Cevdet Bey:
*“Mu’tezile mezhebini tanımak istiyorum. Çünkü bu mezhebin itikattaki yanlışlarına Üstad Hazretleri bir hayli dikkat çekiyor. Kuruluşu, fikirleri, etkileri, gelişimi ve günümüzde temsilcilerinin olup olmadığı hakkında bilgi verir misiniz?”
Peygamber Efendimiz’in (asm) dâr-ı bekaya intikalinden sonra, daha hicrî birinci asır içerisinde Müslümanlar arasında dinî, îtikâdî, amelî, siyasî birçok cepheden fikir hareketleri görülmeye başlamıştı. Mescidler ve meclisler başta olmak üzere her tarafta yapılan ilim müzakereleri ile doğru İslâmiyet’i tesbit çalışmalarının yanı sıra, içte ve dışta İslâmiyet’e yeni girenlerin etkisiyle, yer yer bid’at fırkaları da ortaya çıkmıştı. Bu ilk asırda Müslümanlar, Kur’ân’ın akla ve fikir hürriyetine kapısını ardına kadar açık tutmasından kaynaklanan bir esneklik ve rahatlık içinde hemen her mes’eleyi tartıştılar. Muhalif, muvafık düşünceler hiç durmadı, birbirini takip etti; her fikir grubunun kendi düşüncelerini yekdiğerine karşı ispat ve ikna etme çalışmaları bir diğerini izledi.
Peygamberlik kurumu artık ortada yoktu. İnsanların doğruyu bulmaları için iki ana yolları kalmıştı: “Nakil” ve “Akıl”.
Nakil, Peygamber Efendimizin (asm) yirmi üç yıllık peygamberlik döneminden geriye kalan âyetlerin, haberlerin, kavillerin, hadislerin, sözlerin ve rivayetlerin tamamı.
Akıl ise, insan dimağının düşünme ve fikir üretme yeteneği.
Şunu unutmamak gerekir ki: İnsanlık tarihine göz attığımızda, her peygamberin (as) dini ve getirdiklerinin, kendisinden sonra kendi ümmetince hep tartışıldığı ve hemen hepsinde, İslâmiyet’e oranla daha da fazla ihtilaflar, dalâletler ve sapmalar türediği ve hattâ Allah’ın âyetlerine kadar ne varsa değiştirilme teşebbüslerine girişildiği ve bu ihânette başarılı da olunduğu çok görülecektir.
İslâmiyet’in ise, doğduğu günden beri hemen her asırda, aykırı veya uygun muhtelif fikir taarruzlarıyla karşı karşıya kalmış olmasına rağmen; aslını ve safiyetini hep koruduğunu, dalâlet fikirlerine karşı içerisinden hak mezhepler ve meslekler çıkararak kendisini hep savunduğunu, amelde ve itikatta genelde dosdoğru bir çizgide yorumlandığını ve her asırda zengin yorumlarla hep yeniden beşeriyete sunulduğunu görmek, bir Müslüman olarak bin dört yüz küsur yıl sonra bile elimizde, kalbimizde ve imanımızda saf, pak ve berrak İslâmiyet’in bütün tazeliğiyle mevcut olduğunu görmek, fevkalâde büyük bir İlâhî lütuf ve ihsandan başka ne ile izah edilebilir? Müslümanların nefeslerinin, kıyamete kadar geçecek zamanın saniyeleri ile çarpımı adedince Allah’a şükretsek yine azdır! Elimizde berrak bir İslâmiyet vardır! Elhamdülillâh.
Hiç şüphesiz, İslâm Tarihinde istikametli fırkaların yanında istikametten sapmış fırkalar da yol bulmuş ve türeyebilmiştir. İşte Mu’tezile mezhebi, hicrî birinci asırda doğmuş ve itikatta genelde ehl-i sünnete muhalif fikirler ve düşünceler öne sürmüş bir fırka olarak tarihteki yerini almıştır.
Mu’tezile mezhebinin, tabiîn ulemasından olan Hasan-ı Basrî’nin ilim halkasında, büyük günah işleyenlerin durumu tartışılırken çıktığı söylenir. Hasan-ı Basrî’nin yanına giren bir adamın: “Ey din büyüğü! Zamanımızda bazıları büyük günah işleyenlerin kâfir olduklarını söylüyorlar. Bazıları da büyük günahları hiç önemsemiyorlar; büyük günah imana zarar vermez diyorlar! Bunlar hakkında nasıl hükmedersin?” diye sorunca, İmam Hasan-ı Basrî (ra) düşünmeye başlar. O esnada ders halkasından birisi olan Vasıl b. Ata ortaya atılarak, “Büyük günah işleyen ne mü’mindir, ne de kâfirdir; Bunlar iki mertebe arasında bir yerdedir! Mü’min de değildir; kâfir de değildir!” der. Sonra ayağa kalkar ve cemaati terk eder. Daha sonra peşine taktığı bir takım kişilerle yeni bir hareket başlatır. Hasan-i Basrî de: “İ’tezele annâ Vâsil”, yani, “Vâsil bizden ayrıldı” der. O gün ayrılanlara ve daha sonra kendi aykırı görüşleri etrafında toplananlara Mu’tezile denmiştir.
Mu’tezile mezhebinin doğuşu ve gelişme sürecindeki görüşlerini öze inerek inceleyecek olursak, hareket noktalarının aslında dalâlet ortaya koymak olmadığı; fakat fikirlerinde büyük oranda isabetten mahrum kaldıkları ve bid’ata girdikleri görülecektir. Yunan Felsefesinden büyük oranda etkilenmişlerdir. Bilhassa, ilk çağ Felsefe akımlarından Neoplatonizm’in lideri Ammonios Saccas’tan ders alan Plotinus’un (m.ö. 204–270) fikirlerinden esinlenmişlerdir. Akla naklin üzerinde yer vererek, bir ölçüde İslâm Felsefesine de öncülük ettikleri söylenebilir. Günümüzde bu mezhebin görüşlerini yaşatan bir cemaat veya grup söz konusu değildir.
Yarın inşallah devam edelim.
14.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|