Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Lütfen biraz huzursuz olalım



Nedir Murat Belge’ye “inanç ihtiyacı duyan biri olsam (…) en son seçeceğim Müslümanlık olurdu” dedirten?

Ona kızmak, “Daha içinde yaşadığın toplumu ve onun dinini tanımıyorsun” demek, onu batı hayranlığıyla suçlamak dışında söyleyeceğimiz bir şey yok mu?

Onu “Kitaplar ortada, neden incelemiyorsun?” diye suçlarken, kendi hayat tarzımızla, duruşumuzla, her gün gördüğü, okuduğu, elinden düşüremediği bir kitap olabildik mi?

Yüzümüze bakarken, bizimle konuşurken, İslâmın güzelliğini hissettirebildik mi?

İslamın insana, hakka, hukuka, adalete verdiği önemi davranışlarımıza yansıtabildik mi?

Dinini yaşayan bir müminin, bu dünyadaki en mutlu kişi olduğu duygusunu verebildik mi?

Hal dilimizle iyi birer dindar olabildik mi?

Hep atıfta bulunduğumuz kitaplara, başta Kur’ân’a layık bir Müslüman olabildik mi?

Bize bakan, İslâmdaki güzelliği, Allah’a inanmaktaki lezzeti görebildi mi?

Bizimle aynı ortamı paylaşana, İslam adına güzel bir şeyler anlatabildik, güzel birkaç kelime öğretebildik mi?

Bizimle aynı sokakta yürüyene, farkımızı gösterebildik, kalbinin ısınmasına yardımcı olabildik mi?

Bizimle aynı apartmanda oturana, “Şu İslâm ne güzel dinmiş yahu” dedirtebildik mi?

Bizimle alışveriş yapana, “Şu dindarlar ne kadar dürüst” diye hissettirebildik mi?

Bizimle karşı karşıya gelene, “hasım bile olacaksa, dindar bir Müslüman olsun” sözünü söyletebildik mi?

Bizi gördüğünde yüzüne bir tebessüm, kalbine bir sıcaklık, ruhuna bir dinginlik kondurabildik mi?

Eğer bunları yaptık, ama yine de “en son seçenek” İslâm olduysa, üzerimize düşeni yapmış olmanın rahatlığı içine girebiliriz belki.

Eğer bunları yaptık, ama yine de “ilk tercih Hıristiyanlık, sonra Uzakdoğu dinleri” ise, Allah’tan hidayet dilemekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur.

Eğer bunları yaptık, ama yine de, birileri inanç ihtiyacı bile duymuyorsa, O’na sığınmaktan başka ne yapabiliriz ki?

Fakat bir kez daha düşünmek, sormak ve huzursuz olmak gerekmez mi, bizde bir yanlışlık yok mu diye?

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Kalp ve sevgi hissi



İnsanın mâhiyetinde biri maddî, diğeri mânevî olmak üzere iki tane kalp vardır.

Maddî kalp bir et parçasıdır. Vücudun her tarafına kan pompalar. Durduğu zaman o insan da ölüme mâruz kalır.

Mânevî kalp bir lâtife, bir duygudur. Hislerin aynası olan vicdan ile fikirlerin aynası olan dimağdan meydana gelir. İnkârcılık sebebiyle manevî kalp sekteye uğrar. O insan da yaşayan bir ölüden farksız hale gelir.

Beynin sağ yarım küresi his ve duyguların, sol yarım küresi de fikirlerin merkezidir. Mânevî kalp, santral gibi bütün lâtifelerin odak noktasıdır.

Muhabbet denilen sevgi hissinin kaynağı kalptir. Allah, o kalbe sonsuz bir sevme kabiliyeti koymuştur. Bu sınırsız kabiliyetin veriliş gayesi de, nihayetsiz bir muhabbetle Allah’ı sevmek içindir. Çünkü, Bediüzzaman’ın tespitiyle “Bâtın-ı kalp, âyine-i Sameddir.” Allah’tan başka olan ve Allah için olmayan sevmekler, sevgi hissinin yoldan çıkmış hâlidir. Böyle bir kalp, sahibini derin elemler içinde bırakır. Dünya o insana zindan olur. Çünkü, “Yerinde sarf olunmayan bir muhabbetin cezası, merhametsiz azap çekmektir.”

İnsan, yaratılıştan hadsiz bir muhabbetle Allah’ı sevmeye kabiliyetli bir tarzda yaratılmıştır. Çünkü, insanın fıtratında cemâl, kemâl ve ihsana karşı sevmek vardır. Elinde olmadan ve herhangi bir sebep olmaksızın güzel ve mükemmel şeyleri sever. Cemâl, kemâl ve ihsanın dereceleri arttıkça, o sevgi hissi de artar ve aşkın en son noktalarına kadar gider.

Bediüzzaman’ın tespitiyle “Bu küçük insanın, küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki, kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.”

Madem insan fıtratında cemâl, kemâl ve ihsana karşı hadsiz bir sevme kabiliyeti vardır. Baştan aşağıya kadar bütün kâinatı güzelleştirmesiyle sonsuz güzel olduğunu ve nakışlı sanat eseriyle kusursuz bir mükemmelliğe sahip bulunduğunu gösteren Allah, elbette sonsuz bir muhabbetle sevilmeye lâyık ve müstehaktır.

Herkesin bildiği bir gerçektir ki, insan kendi mutluluğundan lezzet aldığı gibi, alâkadar olduğu zatların mutluluğundan da lezzet alır. Kendini belâ ve musibetlerden kurtaranı sevdiği gibi, sevdiği zatları kurtaranı da öyle sever. İşte, bu hâlet-i ruhiyeye binaen, insan, Allah’ın nihayetsiz ihsanlarından yalnız bunu düşünse ki; beni yaratan Allah, beni ebedî karanlıklar âlemi olan yokluktan çıkardığı gibi, ölümden sonra tekrar yok olmaktan kurtarıp ebedî bir Cennette ebedî ihsan ve nimetlere mazhar edecek. Bütün sevdiğim insanları dahi aynı nimetlere nâil kılacak. Elbette, böyle ebedî ihsanlara karşı, kâinat kadar bir kalbim olsa muhabbetle doldurmak isterim, diyecek. Ve o niyetle Allah’ı sevecektir.

Bahsi geçen sonsuz nimetlerin vesilesi olan Hazret-i Muhammed’i (asm) de, Allah hesabına nihayetsiz bir muhabbetle sevmek icap eder. Çünkü, hadis-i kudsiye göre, şayet o yaratılmayacak olsaydı, dünya ve âhiret bütün âlemler dahi yokluk âleminde kalacak, biz ve mazhar olduğumuz bütün nimetler dahi vücuda gelmeyecekti. Peygamberi sevmek ise, ona benzemekle ve sünnetine ittibâ etmekle olur. Allah’ın muhabbet ve rızasının kazanılması da en kolay ve kısa bir tarzda ona tâbi olmakla mümkündür.

İnsan kalbi, elinde olmadan güzel olan her şeyi sever. Allah namına olmayan bütün sevmekler, bir hançer gibi her an kalbi yaralar. Mecâzi olan bu muhabbetleri, irâdeyle hakîki sevgiye dönüştürmek mümkündür. Meselâ, dünyanın fâni olan üçüncü yüzündeki fenâ ve zeval damgası görülse, İlâhî isimlere aynalık ve âhirete tarlalık yapan ilk iki yüze muhabbet hissi döndürülse, aşk-ı mecâzi, hakîki aşka inkilâp eder. Leylâ’sı için çöllere düşen Mecnun’un, sevdiğini bulduğu zaman “Neyleyeyim Leylâ’yı, ararken Leylâ’yı, buldum Mevlâ’yı” demesi örneği, bu hakikate güzel bir misaldir.

Böylece, Allah hesabına dünya ve içindeki varlıklara yönelen sevgi duygusu, istikâmetini bulur ve sahibini rahatlatarak mânevî bir Cennetin lezzetini tattırır. Yunus Emre’nin ifâde ettiği gibi “Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü”anlayışı ile her şeye olumlu bir bakışla yaklaşır ve hayatın saâdetini elde eder.

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

İntihar dizileri



Küçük Hatice’nin dramını biliyorsunuz. Hatice, izlediği ve çok etkilendiği diziden sonra, odasına çekiliyor ve bunu bizzat denemek istiyor.

Ne yazık ki, oracıkta benzer sahneyi tekrarlayınca can veriyor. Kimi gazeteler, “sır”lı dizilerin Hatice'yi intihara sürüklediğini yazdı.

Daha sonra Zaman gazetesi görgü tanıklarıyla konuştu. Haberi birinci sayfaya taşıdı. Küçük kızın canına kıymasına, Show TV’de yayınlanan “Yaralı Yürek” dizisindeki intihar sahnesinin sebep olduğu vurgulandı. (Nergihen Çelen’in haberi)

Hatice Demir daha 12 yaşındaydı.

Habere göre, Hatice Demir’in babası ve annesi, bir düğüne katılmak için Osmaniye’ye gitmeden önce Hatice ile birlikte 8 kardeşini aynı mahalledeki akrabaları Ali ve Feride Demir çiftine bırakmış... Misafir kaldıkları evde önceki akşam saatlerinde oyun oynayan çocuklardan ilköğretim 4’üncü sınıf öğrencisi Hatice, kardeşi Gülbahar ve amca kızıyla birlikte televizyonun bulunduğu oturma odasına geçmiş. Bu arada televizyonda intihar sahnesini canlandıran ‘Beyaz’ karakterinin de içinde bulunduğu dizinin fragmanını görmüş. “Ben de Beyaz gibi intihar edeceğim, bakalım acıyacak mı?” diyen Hatice, evin damında asılı eşarbı alarak içeriye girmiş ve boynuna bağlayarak intihar etmiş.

Olay yerine gelen Hatice’nin amcası Cuma Demir, odadaki diğer iki çocuğa ‘Hatice’ye ne oldu?’ diye sorduğunda, çocuklardan ‘Rol yapıyor, Beyaz’ı oynuyor’ cevabını almış...

Şu acıya yürek mi dayanır?

Acılı haber ile yıkılan baba, “sorumsuzca yapılan yayınlara tepki gösterdi...

Kızının Show TV’deki Yaralı Yürek isimli töre dizisinden etkilendiğini anlatan baba Demir, olayın Samanyolu Televizyonu ve Sırlar Dünyası programı ile hiçbir ilgisinin olmadığını açıklamış. (Zaman)

Samanyolu Televizyonundan “Sırlar Dünyası” dizisiyle ilgili yapılan açıklamada, Sırlar Dünyasının hiçbir bölümünde haberlerde iddia edilen intihar edilip tekrar dirilme gibi bir senaryo çekilmemiştir” diye bir açıklama geldi.

Yaralı Yürek dizisinin bu noktada suçu olduğu belli.

Ancak şu var ki, “sırlı diziler”de de şiddetin çok yaygın olduğunu hatırlatalım. Bu dizilerde kötü daha da “kötü” gösterilmek isteniyor. Ama bazan ölçü kaçıyor.

Hemen aklıma gelen bir bölümü aktarayım. Çocuk kaçırıp, kapkaç yaptıran bir adamın, daha sonra kızı sokak ortasında öldürülüyor. Sonra kötü adam, pis işten vazgeçiyor. Ve “karanlık güçler” sokak ortasında adamı öldürüyor. Rol dahi olsa, çocukların önünde sergilenen vahşi infaz sahnesi bu diziye yakışmadı. Kaldı ki, bir de tekrarı yayınlanıyor (Beşinci Boyut).

Mesaj kaygısıyla yayınlanan dizilerdeki “şiddet”in dozu azaltılsa fena olmayacak.

YERLİ DİZİ İSTEKSİZLİĞİ

Bu arada bir internet sitesinin araştırmasını size nakledeyim.

Akampus.com’un düzenlediği bir anket bu.

Soru şu: “Yerli dizilerle aranız nasıl?”

Gelen cevapların sadece %6’sı dizileri çok yakından takip ettiğini ifade etmiş.

Oranlara bakalım:

-Yerli dizilerle aranız nasıl?

(Toplam oy: 1162)

“Dizileri ve bu yoğun ilgiyi saçma buluyorum (%23)”

“Alakam yok (%19)”

“Bir-iki tanesini takip ediyorum (%53)”

“Pek çoğunun bağımlısıyım (%6)”

Yani, ankete katılan üniversite gençliğinin sadece yüzde 6’sının televizyonlardaki yerli dizilerden hoşlandığını, geri kalanının ise dizi meraklısı olmadığını ortaya koyuyor.

Asmalı Konak’la birlikte “ağa” dizileri hız kesmedi. Yenilerini ısrarla çekiyorlar. İki haftayı doldurmadan yayından kaldırıyorlar.

“Dicle” (atv) yeni yayına giren dizilerden. Bakalım ömrü ne kadar sürecek?

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Boş tartışma



Kenan Evren’in kimilerince “Eyalet sistemini istiyor” şeklinde anlaşılan ve bu algıya dayalı olarak aynı kesimlerden yoğun tepki alan sözleriyle ilgili tartışmalar hâlâ devam ediyor.

Tepkilerin ulaştığı boyutun, Evren hakkında savcılık incelemesi başlatılması noktasına kadar varması tartışmaları daha da alevlendirmiş gibi.

Şimdi “bölücülük”le suçlanan 12 Eylül lideri “Hiç ben öyle şey yapar mıyım?” diye dil dökerken, vaktiyle onun hakkında “darbe yapma suçu”ndan dâvâ açma girişiminde bulunduğu için aforoz edilen Savcı Kayasu dahil, geniş bir kesim Evren’in ifade özgürlüğünü savunuyor.

Savunanların da çoğu, “Güçlü olduğu dönemde hak ve özgürlükleri ezip geçen bir kişiyi müdafaa etmek zorunda kalacağımıza, rüyamızda görsek inanmazdık” diye söze başlıyor.

Ve “Keser döndü sap döndü, bir gün geldi hesap döndü” diyerek, Evren’in de adalete ihtiyaç duyacağı bir noktaya gelinmesinden, çok yönlü ve çok boyutlu ibret dersleri çıkarıyor.

Aslında Evren’in bu kadar tepkiye konu olan sözlerinde kayda değer hiçbir orijinallik yok.

Herkesin yıllardır söylediği birşeyi ifade ediyor 7. Cumhurbaşkanı. Merkezî idarenin tıkandığını, nüfusu artan ve büyüyen Türkiye’nin ihtiyaç ve taleplerini Ankara merkezli eski yönetim sistemiyle karşılamanın iyice imkânsız hale geldiğini ifade ediyor.

Çözüm olarak da eyalet sistemine geçilmesini öneriyor. Türkiye’nin şimdi olmasa da önümüzdeki on, yirmi veya elli yıl zarfında bu sisteme geçmek zorunda kalacağını savunuyor.

Ama tepkiler üzerine “Ben eyalet demedim, bölge valiliği dedim” diye manevra yapıyor.

12 Eylül döneminde kendilerinin de bu yönde bir hazırlık yaptıklarını, ama Özal’ın engellediğini söylüyor. Ama burada bir hafıza yanılması ya da bir şaşırtmaca olduğu, Star gazetesinin manşetten verdiği haberle ortaya çıkıyor.

Buna göre, o dönemde Evren’in sözünü ettiği düzenleme, askerî yönetimin 1983 seçiminden hemen önce Bülend Ulusu hükümetine hazırlattığı, ülkenin sekiz bölgeye ayrılmasını ve bu bölgelerde MGK’nın görüşü alınarak atanacak olağanüstü yetkilere sahip valiler kanalıyla OHAL sisteminin uygulanmasını öngören bir kanun hükmünde kararname imiş (5.3.07).

Ama seçimden birinci parti çıkarak hükümeti devralan Özal, haklı olarak bu KHK’ya itiraz etmiş ve sonuçta bu proje yürürlüğe girememiş.

Demek ki, Evren’in bugün “demokrasinin önünü açacak sürpriz bir atak” gibi algılanan önerisinin de, kendi döneminden gösterdiği referansın da demokrasiyle hiçbir alâkası yok.

12 Eylül gibi, demokrasinin canına okuyan ve mâlûm dayatmalarla millete onaylattığı anayasa ile Türkiye’nin önünü hâlâ tıkamaya devam eden bir darbenin bir numaralı sorumlusundan demokratik açılım beklemek zaten olacak şey değildi. Dolayısıyla, son beyanlarına kuşku ve temkinle yaklaşanlar yine haklı çıktılar.

Esasen, Türkiye’nin iyice tıkanan merkezî sistemin yol açtığı sorunlar birikiminden kurtulmak için Evren’in vereceği akıllara ihtiyacı yok.

Bunun yolu, yordamı, usulü, yöntemi belli.

Ama yapılabilmesi için evvelâ bazı zihinlerdeki “bölünme korkusu”nun ve ayrıca Evren’in eseri olan 12 Eylül anayasasının aşılması şart.

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Soğuk savaş günlerindeki gibi



Günlerdir Türkiye, İran eski savunma bakan yardımcısı Ali Rıza Askeri’nin kaybolması haberleriyle çalkalanıp duruyor. Çelişkili haberler ve farklı iddialar ve açıklamalar var. İran kaynakları durumu farklı, diğerleri daha farklı anlatıyor. Esrar, kaçırma mı, sığınma mı seçenekleri arasında düğümleniyor. İranlılar tabiî ki sığındığı tezlerini reddediyorlar. Batılı veya İsrailli istihbaratçılar ise kaçırıldığı tezini reddediyorlar. Aksine işbirliği yaptığını ileri sürüyorlar. Ama her ikisi de akla yatkın.

Eski MOSSAD ajanlarından Gad Shimron’ın “Kaçırma olayları Soğuk Savaş’ta kaldı. Askeri kaybolmadan önce eşi ve çocuklarının İran dışına çıkmış olması sığındığını kanıtlıyor” diyor. Bu analiz bir yönüyle doğru bir yönüyle de yanlış. Yanlış olan tarafı kaçırma eylemlerinin Soğuk Savaş günlerinde kalmış olması iddiasıdır. Halbuki son bir iki aydır ABD ile İran arasında soğuk savaş yaşanıyor. Erbil’de 5 İranlı istihbarat elemanı kaçırıldı. Ardından da Askeri’nin de adının karıştığı Amerikan askerlerine karşı bir eylem yapıldı ve 5 Amerikan askeri öldürüldü. ‘Beşe karşı beş’ bir misillemenin ürünüydü. Ardından Askeri sırra kadem bastı.

İran ve Kürt kaynakları Erbil’de kaçırılan elemanların diplomat olduklarını ileri sürüyordu. Halbuki Tahran’ın Bağdat büyükelçisi sonra Amerikan basınına onların diplomat değil de istihbarat görevlisi olduğunu itiraf etti. Sonra Bağdat’taki İran büyükelçiliğinin ikinci konsolosu kaçırıldı. Bu kaçırma faaliyetleri şüphe götürmez bir şekilde İran ile ABD arasında bir soğuk savaşın yaşandığını gösteriyor. Bu alanda İran’ın misillemesi ve 5 Amerikan askerini kaçırması ve öldürmesi bir başarı sayılsa bile bunun karşılığında Askeri düzeyinde birisinin kaçırılması İran’ın çözülmekte olduğunu da gösterir. Karşı hamle yıkıcı olmuştur.

Irak’ta işler sarpa sarıyor. (Irak) Fazilet Partisi Şii koalisyonunundan koptuğunu açıkladı. Koalisyonu terketmesi önemli değil önemli olan bu terketmenin ilan edilen gerekçesi. Bu da Şii vicdanının uyandığını gösteriyor. (Irak) Fazilet Partisi yetkilisi Nedim Cebiri, düzenlediği basın toplantısında, ‘Irak’ı kurtarmanın ilk adımının (belki de tek yolu) bu blokları tasfiye etmek ve mezhep temelli bloklar kurulmasını durdurmak olduğunu düşündüklerini’ ifade etmiştir. Bu hem İran’ın, hem de Sistani’nin Irak politikalarının iflasının ilânıdır. İran’ı ve bölgeyi ancak Şiilerin intibahı ve vicdanlarının uyanışı kurtarabilir. Yoksa çıkmaz sokak eninde sonunda yüzlerine kapanacaktır.

***

Kimi kaynaklara göre Askeri, 6 Şubat’ta Suriye’den uçakla İstanbul’a geliyor. İki kişi Ceylan Intercontinental Oteli’nde Askeri adına oda ayırtıyor. Ancak Askeri, Ceylan Otel’deki buluşmaya gelmiyor ve bunun üzerine CIA ve MOSSAD, Askeri’nin vazgeçmiş olabileceğinden endişelenerek operasyona geçiyorlar ve Askeri, İstanbul’da başka bir otelde ele geçiriliyor. İddiaya göre, daha sonra kendi isteğiyle Amerikan ajanları eşliğinde Türkiye’den ayrılıyor. Bu rivayetten (doğruysa) Askeri ile Şam’da veya daha önce bağlantıya geçiliyor. Türkiye, sadece bir son fasıl. Bu takdirde, Otel’den yer ayırtanlar da CIA veya MOSSAD ajanları olmalı. Ancak İran kaynakları, Askeri’nin özel bir ziyaret için Türkiye’de olduğunu söylüyorlar. İşte bu noktada Türkiye’nin sorumluluğunun mahiyeti tartışmalı hale geliyor. Türkiye önceden ihtar edilmedi ve sözkonusu olan kişinin kimliğini bilmiyor ise elbetteki bunda Türkiye’nin bir vebali ve sorumluluğu olamaz. Türkiye’nin sorumluluğu ancak muvazaa halinde olabilir. Türkiye’nin konumu ve ilişkileri dikkate alındığında muvazaa ihtimali zayıf görünüyor. Bununla birlikte Muttaki, Ankara’yı Askeri’nin güvenliğinden sorumlu tutuyor. Burada MOSSAD eski ajanı Gad Shimron’a kulak vermek gerekirse, o şöyle diyor: “ABD, İran operasyonu için nükleer program ve Tahran’ın Irak’taki operasyonları konusunda bilgiye ihtiyaç duyuyor. Askeri bu yüzden çok değerli. İsrail’in desteği dikkat çekici. Bu düzeydeki operasyonlar, doğrudan Başbakan onayı gerektirir. Askeri’nin önemi yüzünden Ehud Olmert, Türkiye’yi utandırma riskine girmiş olabilir....”

Elbette MOSSAD kimseyi takmaz. Bu böyle olmakla birlikte ‘kaçırma’ eylemi Türkiye’nin istihbarat zafiyetinin de bir göstergesi. Irak rejiminin yıkılması aşamasında Irak’ın Bağdat Büyükelçisi Faruk El Hicazi de böyle sırra kadem basmış ve sonra Amerikalıların elinde olduğu anlaşılmıştı.

***

ABC TV Askeri’nin bir Avrupa ülkesinde bulunduğunu ve ABD ile işbirliği yaptığını duyurdu. Asıl önemli olan, kaçırılmış veya sığınmış olmasının ötesinde onun Amerikalıların elinde olmasıdır. Yöntemi detay kalır. Bunun İran’a büyük bir darbe olduğundan kuşku yok. Bunun üzerine İran alarma geçmiş ve elçiliklerde çalışan Devrim muhafızı ajanlarını geri çağırmış. Askeri’nin önemi şurada: İran’ın nükleer ve askeri sırlarına vakıf olduğu gibi Irak’taki İran istihbaratının da kilit isimleri arasında bulunuyor. Daha önce Lübnan’da da görev yapmış. Erbil’den ekiple de birlikte çalışıyormuş. Öyleyse Askeri’nin kaçırılma sırrı Erbil’de gizli. Erbil’den kaçırılanlar vasıtasıyla onunla temas kurulmuş olabilir. Bunun ardından gerisi çorap söküğü gibi gelmiştir. Son sıralarda Dubai eski büyükelçisi Adil Assadinya gibilerin de Batılı ülkelere sığınmış olmaları İran’da ciddi bir çözülmeye işaret ediyor.

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kadının dünyası



İletişim çağında, evrensel beraberlikler her güne bir adlandırma yapmış. Bu keşke anlamlandırma ağırlıklı olsaydı. 8 Mart’ı Dünya Kadınlar Günü kabul edilmiş.  Bu günün, kadına dair önceliklerin dikkate değer görüldüğü bir gün olmasını dilerim.

Kadın olmak, kadınlık halleri ve kadın penceresinden bakmak, anlamak ve ona göre kıymetinin farkına varmak, biz erkekler için her halde dünyanın en mesuliyetli ve bir o kadar da incelik isteyen görevi.

Günümüzde kadınlar bazen beşerî zaafların kıskacında, ruhunu, yaratılışını zorlayan ve horlayan bir pozisyona itilmektedir. Zevk düşkünü, ahlâk bozgunu ve aile düşmanı bazı uluslararası organizasyon ve tahrip şebekeleri tuzaklarla, eğlence kültürü ile kadını ticarileştirmeye çalışmaktadır.

Batılı kadının bu yönüyle gerek psikolojik, gerek manevî, gerekse fizikî olarak ciddi bir saldırının altında olduğunu ve kendini rahat ifade edemeyen bir travma geçirdiğini söyleyebiliriz. Bu kabuğu kırdığını zannettiğinde, saygıyı yok eden davranış biçimleri ile karşılaştığında, güven sağlayıcı insanî bir yaklaşım beklerken rahatsız edici gizli sıkışmalar yaşamaktadır.

Kadın, geri kalmış ülkelerde ve İslâm dünyasında ise maalesef hak ettiği değeri ve onu besleyecek eğitim ve öğretilerden yeterince yararlanamamaktadır. Ev hanımlığını cazip kılan bir ruh halini, rahatlatıcı teşvik ve moral yakaladıklarını kolaylıkla söyleyemeyiz.

Çalışanların, anne ve eş olmaları halinde çektikleri zorluklar ise, kazancı da götürmekte, iletişim ve sağlıklı sorumlulukları da zorlamaktadır.

Kadının kendini rahat ve huzurlu hissettiği bir kariyer yapması elbette ki arzu edilir. Kariyer demek, mutlaka bir “işgücü” niteliği kazanıp, ücretli çalışmak değildir. Kendinize gelir getirici bir meşguliyet, konu ya da hobi de olabilir.

İyi bir anne olmak, iyi bir eğitimci olmak, iyi bir eş ve iyi bir yönetici olmak da kariyerdir. Bu sıkışık yüzyılın, birden fazla rol yüklediği kadının anne, eş ve iş dengesinde birine öncelik vermesi ve ona göre hayatını tanzim etmesi, diğerlerini de ona yardımcı rolde görmesi, mutlu edici ve sabretmesini kolaylaştırıcıdır.

Kadın, hissedilemeyenin ince zekâsı, bilinmeyenin iç varlığı ve düşünülemeyenin yansımasıdır. Kendine has kavrayışı, bakışı ve yorumlayışı vardır.

Her insan bir kadının emanetinde dünyaya gelir ve her evlât bir anne ile kendi çocukluğunu bulur.

Kadın deryayı çağrıştıran bir su kaynağıdır. Şefkat sembolü ve sevgi dağarcığıdır.

Bir bütünün olmazsa olmazıdır. Meşruiyetin tescilidir. Yeknesaklığın hayata ve heyecana bağlandığı merkezdir. Bir coşkunun evlât sevgisi ile sinesinde taht kurduğu bir enerji ve letafet örneğidir.

İslâmın en yüce varlık silsilesinin sahiplenici ve koruyucu anası ve insanıdır… Bir erkeğin yarım kalmışlığına mütemmim, nazenin ve müstesna bir gerekliliktir…

Hayatın emeği, cefanın mutluluğu, zerafetin kalitesi ve eş olmanın metanetini veren bir sığınak, bir liman ve bir sükunet vadisidir…

Kadın, başımızın tacı, evimizin ser tacıdır…

Aynı zamanda bacı, bazen hala, bazen teyze, bazen kız ve nine iken her türlü hürmeti hak eden edep misal bir haysiyet abidesidir.

İnsanlık, kadını anlar, yuvasına sahip çıkmasına özendirir ve mutluluğunun maddî ve manevî kaynaklarını sağlarsa, dünya, barışın tadını yakalar.

Kadın, doğuran, büyüten ve kucaklayan bir enginliktir. Onun maneviyat dokusunda, dünyanın barışı saklıdır. Onunla çocuklar daha emin, aile daha mazbut, çevre daha düzenli ve hayat daha huzur doludur.

Kadın, kendisine ait olmalı. Pozitif düşüncelerinin eşi ve aşiyanı olmalı.

Onların şefkatine ve kavrayış farkına toplum vicdanının ihtiyacı var.

Çünkü kadın; hayatı, beraberliği ve yansımalarını keşfetmenin şifresidir. Huzurun bağlılık cennetidir.

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Dilden dine Türkçülük ektiler



“Nihal Atsız dehşetli bir kafatasçıydı. Yakın çevresi, konu-komşu bir yana, hemen hiç tanımadığı insanların bile kafataslarını ölçer, kılı kırk yararak hesabını yapar ve o şahıslara meselâ yüzde 37 onda dokuz mu, yoksa ne bileyim yüzde 69 virgül dört oranında mı ‘Türk’ olup olmadıklarını tebliğ eder…”

Bu satırlar Nihal Atsız’ın oğlu, değerli ilim adamı Yağmur Atsız’a ait.

Peki kafatası ölçüsü Türklüğe uygun çıkmayanlar ne yaparmış?

Yağmur Atsız onu da anlatıyor:

“Tabiî kafatası ölçümüne göre Türklük oranı düşük çıkanlar son derece müteessir olarak ayrılırlar, fakat bilimin katı ve acımasız gerçekleri karşısında mukadderata boyun eğmek zorunda kaldıkları için mutluluğu belki de başka alanlarda arama imkânı üzerinde dururlardı.”

Nihal Atsız kimi zaman onları teselli etme durumunda kalırmış:

“Oranı düşük çıkanlar için de dudaklarında daima birkaç ‘teselli-bahş’ kelime bulunurdu. Farz-ı muhal ‘Fakat fevkalade bir iradî cehid ve uyanık bir millî şuurla bu fıtrî noksanınızı kısmen de olsa giderebilirsiniz’ gibilerden...’

Nihal Atsız’ın kafatası ölçüp Türklük derecesini tayin ettiği alet, Frenklerin Pelvimetre adını verdiği “gebelik ölçme aleti”ydi.

Onlar gebeliği, Nihal Atsız ise Türklüğü tespit ediyordu.

Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka’nın kurulma safhasında Yalova Kaplıcalarında olan Atatürk’ü ziyarete gitmişti.

Kendisi de değerli bir bilim adamı olan Ağaoğlu oradaki atmosferi, “Koca koca ilim adamları, tüm dillerin Türkçe’den türediğini ispat etmek için Atatürk’ün etrafında komik durumlara düşüyorlardı” diyecekti.

O sıralarda Atatürk tarafından Behçet Kemal Çağlar’a, Türk’ün Kur’ân’ı yazdırılıyordu. Şiirle, mersiye arasında bir eserdi.

İhlas Sûresi o şekilde yazılıp, bestelenmişti.

Ama sadece onunla sınırlı kalmamış, Leyl Sûresi Behçet Kemal Çağlar’a besteletilmişti.

“Bir kul ki yardımsever

Bir kul ki Hakk’ı tanır,

Yüreği bu sayede arınır, aydınlanır

Karşılık beklemeden

İyilik yapar her sabah

İşte böyle kulundan razıdır elbet Allah.”

Onunla da yetinilmemiş, Fahire Fersan ve Refik Fersan adlı sanatçılara bunları taş plâklara okutulup, memlekete dağıtılmıştı.

Diliyle, kafatasıyla oynamak yetmemiş milletin çimentosu olan dine el atılmıştı. Hem de Türkçü bir kafa yapısıyla.

Anadolu’nun yokluktan inim inim inlediği, veremin evlâtlarını analarından, gençleri yuvalarından ayırdığı, tifonun kasıp kavurduğu, jandarma ve tahsildar korkusunun dağlara sindiği yokluk ve yoksulluk yıllarıydı.

Harmandan çıkan buğdayın onda birini devlet almadan içeri taşımak mümkün olmadığı için insanların, kendi malından hırsızlık yapma durumunda kaldığı, ahır sekilerinde Kur’ân tedrisatının yapıldığı ceberrut bir dönemdi.

Ankara ise balolarla, halkevleri açmakla meşguldü.

Günlerce süren kurultaylar yapılıyordu.

Ağustos ayında düzenlenen Dil Kurultayında “Güneş Dil teorisi” için bir komisyon kurulmuştu. Aslında Dil kurultayı, Güneş Dil teorisini ispat etmek üzere toplanmıştı.

Çoğunluğu yabancı profesörlerden oluşmak üzere 32 kişinin yer aldığı bir komisyon kuruldu.

Profesör Abdulkadir İnan’dan, Bay Agop Dilaçar’a, Dr. Bambaçi’ye, bayan Esma Nayman’a, Sir Denison Ross’a, Japon Koji Okubo’ya kadar birçok isim bu komisyonda görev aldı.

31 Ağustos günü komisyon bir rapor sundu.

Raporun ilk maddesi, “Güneş Dil” teorisi, lengüistik âleminde esaslı bir devrim yapacak mahiyette tamamiyle orijinal, enteresan ve derin bir teoridir” şeklindeydi.

İkinci maddede ise,”Bu teori, yalnız lisaniyat meseleleriyle değil, aynı zamanda en geniş en çetin antropoloji, arkeoloji, istuvar, preistuvar ve biyo-psikoloji meselelerinin halliyle ilgilidir” deniyordu.

Bir tek Güneş Dil Teorisinin hastalıkların tedavisi dahil insanlığın tüm sorunlarını çözen bir iksir olduğunun ilân edilmediği kalmıştı. Neredeyse insanlığı felâketten kurtaracak olan Nuh’un yeni gemisiydi Güneş Dil Teorisi.

Şimdiyle kadar keşfedilmemesi dil bilimcilerin affedilemez bir hatası olarak tarihe geçmişti.

Üçüncü madde de bu çok net bir şekilde vurgulanmıştı: “Şimdiye kadar klasik lisaniyat ilmi, güneşin beşer dilinin menşe-i üzerindeki derin tesirlerini gereği gibi hesaba katmayı düşünmemiş ve bu mühim âlimi ihmal etmiştir”

Buradan nereye gelmek istiyorum.

Gelinecek bir yer yok aslında.

Geçen yüz yılın başında Türkçülük ektik. Bu yüzyılın başında Kürtçülük topluyoruz.

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dilârâ’nın gittiği yer



Şu veya bu şekilde, şu veya bu vesileyle nice Dilârâ’lar dünyalarını değiştiriyor.

“Dünyalarını değiştiriyor” dedik. Çünkü hayat sadece dünya hayatından ibaret değil.

Basında çıkmıştı: 1999 Marmara Bölgesi Depreminde küçük kız çocuğunu kaybeden bir baba, “Kızımın yokluğuna inanamıyorum. Belki de Avustralya’da hayat sürüyor” diye tesellî bulmaya çalıştığını söylüyordu.

Öğretmenlik yaptığım yıllarda çocuğu Hakkın rahmetine kavuşan Semra Hanım yaslı olduğu bir gün yatak odasına girdiğinde kızını yatağın üzerinde otururken gördüğünde bütün bütün üzüntüsünün gittiğini, rahatladığını söylemişti.

Gençlik Rehberi’nde1 verilen ilginç bir örnek var. Son derece sevdiği bir zâtın, meselâ biricik evlâdının tehlike içinde ölmekte olduğunu gören bir kişi birdenbire bakıyor ki Hekim-i Lokman ve Hızır gibi bir zât geliyor, evlâdı âniden gözünü açıyor, hiç o tehlikeyi, ölüm anını yaşamamamış gibi diriliyor. Ne kadar sevinç ve mutluluk verir değil mi?

Yokluğu, yaratılışı gereği aslâ kabullenemeyen, ölüp gitse bile onun ölmediğine, Avustralya’da şurda burda yaşadığına inanan bir insan gerçeğe bakılırsa vicdanının sesini dinliyor. Çünkü yokluk diye birşey yok. Vicdanın yokluğa tahammüle yok.

İşte iman bu noktada insanın imdadına yetişiyor: “Üzülme, mahzun olma, evlâdın, sevdiğin insan ölmekle yok olmadı. Daha güzel bir âleme gitti. Orada yaşıyor, gezip keyfediyor. Gün gelecek sen de ona kavuşacak, evlâdını kucağına alıp seveceksin” diye fısıldıyor âdetâ ona. Yine o imanla kardeşini, arkadaşını ahirete yolcu eden çocuk der ki: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü; Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.”2

İlmihalden meleklere iman dersini alan masum bir çocuk, yanında ağlayan ve masum bir çocuğun vefatı için inleyen diğer bir çocuğa, “Ağlama, şükreyle. Senin kardeşin meleklerle beraber Cennete gitti. Orada gezer. Bizden daha iyi keyf edecek, melekler gibi uçacak. Her yeri seyredebilir” diyerek feryat edip ağlayan o çocuğun ağlamasını tebessüm ve sevince çevirir.

İmanın sayısız faydalarından sadece şu faydası bile insana ne kadar teselli veriyor değil mi?

Önemli olan iman gibi bir hazinenin farkına varmak, faydalarını hissedebilmek.

Evet, “Kadere iman eden kederden emin olur.”3

Dipnotlar:

1- Gençlik Rehberi, 29-30.

2- Şuâlar, s. 166.

3- Ramuzu’l-Ehadis, 1:193.

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Esmâ’nın tecellilerini eşyada okumak-2



Kur’ân, Allah’ın rahmetini, Rahîm isminin tecellisini, târifini, 23 sûrede, 49 âyette nazara verirken; pek çok sûre ve âyette de Allah’ın rahmetinin bol olduğunu, dünyada herkesi kuşattığını, mü’minlere ve dilediğine rahmet edeceğini, âhirette kâfirlere rahmet etmeyeceğini, Onun rahmetine vesîle aramak gerektiğini, rahmetinden ümit kesmemek icap ettiğini haber vermektedir. Bunun yanında, Allah’ın rahmetini istemeyi emr ve teşvik ederken; kendisine itaat edenlere, yolunda savaşanlara, kendisinden korkanlara, iyilik yapanlara, Kur’ân okuyanlara, zekât-sadaka verenlere, tevbe edenlere rahmet edeceği de bildirilmektedir. Diğer taraftan, yağmur da, Kur’ân da, Peygamberimiz de (asm) rahmettir…

* “Rab” (terbiye eden) isminin atomdaki tecellisi, elektron, nötron ve sâir unsurların yörüngelerini, işlerini şaşırmadan, aynen devam ettirmeleridir. Başka bir tecellisi, kanın, üzerine aldığı değişik vazifeleri karıştırmadan, yüklendiği fosfor, kalsiyum gibi zıt gıdaları bedenimizin en ücrâ köşelerine kadar taşıması, beden uzuvlarımızın aynı gıda ile beslendikleri halde ölçü ve sınırını aşmamaları şeklinde yansır. Yağmur, rüzgâr, bulut, toprak ve sair coğrafî hâdiselerin hadlerini aşmamaları, hayvanların vazifelerini yapması, ekolojik dengeyi bozmaması, yıldızların ve galaksilerin hareketleri ve yörüngelerinden çıkmamaları da hep “Rab” isminin tecellisiyledir.

* Cemil ismi, çiçeklerde renk renk, kelebeklerde desen desen, kuşlarda başka başka şekillerde tecellî eder. İnsan ise, bütün güzelliklerden süzülerek “ahsen-i takvîm” sûretinde yaratılmıştır.

* Hakîm, Allah’ın herşeyi hikmetle yaratmasıdır. Hikmet, tüm yaratılanların en uygun, en güzel, en iktisatlı, en rantabl, en optimal bir şekilde, nakış nakış yaratılmasıdır. Keza atomaltı parçalardan hücre ve nebulalara, kâinatın tüm cephelerine kadar Hakîm ismi okunur.

* Adil: Adâlet, her şeyin yerli yerine konması şeklinde tanımlanır. Bunun yanında, herkese münâsip bir ölçü ile vücûd, şekil, ruh vs. verilmesi de Âdil isminin bir gereğidir. Aynı zamanda, atomdan galaksilere kadar muhteşem adalet tecellîleri tezahür eder.

İnsan, aslan, kedi, kuş gibi varlıkların ruhlarına münâsip ölçüde beden, uzuv ve duygular verilmesi de adalettir. Herbir varlık, bir taraftan bütün cepheleriyle Allah’ın Hikmet sıfatını ilân ederken, öbür taraftan yine bütün yönleriyle Âdil ismininin tecellîsine mazhar olmaktadır. Diğer taraftan, zulmeden insanlara, varlıklara kısmen cezâ verilmesi de adâletin tecellîsidir.

Adalet, hakkı sahibine vermektir. Bunun tecellîleri dünyada açıkça görülmektedir. Çünkü, herşeye istidat lisanı, fıtrat lisanı ile olan taleplerine, ihtiyaçlarına, ölçülü, dengeli bir şekilde cevap veriliyor.

Bir çocuk, kelebeği veya sineği öldürürse, fıtrî adalete muhalif hareket etmiş olur. Az sonra düşer, başı yarılır, adâlet yerini bulur. Veya bir aslan, bir ceylan yavrusunu parçalar, haksızlık eder. Çünkü onun yiyeceği leşler ve artıklardır. Bir avcı da onun yavrusunu vurur; adâlet eder... İlâ âhir...

Zulüm adâletin zıddıdır. Allah kimseye zulmetmez, haksızlık etmez. Kâinatta cereyan eden her hâdisenin altında bir adâlet ışığının parlaması, yüce Allah’ın Âdil-i Mutlak olduğunu gösterir. İlânihaye adaletten mahrumiyet, bu adâletin akışına zıttır. Öyle ise, adâletin tam tecellî edeceği başka bir diyar var. Öyle ise, hesabın, mizanın kurulacağı adâlet divanı, haşir meydanı ve âhiret diyarı gelecektir.

Âdil ismi, mahkemelerde de tezahür eder. İnsanlardaki hak-hukuk anlayışı, kanunlar, adâlet mekanizması da, İlâhî adaletin göstergelerindendir.

Buna benzer daha pek çok ismin tecellîleri kâinat sahifesinde okunabilir.

08.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İç göç derdimiz



Bugün itibariyle nüfusu 70 milyonu geçen şu milletin yarıdan fazlası "göçmen"dir.

Evet, hiç mübâlağasız Türkiye'de bugün yaşayan insanların büyük çoğunluğu ya "iç göç", ya da "dış göç" dalgasına kapılarak, hayatını doğduğu toprağın dışında bir yerde geçiriyor.

Dış göçün (muhaceret) sebeplerini bir yana bırakarak, iç göçün ana sebeplerine şöyle bir göz atmaya çalışalım.

İçişleri Bakanlığının henüz yayınladığı 'İç göç haritası'na göre, göç edenlerin yüzde 43'ünün ailevî, yüzde 25'inin ferdî, yüzde 20'sinin ekonomik ve yüzde 4'ünün de güvenlik sebebiyle hayatını farklı bölgelerde sürdürmek mecburiyetinde kaldığı ifade ediliyor.

Bu rakamlar, bir realiteyi ifade etmeye çalışmakla beraber, acı bir gerçeğin üstünü örtmeye de matuf gibi görünüyor. Yani, terör ve güvenlik gerekçesiyle yaşanan göç oranı çok düşük bir seviyede gösteriliyor. Ki, buna inanmak hayli zor geliyor.

Zira, aynı raporda, en yoğun göç dalgasının son 20 yılda ve özellikle 1991–1995 yılları arasında yaşandığı ifade ediliyor. En çok göç alan iller ise, şu şekilde sıralanıyor: İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Bursa, Antalya, Malatya, Manisa ve Kocaeli.

İşte, bu durum gösteriyor ki, göçün son yıllardaki en zorlayıcı sebebi, terör ve güvensizlik belâsıdır.

Peki, bu gerçeği örtmenin, yahut basite almanın sebebi ne olabilir?

Bizce en önemli bir sebebi şudur: Güvenlik gerekçesiyle yerinden yurdundan kopan yahut kopartılan vatandaşlara, "demokratik sosyal hukuk devleti"nin yardım etmesi ve her türlü ihtiyacını karşılaması gerekiyor. Bunu yapmak, devletin vazifesidir, vatandaşına karşı mecburi borcudur.

Peki, bu yapılmış mıdır?

Bu sorunun usturuplu cevabı şudur: Devlet, güvenlik gerekçesiyle göç edenlerin oranını yüzde 4 olarak belirlediğine göre, muhtemelen ancak o kadarının hakkını, hukukunu nazar–ı itibara almış, yahut karşılamaya çalışmıştır.

* * *

Bu acı realitenin bir başka boyutunu da, tarihî ikazlar çerçevesinde düşünmek gerek.

Bediüzzaman Hazretleri, bu milletin en dehşetli sosyal hastalıklarını tâ yüz yıl öncesinden teşhis ile reçetesini yazmıştır. Şöyle diyor: "Bizim düşmanımız, cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz."

Anarşiyi, terörü, haksızlığı ve bilhassa dahilî ihtilâfı körükleyerek sosyal huzura darbe vuran ve insanlarımızın yerinden yurdundan kopmasını netice veren hastalıkların en tesirli ilâcını "san'at, marifet ve ittifak" şeklinde târif eden Üstad Bediüzzaman, 80 yıllık hayatını da yine bu ilâçlar uğrunda sarf etmiş.

En başta, kendi hayatı yine devletin yersiz evhamına dayanan "güvenlik gerekçesi"yle gurbette ve sürgünde geçti. Ne var ki, sürgün kànununa dahi riâyet edilmeksizin. Dahası, her türlü vatandaşlık hakkından ve medenî hukuktan mahrûm edilmek sûretiyle. Daha da ötesi, baskı ve yıldırma taktiklerinin en dehşetlisi de uygulanmak sûretiyle...

Üstad Bediüzzaman, buna rağmen millete küsmedi ve devlete düşmanlık etmedi. Hatta, talebelerini de düşmanlıktan men'etti.

Ne var ki, herkes böyle değildir ve öyle de olamıyor. Zorla göç ettirildiğinde, bazıları devlete düşman kesiliyor. Bu düşmanlık sebebiyle, hem devlet malına, hem de mâsum halka büyük zarar veriyor.

İşte, böylesine gayr–ı memnun bir kitle tarafından, tamamiyle haksız yere belediye otobüslerinin yakılması, şuraya buraya bomba atılması, resmisi sivili ayırt edilmeksizin müesseselerin kundaklanması, hep bu "cehalet, zaruret ve ihtilâf" isimli üçlü düşman koalisyonun kuvvet bulmasından kaynaklanıyor.

Dert aynı olduğuna göre, şüphesiz ki derman da aynıdır: San'at, mârifet ve ittifak silâhı.

8 Mart'ta nereden nereye...

8 Mart'ta, her yıl Dünya Kadınlar Günü şeklinde bir kutlama yapılır.

Acaba, bu duruma nasıl gelindi?

Kadınlara mahsus bir günün belirlenmesi düşüncesi, ilk kez 27 Ağustos 1910’da Kopenhag’da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında ortaya atıldı ve kabul edildi.

Ardından, bir çok ülkede her yıl kutlanmaya başlandı. Meselâ, İsveç’te 1912 yılından itibaren kutlanmaya başladı. Keza, 1921’de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı tarafından da 8 Mart gününün Rusya ve bağlı ülkelerde kutlanması uygun görüldü.

Daha sonra, 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletlerinde de kutlanılmaya başlamasıyla birlikte, konu BM gündeme getirilmiş oldu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da, 1977 yılında 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kabul etti

GÜNÜN TARİHİ (08 Mart 1917)

Kadınlar gününde ihtilâl provası

R usya'daki Çarlık rejimine yıkmaya yönelik hareketlenmede büyük bir sıçrama meydana geldi. 8 Mart Dünya Kadınlar gününü fırsat bile Bolşevik cephe, kadınları sokağa dökerek, büyük bir gösteri ve yürüyüş hareketini gerçekleştirmiş oldu. Esasen, bugün itibariyle yaşananlar, ülkeyi Ekim 1917 devrimine götüren dalgalanmaların en büyüğünü teşkil ediyor.

Menşeviklerin lideri Çar'ın tutuklanması ve Bolşeviklerin lideri olan Lenin'in meydanlara çıkması itibariyle de, 8 Mart 1917 günü Rusya için önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Bu tarihten üç gün evvel (5 Mart) yayın hayatına başlayan Bolşeviklerin yayın organı Pravda gazetesi, komünistlerin ayaklanmasında çok tesirli bir rol oynadı.

Menşevik, azınlıkta kalanların tarafı; Bolşevik ise, çoğunluğu teşkil edenlerin ortak hareketi şeklinde de tarif edilir. Leninist literatüre göre, "menşevik" tabiri, burjuva politikalarını işçi sınıfına taşımaya çalışan, kuyrukçu, statükocu, ve oportünist eğilimleri ifade etmek için kullanılır ve siyasî dengesizliği simgeler. Komünizm ise, her yönüyle "mutlak eşitliği" gerektirir ve sağlamaya çalışır. Buna göre Bolşevizm, Rus dilinde Menşevikliğin bir nevi zıddıdır.

Sonradan Komünist Parti ismini alan Bolşevik hareketi, Çarlık rejimini yıktıktan sonra insanlık tarihinin en katı dikta rejimini kurdu ve yaklaşık 70 sene müddetle Sovyet Rusya'nın tepesinde durdu.

Aynı zamanda dünyanın başka ülkelerine de sirayet eden komünizm cereyanı, bütün dini inançlara ve mukaddes değerlere karşı fikrî ve fiziki her türlü mücadeleyi sürdürmekle tarihteki yerini almış oldu.

Bolşeviklerin, 6 Kasım 1917'de kesin surette iktidara gelmesiyle birlikte kurulan Kızıl Ordu ve ardından KGB, yeni Rusya'nın siyasî ve ideolojik cereyanına tam âlet olarak muhalif olanlara kan kusturmaya başladı. Yani, komünizme karşı olanlara hayat hakkı tanımaz bir misyonu da yüklenmiş oldu.

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Beden dili



Çok konuşanları pek sevmeyiz. Hele yalan söyleyenleri hiç sevmeyiz.

“Sen sus, gözlerin konuşsun / Gözler kalbin aynasıdır” mısralarını dillendiren şairin temsili gayet güzeldir.

Ve âyet bizi bize öğretir: “Siz onları simalarından tanırsınız.” Hadiste ise “Mü’minin ferâsetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar”

Ve İki Cihan Serverini gören gözler “Vallahi bu simada yalan olmaz” diyerek iman etmişlerdir.

İşte, günümüzde dile getirilen “beden dili”, “empati”, “psikolojik danışmanlık”, “konu uzmanlığı”, “kişisel gelişim”, “sosyal iletişim” gibi birçok konu, aslında sünnet-i seniyyenin bir yansıması.

İnsanlar bu kaideleri icad etmemişlerdir. 1400 yıl öncesinde bunlar bir bir hayata geçmişti. İnsanlık bunlar ile hayatlarına hayat kattılar.

Halimiz, ahvâlimiz, davranışlarımız, şefkatimiz, şecaatimiz, metanetimiz, azmimiz, mertliğimiz, hürmetimiz... Bunlar bir bir hayatımızda hâkim oldukça beden dilimiz konuşmaya başlar.

“Ben” yerine “biz”, “kusur” yerine “af”, “almak” yerine “vermek”, “sövenler” yerine “susmak”, “öfkelenmek” yerine “itidal”...

Musibete ve ahde vefâsızlığın acı girdabına muhatap olduğunuzda “Kol kırılır, yen içinde kalır” adabına uyarak, “Başın öne eğilmesin. Aldırma gönül aldırma. Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma” diyebilmek beden dilinin nağmeleridir.

Tebessümü simasından hiç eksik etmeyenler, hep pozitif duygular ile hayatlanmışlardır.

Beden dilini ters yüz eden şeyler ise, saydığım şeylerin tersinden yaşanmasıdır.

Hayat halleri ise dünyanın karma karışık olaylarında hep devam edegelmiştir.

Söz uçar, acı ve tatlı yankıları kalır. İz bırakır. Bu ise bedeninizi hangi yolda kullandığınıza bağlıdır.

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kadının şefkat ve merhameti



İzmir’den okuyucumuz: “Kadının şefkati ne zaman faydasız olur? Bediüzzaman’ın bu konudaki yaklaşımı nasıldır?”

Her şeyden önce şefkat ve rahmet Allah’a mahsustur ve Allah’ın sıfatlarıdırlar.

Hazret-i Ömer (ra) anlatıyor: Resûlullah’ın (asm) huzuruna bir takım esirler getirilmişti. Ne görsün! Esirlerden bir kadın, hiç durmadan sağa sola koşuyor, yavrusunu arıyordu. Kadın esirler içinde bir çocuk bulsa onu kucaklayıp bağrına basıyor, emziriyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki:

“Şu kadının çocuğunu ateşe atabileceğini düşünür müsünüz?”

Biz:

“Hayır, yâ Resûlullah! Vallahi atmaz” dedik. Resûl-i Ekrem (asm) bunun üzerine:

“Allah Teâlâ kullarına, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden daha merhametlidir” buyurdu.1

Görüldüğü gibi, kadında şefkat fıtrîdir, yani yaratılıştandır ve kadın için sevap makinesi hükmündedir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle kadınlar şefkat kahramanıdırlar.2 Öyle ki, kadın fıtrî şefkatiyle çocuklarını güzelce terbiye eder, besler, büyütür, eğitir; böylece evinin, çocuklarının, annesinin, babasının ve kocasının iyilik meleği olur ve büyük sevap kazanır.

Fakat kadın şefkatini iman ve salih amel ile beslemelidir. Aksi takdirde sinesindeki şefkat kendisine yük olur, sevap değil, azap getirir.

Bediüzzaman Hazretlerine göre bir annenin evladını tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu fedâ etmesi ve hakîkî bir ihlas ve fıtrî bir vazife ile kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, kadında gâyet yüksek bir kahramanlık vardır. Bu kahramanlıkla kadın, hem dünya hayatını, hem ebedî hayatını kurtarabilir.

Fakat bazı kötü anlayışlarla o kuvvetli ve kıymetli seciye gelişmiyor. Ya da sû-i istimale uğruyor. Şöyle ki: O şefkatli anne, çocuğunun dünya hayatı tehlikeye girmesin, dünyada yükselsin, faydalı bir insan olsun, makamı, mertebesi, şanı, şerefi iyi olsun diye evlâdı için her fedakârlığı nazara alır, her zorluğa katlanır. “Oğlum paşa olsun!” diye bütün malını verir, oğlunu Avrupa’ya gönderir. Çocuğunun dinî terbiyesini ise ihmal eder. Düşünmez ki, o çocuğun ebedî hayatı tehlikeye giriyor. Annelik şefkatiyle dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor, fakat Cehennem hapsini düşünmüyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, âhirette şefaatçi olacak bir konuma getirmek için çalışması gerekirken, kendisinden davacı olacak şekilde dinden ve ibadetten uzak yetiştiriyor.

Oysa ebedî hayata hazırlık yapmayan çocuk, yarın mahşerde: “Niçin benim imanımı takviye etmedin, neden beni helâk ettin?” diye annesinden şikâyet edecektir. Oysa annenin kalbinde bulunan fıtrî şefkat, böyle kendisinden şikâyetçi olunmayı hak etmemelidir. Öyleyse anneler ve kadınlar, fıtrî şefkatlerini âhiret yurduna hazırlık manası taşıyabilecek şekilde kullanmalıdırlar.

Üstad Said Nursî Hazretlerine göre, anneler, şefkatlerini böyle âhirette işe yarayacak şekilde kullanmazlarsa, cezasını dünyada da çekiyorlar. Çünkü İslâm terbiyesini tam almayan çocuk, annesinin harika şefkatinin hakkını lâyıkıyla bilmiyor, takdir etmiyor, bu harika şefkate lâyıkıyla karşılık vermiyor, annesine karşı çok kusur ediyor, annesini çok incitiyor, çok kırıyor.

Şefkat duygusunun hakikî ihlâs ve hakikî fedakârlıkla örülmüş olduğunu, yapmacık davranışı kaldırmadığını, kadınların şefkat cihetindeki kahramanlıkları gereği hiçbir ücret ve hiçbir karşılık istemeyerek, hiçbir şahsî menfaat aramayarak ve hiçbir gösterişe malzeme yapmayarak yavruları için ruhlarını feda ettiklerini bildiren ve buna delil olarak da şefkatin küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun, yavrusunu kurtarmak için vahşî aslana saldırmasını ve yavrusu için gözünü kırpmadan ruhunu feda etmesini gösteren Said Nursî Hazretleri, böyle yüksek şefkat madeniyle çocuğun masum yüzünü elmas hazinesi hükmünde olan âhiretten, fânî şişeler hükmünde olan dünyaya çevirmenin şefkat duygusunu sû-i istimal etmek demek olduğunu kaydeder.3 Üstad Bediüzzaman’a göre, bu asırda muhterem, fedakâr ve yüksek şefkatli annelerin, evlatlarının malından mîrâs hakları olan altıda bir payı almaktan medenî kânûna göre mahrum edilişinin kaderce nedeni, annelerin yüksek şefkatlerini ve fedâkârlıklarını âhiret hesabına değil, dünya hesabına kullanmalarıdır. Şefkati yanlış kullanmalarının cezası olarak kader onları böyle bir mahrumiyete mahkûm etmiştir.4

Bu vesileyle kadınlarımızın kadınlar gününü tebrik ediyor, şefkat ve merhametlerini ahiret hesabına kullanarak Allah’ın rızası yolunda yükseliş kaydetmeleri için duâ ediyorum.

Dipnotlar: 1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 417; 2- Lem’alar, s. 201; 3- Lem’alar, s. 202; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 205

08.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yasaklı kadınlar günü



Kadınları el üstünde tuttuklarını ve onlar lehinde ‘pozitif ayırımcılık’ yaptıklarını söyleyen ‘idareci’leri dinledikçe, “Acaba başka ülkede mi yaşıyoruz?” sorusu akla geliyor. Kutlanan “Dünya Kadınlar Günü” sebebiyle konuşan yöneticilerimiz, kadınlara seçme ve seçilme hakkını bazı Avrupa ülkelerinden daha önce verdiğimizi hatırlatarak övünecek. Peki, gerçek durum anlatıldığı gibi midir?

Kadınlara verildiği söylenen ‘hak’ların, gerçek anlamda onlara fayda mı yoksa zarar mı verdiği tartışması bir yana; bugünkü durumda kadınların ‘ikiye ayrıldığı’ inkâr edilebilir mi? Bir yandan ‘kadınlara pozitif ayırımcılık yaptık’ diyerek övünmek, öte yandan da sırf başları örtülü diye kadınları kanunsuz şekilde cezalandırmak neyin nesi?

“Kadınların başka derdi mi kalmadı, bu konuyu gündeme taşımayın” diyenlere hak veremiyoruz. Çünkü ‘hak’ın küçüğü-büyüğü olmaz. Aynı şekilde haksızlığın da. Hem, doğrudan ve dolaylı olarak yüzbinleri mağdur eden bir yanlışı nasıl unutup, gündem dışı bırakmamız istenebilir?

Kanunsuz başörtüsü yasağı (uygulanan yasak ‘kanunlu’ da olsa, temel insan haklarına aykırı olduğu için ona da itiraz etmeliyiz) sadece öğrencileri değil, anne baba ve akrabalarını da mağdur ediyor. Bugün itibarıyla başörtülü öğrenciler üniversiteler başta olmak üzere ‘kamusal alan’a sokulmuyor. Yeri geliyor ‘iş’ müracaatlarında engel olarak öne sürülüyor. Hatta ve hatta bu yasak sadece ‘kız’larımızı değil, erkek öğrencileri de vuruyor. Mesela, askerî liselere müracaat eden bir öğrencinin, eğer annesi başörtülü ise daha müracaatta engel çıkarılıyor. “Çıkarılmıyor” diyen varsa, güneşe karşı gözünü kapayan durumuna düşer. Bütün bunlar yaşanırken, coşkulu “Kadınlar Günü”nü kutlamak mümkün mü?

“Kadınları/kız çocuklarını el üstünde tutuyoruz” diyenlerin sıraladıkları bazı istatistikler var ki, bunlar da vakıayı anlatmıyor. Meselâ birileri “Haydi kızlar okula!” kampanyası açmış olmakla övünüyor. Peki, başörtüsü yasağının tavizsiz şekilde uygulandığı bir yerde, “Haydi kızlar okula!” demek bir anlam ifade eder mi? Tabiî ki bu çağrıya uyarak okula giden kız öğrenci sayısında artış olmuştur. Ancak asıl katılım, başörtüsü yasağının kalkmasıyla sağlanabilir. Bu kampanyayı açan ve destekleyenlerin bu gerçeği bilmemesi mümkün değil. Sırf başörtüsü yasağı uygulanıyor diye çocuklarını okula göndermeyen velilerin var olduğu, daha önce onlarca defa gazete haberlerine konu olmadı mı? Öyleyse bu inad niye?

“Yasaklı Türkiye”de “Dünya Kadınlar Günü”nü kutlayanların bu durumu göz önüne alması ve “Yasaksız kadınlar günü” vaad etmesini beklerdik...

Bugün değilse, bir gün mutlaka (başörtüsü yasağı uygulanmayan) “Yasaksız Kadınlar Günü” kutlanacaktır inşaallah...

08.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004