Yasaklar zinciri
Evet, bilhassa 1924 yılı başlarından itibaren yakıcı ateş halkalarından oluşan bir "yasaklar zinciri" teşkil edildi.
Bu meyanda, önce dinî tedrisatı yapan ve ahlâkî terbiyeyi telkin eden medreseler kapatıldı.
Hemen ardından, dinî alâmet ve semboller birer birer yasaklanmaya başlandı.
Özetle: Ecdadımızın bin yıl kullandığı İslâm sarığının başa sarılması; Kur'ân okunması ve hatta Kur'ân harfleriyle yazılmış kitaplar, mecmualar; Muhammedî ezanın okunması, hatta gizlice ezan ve kàmet okunması, Kur'ân hattıyla taşa, mermere yazılmış tuğra ve kitabelerin açıkta bırakılması, cenaze namazının dahi tekbir getirerek (yani 'Allahuekber' diyerek) kılınması yasaklandı.
Bunlar gibi daha birçok yasaklarla, mânen adeta ateş çemberine alınmış olan nesillerin durumu hakikaten çok feciydi.
Bu vaziyet üzere 1940'lara gelindiğinde, ehl–i keşfin kanaat ve müşahadeleriyle, imanla kabre girenlerin sayısı, hamiyet ve basiret sahiplerinin içini kan ağlattıracak derecede azalmıştı.
O zaman geldi ki, düğünlerde dinî nikâh kıyacak hocalar veya ölüleri zamanında yıkayıp başlarında telkin okuyacak imamlar kalmamış, yahut bulunamaz olmuştu.
Hal böyle iken, yeni yetişen nesillere dinî telkinatı kim yapacak, ahlâkî terbiyeyi kim verecekti?
Aynı zaman zarfında, sırf lillah için hizmete koşan, nesillerin imanını kurtarmaya çalışan Kur'ân şâkirtleri de, ya hapse atılıyor, yahut da ağır baskılar altında tutularak sindirilmek isteniyordu.
Tek sesli medya, din ve dindarlar aleyhinde ağız birliği içinde neşriyat yapıyor, devletin kuvvetiyle mütedeyyin insanlar ezdiriliyor, sıradan vatandaşlar bile birbirinin ispiyoncusu, muhbiri haline getirilmeye çalışılıyordu.
Adı Cumhuriyet olan devletin mekanizması, komünizmden, bolşevizmden beter bir acımasızlıkla işletiliyordu. Mekanizmanın dişlileri, rejime fikren olsun muhalefet edenleri eziyor, onlara hayat hakkı tanımıyordu.
1950'lere doğru gelindiğinde, mânevî teneffüsten mahrum bırakılan memleket, adeta patlama noktasına gelip dayanmıştı.
Bu tarihe kadar olan teneffüs mekânları, yine hapishaneler olmuştu. Evet, haksızlığı hak telâkki eden, keyfî küfrî hayata medeniyet nâmını veren ve mutlak istibdada Cumhuriyet adını veren bir rejim anlayışının en rahat yeri hapishane olsa gerektir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, tek parti rejiminin hükümfermâ olduğu bu şeflik devrinde, vicdanları büsbütün ölmemiş, aklı sönmemiş birkaç idareciye mektup yazarak, bütün kuvvetiyle gelecek nesillerin imanını kurtarmaya çalıştıklarını, dolayısıyla kendisiyle uğraşmamaları gerektiğini en yüksek perdeden ilân ve ihtar ediyordu. (Bkz: Emirdağ Lâhikası–I'de yer alan ve Adalet Bakanı, bazı hakimler ile Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran'a hitaben yazılmış olan mektuplar.)
50 sene sonraki nesil
İşte, yukarıda bahsini ettiğimiz mektuplardan birinde, gelecek istikbâl neslini bekleyen dehşetli tehlikeler hakkında Üstad Bediüzzaman'ın yapmış olduğu ürpertici bir uyarı.
Zamanın adalet bakanı ve Risâle–i Nur'la uğraşan hakimlere hitap eden Said Nursî, hem onlara, hem de dolaylı şekilde bütün akıl–vicdan sahiplerine şu hatırlatmada bulunuyor: "Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risâle-i Nur la uğraşıyorsunuz? Kat'iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risâle-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risâle-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i atiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar." (Age, s. 20.)
Aynı mektubun ilerleyen kısmında ise, yine aynı acı gerçeğe vurgu yapılarak, vicdanî sorumluluk duygusunu konuşturuyor: "Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh-u canıyla Kur’ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i atinin eline elbette Risâle-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz."
(Devam edecek)
GÜNÜN TARİHİ 28 Şubat 1956
Zor zamanda Islahat Fermanı
Tanzimat'tan 16 sene sonra Islahat Fermanı ilân edildi.
Tanzimat'ın hazırlayıcısı, Osmanlı diplomatı ve devlet adamı Mustafa Reşid Paşaydı.
Islahat'ın hazırlayıcısı ise, Reşit Paşanın izinden giden bir diğer diplomat Âlî Paşa oldu.
Bu iki ferman arasında usûl ve teknik yönünden bazı farklılıklar bulunmakla birlikte, temelde aynı mantığa ve mantaliteye dayanıyor.
Gülhâne Hatt–ı Hümâyûnu diye de isimlendirilen Tanzimat, Batılıların doğrudan bir müdahalesi olmaksızın, onlara bir hesap vermeksizin ve onların tasdikine sunulmaksızın hazırlandı.
Islahat'ta ise, İngiliz ve özellikle Fransız elçilerin de iştiraki sağlandıktan sonra maddelere nihaî şekil verilmiş oldu.
* * *
Tanzimat olsun, Islahat olsun, bunları bugünkü mantık ölçüleriyle değerlendirmek hatalı olur. Zira, o dönemin kendine has dengeleri, imkânları, şartları ve zaruretleri vardır.
Her şeyden önemlisi, Osmanlı devlet kurumları, devlet mekanizmasıyla birlikte büyük ölçüde eskimiş, hatta zaafa uğramıştır. Yani, eski kuvvet ve satvet kalmamıştır. Hemen hiçbir şey yolunda gitmemektedir.
Dolayısıyla, bir reorganizasyona gitmek kaçınılmaz hale gelmiştir.
Tanzimat veya Islahat olmaması halinde, inkıraz hızlanacak, devlet muhtemelen kendi içinde çatırdamaya başlayacaktır.
Bu sebeple, yeni hallere, yeni yöntemlere müracaat, zaruri bir ihtiyaç halini almıştır.
Böyle zor zamanlarda yaşanan sıkıntıları aşmak için müracaat edilen usûller ile kolay ve rahat zamanda yapılan icraatları (meselâ, fes ve şapka inkılâbı gibi) birbirinden ayırd etmek gerekir.
Dayatma başka, ihtiyaç başkadır.
Dinde "tecdit vazifesi" meşrû olduğu gibi, devlette de "reform hareketi" meşrû, hatta bâzan elzemdir.
28.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|