Bir süredir Doğu ve Güneydoğu ağırlıklı yeni bir "oluşum"dan söz ediliyor.
Sayıları az da olsa, bazı fikir ve kalem sahibi kimselerin iddiasına göre, "bir tür Hizbullahçılık" tarzında şekillenen bu yeni oluşumun içinde, gûya "bazı Nurcular" da bulunuyormuş.
Kimi şahıs ve odakların söz ve iddiasına bakılacak olursa, Nurcular her türlü menfî, yani zararlı faaliyetin içinde yer almışlar, hatta başında bulunmuşlar.
Ne var ki, bu tür iddiaların hiçbiri gerçeği yansıtmıyor ve hakka isabet etmiyor. Dolayısıyla, bunların hemen tamamı kasıtlı iddialardır ve bilerek ortaya atılıyor.
Evet, "bilerek" diyoruz.
Zira, 1948'deki Afyon mahkemesi esnasında adına "Nurculuk" denen Risâle–i Nur cereyanı, "menfî hareket" tarzını şiddetle men'ediyor. Şiddet metodunu kökünden reddediyor. İster fert, ister örgüt ve isterse devlet eliyle olsun (hukuk dışı), dahilde kan dökmeyi, asla ve kat'a kabul etmiyor.
Bilâkis, meydanda olan Risâle–i Nur, daima "müsbet hareket"i tavsiye ediyor.
Üstelik, yakın tarihimizin 70–80 yıllık çalkantılı devresi meydanda, göz önünde.
Bu muazzam süre, iş o "müsbet hareket"in aynı zamanda tescilini gösteriyor.
Acaba, dünyada hangi hareket, hangi cereyan var ki, içinde var olan bir menfi davranışı bunca zaman gizlesin de hiç dışa vurmasın. Üstelik, her yaştan, her unsurdan, her bölgeden yüz binlerce, hatta milyonlarca bağlılarına rağmen.
Evet, şunu herkesin bilmesi, hatta ezber etmesi gerekir ki, Risâle–i Nur menfi hareketi kesin surette men'ettiği gibi, aynı zamanda "müsbet hareket"i tavsiye ederek ders veriyor.
Risâle–i Nur'u okuyan ve istifade edenler ise, bu ölçülerle uyuşmayan, bağdaşmayan hiçbir hareketin içinde bulunamaz.
Ayrıca, şu "müsbeti tavsiye ve menfiyi red" hakikati, Üstad Bediüzzaman'ın vefatından evvel talebelerine vermiş olduğu "son ders"in de en ağırlıklı kısmını teşkil ediyor.
Dolayısıyla, Risâle–i Nur'un, kan ve şiddete bulaşan, siyaset ve ideolojik saplantıları öncelleyen hiçbir fikir ve hareketi tasvip etmediği "gün gibi aşikâr" iken, bu gerçeği tamamiyle tersine inkılâp ettirircesine çalışanların iyi niyetinden mutlak surette şüphe edilmeli.
Zira Risâle–i Nur, mahiyeti meçhûl yeni bir hareket veya hizmet tarzı değildir.
Bir asra yaklaşan ömrüyle, tarih önünde ve akıl/vicdan sahipleri nazarında, temel gayesini ve aslî duruşunu ibraz ve temyiz etmiş bulunuyor.
Bunun aksini ispat yönündeki çabalar, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da beyhude olmaya mahkûmdur.
ÖLÇÜ
Bediüzzaman diyor ki
Aziz kardeşlerim,
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
Otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.
Emirdağ Lâhikası, s. 455
Günün Tarihi
Ekmek karneye bağlandı
19 Aralık 1941: Tek parti hükûmetinin almış olduğu olağanüstü bir kararla, ekmek sarfiyatı karneye bağlandı.
Ocak ayı başlarında Türkiye genelinde fiilen uygulanmaya başlanan bu karara göre, isteyen istediği kadar fırınlardan ekmek alamıyor. Her aileye düşen ekmek miktarı, aile reislerinden alınan ve muhtarlıkların tasdikinden geçen beyannamelere göre belirleniyor.
Bu beyannameler esas alınarak, her aile adına bir "ekmek karnesi" düzenleniyor ve ekmek miktarı ona göre veriliyor.
Yüzde 106 zam
Gariptir ki, aynı gün içinde hükûmetin almış olduğu bir başka kararla da, ekmek fiyatlarına % 106 gibi çok yüksek oranda zam yapılıyor.
Buna göre, 19 Aralığa kadar 8 kuruş olan ekmeğin fiyatı, o günden itibaren 16.5 kuruşa çıkartılmış oldu.
Hububata el konuldu
O günkü hükümetin bir diğer icraatı da şu oldu: Yurt genelinde yetiştirilen arpa, yulaf ve özellikle buğday gibi temel hububat miktarı, ilgili devlet ünitelerine mutlaka bildirecek. Bildirmeyenler veya yanlış bilgi verenler hakkında cezai işlem yapılacak.
Bu arada, 25 Aralık günü İstanbul çevresinde yetiştirilen yulaf, buğday ve arpaya devlet tarafından el konuldu.
Beş yıllık kaht û gàlâ
Türkiye'nin hemen her tarafında uygulanan bu "karneli ekmek" politikası, yaklaşık beş sene müddetle aralıksız devam etti.
İlk rahatlama belirtisi 9 Eylül 1946'da görüldü. Bu tarihte, üç büyük şehirde (İstanbul, Ankara ve İzmir'de) "karne ile ekmek" uygulamasına son verildi.
Sıkı ekmek politikası, o yıllarda başgösteren kıtlık ve kuraklığın yanı sıra, Türkiye dışında cereyan eden II. Dünya Harbi sebebiyle tatbik ediliyordu.
Ne var ki, o dehşetli savaş sona erdikten sonra da, yaklaşık bir yıl müddetle aynı sıkı politikaya devam edildi.
İşin en acıklı tarafı ise, hükümetin zorla toplattırdığı buğday ve sair hububatın depolarda, silolarda çürümeye terk edilmesiydi.
Tek parti hükümeti, bu büyük nimetin çürümeye başladığını gördüğü halde, bunları aç ve sefil durumdaki vatandaşa dağıtma cihetine gitmedi, olduğu yerde çürümesine seyirci kaldı.
Sahte karneler
Yaklaşık beş yıl süren karneli ekmek döneminde, ayrıca pekçok yerde sûistimaller yaşandı.
Bir yandan, kalbur üstü kimseler bol miktarda ekmek bulup tüketebiliyor ve hatta "bale ve opera" gibi oyunların kesintisiz devamını "gururla ve iftiharla" sağlama başarısını gösterebiliyorken, bir yandan da "sahte karne" basıp dağıtanlara şahit olunuyordu.
İşte bir misâl: 08.02.1945 tarihli Yeni Asır gazetesinde çıkan "Sahte ekmek karnesi basımına iki yıl hapis" başlıklı haberde aynen şu ifadeler yer alıyor: "Millî Korunma Mahkemesi, hakikisinden ayrılamayacak kadar mükemmel sahte 'ekmek karnesi' basan ve bunları piyasaya süren beş kişilik şebekeyi, ikişer sene hapse mahkûm etmiştir. Sahtekârlar, fırınlara muhtarların halka dağıttığının çok üzerinde karne gelmesiyle harekete geçen polisin haftalar süren takibiyle yakalanmıştır."
Evet, bugün için çok garip, çok tuhaf karşılansa da, yakın tarihimizde böyle bir vak'anın aynen yaşandığını bilmemiz gerekir.
19.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|