Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Kısaparmak’tan mesaj



Şebnem Kısaparmak kendi adını taşıyan programında Kanal 7’deki iftar programını niye bıraktığını açıkladı.

Kalp kırıklığından bahsetti.

“Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” diyerek “biri”lerine mesaj gönderdi.

Eşi Fatih Kısaparmak sözünü Orhan Gencebay’ın bir şarkısıyla kesti:

“Yazıklar olsun.”

Evde açtığı iftarın daha lezzetli olduğunu vurguladı.

Acaba “ekran vaiz”lerine miydi bu mesaj?

Ramazan ayı ile birlikte ekranlara bir kalite geldi denebilir.

Hangi kanalı açsanız, dinî içerikli konuşmalar kimi akademisyen, kimi vaizler tarafından veriliyor.

Kısaparmak “biri”lerine taş atarken, bir hocayı da sürekli izlediğinin altını çizdi:

“Star’da Nihat Hatipoğlu hocayı izliyorum, tavsiye ederim.”

Buyrun bakalım, acaba yeni bir tartışmanın başlangıcı mı bu?

BU NE PERHİZ

Diziler gırla… Aralarından seç seçebilirsen. Şimdiden bazı diziler tasfiye edildi gibi.

Bazıları ise rating pazarında yerini belirliyor.

“Bıçak Sırtı”(Kanal D)nda genç Mehmet karakteri akşam vakti içki içiyor. Babası onun bu halini görüyor ve “İçki mi içiyorsun. Üstelik bu Ramazan ayında” diyor.

Bu minik hatırlatmalar yerinde.

Ama hiç içki sahnesi olmasa daha iyi değil miydi?

ATV’NİN SATIŞI

Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ı durup dururken hem yakışıklı hem de karizmatik buluyor…

Kim mi?

TGRT’yi satın aldıktan sonra gözünü atv ve Sabah gazetesine diken ünlü Yahudi işadamı Rupert Murdoch…

Soru şu:

“Sabah ve atv’ye talip misiniz?”

Cevap net:

“Ciddi olarak düşünüyorum. Çok ciddi düşünüyoruz. Türkiye büyüyor, gelişiyor, genç nüfusunuz fazla. Başbakan ile bu meseleyi konuşacağım.”

Murdoch, Fox TV’de hem içi boş, hem de magazin ağırlıklı programlarla genç nüfusu hayli düşündüğünü gösteriyor.

28.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Canlı kitap



‘Sudaki Kitap’ın hikâyesi Mevlânâ’nın babası Sultanu’l ulema’nın Maarif adlı kitabının hikâyesidir. Şems Konya’ya geldiğinde Mevlânâ’nın elinde bu kitap vardır. Meşhed veya sahne şöyle anlatılır: Mevlânâ Konya’da bir pınar başında oturmuş öğrencileriyle sohbet etmektedir. Pınarın kenarındaki Bahaeddin’in Maarif’i açıktır. Şems, Mevlânâ’nın sözünü keser ve bu arada bu kitapla birlikte diğer değerli metinleri de suya atar. Esasında zahiren Şems’in yaptığıyla Moğolların Bağdat’ta yaptıklarının hiçbir farkı yoktur. Burada önemli ve hikmetli bir sembolizm vardır. Bu sembolizmi Coleman Barks ve John Moyne şöyle yorumlarlar: “Marifet Mevlânâ’nın ve Şems’in yüzyüze geldikleri bir dönüm noktasıdır. Sina’da Allah ile yüz yüze gelmek isteyen Hz. Musa marifetten sufiyata ve safiyata geçişi temsil etmektedir. Aynen Hz. Muhammed’in miracı ve Hz. İsa’nın son yemeği gibi.

Şems’in Mevlânâ’nın babasının kitabını pınara atmasının amaçlarından birisi de onun yazılı metinlere olan güvenini kırmak istemesidir (Sudaki Kitap, s: 21, Doğan Kitap)...” Buradaki gizli amaçlardan birisi Mevlânâ’nın kitap hamallığından kitab-ı natık makamına geçmesidir. Amaç kitabın kendisi veya ikizi olmaktır. Aksi takdirde kitap taşımanın bir ehemmiyeti yok. Hatta yük olarak bedeli var. Bu makama paralel bir makamda sufiler ‘Men lem yezuk la yarif/Tatmayan bilmez ‘ derler. Dolayısıyla yaşanmayan kitap sinede bir yüktür. Kur’ân-ı Kerim bu tarz kitap hamallarını yerer. ‘Kelhimari yahmili esfara’ âyet-i celilesinde kitap-ı natık olmadan kitap hamalları sifr (kitap) taşıyan eşeklere benzetilmiştir.

Kitap kurtları olduğu gibi, bir de kitap hamalları vardır. Filhakika öyledir de. Taşınan şey insanı kemalata erdirmiyorsa o sırt ve sinede bir yüktür. Bundan dolayı eskiler bu ilişkiyi vecizeleştirmişler: Satır ilminden, sadr ilmine geçmek. Sadır ilmine geçen sadarete lâyık olur. Bu yüzden Mevlânâ’nın abası ulemanın sultanı olmuştur. Mevlânâ da fahru’l evliya.

Satır ilmi; akıl gibi, istidlal gibi öğrenilmesi ve akabinde de aşılması gereken geçiş mertebeleridir. Mevlânâ, Şems’le buluşmasına kadar ilimlerin ve kitapların yüklenicisi ve taşıyıcısı pozisyonundadır. Sonra Maarif’i suda kaybettikten sonra kendisi canlı bir maarif olur. Başka bir aşamaya geçer. Artık o kitab-ı natıktır ve ağzından ma-i zülal ve ab-ı hayat akmaktadır. Kaynak gözden ve zihinden gönle inmiştir. Artık gönülde çağlayan ve kurumayan bir pınar vardır. Maarif’i sulara atarak Şems Mevlânâ’yı irşad etmiştir.

Abdülkadir Geylani veya İmam-ı Gazali’yi de irşad eden bir eşkiya başıdır. Horasan’dan Bağdat’a gelirken yolunu uğrular ve kutta-ı tarik keser ve nesi varsa yoksa alırlar. Zaten bir ahund ve molla olan Geylani veya Gazali’nin kitabından başka bir şeyi yoktur. Ve kitaplar eşkiya başının eline geçer. Bunun üzerine ilmi sıfırlanan Geylani veya Gazali eşkiya reisine müracaat ederek “Benim tek sermayem budur, bunlar giderse mahvolurum. Nasılsa sizin işinize yaramaz, bunları bana iade edin...” diye istirhamda bulunur. Sanki eşkiya tam burada irşad makamını temsil etmektedir ve fiilen de öyledir. Şöyle mukabele eder: “Bu kitapları veya müsveddeleri aldığımda bütün sermayen tükeniyor ve gidiyorsa o zaman benimle senin arandaki fark nedir? Bunlar bana geçtiğinde bütün sermayeni tüketiyorsun ve benim oluyor. Bu kitapları almakla bütün marifetin bana geçti. Benimle eşitlendin...”

***

Bu artık Gazali veya Geylani’ye hayatı boyunca unutmayacağı bir derstir. Artık satırdan sadra geçmek gerektiğini idrak eder ve bundan sonraki hayatını buna göre tanzim eder. Şii kültüründe kitab-ı natık olmanın farklı bir boyutu vardır. Onlar Ehl-i beyt imamlarını bir nevi ‘adil el kitap’ yani Kur’ân-ı natık olarak görürler. Veya canlı Kur’ân. Bu durumda masumiyet halesi de kuşanmış olurlar. Ağızlarından çıkan her şey dane-i hakikat haline gelir. Vahiy mahsülüdür.

İşte bu noktada İmam Gazali Şiiler ve bilhassa Batinilerin bu teorisine itiraz eder ve masum imamın Hazreti Peygamberle birlikte hitame erdiğini ve beşer içinde adil-i kitapların da bulunmadığını söyler. Gerçekten de bu benzetme problemli bir benzetmedir.

Kelimetullah olan Hazreti Mesih’i, kelâmullah olan Kur’ân-ı Kerim’in tabiatına benzeten İsviçreli Hıristiyan ilahiyatçı Hans Küng Şiiler gibi Hazreti İsa’ya bir nevi adil el kitap nazarıyla bakar ve bu payeyi verir. Halbuki kelimullah ve kelimetullah ve kelamullah farklı makamları ve boyutları temsil ederler. Kelimullah olan Musa Aleyhisselam Halilullah gibidir ve keyfsiz yani tanımsız bir şekilde Allah’ın kelâmına mazhar olmuştur. Kelimetullah ise, ruhullah tabirine benzer şekilde Cebrail vasıtasıyla Hz. Meryem’e ilka edilen Hazreti İsa’nın canıdır. Ama Hazreti İsa aynen safiyyullah Âdem gibi bir beşerdir. Tevrat, İncil ve Kur’ân Kelâmullahtır ve mütekellim sıfatının tezahürüdür. Dolayısıyla da ne kelimullah, ne de kelimetullah ittihad boyutunda değildir. Aksi halde, kelâmcıların dediği gibi Cenâbı Hakk teslisten ibaret bir terkip veya eczalardan mürekkep olurdu. Halbuki Hıristiyanlık dışındaki bütün dinler bunu reddetmektedir.

***

Kitab-ı natıkın içtimaî boyutu şehr-i natıktır ve Bağdat’ın sıfatı olan Darusselam bir zamanlar böyleydi. Ümmet bazında ise medeniyeti natıkadır. Medeniyet olarak da şehir olarak da Bağdat havi olduğu kitapları hayata geçiremediği için ‘el cezau min cinsi’l amel/ceza amelin çeşidindendir ve eyleme göredir’ sırrıyla cahil Moğol çerilerinin altında çiğnendi. Bizim dinimiz ve ondan münbais olan medeniyetimiz kitap eksenli bir medeniyettir. Kitabı canlı kuşananlar kitab-ı natıktır ve hamele-i Kur’ân’lar da muhtevasını iç âlemine yansıttığı nisbette böyledir . Bu açıdan Hazreti Aişe Validemiz Peygamberimizin yüce ahlâkı sorulduğunda: “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” diye tarif etmiştir.

28.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sekerata giren Müslüman için neler yapılır?



Tuğba Hanım: “Sekerat ne demektir? Sekerata giren Müslüman için neler yapılır?”

İnsan güzel dünya hayatından benzersiz güzel ahiret hayatına giderken, fani bir misafirhaneden ebedî bir mülke geçerken, imtihan dünyasından hakikatler âlemine intikal ederken bir miktar sarsıntı geçirebilir. Bu sarsıntıyı, bu geçişin tabiatına vermek lâzım. Fakat her zorlukta Allah’a sığındığımız gibi, bu sarsıntının şiddetinden de hiç şüphesiz Allah’a sığınmak gerekir.

Sekerât, ölüm sarsıntısı ve sarhoşluğu demektir. Ölüm sarhoşluğu kişinin aklını ve sâlim düşüncesini kaybetmesine yol açabilir. Kişiyi ne yaptığını ve ne söylediğini bilmez duruma düşürebilir. Bu açıdan kendisinde ölüm belirtileri görülen hastaya veya sekerâta girdiği anlaşılan kişiye iman ve inanç yapısını bozmadan ruhunu teslim edebilmesi için yardımcı olmalıdır.

Sekerâta giren hastaya yapılması gereken sünnetler şunlardır:

1- Sekerâta giren hasta, yüzü kıbleye getirilecek şekilde sağ yanı üzerine yatırılır. Eğer sağ yanı üzerine yatırılmasında zorluk varsa, ayaklarının iç kısımları ve yüzü kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırılır ve başı altına bir yastık konularak yüzünün kıbleyi görmesi sağlanır.

2- Sekerâta giren hastanın yanında yüksek sesle konuşulmaz ve tartışılmaz. Sevdiği bir kişi tarafından kendisinin duyacağı şekilde tatlı bir fısıltı ile ve yumuşak bir dil ile kelime-i şehâdet veya kelime-i tevhid getirilir.

Son nefeste şehadet kelimesi veya tevhid kelimesi getirmenin önemi büyüktür. Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki:

“Her kim ki, son sözü Lâ İlâhe İllallah demek olursa o kimse Cennete girer.”1

“Her kim, Allah’tan başka ilah olmadığını bilerek ölürse Cennete girer.”2

“Ben Allah’tan başka hak ilah olmadığına ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet ederim. Bu iki hususta şüphe etmeyerek ve Allah’a bu iki şehâdetle kavuşan her kul, muhakkak Cennete girecektir.”3

“Kim ki Lâ İlâhe İllallah Muhammedü’r-Resûlullah şehadetini getirirse Allah ona ateşi haram kılar.”4

“Ümmetimden kim ki, Allah’a hiçbir şeyi eş tutmayarak ölürse, o kimse Cennete girer.”5

Ölmek üzere olan bir Müslüman’ın yanında bulunduğumuzda ona fısıltı halinde tevhid kelimesini veya şehadet kelimesini söyleyerek hatırlatmamız sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ölmek üzere olan kimselere lâ ilâhe illallah sözünü telkin edin”6 buyurmuştur. Fakat “Bunu söyle!” dememeliyiz ve baskı yapmamalıyız. Bir defa söylemesi ve son sözü kelime-i tevhid olması yeterlidir.

3- Sekerât halinde bulunan kimsenin yanında Yasin Sûresi okumak sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ölümü yaklaşan kimselerin yanında Yasin Sûresi okuyun.”7

4- Sekerât halinde bulunan kimsenin yanında hayır söz söylemeliyiz, hayır duâda bulunmalıyız. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Hastaya veya ölüye geldiğinizde hayır söz söyleyin. Çünkü melekler sizin söylediklerinize ‘Âmin’ derler.”8

5- Hasta, ölüm esnasında Allah’ın kendisini bağışlayacağı hakkında hüsn-ü zanda bulunmalıdır. Yani Allah’a, günahlarından bağışlanarak gittiğini düşünmelidir. Bu sünnettir. Nitekim imanını muhafaza eden kişinin tüm günahlarının Cenâb-ı Hak tarafından bağışlanacağını ummak, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın müjdesine uygundur. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muâmele ederim.”9

Cenâb-ı Allah, ehl-i iman olarak, ölenlerimizi bağışlasın, kalanlarımıza sıhhat ve âfiyet versin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Nesâî, Cenâze, 4; Tecrit Terc., 4/264

2- Müslim, Îmân, 10/43

3- Müslim, Îmân, 10/44

4- Müslim, Îmân, 10/47

5- Buhârî, Cenâiz, 617; Riyâzu’s-Sâlihîn, 413

6- Tirmizî, Cenâze, 7; İbn-i Mâce, Cenâiz, 4; Müslim, Cenâiz, 1, 2; Nesâî, Cenâze, 4

7- Ebû Dâvûd, 3121; İbn-i Hibban, 720

8- Tirmizî, Cenâze, 7/984

9- Bedîüzzaman, Sözler, s. 39; Buhârî, Tevhid, 15; Tirmizî, Tevbe, 1; Müslim, Tevbe, 1

28.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cemaatlerin temel özellikleri



Her grup/cemaat ve sivil örgütün iletişim, etkileşim ve bağlantı sistemi farklı. Kimisi kapalı, kimisi açık, kimisi demokratik, kimisi emir-komuta zinciri içinde işleyen bir yapı arzeder. Sosyal psikolojide gruplar/cemaatler dört ana grupta incelenir:

- Daire,

- Tekerlek (X çarpı işareti şeklinde).

- Zincir,

- Y

Temel karakterleri ise şöyle çizilir:

* Daire yapılanması: Bu grup/cemaat yapılanmasında imam, lider, önder yoktur. Yönetici seçimle işbaşına gelir. Yetkileri keyfine tâbî değildir. Vazifesi, belirleyici değil, trafik memuru gibi organizatör olarak sistemin akışını sağlamaktır.

Bu yapılanmada herkes birbiriyle menfaat, makam-mevki beklentileri değil, hizmet ilişkileri içindedir. Dolayısıyla sağlıklı bir iletişim içindedirler ve zorlanmadan bunu kurarlar.

Meseleler meşveretle/istişare ile (demokratik usûllerle) yürütülür. Lider, şahs-ı mânevî; yâni, grup üyelerinin oluşturduğu kişilik ve anlayışın ortak yansımasıdır.

Nûr cemaatinin yönetim yapısını, Bediüzzaman’ın; “Her meselemizde emir, Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin (talebelerin) ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var”1 demokratik anlayış üzerine tesis etmesi bunun tipik örneğidir.

Bediüzzaman, şahıs, lider, imam, şeyh, hoca endeksli bir yapılanmayı değil; istişareye, çoğunluk esasına dayalı sistemi benimsemiştir. Şahısları aradan çıkarmış, düşünce, fikir endeksli bir model uygulamıştır:

“Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resûl ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân sûretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyât-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.

“Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır”2

Meşveret ve seçimle belirlenen üyeler, heyetler, yönetim kurulları; meşveretin (şahs-ı mânevinin) aldığı kararları uygular. Seçimle gelen yöneticiler ise; sadece bir trafik memuru gibi organizasyon ve düzeni sağlarlar.

Üyelerin vazife ve mes’uliyetlerinin sınırı belirsizdir. Herkes kapasitesine göre; gönüllü hizmet eder veya istihdam edilir.

Üyelik gönüller üzerine tesis ettiğinden her meselede birbirine yardımcı, destekçi olur; ferdlerin problemlerine birlikte çareler ararlar.

Ancak, “daire” dışındaki yapılanmaları kesin hatlarla birbirinden ayırmak imkânsızdır. Her üçünün özelliklerinden parçalar bulmak mümkündür.

* Tekerlek tarzındaki cemaat yapılanması: Bu sistemde dairenin tam tersi; grup arasında temayüz etmiş, üstünlüğünü ispatlamış bir önder, yönetici belirir veya tayin edilir. Üye, merkezdeki yönetici ile ya doğrudan veya dolaylı iletişim kurar. Onların mesuliyet ve vazifelerinin sınırlarını lider belirler. Grubun/cemaatin gösterdiği performans da, yöneticinin kapasitesi nisbetindedir.

* Zincir yapısı: Bu yapıda bütün fertlerin birbiriyle tek tek iletişim kurabilmeleri sözkonusu. Ancak, iletişim yoktur.

* “Y” şeklindeki cemaat yapılanması: Bu tarz bir yapılanmada ise; önder ve yöneticiyle iletişimi sağlayan ikişer-üçer-beşer kişilik üyeden müteşekkil alt gruplar, heyetler vardır. Yukarıdan aldıkları emir veya direktifleri diğer gruplara iletirler. Onlar da üyelere yansıtırlar.

İşte, bu yapılanmalardan hareketle, hangi cemaatin, hangi sisteme sahip ve nasıl bir idarî yapılanma ve iletişim ilişkileri içinde olduğunu test etmek mümkün...

Dipnot:

1-Hizmet Rehberi, s. 175.; 2-Lem’alar, s. 166.

28.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Lâle devrine tellak darbesi (1)



Saltanat merkezi olan İstanbul'da, uzun zamandır sancıları yaşanan büyük bir ihtilâl, bir ayaklanma hadisesi yaşandı.

Saray çevresi dahil, kısa sürede İstanbul'u baştan sona yangın yerine döndüren, sayısız yıkım ve tâlânı netice veren bu çılgınca hadisenin başını çeken şahıs ise, bir Yeniçeri esnafı (hamam tellakı) olan Patrona Halil.

Bu şahsın Arnavut asıllı olduğu, bir müddet Patrona isimli gemide levendlik (gözüpek asker) yaptığı, Yeniçeri Ocağına bağlılığı yanı sıra değişik sahalarda esnaflık mesleğini de sürdürdüğü tarih kitaplarında kaydediliyor.

Patrona Halil hadisesiyle birlikte, yaklaşık 13 yıldır devam eden ve Osmanlı tarihinde "Lâle devri" olarak bilinen "zevk, san'at, süs, motif, keşif, buluş, yenilik" damgalı zenginlik dönemi de sona ermiş oldu.

Bu hadise, aynı zamanda Sadrazam Damat İbrahim Paşanın, yakınlarının ve daha sonra isyancı elebaşıların da başını götürdü. İsyancılara 37 kelle bağışlayan Padişah ise, 27 yıllık saltanatını kaybetti.

Değerlendirme usûlü

Patrona Halil İhtilâli, sebep ve sonuçları itibariyle Osmanlı tarihinin en büyük ve en önemli iç olaylarından biri, belki de birincisidir.

Bu müthiş yakıcı, yıkıcı, yağmacı ve kan dökücü hadise, kat'a ve asla bir tek hususa, bir tek sebebe, yahut bir tek şahın tavrına bağlanamaz, bağlanmamalı.

Başlangıç ve bitişi itibariyle, etkisini aylarca sürdüren Patrona Halil hadisesini netice veren iç ve dış kaynaklı birçok sebep var, aynı şekilde bunda birçok şahıs ve kuruluşun şu, ya da bu oranda rolü ve tesiri vardır.

Bütün bunları dikkate almadan yapılacak olan tahlil ve değerlendirmeler eksik kalır, yanlış ve yanıltıcı olur.

Şimdi, belli başlı birkaç sebebi sıralayarak, bu tarihî hadiseyi kısaca değerlendirmeye çalışalım.

Padişahın durumu

Patrona Halil İsyanı patlak verdiğinde, Osmanlı tahtında Sultan III. Ahmed oturuyordu.

Tam 27 yıldır saltanat süren III. Ahmed'in hiç ordunun başına geçmemesi ve sefere katılmaması, büyük bir memnuniyetsizlik havası doğurmuştu. Padişahın bunca zamandır adeta saraya kapanarak dünyadaki gelişmelerle yakın temasını kesmesi, nisbeten zevkli ve nefsin hoşuna gidecek bir hayatı tercih etmesi, onu halkın olduğu kadar, askerin ve ulemanın gözünde de sevimsiz bir hale getirmişti.

Bir Osmanlı sultanının böyle olmasını, bu tarz bir hayat sürmesini istemeyenlerin sayısı günden gün artıyordu.

Son olarak, Müslüman ahaliyi katleden İran Safevilerinin üzerine gidilmemesi, daha evvel giden orduların başında padişahın bulunmaması ve bu sebebe dayalı olarak fetihlerin, antlaşmaların yarım yamalak kalması, gayr–ı memnun takımın estirdiği memnuniyet havasını büsbütün yaygınlaştırdı.

Gerilimin had safhaya çıktığını gören Sultan III. Ahmed, Üsküdar'da sefer karargâhını kurdurdu ve kendisi de Topkapı'dan Üsküdar'a taşındı.

Ancak, Sultan, bir türlü sefere çıkmıyordu. Aradan 57 gün geçmesine rağmen, en ufak bir hareketliliğin görünmemesi, zaten fırsat kollayan Patrona Halil ve arkadaşlarını harekete geçirdi.

İsyanın çıkması üzerine, zaten isteksiz olduğu İran seferinden vazgeçen Sultan III. Ahmet, gece gizlice Topkapı Sarayına döndü.

San'at ve yeniliklere açık olan padişahın, fetih ve cihadda seleflerine nisbeten ürkek, çekingen ve pasif oluşu, onu gözden düşürdüğü gibi, bu aynı vaziyetini tam 27 yıldır sürdürmesi de, şiddetli bir usanç ve hoşnutsuzluk havası meydana getirmişti.

Bu havadan istifade eden isyancılar, kısa sürede hem halktan, hem askeriyeden, hem de âlimlerden büyük destek gördü.

"Sadrazam Lâle Paşa"

İsyancıların elindeki en büyük kozlardan ve halkı tahrik edecek en önemli gerekçelerden biri de, 13 yıldır Sadrazamlık makamında bulunan Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın tutum ve yönetim politikalarıydı.

Lâle Devrine damgasını vuran İbrahim Paşanın politikaları, esasen bu devrin tâ kendisi sayılır.

Bu devrede, birçok yenilik yapıldı, pekçok belde fethedildi. Tabiî, birçok belde de kaybedildi.

İlk matbaanın kuruluşu (1727), harikulâde san'atlı çeşmelerin (Topkapı ve Üsküdar'da III. Ahmed Çeşmesi) camilerin (Lâleli Camii), sarayların ve ihtişamlı kasırların (Kâhıthane, Sadabad) inşası, askerîyede (karada–denizde) yeni düzenlemelere gidilmesi, bu dönemin en önemli özelliklerinden.

Lâle Devrinin dikkati en fazla çeken ve büyük tahribata rağmen tarihten günümüze kadar gelen "lâle süslemeli mimarî" eserlerdir.

O tarihte, mevsimi geldiğinde İstanbul baştan başa renk renk, çeşit çeşit lâlelere bürünür. Parklar, bahçeler, eğlence yerleri lâle çiçekleriyle süslendiği gibi, sadrazamın teşvikleriyle daha da ileri gidilir, ağaç, taş ve mermer oymacılığı san'atında da lâle süslemeleri liste başına oturtulur.

Bu yaşayış dalgası, beraberinde zevk ve safâ içinde yaşama, büyük eğlenceler düzenleme, cehd ve gayretten ziyade aşk ve san'at ağırlıklı şiir ve musıkiye yönelme alışkanlığı da getirdi.

Şu var ki, halkın tamamı aynı durumda değildi ve sosyal tabakaların yaşantısı arasında adeta uçurumlar meydana geliyordu.

Bu da, haliyle gayr–ı memnunların ve isyancıların işini kolaylaştırıyor, elini güçlendiriyordu.

Yarın: Yıkıcı ihtilâlin diğer sebepleri ile sükûnete kadar yaşanan şiddetli çalkantıların genel seyri.

Günün Sözü

Melezya

Türkiye melezdir; Malezya olmaz.

28.09.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Müjdeci ve büyük rehber



Kâinat olacak, onun en mühim meyvesi insan olacak, onun tarif edicisi, öncüsü ve rehberi olmayacak, mümkün mü? Küçük seyahatlerde, umre ve hac kervanlarında ve turizm acentelerinin seyirlerinde mutlaka rehberleri vardır ve çok önemlidir. Rehbersiz, kılavuzsuz çıkmazlar ve olamaz. Peki bu muhteşem kâinatın nasıl tarif edicisi olmayacak? Peki kim olacak, nasıl olacak? İşte Hz. Bediüzzaman bunu üç noktada özetle toplamış:

“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var:

“Birisi şu kitab-ı kâinattır.. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır.. Birisi de Kur’ân-ı Azîmüşşandır.”1

Ankara ve İstanbul’dan Almanya seferine kalkan bir uçağın içindeki yolcuların bütün biletlerinde hep Almanya yazmaktadır. Çünkü oraya gidiliyor. İşte bu üç “küllî muarrif”in hangisini tutsan ve hangisini can evinden ve gönül dilinden okusan, Ona götürüyor, yani kâinatın tek yaratıcısına götürüyor ve ispat ediyor. Dünyaya misafir olarak ve vazifedar olarak gönderilen hiçbir insan itiraz edip diyemez, “Ben ne olacağım ve ben boşlukta, yalnızlıkta kaldım”. Çünkü ona verilen ikramların birisi de akıldır. Kur’ân-ı Kerim’in müteaddit yerlerinde “Hiç akıl etmediniz mi?” emri buyrulmuştur. Bu itibarla akıl nimetini elinde bulunduran insan, bü üç tarif ediciden Rabbini, Malikini bulacak ve sıkıntılara düşmeyecek ve iki cihanın sırrını müjdelerle çözüp geçecektir.

Bediüzzaman Hazretleri bu cihetle Peygamberimizin (asm) bir çok görevlerinden bir tanesinde diyor ki: “İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mucizeleri târif ediyor. Halkı o saray Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor.”2

Rehberlik noktası bundan daha muhteşem özetlenemez. Müjde cihetine gelince, âlem çarşısı, yazılı ve görsel medya ortadadır. Teknoloji vasıtalarıyla bütün dünyayı masanın başında veya odanızın içinden seyretmektesiniz. Dünyada ve Türkiye’de çıkan manzara ve faturaların bir kısmı yüz kızartıcı, bir kısmı ümitsizlik, bir kısmı günahlarla dolu. Meselâ:

Türkiye’de 700 küsur gazete çıkmakta aylık, günlük olarak. Ulusal ve mahalli TV’ler 300’leri buluyor, bini aşkın Radyo yayın yapmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri 1950 öncesi Türkiye’sinde dakikada 100 günahın insanın önüne çıktığı ifade ve tespitinde bulunmuştur. O tarihlerde yazılı ve görsel basın şimdikinin % 3’ü mesabesindeydi. Yapılan programlar, belgeseller, faaliyetler, cezaevleri, anarşizm, eğitim ve iş dünyası, sportif alanlar vs. hepsi ortada. İşte böyle bir ortamda yapılan kıyasta çıkan fatura şudur: 1940 Türkiye’si ve dünyası çok farklıdır. 2007 Türkiye’si ve dünyasıyla bir değildir. Mezkur tespitler âlem çarşısında gayet açık görülmektedir. İçler acısı. Bu şartlar altında ve kıyas yapıldığında insanın önüne dakikada 1000 (bin) günah çıkmakta ve ahtapotun kolları gibi sarmaktadır.

“Ne yapacağız? Nerelere gideceğiz? Halimiz perişan!” gibi sualler ve çaresizlikler karşısında yine müjdesiyle Hz. Peygamber (asm) önümüze çıkıyor. Ve sanki dün söylemiş gibi söylüyor: “Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.”3 Bu hadis-i şerif ayrı bir müjdedir. Asır korkunç, fakat mükâfatı büyük. Şehitlerin makamına, yapacağın ibadet ve hareketle ulaşmak ve bu tehlikelerden kurtulmak paha ile biçilmez bir müjdedir. Ayrıca bu müjdeyi bize bahşeden kim? Bir ömür boyu ne kadar yapabilir ve neresinden tutarsan o kadar kârdır kazançtır. Müjdecimiz ve büyük rehberimiz (asm) olmasaydı ne olurduk acaba? Şükründen çok aciziz.

Dipnotlar:

1- Mektubat, 19. Mektub, B.S.N.

2- Mesnevî-i Nuriye, Habbe, s. 99, B.S.N

3- Müsnedü’l-Firdevs, 4:198; Feyzü’l-Kadir, Hadis no: 9:171

28.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Başörtüsü ilkokula indi!



Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan ‘kanunsuz başörtüsü yasağı’nın devam etmesini arzu edenlerin bir iddiası var. “Üniversitelerdeki başörtüsü yasağı kalkarsa, başörtüsü zamanla liselere kadar iner” diyorlar. Bu yöndeki açıklamalardan biri, Ankara Üniversitesi Rektörü tarafından, üniversitenin akademik yıl açılışında dile getirildi. AÜ Rektörü, üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı kalkarsa, “‘Liselerde bulunan kız öğrenciler de isterlerse başlarını örtebilir’ talepleri gelebilir” uyarısında bulunmuş. (Cumhuriyet, 25 Eylül 2007)

Tesbit doğru, ancak eksik. Çünkü böyle bir talep, mevcut yasak kalktıktan sonra değil, devam ettiği günlerden beri zaten var. İkincisi de, bu talep sadece ‘lise’ öğrencileri için değil, ilkokul öğrencileri için de geçerlidir. Tabiî ilâvesi de var: Başörtüsü yasağının kalkmasını isteyenler, sadece ‘Okullarda yasak kalksın’ demiyor ki! Hali hazırda devam eden kanunsuz başörtüsü yasağı, her kademede, her yerde kalkmalıdır. Ve bu talep, bugün dile getiriliyor da değil. Başörtüsü yasağının uygulanmaya başlandığı günden itibaren millet bu yasağa itiraz ediyor ve uygulandığı bütün mekânlarda kalkmasını istiyor.

Daha dün açıklanan bir araştırma neticesine göre, halkın yüzde 70’ten fazlası başörtüsü yasağının kalkmasını istiyor. “32. Gün ve A&G Araştırma Şirketi”nin birlikte gerçekleştirdiği araştırmaya göre, üniversitelerde “türban” yasağının kaldırılmasını savunanlar yüzde 73.7.

Tekrarlamakta fayda var: Bu araştırmada ‘lise’de ya da ‘ilkokulda da başörtüsü yasağı kalsın mı?’ sorusunun cevabı, soru sorulmadığı için yok; ama bu soru da sorulsa neticenin değişmeyeceği ortada. Çünkü böyle bir yasak, hür ve medenî ülkelerde, hele hele ‘çağdaş medeniyet seviyesine ulaşan ülke’lerin hiç birinde yok!

Bakınız, “Başörtüsü yasağı liselerde de kalksın talepleri gelir” diye, kanunsuz yasağı savunmaya çalışanlar fena halde açık düşüyor. Hangi hür ve medenî ülkenin ‘lise’sinde başörtüsü yasağı var? Bir adım daha atalım: Hangi medenî ve hür ülkenin ‘ilköğretim okulları’nda başörtüsü yasağı var? “Fransa’da var” diyenlere de şunu hatırlatalım: 1- Fransa’da bile üniversitelerde başörtüsü yasağı yok. 2- Fransa’da sadece ‘devlete ait lise ve ilköğretim okulları’nda başörtüsü yasağı var, ki bu da tartışılıyor. Bunun dışında, özel kişilere ait lise ve ilköğretim okullarında başörtüsü yasağı yok!

Türkiye’de uygulandığı şekliyle yasağı savunmak tamamen imkânsız. Savunanlar ‘tez’lerini hiç bir hür dünya ülkesine ve insanına anlatamazlar. Nitekim, içerde ve dışarda bu yasağın ‘kökten yanlış’ olduğunu söyleyenler çoğalıyor. “Mahalle baskı”sı tesbiti manşetlere taşınan Prof. Dr. Şerif Mardin de “Bu yasağın yanlış olduğuna yüzde yüz eminim” demiyor muydu? (Hürriyet, 16 Eylül 2007)

Komşumuz Yunanistan’da bile başörtüsü ile derse geren kıza tepki gösteren okul müdürü, Eğitim ve Din İşleri Bakanı Stilyanidis tarafından “Demokratik bir ülkede yaşıyoruz. Herkesin hakları ve tercihlerine devlet tarafından saygı gösterilmeli” denilerek bir anlamda azarlanıyor. (Akit, 27 Eylül 2007)

Bütün bu tartışmalar Türkiye’nin hürriyet ve demokrasi yolunda daha fazla yol alması gerektiğini hatırlatıyor. Almanya’daki gurbetçilerimizin ilkokulda okuyan kız çocukları başörtülü olarak okuyabiliyor da, bizim çocuklarımız niçin okuyamasın? Kanunsuz başörtüsü yasağı bütün neticeleriyle birlikte kalkmalı ve inşallah kalkacak.

28.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

İki adet onbir



Kolayca yapılabilecek bir işin yapılamaması durumunda “eline yüzüne bulaştırdı” denilir. Son aylarda bu sözü doğrulayacak epey hadise gerçekleşti, gerçekleşiyor.

Türkiye bir yandan yeni anayasa taslağını tartışırken, diğer yandan da 23 gün sonra yapılacak referandum kafaları karıştırıyor. 22 Temmuz’dan sonra Türkiye ikinci bir oy verme işlemine gidecek. 11 Eylül itibariyle gümrüklerde oy verilmeye başlandı. Ancak Yüksek Seçim Kurulunun TRT’de yayınlanan “bildirileri” dışında bu konuda anayasa değişiklik teklifini hazırlayanlar dahil konuşan yok. Çünkü herkesin kafası allak bullak. Kimse ne olacağını bilmiyor, kestiremiyor. Sadece son aylarda senaryo yazmaya merak salan senaristler yeni senaryo yazıyorlar o kadar…

Bilindiği gibi, cumhurbaşkanını halkın seçmesinin de aralarında bulunduğu mini anayasa değişikliği paketi 21 Ekim’de referanduma sunulacak. Ancak referandumun konusunu oluşturan en önemli madde olan “11. cumhurbaşkanını halk seçer” ibaresi, Abdullah Gül’ün 28 Ağustos’ta Meclis’te yapılan üçüncü tur oylama ile cumhurbaşkanı seçilmesiyle sona eren Köşk tartışmalarını yeniden başlatacak gibi görünüyor.

Nasıl tartışma olmasın? Paket, bırakın yıllar sonrasını aylar sonrası bile düşünülmeden alelacele hazırlanmıştı. Referandumda oylanacak maddelerden birisi şu. “On birinci cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylaması, bu kanunun Resmi Gazete’de yayımını takip eden kırkıncı günden sonraki ilk Pazar günü, ikinci tur oylaması ise ilk tur oylamayı takip eden ikinci Pazar günü yapılır. (Geçici 19. madde)”

Şimdi çıkın işin içinde bakalım…

11. Cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçildi ve Çankaya’da oturuyor, kararnamelere imza atıyor, kabuller yapıyor, geziler düzenliyor. Garipliğe bakın ki, 21 Ekim’de de onun nasıl seçileceğinin oylaması yapılacak!

* * *

Peki bu durumda taraflar ne diyor?

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, 21 Ekim’de referanduma sunulacak pakette yer alan “11. cumhurbaşkanını halk seçer” düzenlemesine ilişkin maddenin nasıl uygulanacağına YSK’nın karar vereceğini söylüyor. Çiçek aynı zamanda, “Meclis 11. cumhurbaşkanını seçtiği için sözkonusu düzenleme hukuken imkânsız hale gelir ve kendiliğinden ortadan kalkar. Diğer düzenlemeler de yasalaşır. Bizim açımızdan hiçbir problem yok” diyor.

AKP Grup Başkanvekili Sadullah Ergin, “11. cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen bir madde. Gül’den sonra seçilecek Cumhurbaşkanı, hiçbir zaman 11. cumhurbaşkanı olmayacak” diyor.

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, “11. cumhurbaşkanı seçildiğine göre, o maddenin hedeflediği konu kalmamıştır. İçi boş bir hükümdür. İki tane 11. cumhurbaşkanı olamayacağına göre, bu iş bitmiştir” diyor ancak farklı düşünen hukukçular da var.

YSK Başkanı Muammer Aydın, bu konu ilk defa gündeme geldiğinde, “Geçici maddenin uygulanabilirliği veya uygulanamaz olması bizi ilgilendiren bir sorun değil. Ortaya çıkartacağı sorunları da Meclis çözecek” değerlendirmesini yapmıştı. Şimdi, “Halkoylaması sonucunda ‘evet’ çıkarsa bu konuda oturup karar vereceğiz; Bu maddeyi uygulayacak mıyız, uygulamayacak mıyız? Evet çıkarsa inceleyeceğiz. ‘11. Cumhurbaşkanını yeniden seçiyoruz’ veya ‘11. Cumhurbaşkanı seçilmiştir’ deyip bir karar vereceğiz” diyor.

Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever, 21 Ekim’deki anayasa referandumunda “Halk seçsin” sonucu çıkarsa Abdullah Gül’ün yeniden Çankaya’ya aday olacağını söylüyor, ancak bu da sözkonusu değil. Çünkü, Anayasanın 101. maddesinde yer alan, “Bir kimse iki defa cumhurbaşkanı seçilemez” hükmü değişmediği için Abdullah Gül’ün yeniden aday olması mümkün değil.

Bütün bunlara ilave olarak, “Anayasa değişiklik paketi kabul edildiği takdirde Gül 7 değil de 5 yıl mı görev yapacak? Ya da Gül Çankaya’dan inecek yeni seçim mi yapılacak?” gibi soruların da cevabı belirsiz.

* * *

Bir kızgınlıkla, acelecilikle, tepkiyle hazırlanan paketle ilgili hükümet oy verme işlemi başlamadan önce bir değişiklik yapabilirdi ama yapmadı. Şimdi takvim işliyor.

Gelinen aşamada AKP kendisi hazırladığı anayasa değişiklik paketine sahip çıkmıyor. Çünkü sahip çıkmış olsa, “evet” oyu verilmesi için bir çaba harcar, kampanyalar başlatır, belki mitingiler yapması beklenirdi. AKP’nin bundan sonra alttan alta ya da alenî “hayır” için çalışması sürpriz olmayacaktır. “Yepyeni bir anayasa hazırlığı içerisindeyiz. Bu değişiklikleri yeni anayasada yaparız” gerekçesini ortaya da atabilir.

Neden olmasın, bu aşamadan sonra her şey olur.

28.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Dili dejenere



Yeni anayasa taslağı, “din dersleri” ve “başörtüsü”nün yanısıra “dil konusu”na dolandı. Türkçeden başka dillerle öğretimin kanunla düzenlenebileceğinin benimsendiği taslağın diline de ciddî itîrazlar var.

Türk Dil Kurumu Başkanı, yeni anayasa metinin, anlam bütünlüğü içinde, farklı yorumlara yol açmayan, açık ve anlaşılır bir dille yazılması gerektiğini söylüyor..

Gerçek şu ki sadece anayasa ve yasaların yazılışında değil, Türkiye’nin topyekûn bir “dil meselesi” var. Zira 75 yıl önce “dinden tecrid” kültürü oluşturmak adına “dilden tecrid” politikası dayatıldı.

“Dil devrimi”yle milletin tarihi ve hâfızası silindi. “Harf inkılâbı”yla muazzam bir kültür hazinesinin üstü örtüldü. Üç çeyrek asırdır, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bağlar kasten koparıldı; nesiler birbirini anlayamaz oldular.

Zira dil ve kültür yozlaşması, gençliğin ve toplumun yabancı kültürlerin esareti altına alınmasının çengeli oluyor. Dilin manevî boyutundan kopan kalabalıklar, peşinden ahlakî ve mânevî boşluk ve kopuşla bunalımın içine itiliyorlar.

“Dil bayramı”nda, Cumhurbaşkanı’nın, “dildeki sorun”u dile getirmesi, Meclis Başkanının, Türkçe üzerindeki yabancı kelime istilâsından şikâyeti, bu kopuşun itirafı...

* * *

Bolşevik ihtilâlini analiz eden Çarlık Rusya’sı generallerinden Netcheolodon, bu konuda Yahudi ifsad komitelerinin özellikle Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında evliliği devre dışı bıraktırıp sefâhet ve müsehcenlikle âileyi dejenere etmek ve nesilleri çökertmek amacıyla sanat ve edebiyatı âlet ettiklerini nazara verir:

“Bu yayınlarla kültür müesseselerini halk efkârında kargaşalık ve ümitsizlik ocakları haline getirmek. Böylece, yetişkinlerde başı boş arzular, gençlerde süflî hevesler uyandırmak. Kalblerde dinin getirdiği iman yerine şehevanî duygularla maddeci şüpheciliği meydana getirip dinin verdiği kültürün yerine ikame etmek…”(Rus İhtilâli ve Yahudiler, 164)

Maksat, milletleri tahrip için inanç ve ahlâkı zaafa uğratmak; bu ufûnetli bataklıkta sefâhet ve diğer terbiye dışı illetleri musallat etmek. Dilin ve edebiyatın istimaliyle magazin programları ve televolelerle kadın ve âileyi tahribe ve her türlü gayr-ı meşruluğa özendirmek...

Türkiye’de, devrimlerle başlayan dayatmalar, “cilâlı imaj devri”nde devam eden oyunlarla azdırıldı. Orijinal metinleri “sadeleştirme” ve “anlaşılır kılma” perdesinde tahrip edip vâhim tahriflere sebebiyet verdiren nevzuhur tasarruflar, dilde tükenişi hızlandırdı.

Bu plânla ifsad komiteleri, basın, sinema, tiyatro, televizyon, internet ve benzerî her türlü yayınlarla sinsî bir biçimde önce dili ve kültürü bozuyor. Dış dünyadan aldığı kültürü kafasında öz kültürüyle çatıştıran, piyasacı popüler kültürle türeyen kimlik bunalımıyla yalpalayan derme çatma bir dili türetiyor.

Öncelikle, kelimelerin değiştirilip bozulmasıyla küresel kültür emperyalizmine teşne bir toplum hedefleniyor.

Doğrusu, Mâide Sûresi’nin 41. âyetinde, “Onlar (münâfıklar ve Yahudiler), yerli yerinde hak olarak söylenen kelimeleri sonradan değiştirirler...” târifi, “kelimeleri” ve dili değiştirme fitnesini açıkça ikaz ediyor.

Âyetin sonundaki, “Onlar öyle kimselerdir ki Allah kalplerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada bir perişanlık, âhirette de büyük bir azap vardır” hükmü, kelimeleri ve dili değiştiren toplumların acı âkıbetini haber veriyor.

Bu âyet, Yahudilerin sâdece Tevrat’taki âyetleri değil, yine Kur’ân’ın hükmüne bağlı olarak gıdaların genetik yapısıyla oynayıp tohumları ve zürriyetleri değiştirdikleri gibi kelimeleri değiştirenlerin ne denli bir fitneye düştüklerini deşifre ediyor.

* * *

Dış güçler ve yerli işbirlikçileri, milletleri işgal edip sömürdükleri gibi, “arı dil”, “öztürkçe” ve benzerî uyduruk teori ve taktiklerle, dili işgal etme hevesindeler. Kültür emperyalizmi, Türkçeyi de birkaç yüz kelimeden öteye geçmeyen bir kabile diline indirgeme peşinde...

Bu menhus maksatla, milletin kültür ve mâneviyatın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi amacıyla dilin değiştirilmesine teşebbüs edilmiş. Bin yıllık manevî kültürümüzün ve İslâm medeniyetinin harcı olan, yüzyıllardır Türkçenin kök hücreleri hükmüne geçmiş ve İslâm kültür ve medeniyetinde yeşermiş yaşayan kelimelerin tahribiyle işe başlanmıştır.

Neticede, dilin bozulmasıyla mânevî kültürümüzün bataryaları boşaltılmış, dinamikleri dinamitlenmiştir

Türkçeleşmiş, dilimizin, düşünce ve kültürümüzün temel taşları haline gelmiş, ruh ve mânâlarına ceset olmuş hayattar kelimeleri, sırf mânevî mefkûreyi hatırlattıkları için “Arapça ve Farsça kökenli” diye ayıklamak, Türkçeyi katletmektir.

Bu bakımdan yalnız anayasa dilini değil, topyekûn dili düzeltmek, ârızalardan sakındırmak artık bir vecîbedir.

Mânevî kültürün ihyâsı için dilin ihyâsı şarttır...

28.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İtidale dönüş



Yargıtay Başsavcısı “uyarı”sını yaptı ve çekildi. Sonrasında, açıklamasının kamuoyundaki yankılarını değerlendirmeye almış olmalı.

YÖK Başkanı, Rektörler Komitesinin alkışlarıyla okuduğu bildirinin ardından Çankaya’ya çıkarak Cumhurbaşkanı Gül’le görüştü. Görüşme sonrası “türban”ı konuşmadıklarını söyledi.

Ve anayasa için yaptıkları çıkışın yanlış anlaşıldığını, taslağın içeriğine yönelik bir eleştiri getirmediklerini, yönteme itiraz ettiklerini bildirdi.

Anlaşılan, YÖK şimdilik frene bastı. Hızını alamayarak esip gürlemeyi sürdüren bazı rektörlerin de susması herhalde fazla zaman almaz.

Şu anda ortaya çıkan görüntü, tepki cephesinin, tavrını belli ettikten sonra AKP’nin atacağı adımları beklemeye koyulacağını göstermekte.

Bu noktada GülTeziç görüşmesi ve akabinde Cumhurbaşkanının, iki ayrı üniversitenin açılışlarına katılarak konuşmalar yapması, havayı yumuşatma ve soğutma noktasında karşılıklı bir mutabakata varıldığını düşündürüyor gibi.

Gerçi Hacettepe Rektörü “Üniversitenin dini olmaz” gibi münasebetsiz sözler söylemekten geri durmadı ve Gül’ün konuşması bir kısım medyada maksatlı bir şekilde farklı yansıtıldı.

Ama bunlar detay. Özü pek ilgilendirmiyor.

Öte yandan, TÜSİAD yönetiminden yapılan açıklamaların “Patronlar anayasa değişikliğini istemiyor” şeklinde algılandığı ve bu durumun dernek üyelerini dahi rahatsız ettiği bir ortamda, TOBB, TİSK, TESK, Türk-İş, Hak-İş ve TZOB, yeni, çağdaş bir anayasa ihtiyacının kaçınılmazlığını vurgulayan ortak bir çıkış yaptılar.

Bu deklarasyonu da 28 Şubat türü bir atraksiyon gibi sunmaya kalkışan yayınlar yapıldı, ama hiç alâkası yok.

Meslek ve kitle örgütlerinin çıkışı, son tartışmalarla adeta tıkanma görüntüsü çizen anayasa çalışmalarına taze soluk vermeyi amaçlıyor.

Ve bu yapılırken, söz konusu hazırlıkların geniş katılımla yürümesi çağrısında bulunuluyor.

Bu arada, günlerdir derin bir suskunluğa bürünen AKP cenahından da, laikçileri ayağa kaldıran kritik konularda farklı stratejilere yönelindiğinin habercisi sayılabilecek sinyaller geliyor.

Bunların başında, başörtüsü meselesini anayasa ile çözme fikrinden vazgeçilmesi geliyor.

Cemil Çiçek’in TÜSİAD’cılarla yaptığı toplantıda “Anayasada kılık kıyafetle ilgili bir düzenleme olmayacak” dediğine ve AKP yönetiminde “Bu işi anayasayla değil, YÖK ve rektör atamalarıyla çözmek daha uygun olacak” yaklaşımının ağır bastığına dair haberler bunu gösteriyor.

Yeni AKP’li Zafer Üskül’ün “Anayasa taslağında türban olduğunu kim söylüyor?” sorusu da.

Bütün bu işaretler, başörtüsü için bir kez daha koparılan fırtınanın yatışma yoluna girdiğini gösterirken, anayasa hazırlıklarının sekteye uğrama ihtimalinin nisbeten azaldığını düşündürüyor. Tabiî AKP işin arkasında sıkı durabilirse.

Bunca tartışma sürerken suskunluğunu koruyan askerin, Org. İlker Bağbuğ'un ağzından bir kez daha tekrarlanan “Laiklik tartışılmasın. Bu konuda tarafız” şeklindeki gecikmeli çıkışı fazla yankı bulmadıysa, sebebi ardı arkası gelmeyen ağır tahrik ve provokasyonlara rağmen kısmî dahi olsa bir itidal ortamının sağlanması olmalı.

Umarız, bu ortam yeni hatalarla heba edilmez ve anayasa reformu bir an önce başarılır.

28.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri