|
|
Davut ŞAHİN |
En büyük düşman |
|
Yandaki yazıyı gördünüz: Okuma alışkanlığımız yok diyor.
Ne kadar doğru.
Bağcılar Hane Halkı Araştırması (Mart-Temmuz 2006) sonucu üzerine, Bağcılar Belediye Başkanı Feyzullah Kıyıklık yaptığımız özel sohbette şöyle diyordu:
“Bu araştırmadan sonra gördüm ki, bizim en büyük sıkıntımız ne nüfus, ne işsizlik, ne ekonomi... En büyük sıkıntımız cehalet!”
Bir söyleşi için Bağcılar Meydanındayım. Sokaktaki insana mikrofon uzatıyorum ve soruyorum:
- Kutlu Doğum Haftası deyince ne anlıyorsunuz?
30 kişiden 20’si “birşey anlamadığını” söyledi.
- Peygamberimizi ne kadar tanıyorsunuz?
Neredeyse 18 kişi “yeterince tanıyamadığını” söyledi.
- Aklınıza gelen bir hadis-i şerif söyleyebilir misiniz?
Bir hanımefendi ve bir beyefendinin dışında hiçkimsenin aklına “hadis” gelmedi.
-Peygamberimiz şu an hayatta olsa evinize ziyarete gelse ne hissedersiniz?
Elcevap:
Yarısı “Çok seviniriz, ayaklarına kapanırız.”
Diğer yarısı: “Çok utanırız!” diyor.
En acısı iki çocuğun “Peygamberimizin” ismini bile bilemeyişiydi.
Peki yaşlılar?
Mikrofon uzattığımda “yeterince” cevap alamayınca onlar adına utandım.
Bu kadarına pes doğrusu!
Okumayan insan cahil kalır. Cehalet ise toplumları içten içe çürütür.
Hatta denilebilir ki, cehalet, İslâmın en büyük düşmanıdır. Bunun için İslâmiyetten önceki vahşet dönemine “Cahiliyye Dönemi” denmekte, o zamanki âdetlere de “cahiliye âdetleri” denilmektedir. Bu vahşi âdetlerin en belirgin ve en mühim olanlarını Kur’ân-ı Kerim açıkça ifade ederek, bunlardan kaçınmayı emretmiştir. Bunlardan anlaşılmaktadır ki, “cahiliyye” bir dönem olmaktan ziyade bir zihniyettir. Bu zihniyet, her zaman hükmünü icra etmek için fırsat ve zemin bulabilir.
İşte o zaman, bu zaman!
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Akdamar |
|
Hrant Dink'in katledilmesi gerek Türkiye, gerekse Ermeniler adına büyük bir talihsizlikti. Ama Dink’in cenaze töreninde gerçekleşen buluşma, bu menfur olayın yol açtığı tahribatı dahi önemli ölçüde hafifleten mesajlar verdi.
Öyle ki, Ermeni diasporasının insaflı ve sağduyulu kesimlerinden “Türkiye bize anlatıldığı gibi değilmiş” diyen, hattâ “Allah şerden hayır çıkardı, Dink’in katli Türklerle Ermenilerin yine dost olabileceğini gösteren böyle bir buluşmaya vesile oldu” yorumu yapan sesler yükseldi.
Cenaze, her iki tarafta da mebzul miktarda bulunan radikal ve provokatörlerin rağmına, belirgin bir yumuşama ortamı meydana getirdi.
Türk hükümetinin cenaze vesilesiyle Ermeni diasporasına yaptığı davet de olumlu yankılar uyandırdı; ancak en başta Başbakanın cenazeye katılmaması, oluşan fırsatın gerektiği şekilde değerlendirilememesi gibi bir sonuç doğurdu.
Türk ve Ermeni toplumları arasında gerginlikleri azaltıp yumuşama sürecine katkıda bulunabilecek ikinci fırsat, Van gölündeki Akdamar Kilisesinin açılış merasimiydi. Törende, Ermenistan Kültür Bakanı Yardımcısının başkanlığındaki resmî Ermeni heyeti de hazır bulundu.
Ermenistan Ortodoks Kilisesi ise, söz konusu kilisenin müzeye dönüştürülmesi ve açılış töreninin laik bir tören olması gerekçeleriyle boykot ettiği törenin ve açılışın yakınlaşmaya olumlu katkısının olamayacağını savundu.
“Laik Türkiye”nin kanunları çerçevesinde faaliyet gösteren Türkiye Ermenileri Patrikliği ise kilisenin müze olarak da olsa açılmasından memnun görünme çabasında.
Bu noktada, Türkiye’nin sembol niteliğindeki mabedleri müzeye dönüştürme politikası ciddî bir sorun.
Nitekim İstanbul’un İslâmlaşmasının sembollerinden biri olarak fethin hemen akabinde camiye çevrilen ve yaklaşık beş asır boyunca bu şekilde hizmet veren Ayasofya 73 yıldır müze.
Ama bu durumdan Müslümanlar da bîzar, Hıristiyanlar da şikâyetçi, müze ısrarıyla arada kalan Ankara da huzursuz ve diken üstünde.
Nitekim bu tedirginlik, Papa’nın geçen yılki Türkiye ziyaretinde de nüksetti. Rejim muhafızları, “Papa Ayasofya’da bir oldu-bittiyle dua etmeye kalkarsa halimiz nice olur, burada namaz kılmalarına izin vermediğimiz Müslümanlara ne cevap veririz?” endişesiyle ölüp ölüp dirildiler.
Demek ki bu işler “Ben yaptım, oldu” demekle olmuyor, bitmiyor ve sıkıntı artarak sürüyor.
Akdamar Kilisesine dönecek olursak: Müze olarak açılması yine bir ukde. Verilmek istenen barış mesajını gölgeliyor. Ancak buna rağmen yine de yakınlaşmaya vesile olması ümit edilir.
Ermenistan Kilisesinin açılışı boykotu ve Türkiye’de bazı kesimlerin Akdamar’ı “Müslüman katliamının merkezi” olarak nitelemek suretiyle netice olarak eski yaraları tazelemeye matuf girişimleri bu yöndeki yumuşamayı zorlaştırsa da.
Dink’in “Allah iki halkı birbirine komşu yapmış. İsteseler de, istemeseler de barış içinde yaşamak zorundalar” ve Said Nursî’nin “Şu milletin saadet ve selâmeti Ermenilerle dostluğa bağlı” sözleri, bu yakınlaşmanın çerçevesini çiziyor.
Bediüzzaman’ın “Bu adada on sene kalıp elli talebe yetiştirsem, onlarla İslâmı bütün dünyaya yayıp dünyayı fethedebilirim” dediği Akdamar’daki açılışın hayra vesile olmasını diliyoruz.
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
“Keşke iki Tayyip Bey olsa” |
|
Sanki her şey zaman tünelinde kalmış gibiydi.
Bir gün önce canlı yayında grup toplantısında horul horul uyuyan Konya Milletvekili Mustafa Ünaldı bu kez de mescidde kurulduğu bir sandalyenin üzerinde kestiriyordu.
Kulisler yine doluydu. Salı günü üç grup toplantısı aynı sıralarda yapıldığı için Meclisin koridorları, iktidar-muhalefet kulisleri, grup salonları tıklım tıklım oluyor. Ancak seçimin ucu gözüktü ya, artık Meclis dolup dolup boşalıyor.
Muhalefet kulisinin tenha olduğu bir andı. İktidar kulisinde ise birbiri ardına çıkarılan vetolu yasalar için milletvekilleri iki de bir oylamaya koşup, tekrar geri çay-kahve ve sigara molası için kulise çıkıyorlardı.
Baykal’ın yeri göğü yırtmasına rağmen CHP kulisinde cumhurbaşkanlığı seçiminin pek konuşulmaması dikkatimi çekti.
Özal aday olduğunda DYP kulisinde her gün bu konu tartışılırdı. Aralarından bir de sine-i milletçi çıkmıştı. Murat Sökmenoğlu her fırsatta, “Çankaya’ya çıktığı gün istifa edeceğim” derdi. Özal seçildi Sökmenoğlu sine-i millete döndü.
CHP’lilerin arasından bir sine-i milletçi bile çıkmadı. Tek konuştukları seçim. CHP milletvekillerini seçim ateşi sarmış durumda.
AKP kulisinde ise varsa da yoksa da cumhurbaşkanlığı seçimi konuşuluyor. Bu seçim doğrudan onların geleceğini de etkiliyor.
Doluya koyuyorlar almıyor, boşa koyuyorlar dolmuyor hesabı.
Tayyip Bey’in bir dönem daha başlarında kalmasını, bir kez daha tek başına iktidar olmayı istiyorlar. Ancak bunu talep ederken Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına da karşı çıkıyor pozisyonuna düşmek istemiyorlar.
Bir kısmı da tabiî ki listeleri düşünüyor. Erdoğan başlarında kalırsa listelere gireceklerini hesaplayanlar ile Abdullah Gül gelince durumunun ne olacağını bilemeyenler çoğunlukta.
Vekiller cumhurbaşkanlığı seçiminden başka bir şey konuşmuyorlar, ama bir yandan da bölgelerindeki durumlarını da kontrol ediyorlar. Eee ne de olsa sandığın ucu gözüktü.
Bu arada AKP teşkilâtlarına yönelik Çankaya anketi de sürüyor. İlk sonuçların ‘yüzde 45 aday olsun, yüzde 55 olmasın’ şeklinde olduğu belirtiliyor.
Bazı milletvekilleri bundan umutlanarak, “Tayyip Bey önce nefsim demez, önce Türkiye der” şeklinde değerlendirmelerde bulunuyorlar. Erdoğan’la İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden bu yana birlikte olan bir milletvekili, “Refah Partisi kapatılmıştı. Bir grup yanına gittik. Seçim kazandık, iktidar olduk. Yüzlerine, gözlerine bulaştırdılar. Fazilet Partisine iştirak etmeyin, parti kuralım” dedik. Tayyip Bey o zaman, “Partimiz mağdur oldu. Mağdur olduğu bir dönemde ayrılamam. Ayrıca İstanbul bitmiş tükenmişti. Ayağa kaldırdık. İstanbul’da ben aday olmazsam bir daha kazanamayız. İstanbul’un bana ihtiyacı var” dedi ve belediyede kaldı” diye anlattıktan sonra, “Türkiye’nin bana ihtiyacı var diyebilir” dedi.
Bir başka milletvekili, “Semra Sezer’in devir teslim töreninde bulunmayacağı kesin mi?” diye sordu. O yönde bilgiler kuvvetleniyor cevabı verilince, “Kim olursa olsun mu?” diye üsteledi. “Hayır. Emine Hanım olursa. Başörtülü ya…” denilince, sanki o cevabı bekliyor gibi, “Yüzde yüz” diye fikrini söyledi.
Teşkilâta soruluyor, il başkanları ile toplantı yapıldı, ama henüz milletvekillerine düşünceleri sorulmadı.
Bunun için Nisan başında Kızılcahamam’da bir toplantı yapılması da düşünülüyormuş. Ama özel bir grup toplantısı yapılması daha çok geçerliymiş.
Milletvekillerinin elbette ki kendilerine has düşünceleri var. Ama onlar daha çok Tayyip Bey’in ne düşündüğünü merak ediyorlar.
Şimdiye kadar çok formül duydum. Ama bunu ilk kez işitiyorum. Milletvekilinin biri, “Keşke iki Tayyip Bey olsa. Yukarıda da ihtiyaç var, aşağıda da” dedi.
Önce tam da uyanık siyasetçiye uygun bir cevap diye düşündüm. Sonra hem Çankaya’nın, hem de başbakanlığın Türkiye için ihmal edilemez görevler olduğunu belirten sözlerine hak verdik.
Demokrasi bu işte. Birini seçmek zorundasınız.
“Keşke iki tane Tayyip Bey olsa” ile olmuyor…
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Yeniden dirilme zamanı |
|
İman, Cenâb-ı Hakkın iradesi sonucu kulunun kalbine yerleştirdiği, hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar büyük, harika, baha biçilmez bir nimet. Sayısız fayda ve nurları bulunan eşsiz bir hazine.
Bediüzzaman Hazretleri de iman üzerine yoğunlaşmış, eserlerinde onun sayısız fayda ve nurlarından bahseden bir âlim. Fakat hissi iptal eden, nazarları âfaka, lüzumsuz şeylere dağıtan ve boğan cereyanlar sebebiyle gaflet sebebiyle yoldan çıkanların küfrün manevî azabını geçici olarak tam hissedemedikleri, hidayet üzere olanların da imanın lezzetlerinin tam farkına varamadıklarına, takdir edemediklerine dikkat çekiyor.
Bugün Kâinat Efendisi (asm) seçkin, ibretli, duygulandırıcı, eşsiz hayatı, ahlâkı ve binler mucizeleriyle gözümüzün önünde durduğu halde insanların vurdumduymaz, umursamaz, ilgisiz davranmalarının sebebi bu değil mi?
Oysa Asr-ı Saadette öyle olaylar olmuştu ki nicelerinde şok tesiri uyandırmıştı. Meselâ birgün sürünün birine bir kurt saldırmış, koşan çoban koyunu kurdun elinden kurtarmış. Dile gelen kurt, “Utanmadan rızkımı elimden aldın” deyince şaşıran çoban “Acaip! Kurt konuşur mu?” deyince kurt, “Şaşılacak ne var bunda? Asıl şaşılacak senin hâlin. Asırlardır beklenen son peygamber çıktı. Şu dağın arkasında insanları hakka, hakikate, imana dâvet ediyor. Senin haberin yok” demesin mi? Çoban daha da şaşırmış. “Doğru mu? Peki, ben gitsem, ona iman etsem sürüme kim bakar?” deyince kurt, “Ben bakarım” diye cevap vermiş.
Peygamberimizin teşrifi o kadar önemli bir olay ki, çoban, kurdun mahvedebileceğini dahi düşünmeden sürüsünü ona teslim edip gitmiş, Efendimizi (asm) bulup iman etmiş, gelmiş.
Acaba günümüz Müslümanları olarak biz imanın sayısız fayda ve nurlarını bahşe vesile olan Kâinatın Efendisinin (asm) getirdiği zengin hazinelerin ne kadar farkındayız?
12 Rebiülevvel 571, bir Pazartesi sabahı kâinatı şenlendiren, asırları getirdiği nurla aydınlatan, insanı en yüksek mevkiye yükselten, dünya ve ahiret mutluluğunun anahtarlarını veren o Yüce Resûlün (asm) kâinata teşrifi her şeyi silkeleyici harika bir olay. Ne gariptir ki, Sözler’de ifade edildiği gibi, “Merak uyandırıcı nice lüzumlu hakikati ders veren o zâta karşı her şeyi bırakıp koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki, o hakkı görmüyorlar, o hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar.”
Oysa onun (asm) gelişiyle kâinat hayat bulduğu gibi getirdiği hakikatlerle asırlar canlanmış. Kandil yeniden canlanmak, gaflet bulutlarını dağıtmak için yeni bir fırsat.
Mevlid Kandiliniz mübarek ve hayırlara vesile olsun.
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnançsız, filozof da olsa cahil ve kördür! |
|
Yalnız maddî/fen ilimlerinde uzman olup mâneviyattan haberi olmayanlar, her ne kadar bir “paye” sahibi iseler de, gerçekte cahildirler. Bu, abartılı bir ifade gibi gelebilir. “Filozoflar, fen veya sosyal ilimlerde profesör olanlar nasıl cahil olur?” diye düşünülebilir.
Ne var ki, meselenin püf noktası yakalandığında kesinlikle böyle oldukları görülecektir. Bu husus genel bir prensiptir: Bir ilimde uzman, âlim olan, diğer ilimlerde gabi, cahil olabilir. Fizikçi tıptan, makine mühendisi ziraatten, sosyolog edebiyattan, psikolog mimariden anlamaz! İstisnalar kaideyi bozmaz! Bu normal bir durumdur. Hepimiz öyle değil miyiz? Mesleğimizin uzmanı iken, diğer mesleklerin cahiliyiz.
Her ne kadar iman ve özellikle tevhid, fen ilimlerinin de şehadetiyle sabit ise de, manevî ilimlere girerler. Madde ile uğraşan, veya maddede boğulanlar maneviyatta kördür; gerçeği göremez! Meseleye şu örnek penceresinden bakabiliriz:
Sosyal veya fen ilimlerinden herhangi birisinden bahseden bir kitap düşününüz. Yazanını, konusunu, mahiyetini, içindeki hakikatleri bilmeyen; eni, boyu, sayfa adedi, paragraf sayısı, yazı karakteri gibi maddî ve şeklî yönünde uzman dahi olsa; bu bilim/ilim değildir. Belki feyizsiz, kuru ve ruhsuz bir bilgidir.
Bu perspektiften bakıldığında; kâinat kitabını inceleyen, “Kim yazmış, ve niçin yazmış, kitabın anlamı nedir?” sorularını hiç düşünmeden; fizikî, kimyevî veya biyolojik yönlerini ortaya koysa da aslında bu gerçek bilim değil, cehalettir! Dolayısıyla gen ilimlerinde mesafe katedip, mâneviyâttan haberdar olmayan her bilgi sahibi ilim ehli değildir. İnançsız, maneviyatsız bir ilim adamı, aslında ölüdür! Dolayısıyla, kâinat kitabının maddî boyutlarını ele alıp, yaratılış gaye, hikmet ve sebeplerini araştırmamak, iç yüzünü okumamak, hikmet dilini çözmemek, sentez yapmamak bir cehalettir. Bu hakikati, 20. yüzyılın büyük fizikçi ve filozofu Albert Einstein (1879-1955), şöyle ifade eder:
“Duyabileceğimiz en güzel ve en derin heyecan mistik heyecandır. Bütün hakiki ilim bundan çıkar. Gönülden gelen manevî heyecanı tanımayan, yaratılmış tabiat karşısında hayrete düşmeyen ve bu mükemmelliği, muhteşemliği yaratan Allah’ın huzurunda huşu ile eğilmeyen kimsenin ölüden farkı yoktur. Bizim sınırlı aklımızla anlayamadığımız, gözlerimizle görme kudretinden mahrum bulunduğumuz şeyin, gerçekten var olduğunu, parlak bir güzellik halinde kendini gösterdiğini bilmek, işte hakiki dindarlığın temelinde bu bilgi ve bu duygu vardır.”1
Not: Mübarek Mevlid Kandilinizi tebrik eder; milletimiz, ülkemiz, İslâm âlemi; özellikle muztar ve mağdur Lübnan, Filistin, Irak, Çeçenistan, Keşmir sâir bölgelerdeki Müslümanlar ve insanlık âlemi için hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Dipnot: 1- Saliha Şahan, Büyük Hayatlar, s. 84-85.
30.03.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ayışığı'nda bir Sarıkız |
|
Son yayıncılık hamlesinde başarı grafiği giderek yükselen haftalık Nokta dergisi, son sayısıyla yeni bir başarıya daha imza attı.
Derginin etraflıca sunduğu bilgilere göre, 2004 yılı içinde Türkiye iki kez "darbe tehlikesi"ni atlatmış.
Ayrıca, bu darbe teşebbüslerinden bir "Ayışığı", diğeri ise "Sarıkız" kod adlarıyla tasarlanmaya çalışılmış. Ne var ki, uygulanmaya muvaffak olunamamış. Vesaire...
Konuyla ilgili bilgilerin geniş bir özetini bugünkü gazetemizin manşet haberinde de bulabilirsiniz.
Biz burada daha ziyade darbe mantığı ve ülkemizde tekraren sahnelenen darbecilik oyunu üzerinde durmaya çalışalım.
* * *
Yakın tarihimizin perişan sayfalarında yer alan darbecilik oyunu, esasında hem dar ufuklu, hem de hastalıklı bir mantığın mahsulüdür.
Düzeleceği, yahut ıslâh olacağı da yoktur bunun. Zira, her nevi hastalığa yol açan mikrobik unsurlar, bizatihi o kafa yapısının içinde mevcut ve mündemiçtir
Onun için, darbeler normal hayatı sarsar, işleyen sistemi felç eder, hürriyetin, adaletin, demokrasinin canına okur, baskı ve zulümkârlıkta alabildiğine ileri gider. Bu ileri gidişle de, memleketi gediye doğru götürür.
Kısacası, darbeler medenî, hukukî, siyasî ve sosyal birer fâciadır. Devletlerin, milletlerin mukadderatında birer kara lekedir.
Kuvvete, şiddete, silâha dayanan bu lekeler, ister kanlı, ister kansız olsun, netice pek değişmiyor; onlar daima bir leke olarak kalırlar.
1909'daki kanlı ihtilâl (Hareket Ordusu), 1913'teki Bâbıali Baskını, 1960'daki 27 Mayıs Devrimi, 1970'teki 12 Mart Muhtırası, 1980'deki 12 Eylül İhtilâli, hem bu cümleden olan tarihî lekelerdir.
* * *
Yakın tarihimiz içinde başarıya (!) ulaşan darbeler olduğu gibi, başarısız kalmış nice darbe teşebbüsleri de var.
Meselâ, Org. Cemal Madanoğlu ve 1964'te idam edilen Albay Talat Aydemir'in yapmış olduğu gizli darbe teşebbüsleri gibi... Özellikle Aydemir, adeta "darbe sıtmasına" tutulmuş bir cunatcıydı. Hastalık, sık sık nüksediyordu. Sonunda askerî mahkeme tarafından sorgulanıp idam edildi.
Esasında emeklilikleri dolmak üzere olan "28 Şubat Paşaları"nın da emekli olmak gibi bir niyetlerinin olmadığı anlaşılıyor.
Onlar da, aynı cuntacılık illetiyle mâlul olduklarından, gerilim fitnesini büyüte büyüte askeri kışlanın kapısına kadar getirdiler. Ancak, nizamiyeden çıkma cesaretini kendilerinde bulamadılar. Yahut da şartların olgunlaştığına tam kanaat getiremeyerek yelkenleri indirdiler.
Son ifşaatlardan anlaşılıyor ki, bünye içinde aynı cuntacılık sıtması bir–iki kez daha nüksetmiş; ancak, bir takım engeller yüzünden hayat bulamamış.
Esasında, bu tür fâciaları önlemenin en etkili çaresi, toplum olarak darbecilere itibar etmemek ve gerekçesi ne olursa olsun, hiçbir darbe yahut darbe teşebbüsünü meşrû veya mübah görmemektir.
Ayrıca duâ ve temenni edelim ki, müzmin darbecilik hastalığı ortaya çıkıp da bu vatanda bir daha hayat bulamasın ve itibar göremesin.
GÜNÜN TARİHİ (30 Mart 1790)
Esir iken vezir olan arslanlı paşa
Devlet ve millet yolunda pek büyük himmet ve gayret sahibi olan asker ve devlet adamı Cezayirli Hasan Paşa, seksen küsûr yaşlarında Şumnu'da (Bulgaristan) vefat etti.
Sultan III. Selim zamanında (Aralık 1789–Mart 1790) veziriâzamlık (sadrazamlık) da yapmış olan Hasan Paşanın çok ibretli bir hayat mâcerası var.
O, esir iken büyük vezir olmuş, ayrıca evcilleştirerek beraberinde gezdirmiş olduğu arslanıyla şöhret bulmuş ve palabıyıklarıyla da cihanda nâm salmış ender bir şahsiyettir. Ona, "Palabıyık Paşa" denmesi bu sebepten.
Ona Cezayir'li denmesinin sebebi ise, Cezayir'in Telemsan bölgesinde bir müddet beylik yapmasıdır.
Doğum tarihi tam olarak bilinemiyor. Doğum yerinin ise, Kafkasya olduğu kuvvetle muhtemel.
Küçük yaşta iken, İran sınırında esir olarak alınmış ve Hacı Osman Ağa isimli Tekirdağlı bir tüccara satılmış.
Zapt û rapt altına alınamaz bir çocuk imiş. Öyle ki, efendisinin çocuklarını bile dövermiş.
Zamanla olgunlaşan Hasan, delikanlı yaşına geldiğinde ise, kölesi olduğu Osman Ağanın kızıyla evlenir.
Yirmi yaşında iken, yine Hacı Osman'ın verdiği sermaye ile ticarete atılır. Aynı zamanda Yeniçeriliğe de intisab eder. Osmanlı–Rus ve Avusturya savaşının devam ettiği 1738 yılında, bağlı olduğu Yeniçeri birlikleri içinde bazı muharebelere katılır. Belgrad'ın kuşatılması esnasında sergilemiş olduğu üstün gayret ve cesaretiyle büyük hayranlık kazanır.
Askerî sahadaki bu ilk başarısı, onun önünü açar ve daha sonraki yıllarda da başarıdan başarıya koşar.
Özetlemek gerekirse, hemen hiçkimsenin cesaret edemediği vazifeleri üstlenir ve aldığı her hizmeti hakkıyla yerine getirmeye çalışır.
Bu sebeple, 1761 Nisanında Kalyon Kaptanı..., 1766'da Patrona ve bir yıl sonra da Kapudane–i Hümâyun Kaptanı makamına yükselir.
Bundan dört yıl sonra meşhûr Çeşme Faciası yaşanır. Onun bu facia esnasında sergilediği kahramanlıklar da dillere destan olur. Bu sebeple, 1770'te kendisine Beylerbeyi rütbesi verilir.
Faciadan hemen sonra, yine Ege Denizine açılır ve Limni Adasındaki Rus kuşatmasına son vererek buranın selâmetini temin eder.
Önce Boğaz, ardından da Rusçuk Seraskerliğine getirilir. Ardından, Sultan III. Selim tarafından Sadrazam ve Serdar–ı Ekrem tayin edilir. Yani, bugünkü tabirle hem Başbakan, hem de Genelkurmay Başkanı olur.
Hayatı boyunca çok hayır işleyen ve pekçok hayrat müesseseleri yaptıran Gazi Hasan Paşa, 30 Mart 1790'da vefat ettiğinde, pek büyük bir servetin sahibi diye zannediliyordu.
Ancak, sonradan anlaşıldı ki, esirlikten vezirliğe kadar yükselen Gazi Hasan Paşa, servetinin çoğunu hayır müesseselerini yaptırmak için harcamış âli himmet bir şahsiyettir.
İşte, "Kimin himmeti milletiyse, o tek başına bir millettir" gerçeğinin bâriz bir misâli.
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Samsun'da sevgi seli |
|
Türkiye’de ve dünyada her şey değişiyor, tagayyurât, tebeddülât âlemindeyiz, maddî ve manevî âlemde, akılları hayrette bırakacak o kadar gelişmeler var ki, tarifi imkânsız. Eğer mazi ile istikbali tanısan veya bilsen daha çok anlamak ve idrak etmek mümkündür. Bütün şartlara rağmen, nerden nereye geldik? Muhasebe ve mukayesesini yaparken, bazen gözlerim yaşlarla dolar, bazen insan bazındaki yaşlar beldeleri ve şehirleri de kaplar gider. İşte bunlardan bir tanesi de Samsun ilimizdi. Rahmet vardı, sel vardı, fakat bu sefer maddî ve manevî yağmur ve rahmet vardı. Vardığımız zamandan ayrıldığımız dakikaya kadar hep öyle oldu. Hem sevgi seli ve hem de sicim sicim rahmet seli...
Çağımızın Mevlânâ’sı ifade edilen Hz. Bediüzzaman, neşrettiği eserlerinin bir çok yer ve makamında “Risâle-i Nur’un ve hizmetlerinin sema ile alâkadar olduğunu, Kur’ân’a bağlı olduğunu, Kur’ân’ın da arş-ı azama bağlı olduğunu, hadisât-ı âlemle alâkadar olduğunu” beyan etmektedir. Sırlarla dolu çok tecellileri yazmadım ve yazmıyoruz. Başta Peygamberimiz (asm) Efendimiz ve Bediüzzaman Hazretleri ile alâkalı anma programlarına, çeşitli mevsimlerde yurt içi ve yurt dışında defalarca katıldım, konferanslar verdim. Gördüğüm manzaralar yukarıdaki satırları doğruluyordu. İnsan ve sema ağlıyordu, neyin gözyaşları?
Türkiye’de 300 baraj ve 2 bin civarında gölet var. Cumhuriyet tarihinde bu yılki kuraklık kadar hiç görülmemişti. Barajlar ve perişan göletlerin çoğu kurumuştu. Kar mevsiminde camilerde yağmur duâsına duruldu, Türkiye’nin can damarı yılda 22 milyon ton mahsul aldığı hububat. 10 milyon ton ekmek yiyen 73 milyonluk Türkiye’nin % 46’sı tarımla uğraşmaktadır. Bu itibarla, yağmura, rahmete ihtiyaç azimdi.
Ârif olan anlar ne demek istediğimizi. Yağmur duâsıyla birlikte, kâinatla alâkadar olan manevî programlar her şeye rağmen yapılmalıdır. Gönül sultanlarının halka açık programları vazgeçilmez olmalıdır, azına çoğuna bakılmaz, bu faaaliyetler doğrudan doğruya rahmete, berekete ve gözyaşlarına müteveccihtir, aziz ve mübarektir. Maddî ve manevî sahada görülmektedir. Bu nurânî sel, yıllardır devam edegelmiştir ve devam edecektir.
Bunun en güzel misallerinden bir tanesi, geçtiğimiz hafta Samsun Yeni Asya gazetesi ve Yeni Eğitimciler Derneği temsilciliği tarafından müştereken tertip edilen “47. Sene-i Devriyesinde Bediüzzaman’da Sevgi” başlıklı anma programı idi. Bir vefa hasleti göstererek bizleri de “Bediüzzaman ve Sevgi” başlıklı bir konferans vermemiz için dâvet ettiler, iştirak ettik. Bir saat konuştum, kendi üslûbumla, sayısız belge ve tesbitlerle, nükte ve diyaloglarla taşan salondaki şahsiyetlere muhatap olduk, bir şeyler anlattık, alkışlar ve gözyaşları içinde.
Konferansta kapalı bayanlar olduğu gibi açık bayanlar da vardı. Konferans sonu etrafımı saran bayanlar içerisinde iki başörtüsüz bayan ağlıyordu, ellerimi öpmek istediler. Kendilerine sordum, “Kimsiniz, buraya nasıl geldiniz?” Bir tanesi “İlân afişini gördüm, salona geldim, fakat çakılıp kalmışım, şimdi heyecandan ağlamaktayım, çok duygulandım.” Diğer bacımız ise, vefat eden babasından kalma Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayat’ını alıp getirmiş, hiç durmadan ağlıyordu yanındaki küçük çocuğuyla birlikte. Ben de çok hislendim, kendilerine Bediüzzaman Hazretlerinin kitaplarını hediye edip imzaladım. İşte rahmete vesile olan iki şahit, gözlerde sevinç yaşları. Yetmez mi?
Bu itibarla bu rahmet seline ve sevgi gününe ve daha bir çok gönül sohbetlerine vesile olan ve beni vesile kılan aziz, gayyur ve fedakâr Samsunlu ağabey ve kardeşlerime, başta Hasan Fehmi, Mehmet, Nurullah kardeşlerimiz olmak üzere, emeği geçen herkese binler duâ, binler tebrikler. Yolunuz açık olsun, bu sevgi seliniz daim olsun.
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hazret-i Muhammed (asm) olmasaydı... |
|
“Sen olmasaydın, sen olmasaydın; kâinâtı yaratmazdım”1 hadis-i kudsîsiden anlıyoruz ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlığa hediye ettiği nûr, eşsiz ve benzersizdir. Onun nûru ile dünyanın şekli değişmiştir. İnsan ve bütün kâinâtın hakîkî mâhiyetleri o nûr tûfânı ile aydınlanmıştır. O nûr ile görünmüştür ki; kâinâtta ne varsa Allah’ın isimlerini okutan birer Samedânî mektup, birer vazîfeli memur, bekâya mazhar birer değerli ve mânidâr varlıktırlar. Eğer o nûr olmasa idi, varlıklar tamamen mutlak fenâya mahkûm, kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, karma karışık ve tesâdüf oyuncağı mâhiyetinde evhâm karanlıkları içinde boğulup kalacaktı. İşte bu sırdandır ki, arştan ferşe, serâdan süreyyâya kadar bütün varlıklar Onun nûruyla iftihâr etmektedirler.2
Eğer Hazret-i Muhammed’in (asm) nuru olmazsa kâinâtın da, insanın da, hattâ her şeyin de hiçe ineceğini beyan eden Saîd Nursî Hazretleri, böyle bedî ve eşsiz bir kâinata, böyle eşsiz bir zâtın (asm) lâzım olduğunu kaydediyor. “Yoksa kâinât da, eflâk da olmamalıdır” diyerek mezkur hadîs-i kudsîyi hatırlatıyor.3
Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîs-i kudsî’yi değişik yönlerden izah ediyor. Bediüzzaman’ın en göze çarpan izahlarından birisi, Resûlullah Efendimiz’in (asm) duâsı ile yaptığı izahtır. Şöyle ki, zamanın ve mekânın tek ferdi sıfatıyla Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), öyle yüksek bir namazda, insanı ve bütün mahlûkâtı mutlak fenâya düşmekten, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekâya, Cennete, ulvî vazîfeye ve Allah’ın birer mektubu olma makamına çıkarmak için, öyle umûmî bir duâ etmektedir ki, Hazret-i Âdem’den (as) Kıyâmete kadar gelen bütün kâmil ve nûrânî insanlar kendisine ittibâ ve iktidâ ederek, duâsına “Âmin!” demektedirler. Öyle umûmî bir ihtiyaç için duâ etmektedir ki, değil dünyâ ehli; semâvât ehli ve bütün kâinât dahî niyâzına iştirâk edip hal diliyle, “Evet, Yâ Rabbenâ ver! Duâsını kabul et! Biz de istiyoruz!” diyorlar.4
Diğer yandan, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşerî hayatı ile, fazl-ı Rabbânî ile tekâmül eden mânevî şahsiyetini, tavus kuşunun yumurtası ile göklerde uçan tâvus kuşu arasında kurduğu bir nisbet ile açıklayan Bedîüzzaman Hazretleri, tâvus kuşu gibi güzel bir kuşun yumurtadan çıkıp geliştiğini, semâlarda uçmaya başladığını; âlemde şöhret kazandıktan sonra, birisi çıkıp da yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını ve yükselişini ararsa haksızlık yapmış olacağını; binâenaleyh, Peygamber Efendimizin (asm) tarihlerce kaydedilen hayatının da bir çekirdekten ibâret ve beşeriyet şartları içerisinde geçtiğini, onun beşerî hayatına ve zâhirî hallerine ince bir kışır ve nâzik bir kabuk nazarıyla bakıldığı takdirde, o kışır içerisinden iki âlemin güneşinin ve Tûbâ ağacı gibi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, feyz-i İlâhî ile sulanmış, fazl-ı Rabbânî ile kemâlâtın zirvesine ulaşmış olan hakîkî çehresinin çıktığının görüleceğini kaydediyor.5
Bu durumda böyle bir umûmî mazhar için kâinâtın yaratılmış olması hiç de mübâlağalı görülmemelidir. Çünkü Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olmasa idi, bütün maksatlar beyhûde olacaktı. Dünya boşuna dönecekti. Güneş boşuna ışık verecekti. Nasıl ki, anlaşılmaz ve muallimsiz bir kitap, mânâsız bir kâğıttan farksız oluyor ise; bu kâinât sarayının da, bu dünyâ menzilinin de, bu mevcûdât kitâbının da ya bir tarif edici ve muallim nezâretinde bulunması, ya da hiç var olmaması lâzım geldiği anlaşılmalıdır.6 Doğrudan vahye mazhar olan bu tarif edici ve muallim ise, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başkası değildir.
Bu vesileyle Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’a aramıza ve gönlümüze yeniden hoş geldin derken, bütün okuyucularımızın Mevlid kandilini tebrik eder, Peygamber Efendimizin (asm) şefaatine nail olmamızı Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Dipnotlar:
1- Keşfü’l-Hafa, 2: 164; 2- Sözler, s. 71. 3- Sözler, s. 215; 4- Sözler, s. 70, 218; 5- Mesnevî-i Nûriye, s. 74; 6- Sözler, s. 113.
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Feministler kızmasın |
|
“Akıl için yol bir” olduğundan, ‘gerçek’lerin taraftar bulması zor olmuyor. Geçtiğimiz günlerde Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) bir kampanya açmış ve milletvekili adayı olan ‘kadın’ların desteklenmesini istemişti.
Derneğin, bunu temin etmek için uyguladığı bir de reklâm kampanyası vardı. Buna göre ‘meşhur kadın’lar, ‘bıyık’ takmış ve öylece fotoğraf çektirmişlerdi. “Bıyıklı kadın” fotoğraflarıyla hazırlanan reklâm kampanyasının ilânları gazetelerde yayınlanmaya devam ediyor. Kampanyayı açanlar, “Meclise girmek için erkek olmak şart mıdır?” sorusunu soruyorlar. Biz de KA-DER’cilere, görmek istemedikleri başka bir gerçeği hatırlatmış ve kampanyanın sloganını şu şekilde değiştirmelerini teklif etmiştik: “Meclise girmek için erkek olmak ve ‘başörtüsü takmamak’ şart mıdır?” (Yeni Asya, 17 Mart 2007)
Benzer soruyu KA-DER’cilere soranlar da çıktı. Radikal’den Nuray Mert de, “KA-DER’cilere çağrı: Başörtüsü taksanıza” anlamında bir yazı yazdı.
(Radikal, 27 Mart 2
007) Bir gün sonra da aynı soruyu Gülay Göktürk sordu: “KA-DER kadınlara bıyık takıp kampanya yapacağına, başörtüsü taksaydı da biz o zaman görseydik siyasî cesareti. Ve tabiî hakkaniyet duygusunu... Hayır, yok, olmuyor... Yıllardır bekliyorum, KA-DER bir türlü o sıçramayı yapamıyor. Çoğu yakından tanıdığım, samimiyetine, aklına güvendiğim kadınlar; ama bu meselede tam olarak ‘çarşafa dolanmışlar.’ Ne değişmeye cesaret edebiliyor, ne mevcut pozisyonlarını göğüslerini gere gere savunabiliyor, öyle debelenip duruyorlar.” (Gülay Göktürk, Bugün, 28 Mart 2007)
Ortada bir vak’a var: ‘Kadın’ların milletvekili olmaları değil, ‘başörtülü kadın’ların milletvekili olmaları engelleniyor! Buna rağmen; kadın haklarını savunduğunu söyleyen KA-DER, bu gerçeği görmüyor, görmemekle de kalmıyor, gizliyor! Gizliyor, ama gerçekleri ilelebed gizlemek ne mümkün? İşte, bir iki ‘ifşaat’ ile ‘sıva’lar dökülmeye başladı bile. Yanlışı ne zamana kadar savunabilecekler ki?
İşin başka bir yönü daha var: Görünüşte kadınların hakkını savunanlar, aslında en büyük kötülüğü yine kadınlara yapıyorlar. Bu kuru bir iddia değil. “Feminist”leri üzecek bir araştırmanın sonucuna göre, “Feminizm, kadın sağlığına zararlı.”
İlgili haber şöyle: “İsveç araştırmasına göre, erkeklerle rekabet eden kadınlar, stres ve uzun çalışmadan sağlıksız oluyor. İsveç Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün araştırmasına göre kadınlar işyerinde yükselmeyle birlikte karşılaştıkları stres yüzünden sağlıklarından oluyor. Erkeklerin sağlığı da alışık oldukları düzenin bozulması ve sahip oldukları hakları kaybetmeleri yüzünden bozuluyor. Kadının iş hayatındaki yeri konusunda halen geçiş döneminin yaşandığına dikkat çekilen araştırmada, bu dönemin hem kadın, hem de erkek için zor olduğuna vurgu yapıldı.” (Sabah, 27 Mart 2007)
Kadınları ‘sokağa/işe’ taşıyan medeniyetin sebep olduğu fâcianın bir neticesi de şu haberde gizli: “Almanya’da bebeklerini doğar doğmaz ölüme terk edenlerle başa çıkmak için hastahanelerde uygulamaya konan ‘bebek bırakma pencereleri’ ülkeyi karıştırdı. Yılbaşından bu yana 23 bebeğin öldürülmesi üzerine anne-babalara çocuklarını öldürmek yerine hastahanelere bırakmasını tavsiye eden reklâmlar veren belediyelere ve il yönetimlerine tepki gösteren halk, ‘Bu sadece daha çok ebeveynin çocuğundan vazgeçmesini destekler’ diyor.” (Sabah, 28 Mart 2007)
“Anne”liği dahi öldürenler utansın!
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Cüce liderlerin dünyasında |
|
Arap zirvesinde bu sene Kaddafi yoktu, ama yine de yokluğu zirvenin renkli geçmesine engel teşkil etmedi. O yoksa da görsel ve yazılı basın sayesinde silüeti ve karaltısı hep varoldu. Geriden geriye olsa da incileri zirvenin peşini bırakmadı.
Kaddafi’nin Suudlularla yıldızı hiç barışmıyor. O kendisini modern zamanların Fatimi halifesi görürken, Suudluları da karşı cephe olarak mülâhaza ediyor. İki ülkenin diplomatik ilişkileri zaman zaman kesilme ve kopma noktasına geliyor. Araya tamirciler girmese belki hep kesik kalacak. Şarm El Şeyh’deki sabık Arap zirvesinde Suud Kralı Abdullah ile Kaddafi arasında her zaman olduğu gibi ufak çaplı bir atışma veya taşlama yaşanmıştı. 1969 yılından beri zirvelerde çıngar çıkarmak Kaddafi’nin hiç değişmeyen ve daima depreşen bir huyudur. Kara Eylül hadisesinden sonra bir Arap zirvesinde bir araya geldiklerinde Ürdün Kralı Hüseyin ile Kaddafi neredeyse birbirlerine silâh çekeceklerdi. Düellonun eşiğine gelmişlerdi. Saddam gibi idam edilen Taha Yasin Ramazan’ın teklifinde olduğu gibi Bush ile Saddam arasında düşünülen düello neredeyse iki lider arasında gerçekleşiyordu. Ramak kalmıştı. Nasır gibi diğer Arap liderleri devreye girince yatışmışlardı.
Kaddafi bulunduğu her noktada toplantının adrenalini yükseltiyor. Uzun yıllar Sedat’la da kameralar önünde birbirlerini taşlamışlardı (hiciv). Sedat onun için ‘delidir ne yapsa yeridir’ derken, Kaddafi de Sedat’ın konuşma üslûbunu hicvediyordu. Çıkardığı “eee”lerin arasını doldurarak konuşmalarını yeniden yayınlatıyordu. Birbirlerini küçümsemek için ‘oğlum ‘ şeklinde hitap ediyorlardı. Birbirleriyle heccav vezninde, kipinde ve kalıbında cavcav suretinde konuşuyorlardı. Arap liderleri renkli olduğundan dolayı genellikle zirveler de renkli geçiyor. İşte Riyad Zirvesi’nde gıyaben de olsa Kaddafi yine Araplar hakkında vermiş veriştirmiş. Zaten bir dönem Arap Birliği’nden çıkacağını ve Afrika Birliği’ne ağırlık vereceğini söylemişti. Şarm El Şeyh’de Arap liderleri için ‘Onlar da adam mı?’ şeklindeki hitabı Kral Abdullah’ın öfkesini celbetmiş ve o da ‘Sen de kimsin, seni kim çağırdı buraya?’ şeklinde bir mukabelede bulunmuştu. İşte Riyad zirvesine o zirvenin dargınlığı ve küslüğü yansıdı. Kaddafi Şarm El Şeyh’de yediği zılgıtı unutamadağı için Riyad zirvesini boykot etmekle kalmamış sabotenin eşiğine varmış ve taşlamasını sürdürmüştü. Araplar bazen birbirlerini taşlamaktan, şeytanı taşlamaya vakit bulamıyorlar.
Kaddafi Riyad’a gelemese bile hariçten gazel okumayı sürdürdü. Saddam’ın idamına üç günlük yasla karşılık veren Kaddafi, Riyad zirvesinde Arap olmayan dört Sünnî ülkenin davet edildiği halde İran’ın davet edilmemesini nazara vererek bunun Sünnî-Şiileri bölme zirvesi olduğunu ileri sürdü. Yine Kaddafi zirvede Filistinlilerin koyun gibi satıldığını söyledi, ama İsrail yine almamakta ısrarlıydı. Arap planını bir kez daha reddederek Kaddafi’yi yalancı duruma düşürmüş oldu. İsrail olmasa daima Kaddafi gibiler haklı çıkar, ama neyse.
Kaddafi bağlamında Arap mahallesi bizim mahallenin öteki adıdır.
***
Zirvede Beşşar da Kaddafi’nin pozisyonundaydı. Kaddafi gibi o da Arap liderlere ileri geri lâflar etmişti. Bunlardan birisi ‘ensafu rical/erkek bozuntuları’ tabiri idi. İsrail’in Temmuz 2006’da Hizbullah karşısında zorlanmasının ardından Arap liderlerinin gevşekliğini anlatmak için bu ifadeyi kullanmış ve Arap liderleri de buna bozulmuşlardı. Mübarek ve Kral Abdullah gibi Arap liderleriyle Beşşar’ın arasına bir de Lübnan krizi girdi. Onlar Beşşar’ı köşeye sıkıştıracak uluslararası bir mahkemeyi destekliyorlar. İşte Beşşar Esad bu havada zirveye katıldı ve zirvedeki varlığı bunun gölgesinde kaldı. Bundan dolayı Suriye açısından zirve epey sönük geçti sayılabilir. Lübnan bağlamında ise ülkeyi birbirinden bağımsız iki ayrı heyet temsil etti. Sanki bu Lübnan’ın bir kez daha bölündüğünü gösteren bir işaretti. Suudi Arabistan ise durumu kurtarmaya çalışıyor. Kral Abdullah bölgesel bir insiyatif geliştirme lüzumundan bahsetti ve bir çok noktada geç kaldıklarını itiraf etti. Sorunların büyümesini Arap insiyatifsizliğine bağladı.
“Lübnan’a erken müdahale etseydik böyle olmazdı, Darfur’a erken müdahale etseydik yabancı parmağı bulaşmazdı” gibisinden sözler sarfetti ve özeleştiride bulundu. Sadece yakınmanın fayda vermeyeceğini söyledi. Gerçek şu ki; Suudi Arabistan ve Türkiye bugünlerde bölgede itfaiye rolü üstleniyorlar. İki ülke için bölgenin itfaiyesi diyebiliriz.
***
Ama anlattığımız dağınıklık ve küskünlükler de vardı. Buna mukabil, daha saygın bir proje ve süreç olan AB de dümenini Merkel gibilere emanet ederek bir nev'i Arap Birliğine dönüyor. Chirac’a sanki veda busesi gibi Napolyon’un Mısır’da Osmanlı ordusunu yendiğini sembolize eden bir kupa hediye etmesi ancak Kaddafi vak'asını çağrıştırabilir. Galiba ne Kaddafi, ne de Beşşar’ın dediği gibi sadece Arapları değil, dünyayı da ‘ensafı ricalden/yarım liderler ve adamlardan’ da öte ‘akzamu rical’ denilen siyasî cüceler yönetiyor.
30.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|