|
|
Nimetullah AKAY |
Zıtlıkların dili |
|
İnsanı yaratan İrade ancak insana faydalı olan davranışı en iyi bir şekilde ortaya koyabilir. İnsanı bir fabrika olarak düşünürsek, elbette bu fabrikanın ustası fabrikanın en iyi verimi vermesi için kurallar vaaz edecektir. Bu sebepledir ki, Hâlık-ı Kerim olan Rabbimiz, namazı imandan sonra insanlar için en önemli bir ibadet olarak zikretmiştir.
Bir insanın veya insanların namaz kılmasının zararlı olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Aklı başında olan hiç kimsenin, insanlar için ibadetin ihtiyaç olduğunu bilen her türlü inançtan olanların, inansın inanmasın, namazdan rahatsız olmaları düşünülemez. Eğer böyle bir durum varsa, bir kere insanlık özellikleri o şahıs veya şahıslarda oldukça fazla zaafa uğramıştır.
Bir insanın inandığı gibi ibadet etmesi, onun karşı çıkılması mümkün olmayan bir hakkıdır. Bu hakkın rahat bir şekilde kullanılması için medenî toplumlarda önemli kolaylıklar sağlanmaktadır. Ancak yapılanların aklın mizanları ile ölçülmesi mümkün olmadığı, medenîleşmemiş, tarihin tozlu rafları arasında kalan baskıcı zihniyete sahip ülkelerde çoğu zaman insanların ibadet etmesi tehlikeli olarak görülmektedir.
Kendi ülkesinde insan haklarının gelişmemiş olduğunu müşahede etmesi, ahlâkî kurallar çerçevesinde yaşayan insanlar için büyük acı olmalıdır. Ne yazık ki bu acıyı bizler yaşamaktayız. Bizde, kaybedilmemesi için her türlü dalavereye başvurulan bir zihniyet hâkimiyeti bulunmaktadır. Öyle bir zihniyet ki kendisinden başka hiçbir anlayışa hayat hakkı tanımak istememektedir.
Fertlerine serbest düşünme, serbest inanma ve inandığını serbest yaşama iklimini yaşatmayan rejimlerin insanî vasıflarından bahsedilmesi mümkün değildir. Böyle rejimlerin nitelikli insan yetiştirmesi için gerekli donanıma sahip olması da mümkün değildir. Böyle devletlerde insanların Allah’a kul olması engellenirken, kişilerin kullara kul olması, menfaatleri için her türlü rezilliğe boyun eğmesi terviç edilmektedir.
Bazen düşünüyorum da, bizler Allah’a kulluk etmek isteyen insanların horlandığı bir ülkede mi yaşıyoruz yoksa?
Neden tahrif edilmiş ve günümüzün insan ihtiyaçlarını yeterince karşılamayan dinlerin hâkim olduğu devletlerde inançlara karşı tahammül gösteren insanların sayısı daha fazladır?
Neden İslâm gibi, yeryüzüne indirildiğinden bu yana insanlığın inanç ihtiyacını tam ve mükemmel bir şekilde karşılayan bir yüce dine sahip olduğumuz halde, bizde başkalarının inancına tahammülü olmayan insanların sayısı daha fazladır?
Mükemmel bir şeyin bozulmasının daha vahim olduğu gerçeğiyle karşı karşıya mıyız yoksa? Zaten bozuk olan bir şeyin biraz daha fazla bozulmasının insanı daha az bozulacak bir oluşuma götürmesi olayı mı cereyan etmektedir çevremizde?
Ne olursa olsun, mutlaka her şeyde bir hayır ciheti vardır. Mutlaka bizleri şaşırtan insan davranışlarından çıkarabileceğimiz çok dersler bulunmaktadır. Koyu karanlığın ışığa olan ihtiyacı daha fazla göstermesi gibi, aklın alamayacağı davranışlarda bulunan insanlar bizlerin doğru davranış tarzlarına yönelmemize sebep olmaktadırlar.
Gördüğümüz inanç fukaralığı, gördüğümüz inanç düşmanlığı, bizleri inandığımız değerleri daha fazla yaşamaya yönlendirmelidir. Başkası için önüne geçmemiz mümkün olmayan bir talihsizlik haleti, bizler için bahtiyarlığa ermenin yolunu açmalıdır.
Müslüman bir ülkede namaz gibi bir ibadetin gençler tarafından ifa edilmesinin çok anormal görülmesi ve namaza teşvik eden eğitimcilerin durumunun bazı kendini bilmezler tarafından “vahim” olarak gösterilmesi elbette üzüntü verici bir durumdur. Ama buna üzülmekten daha çok yapabileceğimiz başka şeyler olmalıdır.
O, imandan sonra en büyük hakikat olan namaz ibadetimizi yeterince ifa edip etmememiz, bu ibadet hususundaki Rabbimizin ısrarlı emirlerini yerine getirip getirmediğimiz ve Peygamber Efendimizin (asm) teşvik edici yaşantısını hayatımıza geçirip geçirmememiz bizleri her şeyden daha çok düşündürdüğü zaman, ancak o zaman gerçek gündemimizi yakalamış olacağız. Bu dünyada elbette zıtlıklar olacaktır. Çünkü insanların bir kısmının aydınlıkları tercih etmesi, bir kısmının karanlıklarda karar kılması yaratılışın bir gereğidir.
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
A’rafta antreman yapmak |
|
Ne zamandır Risâle okumuyordum veya çok az okuyordum… Güya işlerim çoktu, yoğundum, zamanım yoktu… Yılgınlığıma gerekçeler sıralamak kolaydı ama elime alıp okumak zordu. Karşıdan bakıyordum kırmızı kitaplara, karşılıklı bakışıyorduk sadece…
Sürekli her gün canlı ve heyecanlı okumak mümkün mü? Melek değiliz ya… Bazen gaflet ağır basıyor, ülfet peyda ediyor, tembellik sürüklüyor… Okumak için okumak kendini kandırmak değil mi? Beden yorulduğu gibi kalp de yoruluyor, zihin de sendeliyor, duygular da durgunlaşıyor, irade gevşeyebiliyor…
Günde beş-on dakika da olsa okumanın ne demek olduğunu, hiç okumadığım günlerde daha iyi anladım. Bir yerlerden yeniden başlamalıydım, başladım; az da olsa ayaküstü de olsa bir parça okumak…
Nasıl nefis ve şeytan bize sinsice yaklaşıp unutturuyorsa unutmamamız gerekenleri, aynı silâhla onlara yaklaşıp kırmalıydım çemberlerini… Yavaş fakat derin bir darbe ile bertaraf etmeliydim sığ isteklerine...
Çoğu yapamıyorum diye azı da terk etmek, terk edilmesi gereken bir meleke… Devamlılığı esas alıp, azı önemsememek… Bütünü küçük parçalarla bölerek kolaylaştırmak… Damlaların devamlılığı mermeri delmesi gibi devamlı üzerinde durmak…
Toprağın çisil çisil yağan yağmuru emerek doyması gibi yüreği hakikat damlalarıyla doyurmak, onu devamlı canlı kılacaktır…
Nerede kaldığıma bakmak için açtım Asayı Musa’yı… Kenarındayken içine çekti beni, dünyevîleşmede boğulmuşluğumdan kurtarmak için… İçtim Asa’nın çıkardığı âb-ı hayat suyunu… Sendeleyişim susuzluğumdanmış, yürek yarıklarım doldu içtikçe…
Kuvvetli kuraklıktan korumak için kalbi, sık sulamalı diye düşündüm… Şerler her yere dolmuşken düşlerde dolaştığım yeterdi… Dünyanın bitmeyen ihtiyaçları, nefsin bitmeyen istekleri peşinde koşturmaktan yorgun ve susuzdum…
Susuzluğumu dinledim, nefsini dinleme dedi… Dünyevîleşme denizinde boğulmak istemiyorsan Musa Asası’nın açtığı yolda yürü dedi aklım…
Mücahede ve mücadele yavaş fakat kararlı adımlarla yeniden başladı; bazen bir paragraf, bazen yarım, bazen bir sayfa okumayla yenilendim; evden çıkmazdan evvel, öğle öncesi, yatmazdan evvel… Yakalayacağım bir cümle belki de çok şifreleri çözecek, açılan kapıdan hastalığıma deva olabilecek bahçeye götürecek beni…
Zamanı saati belli olmadığına göre kısa aralıklarla okumalıydım Risâleleri, Kur’ân’ı, kâinatı… Cemaatle namaza dikkat etmeli, arkasından tesbihatı istekle yapmalıydım… Cevşenle süslemeydim küçük zaman boşluklarını…
İdeal olanı yapamamaktansa pratikte küçük şeyleri yapmak; fitnenin fesadın ayyuka çıktığı bugünlerde az şey olmadığını düşünüyorum… Sizin dünyanızı bilmiyorum ama ben a’raftan geçiyorum, ideale ulaşmak için antreman yaptığım a’raf…
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
TSK ve neocon’lar |
|
Tam da ülke seçime giderken terör olaylarının tırmanışa geçtiği, yine ard arda şehit cenazelerinin gelmeye başladığı ve Türkiye’nin Ankara’da patlayan bombalarla sarsıldığı bir ortamda Washington’da tertiplenen bir “think-tank” toplantısında yeni felâket senaryolarının gündeme getirilmesi acaba neye işaret?
Peki, Anayasa Mahkemesi eski Başkanına suikast, Beyoğlu’nda en az 50 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir terör saldırısı, 50 bin Türk askerinin Kuzey Irak’a girmesi gibi senaryoların konuşulduğu toplantıda Türk Genelkurmay’ının da üst düzeyde temsili nasıl yorumlanmalı?
Dışişleri Bakanı Gül, Türk medyasında büyük yankı uyandıran senaryoları “deli saçması” olarak nitelerken, toplantıya katılan “TSK mensuplarının böyle şeylere gereken tepkiyi koyup, ağızlarının payını verip salonu terk etmeleri gerekirdi” diyor ve “Belki de öyle yapmışlardır” temennîsini dile getiriyor. (Hürriyet, 18.6.07)
Ancak bu çeşit toplantıların arkaplanını iyi bilen uzman gazetecilerin verdiği bilgiler hiç de öyle bir havayı yansıtmıyor; tam tersine Türk askerî yetkililerin, bu çeşit senaryoların konuşulacağını önceden bilerek toplantıya katıldıklarını gösteriyor. O zaman da iş iyice çetrefilleşiyor.
Başkanı söz konusu toplantıya katılan Genelkurmay Stratejik Araştırma ve Etüd Merkezi (SAREM), Org. Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanı olduğu 2002’de açılmıştı.
Merkezin açılışında konuşan Kıvrıkoğlu, SAREM’in faaliyet alanında iç politika konularının bulunmadığını ifade ederken, “Türkiye Cumhuriyetinin bekasını ve millî gücünü doğrudan ilgilendirdiği için, irticaî ve bölücü faaliyetlere ilişkin değerlendirmeler bu genellemenin dışındadır” kaydını düşmüştü.
O günden bugüne SAREM’in adı pek duyulmadı. Tâ Hudson Institute adlı neocon düşünce kuruluşunun Türkiye’de büyük gürültü koparan mâlûm toplantısına kadar. Ve bu toplantıda bizzat başkanının hazır bulunması, Dışişleri Bakanınca “deli saçması” olarak nitelenen senaryoların SAREM’in görev ve faaliyet alanına girip girmediği tartışmasını gündeme getirdi.
Toplantının Türk organizatörlerinden Zeyno Baran’ın, geçen sene “Türkiye’de 2007 yılı içinde bir askerî müdahale ihtimali fifty-fifty” kehanetinde bulunmuş olması ve Genelkurmay İkinci Başkanının da yakınlarda aynı kuruluş tarafından tertiplenen bir başka toplantıya katıldığı bilgisi, bu tartışmayı daha da ilginç kılıyor.
2001 sonrası ABD yönetimini avucunun içine alıp Ortadoğu’yu ve dünyayı ateşe sürükleme çabalarını canhıraşane sürdüren neocon çetenin önde gelen isimlerinden Michael Rubin’in, geçtiğimiz günlerde Harp Akademileri Komutanlığınca tertiplenen sempozyuma konuşmacı olarak çağrıldığı da dikkate alındığında, TSK-neocon ilişkilerinin etraflı şekilde masaya yatırılması zorunluluğu gündeme geliyor.
Eğer Türk Genelkurmay’ı söylem bazında her vesileyle tekrarladığı demokrasiye bağlılık mesajında samimî ise, demokrasimizin altını oymaya yönelik senaryolar üretmeyi iş edinen neocon çetelerle böylesine sıkı fıkı görüntüler vermesinin izahı ne? Dahası bölgeyi ve dünyayı daha büyük ateşlere atmak için yanıp tutuşan bu çetelerle TSK’nın nasıl bir ilgisi olabilir?
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Susuz günlerden hatırda kalanlar |
|
1. Eve girer girmez, selâmdan sonraki ilk sözünüz “Sular geldi mi?” sorusudur.
2. Evi aradığınızda da, hatırdan önce suları sorarsınız.
3. Ne dünyanın en güzel tatlısı, ne teknolojinin son harikası… Bir evde herkesi en fazla mutlu edecek haber, musluktan gelen su sesidir.
4. Sular kesildiğinde hissedilen hayret değil, derin bir üzüntüdür. Sular geldiğinde ise duygulara sevinç kadar, belki ondan da fazla hayret hakimdir.
5. “Taşıma suyla değirmen dönmez” sözünün neden söylendiğini anlamakla birlikte, “taşıma su” dışında nasıl bir seçenek olduğu sorusu da ortadadır.
6. Depo, sadece fabrika ya da mağaza sahiplerini değil, her hane sahibini ilgilendiren çok önemli bir sözcüktür.
7. Su sesinden önce musluktan gelen ve suyun gelmekte olduğunu haber veren ses, kâinatın en güzel ikinci sesidir.
8. Su kesildiği an gelen fıs sesi ise kâinattaki en kötü sestir.
9. Her su geldiğinde susuzluk anlarının unutulduğu bir “balık hafıza” dönemi yaşanır ve su israfına/iktisadına dair her şey bir kenara bırakılır. Hazır su bulunmuştur, bol bol kullanılmalıdır.
10. Her su geldiğinde, evdeki bütün kaplar, bidonlar, kovalar birer depo vazifesi görür. Ve her sular kesildiğinde deponuzun ne kadar yetersiz olduğunu anlarsınız.
11. Susuzluk kas yapıcı bir problemdir.
12. Alternatif su kaynaklarında kuyrukta beklerken, hiç tanımadığınız komşularınızla karşılaşırsınız.
13. Susuzluk nesilden nesile anlatılacak bir hatıra hazinesidir.
14. Kâinatın en büyük meselesinin ne açlık, ne işsizlik, ne adaletsiz gelir dağılımı, ne terör olmadığını, sadece ve sadece susuzluk olduğuna kanaat getirirsiniz.
15. Her yağmur damlası bir ümittir. Yağmurda kuru temizlemeden yeni aldığınız elbisenizin kirleneceğinden endişe etmek aklınıza gelebilecek en son şey bile değildir.
16. Şuna inanırsınız ki, insan susuz da yaşayabilir. Ama bu çok zor bir hayattır.
17. İçme suyunun da pekala kullanma suyu olabileceğinden şüpheniz yoktur.
18. Cennetin neden “Altından nehirler akan” bir yer olarak tasvir edildiğini daha iyi anlıyorsunuzdur.
19. Bir gün bu susuz günleri unutacağınızı hiç düşünmüyorsunuzdur.
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Yerli Rocky |
|
Boğaz’ın Boğası Sinan Şamil Sam’ı izledik. Amerikalı rakibi Oliver MacCall’le yaptığı dövüş bol kanlıydı (Fox TV). Hoş, bu dövüş, Reha Muhtar ve Nazlı Ilıcak’ın Çapraz Ateşi’ni aratmadı...
MacCalle Oscar’lı oyuncu gibiydi. Maç başlamadan önce rakibinin suratına öyle bir bakışı vardı ki... Değme, çocuklar görse gece rüyalarına girer...
Görünen o ki, bu boks turnuvası, hem “bütün izleyicide” hem de “AB grubu”nda gecenin en çok izlenen programı olmuş.
Atatürk Spor Salonu’nda yapılan ve 12 raund süren müsabakanın ilk iki raundu boksörlerin birbirilerini “taktik”sel olarak denemeleriyle geçti.
Ama ne olduysa, Sinan Şamil 3. raundda aldığı bir sol direkle göz altında açılma meydana geldi… İyi giden Sam, bu raunddan sonra zor anlar yaşamaya başladı.
Sol gözünün altında sık sık kanama meydana geldi. 42 yaşındaki rakibi karşısında genellikle savunma yapmak zorunda kaldı. Boksun aslında kanlı bir spor olduğunu bir kez daha gördük.
Müsabakanın 6. raundunda gözündeki kanama devam eden Sam’ı doktor kontrolüne gönderen İngiliz orta hakem, daha sonra maçın devamına karar verdi.
Şamil Sam, zor anlar yaşamasına rağmen, birçok pozisyonda sayı alan vuruşlar gerçekleştirmesine rağmen, galip ayrılan taraf Amerikalı Boksör MacCall oldu.
Bu müsabakada asıl anlatmak istediğimiz konu: maçın spikeri...
Maçı öyle bir anlatımı vardı ki, hani tabir yerindeyse “spikerin nazarı değdi” denilebilir.
Şu abartılı cümleleri dinleyen “o kadar da değil” demekten edemedi.
“Kâinatın maçı... Şamil üstüste öyle darbe vuruyor ki, rakibi tavuk gibi kaçıyor.”
Son olarak, “İşte bu, Amerikalı boksörün Türk’ün gücünü gördüğü anlardan biri” demesi ise, hayli ilginçti. Zira, oynanan maçta Sam yenilmişti. Ya spiker Bilgehan Demir Amerikalı boksörden aldığı darbeyle göremiyordu, ya biz yanlış gördük.
Hâsılı; kulaklarımız bu maç anlatımında usta spiker Orhan Ayhan’ı aradı.
KOMPLO ve ÖZÜR BORCU
Bağcılar Lisesi’nde çekilen görüntülerin Show TV’de yayınlandıktan sonra “komplo” olduğunu ilk söyleyenlerdeniz.
İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü’nün görevlendirdiği müfettişler sonunda raporu hazırlamış ve bu lisede “suç unsuruna” rastlamadıklarını, hatta bu olayın bir “komplo” olduğu kanaatine varıldı.
Yani komplo “resmen” tescillendi.
Bunu önemsemek lâzım. O gün çarşaf çarşaf “lisede namaz” haberini yayınlayan mevkuteler, bu günkü sütunlarında müfettiş raporundan tek bir satır bile yayınlamadı...
Söz konusu görüntülerde yer alan öğrenciler, görüntüleri cep telefonuyla çeken Ç.’nin annesi ile halasının ısrarı üzerine o gün namaz kıldıklarını anlatmış.
Raporda, “Teneffüslerde bazı öğrencilerin kapıyı tutarak gizlice tek tek namaz kıldıkları görülmüştür. Ancak görüntüleri kaydeden velinin, öğrencileri namaz kılmaya ısrar ve teşvik etmesi, velinin ifade vermek istememesi, ikametgâh adresini terk etmesi ve öğrenciyi okula göndermemesi nedeniyle olayın komplo ve kurumu yıpratmak amaçlı olduğu kanaatindeyiz” denildi.
Hatırlatayım:
“Komplo” haberi yayınlayan Show TV ve yayını hazırlayan “Haber Özel”in bu millete “özür” borçları var!
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kabir insanı sıkar mı? |
|
Okuyucularımızdan Ahmet Başargil bir gazeteden, Sevgili Peygamberimizin (asm) Sahabeden Sa’d bin Muaz’ın cenazesine katıldığını, parmaklarının ucuna basarak yürüdüğünü, hikmetini soranlara da cenazesine çok sayıda melaikenin katıldığını bildirdiğini, kabre konulduğunda Sevgili Peygamberimizin taaccüple “Seni de mi kabir sıkıyor?” buyurduğunu aktardıktan sonra, “Sn. Hocam, ben bu yazıyı okuyunca şok oldum. Beni İslâma teşvik değil, İslâma fren yaptıran bir yazı olarak algıladım. Bu kadar muhterem bir Sahabeyi kabir sıkarsa hocam biz şimdiden bitmişiz. Konu hakkında görüşlerinizi beklemekteyim” diye soruyor.
Sevgili Ahmet! Mü’min, meleklerin dahi saygı duyduğu, sevimli; sevgiye, saygıya, şefkate, kısacası bütün güzelliklere lâyık bir varlık. Hatta kâinat ondan o kadar memnundur ki ölümü üzerine yerler ve gökler ağlar.
Kabrin sıkması ise ayrı bir hakikat. Peki, böyle bir insanı nasıl sıkar?
Evet, kabir kâfir, münafık ve isyankârları kemiklerini kıracak kadar kızgınlık ve nefretle sıkarken mü’mini de, “Hoş geldin!” dercesine iştiyakla karşılar, kucaklar ve sıkar. Yumuşak, hoş ve tatlı bir sıkıştır bu. Nasıl uzun süre birbirini görememiş, hasretle beklemiş iki dost kavuştuklarında sevinç ve mutlulukla kucaklaşır, birbirlerini sıkarlar.
Allah Resûlü (a.s.m.) kabrin, iyi kötü herkesi sıktığını bildirmiş, itaatkâr bir kulu, baş ağrısından şikâyet eden bir çocuğu şefkatli annesinin, başını hafifçe okşaması gibi sıktığını bildirmiştir. Mü’min de olsa isyankâr bir kimseyi ise, kaburga kemikleri birbirine geçercesine sıkar.1
Sa’d bin Muaz’ı sıkışı da şefkat ve iştiyak sıkışıydı şüphesiz. Resûl-i Ekrem’in (asm), “Sa’d’ın ölümü sebebiyle Arş sallandı. Onun için semânın kapıları açıldı. Ve yetmiş bin melek cenazesine katıldı. Buna rağmen kabir onu sıktı. Sonra genişletildi”2 buyurması da bundan dolayı. Bu karşılama öyle hoş, güzel, sevgi ve şefkat dolu karşılamaydı ki onun güzelliği toprağına bile sinmiş, bir Sahabînin mezarından aldığı bir avuç toprağın misk gibi etrafa güzel kokular saldığı görülmüştü.
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) kızı Hz. Zeyneb’in vefatı esnasında da kızının kabrine inmişti. Düşünceli ve üzgündü. Kabirde biraz bekleyip sonra sevinçle çıkmış ve şöyle buyurmuşlardı: “Zeyneb’in zayıflığını düşünüp, ona kabir sıkıntısını ve sıcaklığını hafifletmesi için yüce Allah’a duâ ettim. O da bunu kabul buyurdu.”3
Kısaca güzel inanış, bakış ve yaşayışı sebebiyle mü’min için kabrin sıkışı da dahil her şey güzel.
Dipnotlar:
1- Kurtubî, 1:150.
2- Tenvîrü’l-Kulûb, s. 60.
3- Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 95.
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Tenkit etmemekle mükellefsiniz!” |
|
Bugün de tenkit kültürünün esaslarını incelemeye devam ediyoruz. Dışarıdan yapılan tenkitlerin etkisinde kalarak dahilî tenkitlere gidilmemesi gerektiğine işaret eden Bediüzzaman, şu tavsiyede bulunur: “Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zarûretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten (düşüncelerinizi, görüşlerinizi dağılmaktan) muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.”1 İşte İhlâs Risâlesi’ndeki “ikinci prensip”: “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir. Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.”2
Kezâ, tenkidin dehşetli sonucunu örnekleyerek nazara verir: “Ben size ilân ederim ki, Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risâle-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir… Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.”3
“Bu şiddetli maddî ve manevi kıştaki galâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maişet fukaralara ağır basması cihetinde, ekserî fakîrü’l-hâl olan Risâle-i Nur şakirtlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanütleri bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum. Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihatınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız. Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler.”4
“Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki, o düsturu cidden nazara almalısınız: Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum.”5
Bütün ağabeylerin ittifakıyla, Nur’un sadık kahramanı ve Risâle-i Nur hizmetlerinin yılmaz bekçisi, yönlendiricisi Zübeyir Gündüzalp de, tenkit konusunda şöyle der:
“Bir camianın fertleri, bir dâvânın hadimleri biribirini tenkit etmek illetine tutulur da tedavi edilmezse, o camiadan ve o hadimlerden bir hayır beklenemez, beklenmemelidir.”6
Dipnotlar: 1- Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 2- Lem’alar, 164-165.; 3- Şualar, s. 444.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 5- Barla Lâhikası, s. 87.; 6- Güzel Gören Güzel Düşünür / Zübeyir Gündüzalp, Nesil, 7. bask. İst., 2005, s. 48.
19.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Demokratlık dersleri (1) |
|
Daha evvel de kısmen bahsetmiştik. Yeni bir seçim atmosferine girdiğimiz şu günlerde, kıymetli okuyucularımızdan, dost ve kardeşlerimizden çok sayıda mesajlar alıyoruz.
Yurt içinden olsun, yurt dışından olsun, daha evvel eşi benzeri hiç görülmedik ölçüde gelen bu mesajlar, yön ve mahiyet itibariyle ikiye ayrılıyor:
Bir kısmı tebrik, takdir, duâ, müzakere, muhakeme ve paylaşım ağırlıklı.
Diğer kısmı ise, daha ziyade tenkit, techil, tahkir, itham, isnat, karalama şeklinde devam edip gidiyor.
Bu tenkitçi dostların bir kısmını gayet yakından tanıyoruz. Onların yapıcı ve samimi olan tenkitlerini yine de saygıyla karşılıyoruz.
Ancak, tenkidin yanında, bazıları bize ayrıca "Demokratlık" dersini vermeye kalkışıyor ki, asıl acipliği, tuhaflığı, bu noktada yaşıyoruz.
Buna rağmen, yine de kırmadan, dökmeden, nazik bir lisan ve mülâyim bir üslûpla şahit olduğumuz şu gerçekleri hatırlatmak durumunda kalıyoruz:
"Bak, kıymetli dostum. Gayet iyi biliyoruz ki, sen geçmişte de hiç demokrat olmadın. Demokrat misyonu temsil eden partilere hiç teveccüh göstermedin. Her seçim devresinde bir başka partiye yöneldin, bir başka kulvarda siyaset koşturdun. Senin siyasî çizginde istikrardan, istikametten eser yok. Yani, hep Demokrat'ın dışında kaldığın ve zigzaglarla dolu bir geçmişe sahip olduğun halde, şimdi gelmiş bize Demokratlık dersini vermeye kalkışıyorsun. Ne yüzle ve hangi hakla? Kusura bakmayın, ama bu noktada sizden ders almaya hiç mi, hiç ihtiyacımız yok.
"Ayrıca, bizi ikna etmek için de kendinizi yormayın. Biz, altmış yıldır hiç değişmeyen çizgimizle, hiç kırılmayan istikametimizle, hiç bozulmayan düstûrlarımızla ve daima istişareye dayanan kararlarımızla, zaten yeterince ve dahi tereddütsüzce ikna olmuş durumdayız. Ama görülüyor ki, siz ciddî tereddütler yaşıyor ve kendinizden tam emin değilsiniz. Zaten, halinizden emin olamadığınız içindir ki, zaman zaman hiddet ve öfke ile üzerimize geliyorsunuz.
"Ha, bir de şu 'sayısal üstünlük' kriteriyle ahkâm kesmek hiç doğru değil. Zira, yegâne ölçü bu değil; belki bu, tâli derecedeki ölçülerden sadece bir tanesidir. Kaldı ki, geçmişte bu ölçüyü de esas almış değilsiniz. Yani, bu ölçüyü bile işinize geldiği zaman geçerli saymaktasınız. Lütfen, ciddî ve tutarlı olalım.
"Ayrıca bilin ki, bu 'sayısal hamurlu siyaset' çok su kaldırır. İyisi mi, gelin sizinle siyaset dışında konuşalım ve yine dost olalım, dostça kalalım. Zira siyaset, bizim en mühim, en öncelikli meselemiz değil. Ne var ki, öyle müvazeneyi bozarak, düstûrları karıştırarak ve zihinleri bulandırmaya çalışarak, başımızı ağrıtmaya ve bizi bu meselede konuşmaya mecbur bırakmaktasınız. Aynen, geçmiş dönemlerde de olduğu gibi... Ne yapalım, demek ki bizim de kaderimiz böyle."
Evet, mecburiyet hasıl olduğunda, bazı dostlarımıza bütün bunları söylemek durumunda kalıyoruz. Tabiî, kimine faydası oluyor bunların, kimine ise hiç olmuyor.
Bilhassa, dini siyasete karıştıran kimi dostlarımız, kelimenin tam anlamıyla "tarafgirlik siyaseti" güttüğü için (veya o hale getirildiği için), ne dediğimizi bir türlü anlamıyor, yahut anlamak istemiyor.
Doğrusu şu ki, dine siyaset karıştırıldığı yerde, tarafgirlik marazı da kaçınılmaz oluyor. Zira, siyasete de din gibi bakılıyor ve bu durumda taraf olmak adeta farz derecesinde görülüyor.
Öyle ya, kişi, din meselesinde olduğu gibi, dine nisbet edilen siyaset meselesinde de tarafsız kalmayı elbette ki düşünemez bir hale gelir; kesin ve keskince bir tarafgir olur.
İşte size, tarafgirlik marazının çıktığı en koyu ve en karanlık dehlizden çarpıcı bir misâl.
Gerekçeler
Bize demokratlık dersi vermeye kalkışan dostlarımıza hatırlatmak isteriz ki, Üstad Bediüzzaman'ın "siyasetteki muktesit meslek" tercihi ile "Ahrar ve Demokratlara nokta–i istinat olma" yönündeki gerekçesi, bazılarının zannettiği gibi öyle bir–iki maddeden ibaret falan değil.
Burada, o haklı ve tutarlı dâvânın gerekçelerinden belki otuz–kırk tanesini ardı ardına zikretmemiz mümkün. Kaldı ki, bunları çeşitli vesilelerle peyderpey zikrederek yorumlamaya çalışıyoruz.
Dolayısıyla, bütün bu gerekçelerin tamamını (hiç olmazsa kısm–ı âzamını) birlikte düşünmek ve yekûnunu dikkate alarak yorum ve değerlendirmelerde bulunmak gerekiyor. Aksi halde, isabet kaydetmekte ve istikameti muhafaza edebilmekte büyük müşkilât çekilir.
Hamdolsun ki, bu noktada tam bir vicdanî ve kalbî rahat içindeyiz.
Zira, bu meselede de, Hz. Bediüzzaman'ın Kur'ân'ın feyziyle vâz etmiş olduğu hakikatli ölçü ve prensipleri esas almaktayız. Altmış yıllık demokrasi tarihimizde, bu temel çerçevenin dışına çıktığımızı kimse çıkıp iddia edemez.
Çizgimizi, istikametimizi beğenmeyen, hatta şiddetli muhalefet edenler dahi, çıkıp bu istikametli gidişi tekzip edecek bir iddiada bulunamaz. Kaldı ki, sözünü ettiğimiz istikametli içtimaî çizginin, bir de Cumhuriyet tarihi öncesi var.
Meselâ, Üstad Bediüzzaman, Demokratların öncüsü olarak gördüğü Ahrar Fırkasına daima destek vermiş, onlara daima istinat noktası olmaya çalışmıştır. Üstelik bu desteğini, katılmış oldukları seçimlerde başarılı olup olmadıklarına hiç bakmaksızın sağlamış. Zira, muvaffak olup olmamak Allah'ın vazifesidir; ki, onu da bir "vakt–i merhun"da gizlemiş.
Üstad Bediüzzaman, "Otuz beş sene sonra dirildi" dediği Ahrar'ın devamı mahiyetinde gördüğü Demokratları da, yine aynı gerekçelerle desteklemiş ve bu iki parti arasındaki "kök bağlantısı"nı özellikle nazara vermiştir. Bu da gösteriyor ki, "Ahrar–Demokrat misyonu"nda kök ve köken bağlantısının da aranması ve bulunması gerekiyor.
Dolayısıyla, kök bağlantısı bulunmayan bir parti nevzuhûrdur, Ahrar'ın, Demokrat'ın devamı, yahut onların misyon takipçisi olamaz.
Yarın, "Demokrat Nur Talebeleri."
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah'ın emri ve dilemesi |
|
Dilek Hanım:
*“Allah’ın emri ile dilemesi aynı mıdır, fark var mıdır? Meselâ Allah ateşe emrediyor ve ateşin Hazret-i İbrâhim’i (as) yakmamasını diliyor. Emretseydi, ama dilemeseydi ne olurdu? Ateş bu emre uyar mıydı?”
Allah’ın emri ile dilemesi, Allah’ın iki ayrı isminin ve sıfatının tecellîsidir. Allah (cc), Âmir’dir ve Mürîd’dir; yani emreder ve diler. Yani emr-i küllî ve irade-i külliye sahibidir. Allah’ın emri de, iradesi de kâinatı ihâta etmiştir, yani kuşatmıştır.
İradî olsun olmasın; insanın hareketleri de şüphesiz Allah’ın irade-i külliyesine dâhildir. Kur’ân, “Âlemlerin Rabb’i olan Allah dilemedikçe siz bir şey dilemiş olmazsınız!”1 âyetiyle buna işaret eder. Kur’ân, irade-i külliye Sahibi olan Allah’ın Âlim ve Hakîm olduğunu da kaydediyor.2
Cenâb-ı Hak, Âmir-i Mutlak’tır; yani, her şeye fıtratının ve yaratılışının gayesini emreder. O’nun emri dileğidir; dileği fiilidir, fiili emirdir, dileği emrinin icrasıdır. Allah’ın emri bir iş için tecellî ettiğinde, birçok sıfatı da emri ile birlikte aynı işte tecellî eder. Emri ve iradesi ile birlikte kudreti, hikmeti, san’atı, ilmi, izzeti, celâli, cemâli... vs. sıfatlarının tezahürlerini aynı işte görmek mümkündür.
Âmir ismine, Kur’ân’da genellikle “Ol!” emri nezdinde işaret edilmektedir. Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın emri ile fiili arasındaki yakın ilişkiyi şöyle anlatır: “O’nun işi, bir şeyi dilediği zaman ona sadece ‘Ol!’ demektir; o hemen oluverir.”3
Kur’ân’da Cenâb-ı Hak yalnız şuur sahiplerine emretmekle kalmaz; şuur sahibi olmayan varlıklara da emir buyurduğunu ve vahy ettiğini bildirmekte ve bu emirlerden örnekler vermektedir. Meselâ Zat-ı Âmir-i Mutlak, Hz. Nuh (as) tufanı esnasında arza ve semaya şöyle emrettiğini beyan eder: “Yere, ‘Ey yer! Suyunu çek!’ göğe de, ‘Ey gök! Suyunu tut!’ denildi. Su çekildi. İş bitti, gemi Cûdi’ye oturdu.”4 Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’in (as) atılmak istendiği ateşe de şöyle emrettiğini bildirir: “Biz, ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmetli ol!’ dedik.”5
Cenâb-ı Hakk’ın emri, bal arısının gayr-i şuurî hareketlerinde de hâkimdir: “Rabb’in bal arısına: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin. Sonra her çeşit üründen ye. Sonra da Rabb’inin işlemen için gösterdiği yollardan yürü’ diye vahy etti. Karınlarından insanlar için şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”6
İrade sıfatından gelen ve kâinatı ihata eden tekvinî emirler ile Kelâm sıfatından gelen Kur’ânî emirlerin tamamının Âmir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu beyan eden7 Bedîüzzaman Hazretleri, bütün zerrelerine kadar kâinatın, bütün meleklerin ve bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk’ın “Kün!” (Ol!) emrine karşı harfiyen muti olduklarını, boyun eğdiklerini ve mutlak tezellülde olduklarını kaydeder.8
Üstad Saîd Nursî, kâinatın her bir zerresinin Allah’ın mutlak emri altında mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs edip, maziye döküldüğünü beyan etmektedir.9 Daire-i imkânda ne kadar eşya var ise, hepsine gayet kolay ve rahat vücut giydirildiğini, bir şeye emretmesiyle o şeyin yapılmasının bir olduğunu ifâde eden10 Bedîüzzaman, tabiat kanunları denilen kevnî yasaların, Allah’ın emirlerinin, muhtelif varlıklara intikalinden başka bir şey olmadığını kaydetmektedir.11
Netice itibariyle, Allah’ın emri ile dilemesi kevnî işlerde, yani yaratılış kânunlarında, yani tabiat yasalarında beraber tecellî etmektedir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak dilemediği bir şeyi emretmemekte; emrettiğini ise dilemiş bulunmaktadır.
Dipnotlar: 1- Tekvîr Sûresi, 81/29 2- İnsan Sûresi, 76/30 3- Yâsîn Sûresi, 36/82 4- Enbiyâ Sûresi, 21/69 5- Hûd Sûresi, 11/44; Fussilet Sûresi, 41/11 6- Nahl Sûresi, 16/68,69 7- Mektûbât, s. 463 8- Sözler, s. 384 9- Mektûbât, s. 233 10- Mektûbât, s. 237; Sözler, s. 180 11- Mesnevî-i Nûriye, s. 52
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Güzelliklere engel parti |
|
Türkiye’nin en ‘eski’ partilerinden CHP’yi anlamak ve anlatmak için dile getirilen tesbitler içinde ona en yakışanı, baştan sona bir ‘engel parti’ olduğu şeklindeki tesbittir. Türkiye’de siyaset yapanların CHP’nin durumundan ders ve ibret alması gerekir. Onun ‘hal ve gidiş’inden ibret almayan ve onu taklit etmeye çalışan hiçbir partinin başarılı olma imkân ve şansı yoktur.
Belki çok sık tekrar ediyoruz, ama uzun yıllar Türkiye’yi ‘tek parti’ olarak idare eden CHP’nin; hür, âdil ve demokrat seçimlerden sonra hiçbir zaman ‘tek başına’ iktidara gelememesi çok önemli bir vak’adır. CHP’nin bugünkü idarecileri başka hiç bir konuyu konuşmadan, tartışmadan bu vak’anın analizini yapmaları gerekir. Kendilerinden sonra kurulan partiler bir şekilde tek başına iktidara gelebildikleri halde, ‘en yaşlı parti’ olan CHP’nin bu imkânı bulamaması ‘normal’ olabilir mi?
Bugüne baktığımızda bile, ‘sol’u temsil eden CHP’nin karşısında, ‘sol’un oylarını bölen başka güçlü bir ‘sol’ parti olmadığı halde yine de iktidar olma imkânı, belki de ‘hayali/niyeti’ dahi yoktur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi eski başkanlarından tecrübeli ve demokrat siyasetçi Sabit Osman Avcı’nın CHP ile ilgili değerlendirmesi de çok dikkat çekici.
1921 Artvin doğumlu olan Avcı, 1961 yılında Adalet Partisi’nden milletvekili seçilmiş. 1970-73 yılları arasında Meclis Başkanlığı yapmış olan Avcı, 1980 ihtilâline kadar da parlamento üyeliğini devam ettirmiş. Avcı, gazetemizde yayınlanan röportajında CHP’nin anlayışını şöyle özetlemişti: “Cumhuriyet Halk Partisi ne iş yapar, ne iş yaptırır. Boğaz Köprüsünü yapmaz, yaptırmaz da... Keban’a da hayır der.” (Yeni Asya, 18 Haziran 2007)
Bir dönem Meclis Başkanlığı da yaptığı için, tarafsız konuşmaya çalıştığını ifade eden Avcı, CHP’nin halka güvenmeme sebebini de şöyle yorumlamış: “Herkes kendi aklını beğeniyor. Benimki doğru diyor... Cumhuriyet Halk Partisi uzun süre iktidara alışmış. Demokrat Parti kuruldu, halk teveccüh etti, iktidar oldu. Bunu CHP hazmetmedi. Kendinden başkasının iktidar olmasını, ülkeyi yönetmesini hazmedemedi... Size bir anekdot anlatayım. Biz talebeyken, yirmi günlük kamplar yapıyorduk. Bir gün atıyla yanımıza İsmet Paşa geldi. ‘Nasılsınız’ dedi. ‘Açız’ dedik. Açtık çünkü. 14 kişilik mangaya 4 tane ‘imam bayıldı’ koyuluyordu. Bulgur pilavı karavanın dibinde geliyordu. İsmet Paşa bizim bu tepkimize çok kızmıştı. Bir gün hazırlıklı geldi. Tepe tepe bulgur pilavı yapıldı, kuru fasulye yapıldı, vişne hoşafı yapıldı. İsmet Paşa attan indi, yemekleri göstererek, ‘Aç gözlü itler. Nerdesiniz? Bunlarla doymuyor musunuz? Köpekler, komünist ruhlu herifler, kıçınıza kurşun attık, tükenmediniz mi?’ dedi. Yıllar sonra Meclis Başkanıyken karşılaştığımızda bunları anlattım ‘Yine olsa, yine yapardım’ dedi. İşte ‘Benim yaptığım doğrudur’ anlayışı...”
İsmet Paşa’nın bir de “Kimse duymasın, millet düşmanımızdır” anekdotu var ki, bunları bir arada düşündüğümüzde CHP’nin zihniyetini ancak anlayabiliriz.
Bugünkü siyasî tartışmaları ve CHP’nin niyetini anlamak için bu ‘anekdot’lardan yola çıkarsak hadiselere daha doğru teşhisler koyabiliriz... Demek ki, “Güzelliklere engel parti”nin helâl reylerle iktidar yüzü görmemesi tesadüfi değildir. Milletimiz CHP’yi iyice tanımış...
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Sosyal / siyasî projeksiyonlar - 5 |
|
İzninizle, projeksiyonlar başlığımıza devam edelim.
13- Bediüzzaman’a göre, “Asya’nın bahtının miftahı, meşveret ve şûrâdır.” Bu ölçü, aynı zamanda gazetemiz logosunun sol yan kenarında yayın felsefesini ifade eden vecize olarak her gün verilmektedir. Çünkü en çok bu mânâya ihtiyaç var. Zaten Risâle-i Nur’un en belirgin farkı da budur.
İslâm toplumları, maddî ve mânevî inkişaflarını, kalkınmalarını ve İslâma lâyık yaşamalarını baht/talih kabul edersek, bu kapıyı açacak anahtar meşverettir.
Bahtımızın açık olacağı, bilgimizin ve aklımızın anahtarı olabilecek yol istişareden geçiyor. İşlerimizi istişare ile görmek, dinimizin emridir. Aynı şekilde işi ehline vermekte.
Herkesin birbirinin ihtisas alanına saygı duyduğu, Zübeyir Ağabeyin tabiriyle “iyi işli” olduğu, uzmanlığın değer kazandığı, tecrübenin yeni ilimle donanımlı olduğu insan kaynağı, daha verimli iş ve fikir müzakereleri yapar. Kaliteyi arttırıcı, nitelikli ve keyfiyete dayalı plan, program ve mutabakatlar sağlayabilir. Uzlaşma ve müşavere yolunu açık tutan, öncelikle insanların bilgi düzeyi, kavrama kapasiteleri, uzmanlıklarının derinliği ile birlikte, özelliklerine ve yeteneklerine yükledikleri hedef ve amaçlarıdır.
Günümüzün başdöndürücü bilgi hızına tek başına veya sınırlı bir kadro ile yetişmek, olayları kavramak, yeni yaklaşım ve stratejiler üretmek pek kolay değildir. Bunun yolu dayanışma içinde danışma kurullarından, ihtisas komisyonlarından ve ihtimam iletişiminden geçmektedir.
Bediüzzaman, günümüzü tanımlarken, her şeyin ilim ve fenlere göre hükmedeceğini, belâgatın önem kazanacağını belirtir. Buna göre cehaletin izalesi, hikmet ve akılla mümkündür. Araştırıcı ve sorgulayıcı bir dönemde, yeni kuşakların anlama ve algılama farklılığı başlı başına dikkate alınması gereken bir realitedir.
Müşaverenin, salt şekil ve şarttan ibaret olmadığını, muhteva, konu ve ilgililerle yapılması gereği, bağlayıcılık değerini arttırmaktadır.
Tarihle, toplumla, çevreyle, zamanın kabiliyetiyle, insanların yeteneğiyle, duymadıklarımıza açık olacak bir tepki alma cesareti ve olgunluğu ile değişik ortam, kişi ve kurumlarla fiilen, zihnen veya müşahede ile müşavere edebiliriz.
Her tepki bir müşavere geribildirimidir. Her destek bir takdir müşaveresidir. Her yorum, yeni bir sonuç ve muhakeme ihtiyacıdır. Tekâmülün basamakları, istişare geleneğini köklü tutma ve hayatımızı doğru yönlendirecek rehber kişilere duyduğumuz ihtiyaçla orantılı yükselir.
Ruhumuzun itiraz hakkı, aklımızın hislerimizi yenme iradesi ve kontrolsüz tepkilerimize ya da tanımlanamayan hırslarımıza yenik düşmeyecek fikir merkezli ilkelilik ve bunun tescili, yine bizim dışımızdaki yansımaların değerlendirmesi ile bizi yönlendiren örtülü ve sistemik olmayan istişare yollarıdır.
Meşveret hakim olduğu aile, okul, cami, kışla, devlet ve uluslar arası kurumlar, kendi içlerinde olanca rahatlığıyla konuşabildikleri, konunun içinde kaldıkları ve derinleşen çözüm merkezli büyüme ve paylaşımı arttırdıkları nispette katılımcı ve kalıcı bir demokrasiye geçiş imkanı bulurlar.
Bu hayat tarzı, bireyin öğrenme kültürüne, beraberce sevgi ve ortaklık değerlerini hazmedip farklılığa tahammül edecek bir olgunluk ve kabullenme seviyesine taşır.
Siyasetin lider merkezli ve siyasi iradenin dar kadro anlayışı ile hükmettiği demokrasi denememizde, arzu edilen olgunluğun yakalanamadığı bir gerçek. Üstelik her açık ve kapalı darbe sonrası hormonlaşan siyaset ve türbülansa bırakılan irade, şaşırtıcı ve diktatörleşen yeni portrelerle bizi karşı karşıya bırakmaktadır.
Bunun yolu; halkın meşveretine itimat, rey, ihsas hakkına riayet ve onun beklentilerine saygılı bir demokrasi inşasının şeffaf ve dürüst yansımalarını göstermekten geçer.
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Mahkûmların kapışması |
|
Gazze’nin ele geçirilmesiyle alâkalı Fetih-Hamas arasındaki mücadelenin mahiyetini en iyi analiz edenlerden birisi Filistinli bağımsız siyasetçi Mustafa Barguti: “Yaşanan, mahkûmların kapışmasıdır. Hapishanede zindan veya koğuş kapma mücadelesi yapıyorlar...”
Star gazetesinin sorularını cevaplandıran Barguti konuya şöyle yaklaşıyor: “(Gazze Hamas’ın mı olacak?) Gazze hiçbir zaman Filistinlilerin olmadı. Orası dünyanın en büyük hapishanesidir. Giriş çıkışı, sınırları, suyu ve elektriği İsrail kontrol ediyor. Her hapishanede mahkûmlar hangi koğuşun hangi mahkûmun olacağına dair güç savaşı yapar. Gazze’de olan da budur...”
Gazze ve Batı Şeria’da kozlarını paylaşan iki grup hakkındaki tesbiti de en azından diğerleri kadar çarpıcı. Bu meyanda, kavganın arkaplanını da şöyle aktarıyor: “Bakın, Hamas halkın oyları ile başa geldi, ama El Fetih, Hamas’a görevi hiçbir zaman devretmedi. Ne El Fetih, ne de Hamas demokrasi ile uzaktan yakından alâkası olmayan partiler. Arada halk eziliyor ve bu delilikten bir tek İsrail kârlı çıkıyor. Arafat, Camp David’de İsrail‘in istediği anlaşmayı imzalamayınca ABD ve İsrail’in Filistin yönetimini güçsüzleştirme kampanyası yüzünden bu noktaya gelindi...”
Bu gün ellerine kına yakanlar uluslararası ablukanın da aktörleridir. Barguti’nin de temas ettiği gibi uluslararası abluka Gazze’yi karaltı şehir haline getirdiği gibi Filistin yönetimini de başarısız devletlerden birisi haline getirmiştir. Siad Barre’den sonra Somali’de yaşanan yağma olaylarının bir benzeri, ABD’nin işgalinden sonra Irak’ta da yaşanmaya başlanmıştı. Ve en son bu görüntüler Gazze ve Batı Şeria’da ortaya çıktı. Siad Barre’nin başkanlık sarayının yağmalanması gibi Arafat’ın Gazze’deki evi talan edildi. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın Başkanlık Sarayı’nı yağmalayanlar pencereleri bile alıp götürdüler. 1994 yılında Mogadişu’ya gittiğimizde Siad Barre’nin başkanlık sarayından geriye kalan alafranga tuvaletlerin de el arabaları içinde taşındığını görmüştük.
***
Peki Filistin’e abluka uygulayanlar şimdi Fetih için yardım seferberliğine çıkarken Gazze’nin akibeti ne olacak? İsrail can düşmanı Hamas’la yaşamaya alışacak mı? Yoksa Hamas yaşamak için İsrail’e sataşmaktan vaz mı geçecek? Burada birkaç ihtimâl var. Bunlardan birisi Fetih’e karşı mevzi bir mücadeleyi kazansa da Hamas’ın uluslararası konjonktürde güç mücadelesini kaybetmesidir. Bundan böyle İsrail şehirlerine karşı atılacak Kassam füzeleri karşılığında Hamas, Fetih sütresini ve zırhını da kaybetmiştir. Doğrudan İsrail ile karşı karşıyadır. Yoğun bakımdaki bir hastayı andırmaktadır. Hayatî fonksiyonlarını kesmek için İsrail’in şalteri indirmesi kâfidir. Su veya elektrik de giderse Gazze tamamen ölü bir şehri andıracaktır. Mısır hem teknik, hem de ideolojik olarak Hamas’a yardım eli uzatmak istemeyecektir. Faruk’dan beri bu Mısır’ın Filistinliler karşısında değişmez karakteridir. Teknik olarak İsrail’i ve ABD’yi kırarak Hamas’a yardım etmek istemez. Onun dışında İhvan’la aynı ideolojik zemini paylaştıklarından dolayı Hamas, Mısır’ın baş düşmanıdır. Dolayısıyla Hamas’ın tutunabilecek bir tek dalı bulunmuyor. Geriye İsrail’in hesapları kalıyor.
Çiçeği burnundaki İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Hamas’ı ezmeye hazır olduğu sinyalini gönderirken Hamas için geriye tek bir çıkış yolu kalıyor. İsrail’i rahatsız etmeden Fetih’i dengelemek. Gazze’de uslu durmak ve İsrail’in stratejisine dolaylı da olsa hizmet etmek. Bu şu anlama geliyor: İsrail, Fetih karşısında diri bir Hamas’ı yeğleyebilir. Tek şartla: Buna mukabil İsrail karşısında en zayıf pozisyonda kalmasıdır. Binaenaleyh stratejik olarak yok etmek istediği Hamas’a belki de geçici bir süre taktik olarak katlanabilir. Ama fırsat bu fırsat diyerek, Somali’deki İslâmî Mahkemeler Birliğine karşı yapıldığı gibi Hamas’ı da iyice bastırmak için harekete de geçebilir. Bu da İsrail’in kâr zarar hesabına bağlıdır. Hepsi masada.
***
Esasen Arap dünyasında Hamas’ın dostu yoktur. Suriye yönetimi taktik açıdan Fetih’e karşı olduğundan taktik açıdan Hamas’a taraftardır. Elbette ilâveten Suriye’nin elini güçlendiren kart olma özelliği de vardır. Ama bu aralarındaki ideolojik tezatı yok etmez. Sonuçta, Hamas, Gazze hapishanesini ele geçirmiştir. Fetih ise İsrail’in işbirlikçisi konumuna düşmüştür.
Filistin dâvâsına yazık olmuştur.
19.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|