenin kolaycılığı ile bir netice hasıl olmaz.
Bir başkası adına, muhatabını anlamadan ve empati yapmadan yaftalama kolaycılığı dışlama ya da baskı ile kendine benzeterek, ötekileştirerek makul bir sonuca gitmek mümkün değildir. Bu şekilde topluma fayda sağlanamadığını geçen zaman ispatlamıştır.
Bu krizin ve zihnî şartlanmışlığın tedavi metodu şefkattir. İlaâcı ise muhabbettir/sevgidir. Malî, zihnî ve kalbî sermayesini sevgiye feda edecek kahramanlar bu işi çözer. Yani “Muhabbet fedaileri.”
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Toplantının ardından |
|
2007 sonbahar dönemi temsilciler toplantısı, geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’daki hizmet binamızda gerçekleşti.
Mutad olduğu üzere, öncelikle, geçen toplantıdan bu yana hizmetlerimizde meydana gelen gelişmelerin anlatıldığı raporlar takdim edildi.
Ardından, müzakere ağırlıklı olarak cereyan eden toplantıda, yıllardır kademeli ve tedricî bir şekilde geliştirilerek tatbikata konulan sistemle alâkalı olarak, uygulamada ortaya çıkan bazı ihtiyaç, problem ve boşluklar etraflı bir şekilde değerlendirildi ve çözüm tedbirleri üzerinde duruldu.
Zaman içinde ortaya çıkan ihtiyaçların yanı sıra, tadil ve tashih gerektiren hususlarla ilgili tesbit ve teklifler dile getirilerek, tekliflerin bir kısmı hemen uygulamaya konulmak üzere kabul edildi; bir kısmı özel çalışmalarla olgunlaştırılıp, maksadı temin edecek, ihtiyaçlara cevap verecek, aksama ve boşlukları ortadan kaldıracak şekilde neticelendirilmesi için not alındı.
Toplantıda, Güneydoğu, AB, demokratikleşme, ittihad-ı İslâm, siyaset ve toplum başlıkları altında, Türkiye’de ve bölgemizde meydana gelen son gelişmeler de kısaca değerlendirilerek fikir teatisinde bulunuldu.
Kararlar önümüzdeki günlerde temsilcilerimize ulaştırılacak.
Toplantının hizmetlerimiz için hayırlara vesile olmasını niyaz ediyor; iştirak edip değerli fikirleriyle ve oylarıyla müzakerelere ve kararlara katkıda bulunan bütün temsilcilerimize teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Allah yardımcımız olsun.
***
Okurlarımızdan Asım Parlak yazıyor:
Din adına, asrımızın söz sahibi Bediüzzaman Hazretlerinin fikirlerinin tamamına, yani hem imanî, hem içtimaî, hem de siyasî görüşüne sahip çıkıp ona ayine olmaya çalışan ve benim de 25 yıldır okuyucusu olmaya çalıştığım Yeni Asya gazetesinin çalışanlarını, ülkemizin üstüne çöken veya çökertilmeye çalışılan kara bulutların dağıtılması bakımından, gerçek gündemden sapmayarak asıl kanayan yaraya parmak basmanızdan dolayı kutluyorum.
Üstadımızın “Az da olsalar gerçekte onlar bir ordu kuvvetindedirler” hükmünün nasıl gerçekleştiğini yakînen müşahede ediyoruz.
Bu satırları yazmamın sebebi 26 Ekim 2007 günü atmış olduğunuz “Bediüzzaman’a kulak verelim, çare İslâm kardeşliği” manşetidir.
Evet, gerçekten Bediüzzaman’a zamanında kulak verilseydi Türkiye’miz acaba bu durumlara düşer miydi?
Bizce düşmezdi, çünkü o Kur’ân’ın ve Resulün son temsilcisidir, ama ne yazık ki ona kulak verilmediğinden hep dikkat çekilen tehlikeleri yaşayarak tecrübe etmek zorunda kalıyoruz.
Allah sizin şahsınızda ve camianızda “Hakkı temsil eden bir grup olarak maddeten az da olsalar manen bir ordu kuvvetindedirler” sırrı mucibince yar ve yardımcınız olsun.
Bu satırları, manşeti görünce heyecan ve acele ile yazdım. Tebrikler, selâmlar.
***
Hikmet Neşriyat’la birlikte başlattığımız ve geçtiğimiz 22 Ekim’de başlayan yeni Risâle-i Nur kampanyası devam ediyor. Kampanya 30 Kasım’a kadar devam edecek.
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Emeklilerin gördüğünü işbaşındakiler görmez mi? |
|
Türkiye’nin kanayan yarası halene gelen ‘terör’ün bu safhalara kadar gelmesinde; var olan ‘gerçekler’in inkârı ve bir ‘yok sayma’ anlayışının yattığını görmemek mümkün değil. Güneydoğu’da yaşanan sıkıntılar ya inkâr edildi ya da yok sayıldı.
Mesela, yıllar yılı Türkiye’yi idare edenlerin resmî açıklamalarında “Köy boşaltmalar yok, bu iddialar yalan” şeklinde beyanlar duyduk. Aradan yıllar geçti, son yıllarda daha önce “boşaltılmadığı” açıklanan köylere “döşüş”lerin başladığı ilan edildi. Peki, ‘boşalmayan’ köylere ‘döşüş kampanyaları’ açılması, geçmişteki yalanları ifşa etmiş olmadı mı? Vatandaş kime inansın?
Tabiî ki yalan ve inkâr ile bir yere varmak mümkün değil. Nitekim, yıllar sonra “geçmişte hatalar yapıldığı”yla ilgili açıklamalar okuyoruz. Geçmiş yıllarda görev yapan komutanların bügünkü beyanlarını duyunca ‘ah, keşke’ dememek mümkün değil. Keşke, bu beyanlar ‘emekli olmadan, işbaşındayken’ ifade edilebilmiş olsaydı...
Mesela, emekli komutanlardan Aytaç Yalman, Güneydoğu ve ‘Kürt sorunu’ ile ilgili beyanlarında şu analizi yapmış: “PKK boyutuna girmeden önce olayı üç döneme ayırmak mümkün: 1-Sosyal sorun dönemi, 2-Askeri dönem, 3-Siyasallaşma dönemi.
Sorunun sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu. Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor. Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz. Bu durum iki noktayı gösteriyor: 1-Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz, 2-Bir asimilasyon olmamış.” (Milliyet, 3 Kasım 2007)
“PKK’yla geçen 24 yılın komutanları” dizi yazısının ikinci gününde de emekli komutan Doğan Güreş konuşmuş. Dizinin duyurularında, devam eden günlerde de ilginç beyanlar yer alacağı anlaşılıyor.
Aytaç Yalman’ın ifade ettiği üzere, ‘Kürt realitesi’yle ilgili olarak; “Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor” sözlerini bizzat 12 Eylül ihtilalinin lideri Kenan Evren’in ağzından duymadık mı? Meydanlarda yaptığı konuşmalarda bunları söylemedi mi? Daha da can alıcı soru şu: Sonraki yıllarda görev alan yöneticilerin bir kısmı da hadiseye bu gözlüklerle bakmadı mı? “Türkiye’yi idare etmeye aday” olanlar hâlâ “Kürt yoktur, kart-kurt vardır” anlayışıyla mı eğitiliyor?
Tabiî ki emekli komutanların hakikatleri görmesi çok önemlidir. Ancak asıl önemli olan, bu gerçeklerin işbaşındayken görülmesi ve ona göre hareket edilmesidir. Lütfen, şu anda “Türkiye’yi idare edenler” hadiseye doğru teşhis koysun ve ona göre davransın. Bugünkü idarecilerden de emeklilik günlerinde benzer tesbitleri duymak istemiyoruz.
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Türkiye kozlarını kullanmalı |
|
Ankara’nın kalbi Washington’da atıyor; bugün Bush’la görüşecek Başbakan Erdoğan kendi ifâdesiyle “stratejik müttefiki”nden “somut adımlar” bekliyor. Lâkin Türkiye’nin beklediği “somut adımlar”ın ne ölçüde karşılanacağı hususunda kafalar karışık...
Gerçek şu ki son genişletilmiş Irak’a komşu ülkeler dışişleri bakanları toplantısında, başta Irak hükûmeti olmak üzere, bütün komşu ülkeler, terörle mücadelede Türkiye’nin yanında olduklarını bir defa daha vurguladılar. PKK’ya karşı işbirliği ve dayanışma kararını aldılar.
Sonuç bildirgesinde, Irak’ın toprak bütünlüğü, siyasi birliği, egemenliği ve bağımsızlığının korunmasının önemine dikkat çekildi. Irak topraklarındaki terör kaynaklarının kurutulması, Irak’a yönelik ya da Irak’tan gelen silâh geçişlerinin önlenmesi, sınırların kontrol altına alınması ve terörün finans yollarının engellenmesi tedbirleri kararlaştırıldı.
İran zaten fiilen terörle mücadelede. Irak Dışişleri Bakanı, “ülkesinde terör örgütüne destek verildiği” anlamına da gelen “lojistik desteğin kesilmesi” sözünü verdi. Bu hususta ciddî ve samîmî olduklarını belirtti.
Görünen o ki problem, komşu ülkelerden ya da işgal altındaki yetkisiz Bağdat yönetiminden değil, Irak’ın kuzeyini kopartıp şımartarak dikbaşlılığa iten, Türkiye’ye yönelik terör örgütünün yuvalanmasına zemin hazırlayan işgalci ağababaları Amerika’dan...
* * *
Görüşme öncesi, terör örgütünün kaçırıp haftalardır dünya kamuoyuna “Türkiye’den esir aldık” diye propaganda ettiği sekiz askerini serbest bırakması, otuz bin insanı öldüren terör örgütünün Washington’un kontrolünde olduğunu bir defa ele verdi.
Bu bakımdan Erdoğan’ın Amerika yolunda, “sabrımızın sonuna geldik” deyip, “konunun bir tarafı olan ABD’nin somut adımlar atarak ortak duyarlılığımızı ortaya koymasına inandığını” belirtmesi, dikkat çekici.
Belli ki Başbakan da “konunun bir tarafının ABD” olduğunu daha baştan kabulleniyor ve Irak’ın işgaline ve bölgeyi tepeden tanzim projelerine hükûmetinin verdiği desteği hatırlatıyor. Bunun için “dost ve müttefik Amerika ile stratejik ortaklığın gereği acil ve somut adımlar beklentisi”ni bildiriyor.
“Acil somut adımlar”da “Ankara’nın öncelikleri” şöyle özetleniyor: Evvela, terör örgütüne desteğin kesilmesi, yataklığın engellenmesi. Türkiye’nin listesini verdiği terörist elebaşıların teslimi. Saldırıların durdurulması ve kampların dağıtılması...
Bu kapsamda terör örgütünün uyuşturucu kaçakçılığının önlenmesi, teröristlere verilen Amerikan silâhlarının geri alınması. Ve bütün bunların bir yol haritasıyla kesin ve mâkul bir sürece bağlanması...
“Bu görüşme Türkiye ve ABD ilişkileri için bir samîmiyet sınavı olacaktır” diyen Başbakan, masaya daha kuvvetli argümanlarla oturmalı. “Dost ve müttefik”in bu haklı taleplerini karşılamaması halinde, elindeki imkânları kullanacağını açıkça ileri sürmeli. Kandil’e kadar dörtyüz elli kilometre derinliğinde, İran-Irak sınırına kadar uzanan bir genişlikteki “sınırötesi harekât”ın çözüm olmadığı ortada. Türkiye bu bataklığa girmektense öncelikle inisiyatifindeki tedbirlere başvurmalı.
Çıkarların çatıştığı, hak ve hukukun ayaklar altına alındığı bugünkü uluslararası arenada, sözde “stratejik müttefiki”nin alabildiğine istimal ettiği “Kuzey Irak” ve “Kürt kartı”na karşı, en azından elindeki kozları kullanmalı...
* * *
Bu hususta Ankara, Türkiye’ye yönelik terör belasına destek veren ABD’ye açtığı hava ve deniz limanlarını kapatabilir. Doğrudan verdiği her türlü askerî desteği kesebilir. Türkiye’yi savaşa katmakla Müslüman komşularına karşı “savaş ortağı” yapan, Irak’ı işgalin ardından İran’a saldırıya hazırlanan ABD’ye personel ve mühimmat sağlayan hükûmetin “destek hamûlesi”ni iptal edebilir. “Stratejik Vizyon Belgesi”ni askıya alabilir. Veya Erdoğan, daha önce açıkladığı “Genişletilmiş ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığı görevi”nden istifa edebilir. (Kanal-D 15.2.2004; Hürriyet, 18.2.2004)
Yahut, “Türk halkının yüzde 94’ü Irak’a karşı savaşa karşı çıkarken hükûmetim Irak’a giren müttefik kuvvetlerin Türk hava sahasını kullanmasına izin çıkarılmasını sağlayabilmiştir” sözünü geri alıp, Amerikan işgal güçlerine hava sahasını kapatmayı gündeme getirebilir. (The Washington Post, 21.4.2003)
Ya da dönemin Dışişleri Bakanı Gül’ün, “ABD, çocuklarını barışa feda etti” ifâdelerine ilâveten, “BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz” sözleri yeniden gözden geçirilebilir. (Milliyet, 16.5.2006; Radikal,14.3.2006)
Gül’ün, Washington’da CFR’deki konuşmasında açıkladığı, “ABD kesinlikle doğru yolda, Türkiye bu vizyonunu desteklemektedir” türü beyânların gereği tedâvülden kaldırılabilir. (Vatan, 15.5.2007)
En azından, Millî Savunma Bakanı Gönül’ün ikrarıyla, İncirlik Üssü’nün kullanılması ve daha 2006 Mart’ında Türk hava sahasından 4 bin 990 sorti yapılmasıyla, ABD’nin bir milyon sivili katlettiği Irak işgalinde Türkiye’nin işbirliğine son verilebilir. (Yeni Şafak, 25.3.2007)
Yoksa önceki görüşmeler ve tutulmayan vaadler gibi, bu ziyarette de yine “oyalama taktiği” çıkar; “havanda su dövmek”le kalınır...
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kararlılığın sonucu |
|
Gerçekten de Türkiye’nin kararlılığı sonunda meyvasını verdi. Hükümet ile ordunun kenetlenmesi ve bir mesele üzerine mesai teksifi demek ki sonuca varabiliyor. Elbette 8 Türk askerinin kaçırılmasında trajediler, zaafiyetler de vardı. Bununla birlikte, diplomatik ve askeri baskı ve siyasi kararlılık istenilen neticeyi verdi. Bu neticeyi ilk önce Genişletişmiş Irak’a Komşu Ülkeler Toplantısında hissettik. Oyalama değil, kararlı işbirliği havası hakimdi.
Türkiye bu toplantıda istediğini elde etti. Hatta o kadar ki, herkes Kürt partizanların ve ABD’nin Türkiye’yi bir daha oyalama cihetine gideceğini zannediyordu. Hürriyet gazetesi bile kroşe yemiş gibi oldu ve ters köşeye yattı. Ama toplantının havasından Türkiye’nin bu neticeyi istihsal edeceği anlaşılıyordu. Bununla birlikte, 8 Türk askerinin Barzani üzerinden Amerikalılarla birlikte Genelkurmay’a teslimi yeni gerçekler doğurmuştur. Belki de salıverme işleminin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Washington gezisi ve Bush’la görüşmesi öncesine denk getirilmesi bu amacı temine yönelikti. Netice itibarıyla, salıverme işlemi Türkiye’nin operasyon beklentilerini aşağıya çekmiştir. Gerek İstanbul’daki olumlu havadan gerekse PKK’nın Mehmetçikleri tesliminden sonra operasyon havası şimdilik dağılmıştır. Bu mesele görüşmede Washington’ın elini güçlendirmiştir. Artık Kandil’deki unsurların tasfiyesi en azından başka bahara talik edilmiş ve Irak yönetimi ile Amerikalıların insiyatifine terkedilmiştir.
Bununla birlikte, Türkiye bu meseleyi milat kabul edip kalıcı tedbirlere yönelmelidir. Kalıcı terbirlerin elbetteki birçok yönü var. Bu yönlerden birisi Yalman Paşa veya Doğan Güreş gibi ‘ex generallerin’ de ifade ettikleri gibi vizyon meselesidir. Yani meseleye nasıl bakmak gerektiğidir. Burada belki de düşünülmesi gereken husus, yurttaş veya vatandaş eşitliğinin aynı zamanda milli kimlik eşitliğine tekabül edip etmediğidir? Veya ortak çatının mahiyeti ne olmalıdır? Bunun ötesinde ortak devlet, ikili veya çoklu yapı mıdır veya mozaik mıdır? Burada ferdi kimlikle milli kimliği ayırt edecek miyiz?
***
Hüseyin Hatemi bazı Kürt sivil toplum örgütlerinin alternatif anayasa taslağıına bakmış ve burada ‘ayrılma’ hakkından bahsedildiğini görmüş. Dolayısıyla vizyonunu netleştirmesi gereken sadece Türkiye değil. Ayın zamanda Kürtler de vizyonlarını geliştirmeli, değiştirmeli ve netleştirmelidirler. Zaten yarayı derinleştiren de bu vizyonsuzluktur. Zira taleplerin nerede duracağının kestirilememesi karşılıklı güveni zedelemektedir. Ve Kürtçülük meselesi ve her millete bir ulus devleti meselesi mânâsız bir meseledir ve gerçekçi değildir. Günün birinin veya asrın birinin modası olarak kalmaya mahkumdur. Bu meselede vizyon geliştirmek evvelemirde Kürt aydınlarına düşmektedir. Tevhid-i referansa gitmelerinde ve İslâmı referans almalarında onlar için hayati ehemmiyet vardır. Yoksa Kürtler asıl o zaman kimliklerine yabancılaşıyor ve İslâmdan sıyrılıyorlar. PKK ve Kürtçü partiler Kürtleri İslâm kimliğinden sıyırmaktadır. Mehdi Zana ve diğer bazı Kürt liderleri bunun açık örneğini teşkil etmektedir. Kıvırmaya gerek yok ve Kürt sosyolojik değişimi bunun en büyük kanıtıdır. Kimlik kalmadığında geriye kiralık kimlikler kalacaktır. Kimlik mücadelesinin kiralık kimlikler şekline evrilmesi ne hazindir ve tutulan yolun yanlışlığının da ispatıdır.
Nitekim, PKK kiralık silah haline gelmiştir. Türk askerlerinin salıverilmesi de hatırlı çevreler sayesinde gerçekleşmiştir. İşte bu hatırlı çevreler PKK’nın yönlendiricileridir. Demek ki hedefleri ve taktikleri başkalarından bağımsız değil. O halde gelişmeler onların kiralık silah olduklarını göstermektedir. Türkiye’nin bu vizyon tespitiyle birlikte yapması gereken sınır içindeki önlemlerini tahkim etmesidir. Bu da mobil ve dağ şartlarına haiz birlikler sayesinde olabilir. Bunun için özel kuvvet veya birliklerin temin edilmesi gerekir. PKK bundan böyle kolay kolay Irak sınırından sızarak, taşarak saldırı gerçekleştiremez. Hamilerini ve patronlarını rahatsız etmek istemeyecektir. Ama Türkiye’nin de kendi planını yapması gerekir. Olayın bu şekilde sonuçlanması da göstermiştir ki kim aksini iddia ederse etsin ABD, Türkiye’nin Irak’ın Kuzeyine girmesini istememekte ve bunu hayati çıkarlarına aykırı addetmektedir. Bunun hilafına söylenenler denklemden düşmüştür.
***
Şimdilik operasyon buzdolabına kaldırılmıştır. Ama bu neticenin alınmasında caydırıcılık da esas amil olmuştur. Sadece caydırıcılık da yetmez, diplomasi de, siyasi kararlılık da pazarlık zeminini ve marjını güçlendirmiştir. Sıra geldi uzun vadeli tedbirleri. Bunun için de Türkiye’nin vizyonunu netleştirmesi gerekiyor ki bir daha bunlar tekerrür etmesin. Bazıları DTP’nin kendilerine karşı oluşan nefret dalgasını yatıştırmak ve kırmak için arabuluculuk yaptığını yazmıştır. Elbetteki doğruluk payı olabilir. Ama neticede, Türkiye ve bölge büyük bir badire atlatmıştır.
Barzani’lerin son dakika tutumları çiğliklerini gösterse de yine de olumlu bir işbirliği sergilediler. Kuzey Irak’taki üç PÇDK bürosunun ‘faaliyet izinleri’ yok diye kapatılmaları ve teröre işaret edilmemesi kendileri açısından iç tutarlılıklarını gösterse de Türkiye açısından bir kez daha güvenilmezliklerinin işareti olmuştur . Dileriz gelişmeler daha müspet mecrada seyreder.
05.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|