Bugün itibariyle nüfusu 70 milyonu geçen şu milletin yarıdan fazlası "göçmen"dir.
Evet, hiç mübâlağasız Türkiye'de bugün yaşayan insanların büyük çoğunluğu ya "iç göç", ya da "dış göç" dalgasına kapılarak, hayatını doğduğu toprağın dışında bir yerde geçiriyor.
Dış göçün (muhaceret) sebeplerini bir yana bırakarak, iç göçün ana sebeplerine şöyle bir göz atmaya çalışalım.
İçişleri Bakanlığının henüz yayınladığı 'İç göç haritası'na göre, göç edenlerin yüzde 43'ünün ailevî, yüzde 25'inin ferdî, yüzde 20'sinin ekonomik ve yüzde 4'ünün de güvenlik sebebiyle hayatını farklı bölgelerde sürdürmek mecburiyetinde kaldığı ifade ediliyor.
Bu rakamlar, bir realiteyi ifade etmeye çalışmakla beraber, acı bir gerçeğin üstünü örtmeye de matuf gibi görünüyor. Yani, terör ve güvenlik gerekçesiyle yaşanan göç oranı çok düşük bir seviyede gösteriliyor. Ki, buna inanmak hayli zor geliyor.
Zira, aynı raporda, en yoğun göç dalgasının son 20 yılda ve özellikle 1991–1995 yılları arasında yaşandığı ifade ediliyor. En çok göç alan iller ise, şu şekilde sıralanıyor: İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Bursa, Antalya, Malatya, Manisa ve Kocaeli.
İşte, bu durum gösteriyor ki, göçün son yıllardaki en zorlayıcı sebebi, terör ve güvensizlik belâsıdır.
Peki, bu gerçeği örtmenin, yahut basite almanın sebebi ne olabilir?
Bizce en önemli bir sebebi şudur: Güvenlik gerekçesiyle yerinden yurdundan kopan yahut kopartılan vatandaşlara, "demokratik sosyal hukuk devleti"nin yardım etmesi ve her türlü ihtiyacını karşılaması gerekiyor. Bunu yapmak, devletin vazifesidir, vatandaşına karşı mecburi borcudur.
Peki, bu yapılmış mıdır?
Bu sorunun usturuplu cevabı şudur: Devlet, güvenlik gerekçesiyle göç edenlerin oranını yüzde 4 olarak belirlediğine göre, muhtemelen ancak o kadarının hakkını, hukukunu nazar–ı itibara almış, yahut karşılamaya çalışmıştır.
* * *
Bu acı realitenin bir başka boyutunu da, tarihî ikazlar çerçevesinde düşünmek gerek.
Bediüzzaman Hazretleri, bu milletin en dehşetli sosyal hastalıklarını tâ yüz yıl öncesinden teşhis ile reçetesini yazmıştır. Şöyle diyor: "Bizim düşmanımız, cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz."
Anarşiyi, terörü, haksızlığı ve bilhassa dahilî ihtilâfı körükleyerek sosyal huzura darbe vuran ve insanlarımızın yerinden yurdundan kopmasını netice veren hastalıkların en tesirli ilâcını "san'at, marifet ve ittifak" şeklinde târif eden Üstad Bediüzzaman, 80 yıllık hayatını da yine bu ilâçlar uğrunda sarf etmiş.
En başta, kendi hayatı yine devletin yersiz evhamına dayanan "güvenlik gerekçesi"yle gurbette ve sürgünde geçti. Ne var ki, sürgün kànununa dahi riâyet edilmeksizin. Dahası, her türlü vatandaşlık hakkından ve medenî hukuktan mahrûm edilmek sûretiyle. Daha da ötesi, baskı ve yıldırma taktiklerinin en dehşetlisi de uygulanmak sûretiyle...
Üstad Bediüzzaman, buna rağmen millete küsmedi ve devlete düşmanlık etmedi. Hatta, talebelerini de düşmanlıktan men'etti.
Ne var ki, herkes böyle değildir ve öyle de olamıyor. Zorla göç ettirildiğinde, bazıları devlete düşman kesiliyor. Bu düşmanlık sebebiyle, hem devlet malına, hem de mâsum halka büyük zarar veriyor.
İşte, böylesine gayr–ı memnun bir kitle tarafından, tamamiyle haksız yere belediye otobüslerinin yakılması, şuraya buraya bomba atılması, resmisi sivili ayırt edilmeksizin müesseselerin kundaklanması, hep bu "cehalet, zaruret ve ihtilâf" isimli üçlü düşman koalisyonun kuvvet bulmasından kaynaklanıyor.
Dert aynı olduğuna göre, şüphesiz ki derman da aynıdır: San'at, mârifet ve ittifak silâhı.
8 Mart'ta nereden nereye...
8 Mart'ta, her yıl Dünya Kadınlar Günü şeklinde bir kutlama yapılır.
Acaba, bu duruma nasıl gelindi?
Kadınlara mahsus bir günün belirlenmesi düşüncesi, ilk kez 27 Ağustos 1910’da Kopenhag’da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında ortaya atıldı ve kabul edildi.
Ardından, bir çok ülkede her yıl kutlanmaya başlandı. Meselâ, İsveç’te 1912 yılından itibaren kutlanmaya başladı. Keza, 1921’de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı tarafından da 8 Mart gününün Rusya ve bağlı ülkelerde kutlanması uygun görüldü.
Daha sonra, 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletlerinde de kutlanılmaya başlamasıyla birlikte, konu BM gündeme getirilmiş oldu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da, 1977 yılında 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kabul etti
GÜNÜN TARİHİ (08 Mart 1917)
Kadınlar gününde ihtilâl provası
R usya'daki Çarlık rejimine yıkmaya yönelik hareketlenmede büyük bir sıçrama meydana geldi. 8 Mart Dünya Kadınlar gününü fırsat bile Bolşevik cephe, kadınları sokağa dökerek, büyük bir gösteri ve yürüyüş hareketini gerçekleştirmiş oldu. Esasen, bugün itibariyle yaşananlar, ülkeyi Ekim 1917 devrimine götüren dalgalanmaların en büyüğünü teşkil ediyor.
Menşeviklerin lideri Çar'ın tutuklanması ve Bolşeviklerin lideri olan Lenin'in meydanlara çıkması itibariyle de, 8 Mart 1917 günü Rusya için önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Bu tarihten üç gün evvel (5 Mart) yayın hayatına başlayan Bolşeviklerin yayın organı Pravda gazetesi, komünistlerin ayaklanmasında çok tesirli bir rol oynadı.
Menşevik, azınlıkta kalanların tarafı; Bolşevik ise, çoğunluğu teşkil edenlerin ortak hareketi şeklinde de tarif edilir. Leninist literatüre göre, "menşevik" tabiri, burjuva politikalarını işçi sınıfına taşımaya çalışan, kuyrukçu, statükocu, ve oportünist eğilimleri ifade etmek için kullanılır ve siyasî dengesizliği simgeler. Komünizm ise, her yönüyle "mutlak eşitliği" gerektirir ve sağlamaya çalışır. Buna göre Bolşevizm, Rus dilinde Menşevikliğin bir nevi zıddıdır.
Sonradan Komünist Parti ismini alan Bolşevik hareketi, Çarlık rejimini yıktıktan sonra insanlık tarihinin en katı dikta rejimini kurdu ve yaklaşık 70 sene müddetle Sovyet Rusya'nın tepesinde durdu.
Aynı zamanda dünyanın başka ülkelerine de sirayet eden komünizm cereyanı, bütün dini inançlara ve mukaddes değerlere karşı fikrî ve fiziki her türlü mücadeleyi sürdürmekle tarihteki yerini almış oldu.
Bolşeviklerin, 6 Kasım 1917'de kesin surette iktidara gelmesiyle birlikte kurulan Kızıl Ordu ve ardından KGB, yeni Rusya'nın siyasî ve ideolojik cereyanına tam âlet olarak muhalif olanlara kan kusturmaya başladı. Yani, komünizme karşı olanlara hayat hakkı tanımaz bir misyonu da yüklenmiş oldu.
08.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|