Son yayıncılık hamlesinde başarı grafiği giderek yükselen haftalık Nokta dergisi, son sayısıyla yeni bir başarıya daha imza attı.
Derginin etraflıca sunduğu bilgilere göre, 2004 yılı içinde Türkiye iki kez "darbe tehlikesi"ni atlatmış.
Ayrıca, bu darbe teşebbüslerinden bir "Ayışığı", diğeri ise "Sarıkız" kod adlarıyla tasarlanmaya çalışılmış. Ne var ki, uygulanmaya muvaffak olunamamış. Vesaire...
Konuyla ilgili bilgilerin geniş bir özetini bugünkü gazetemizin manşet haberinde de bulabilirsiniz.
Biz burada daha ziyade darbe mantığı ve ülkemizde tekraren sahnelenen darbecilik oyunu üzerinde durmaya çalışalım.
* * *
Yakın tarihimizin perişan sayfalarında yer alan darbecilik oyunu, esasında hem dar ufuklu, hem de hastalıklı bir mantığın mahsulüdür.
Düzeleceği, yahut ıslâh olacağı da yoktur bunun. Zira, her nevi hastalığa yol açan mikrobik unsurlar, bizatihi o kafa yapısının içinde mevcut ve mündemiçtir
Onun için, darbeler normal hayatı sarsar, işleyen sistemi felç eder, hürriyetin, adaletin, demokrasinin canına okur, baskı ve zulümkârlıkta alabildiğine ileri gider. Bu ileri gidişle de, memleketi gediye doğru götürür.
Kısacası, darbeler medenî, hukukî, siyasî ve sosyal birer fâciadır. Devletlerin, milletlerin mukadderatında birer kara lekedir.
Kuvvete, şiddete, silâha dayanan bu lekeler, ister kanlı, ister kansız olsun, netice pek değişmiyor; onlar daima bir leke olarak kalırlar.
1909'daki kanlı ihtilâl (Hareket Ordusu), 1913'teki Bâbıali Baskını, 1960'daki 27 Mayıs Devrimi, 1970'teki 12 Mart Muhtırası, 1980'deki 12 Eylül İhtilâli, hem bu cümleden olan tarihî lekelerdir.
* * *
Yakın tarihimiz içinde başarıya (!) ulaşan darbeler olduğu gibi, başarısız kalmış nice darbe teşebbüsleri de var.
Meselâ, Org. Cemal Madanoğlu ve 1964'te idam edilen Albay Talat Aydemir'in yapmış olduğu gizli darbe teşebbüsleri gibi... Özellikle Aydemir, adeta "darbe sıtmasına" tutulmuş bir cunatcıydı. Hastalık, sık sık nüksediyordu. Sonunda askerî mahkeme tarafından sorgulanıp idam edildi.
Esasında emeklilikleri dolmak üzere olan "28 Şubat Paşaları"nın da emekli olmak gibi bir niyetlerinin olmadığı anlaşılıyor.
Onlar da, aynı cuntacılık illetiyle mâlul olduklarından, gerilim fitnesini büyüte büyüte askeri kışlanın kapısına kadar getirdiler. Ancak, nizamiyeden çıkma cesaretini kendilerinde bulamadılar. Yahut da şartların olgunlaştığına tam kanaat getiremeyerek yelkenleri indirdiler.
Son ifşaatlardan anlaşılıyor ki, bünye içinde aynı cuntacılık sıtması bir–iki kez daha nüksetmiş; ancak, bir takım engeller yüzünden hayat bulamamış.
Esasında, bu tür fâciaları önlemenin en etkili çaresi, toplum olarak darbecilere itibar etmemek ve gerekçesi ne olursa olsun, hiçbir darbe yahut darbe teşebbüsünü meşrû veya mübah görmemektir.
Ayrıca duâ ve temenni edelim ki, müzmin darbecilik hastalığı ortaya çıkıp da bu vatanda bir daha hayat bulamasın ve itibar göremesin.
GÜNÜN TARİHİ (30 Mart 1790)
Esir iken vezir olan arslanlı paşa
Devlet ve millet yolunda pek büyük himmet ve gayret sahibi olan asker ve devlet adamı Cezayirli Hasan Paşa, seksen küsûr yaşlarında Şumnu'da (Bulgaristan) vefat etti.
Sultan III. Selim zamanında (Aralık 1789–Mart 1790) veziriâzamlık (sadrazamlık) da yapmış olan Hasan Paşanın çok ibretli bir hayat mâcerası var.
O, esir iken büyük vezir olmuş, ayrıca evcilleştirerek beraberinde gezdirmiş olduğu arslanıyla şöhret bulmuş ve palabıyıklarıyla da cihanda nâm salmış ender bir şahsiyettir. Ona, "Palabıyık Paşa" denmesi bu sebepten.
Ona Cezayir'li denmesinin sebebi ise, Cezayir'in Telemsan bölgesinde bir müddet beylik yapmasıdır.
Doğum tarihi tam olarak bilinemiyor. Doğum yerinin ise, Kafkasya olduğu kuvvetle muhtemel.
Küçük yaşta iken, İran sınırında esir olarak alınmış ve Hacı Osman Ağa isimli Tekirdağlı bir tüccara satılmış.
Zapt û rapt altına alınamaz bir çocuk imiş. Öyle ki, efendisinin çocuklarını bile dövermiş.
Zamanla olgunlaşan Hasan, delikanlı yaşına geldiğinde ise, kölesi olduğu Osman Ağanın kızıyla evlenir.
Yirmi yaşında iken, yine Hacı Osman'ın verdiği sermaye ile ticarete atılır. Aynı zamanda Yeniçeriliğe de intisab eder. Osmanlı–Rus ve Avusturya savaşının devam ettiği 1738 yılında, bağlı olduğu Yeniçeri birlikleri içinde bazı muharebelere katılır. Belgrad'ın kuşatılması esnasında sergilemiş olduğu üstün gayret ve cesaretiyle büyük hayranlık kazanır.
Askerî sahadaki bu ilk başarısı, onun önünü açar ve daha sonraki yıllarda da başarıdan başarıya koşar.
Özetlemek gerekirse, hemen hiçkimsenin cesaret edemediği vazifeleri üstlenir ve aldığı her hizmeti hakkıyla yerine getirmeye çalışır.
Bu sebeple, 1761 Nisanında Kalyon Kaptanı..., 1766'da Patrona ve bir yıl sonra da Kapudane–i Hümâyun Kaptanı makamına yükselir.
Bundan dört yıl sonra meşhûr Çeşme Faciası yaşanır. Onun bu facia esnasında sergilediği kahramanlıklar da dillere destan olur. Bu sebeple, 1770'te kendisine Beylerbeyi rütbesi verilir.
Faciadan hemen sonra, yine Ege Denizine açılır ve Limni Adasındaki Rus kuşatmasına son vererek buranın selâmetini temin eder.
Önce Boğaz, ardından da Rusçuk Seraskerliğine getirilir. Ardından, Sultan III. Selim tarafından Sadrazam ve Serdar–ı Ekrem tayin edilir. Yani, bugünkü tabirle hem Başbakan, hem de Genelkurmay Başkanı olur.
Hayatı boyunca çok hayır işleyen ve pekçok hayrat müesseseleri yaptıran Gazi Hasan Paşa, 30 Mart 1790'da vefat ettiğinde, pek büyük bir servetin sahibi diye zannediliyordu.
Ancak, sonradan anlaşıldı ki, esirlikten vezirliğe kadar yükselen Gazi Hasan Paşa, servetinin çoğunu hayır müesseselerini yaptırmak için harcamış âli himmet bir şahsiyettir.
İşte, "Kimin himmeti milletiyse, o tek başına bir millettir" gerçeğinin bâriz bir misâli.
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|