Aslında Papa modernistlere şirin görünebilmek için bir nevi harakiri yapmış ve kendi kalesine gol atmıştır. Bu ‘jest’inin karşılığında modernistleri tatmin veya memnun edebildi mi? Bilinmez, ama yaşasaydı Oriana Fallaci kesinkes memnun olurdu. Fallaci’nin yaşayan mirasçıları Bernard Lewis ve Huntington gibilerini de kesinkes memnun etmiştir. Şeyhül’l enbiya olan İbrahim Aleyhisselâm ve Millet-i İbrahim geleneğinin Allah inancı ile, felsefenin tanrı tasavvuru birbirinden oldukça farklıdır. Bunu bariz bir şekilde ortaya koyanlardan birisi Hıristiyanlık âleminde veya düşünürleri arasında Paskal olmuştur. Paskal’ın İslâm’la ilgili hükümleri cehalet mahsûlü olsa da filozofların tanrı tasavvurunu reddederek İbrahimî geleneğe dayanarak aslında doğru bir çıkış yapmıştır. Ama İslâm’a yaslanmadan da sonunu getiremezdi. Ne yazık ki, İbrahimî geleneğin en muhkem kalesinin İslâm olduğunu fark edememiştir. Bu da, içinde bulunduğu kültürel atmosferin etki ve yansımalarındandır. Paskal, insanları filozofların tanrısından İbrahim’in Allah’ına çağırmıştır. Bu sözde ifadesini bulan, esasen Helen mirasının Hıristiyan ulûhiyet anlayışını çarpıttığı fikridir. Bu fikir Paskal’la sınırlı kalmadığı gibi, sonraları Nietsche’nin “Tanrı’nın ölümü”nü ilanı ve özellikle Heidegger’in “Tanrı’nın bir tek varlık kişi” olarak görüp kavramsal şemalara, kategorilere sıkıştıran geleneksel felsefe-metafizik teolojiye (onto-teoloji) yönelttiği tenkidlerle daha da pekişmiştir. Aslında bu arayış, felsefî damarda aşkıncı ulûhiyet anlayışını keşfetme çabasıdır. Papa’ya göre bu olsa olsa felsefî voluntarizm olsa gerek. Dinî voluntarizme karşı çıkan Papa’dan felsefî voluntarizme karşı çıkması da beklenir. Felsefîleşmiş (aslında Hellenîleşerek köklerine sırt dönmüş ve yabancılaşmış) ulûhiyet anlayışlarına karşı önceki çağlarda gösterilen dinî tepkiler, modern dönemde bir bütün olarak metafiziğin sorgulanışıyla birleşince, çok daha güçlü bir ilahiyat eleştirisini getirmiştir. Helen mirasını sorgulamaya dönük bu tür eğilimler, aslında İslâm dünyasında da farklı etkiler altında izlenebilir. Sözgelimi, Gazali muhakeme usûlü olan ve aklın miyarı, sağlaması mesabesindeki mantığı bir aritmetik edasıyla sahiplenmiş, kabullenmiş, ama akılcılık-felsefe ve ürünlerini süzgeçten geçirmiştir. Aklı kabul etmiş, ama akılcılığı ve ürünlerini yine aklın süzgecine havale etmiştir. Akılla aklı muhakeme etmiştir. Nasıl demir demirle dövülürse, akıl da akılla dövülür ve kıvamını bulur.
***
Muhammed İkbal’in de ana temalarından birisi, Yunan metafiziğinin İslâm kelamına yaptığı menfi tesirler idi. Aslında, burada kaçınılmaz bir paradoks var. Felsefe ile temas ve onu tahlil etmek kaçınılmaz bir süreçtir. Gazali’nin dediği gibi aslında ne kelâmla temas, ne de felsefeyi tahlil herkesin harcı değil. Erbabı, hekim edası ve meharetiyle felsefî meselelere dalar ve doğru ile yanlışı, sahih ile sakimi birbirinden ayırır. Bu onun toplum namına bir görevidir. Bu görevi Gazali Ortaçağ’da bihakkın yapmış ve icra etmiştir. Felsefenin yararlarını almak ve vartalarını atmak tabib-i hazıkın görevleri arasındadır. Her branşın tabib-i hazıkları vardır. Doktorlar tıp dalının tabibleridir. Fakihler hukuk dilinin ve alanının doktorlarıdır. Sufiler psikolojinin tabibleridir. Bunun için sufilere ‘fukahau’n nefs’ denmiştir. Kelâmcılar felsefenin tabibleridir. Doktor yerine pekâlâ fakih kavramını da kullanabiliriz. Gazali gibi felsefenin de fakihleri olmalı ve İslâm toplumu için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ortaya koymalıdırlar. Bu kaçınılmaz bir süreç olmakla birlikte, doktor hastalarla temasından nasıl bir takım hastalıklar kapabiliyorsa ve bu mesleğin vergisi ve gerekleri arasındaysa, felsefe ile temasın neticesi de böyledir. Farkında olmayarak insanlar, felsefenin veya diğer branşların bazı şualarına, serpintilerine veya radyasyon ışınlarına maruz kalabilir. Bu da kaçınılmaz bir görevin muhtemel kayıpları arasındadır. Nükleer reaktörlerde çalışan insanların radyoaktif ışınlara maruz kalmaları gibi… Nitekim bundan dolayı Gazali muhalifleri tarafından ‘Felsefeye daldı, bir daha çıkamadı’ şeklinde suçlanmıştır. Ve bundan dolayı da uzun dönemler Gazali, Batı’da filozof olarak tanınmıştır. Şark’ta da kimilerince düşünürle filozof karıştırıldığından dolayı, Gazali zaman zaman düşünür anlamında filozof olarak takdim edilmiştir. Ebu’l Hasan en Nedevi, Muhammed İkbal için de aynı tanı ve teşhiste bulunmuştur. ‘İkbal Batı denizine dalmış, inci mercan toplamış, ama yer yer zıpkın yiyerek yara da almıştır..” teşhisinde bulunmuştur. Dinî düşüncenin yeniden yapılandırılması gibi eserlerinde kimi bu etkinin etkileri görülebilir. Ama Ebu’l Hasan En Nedevi’ye göre de İkbal ve benzerleri aslında mazurdurlar. Ümmetleri için kendilerini feda etmişler ve zıpkın yemeyi göze almışlardır. Bu bir şerse, Arapların dediği gibi, gerekli olan şer zümresindendir (şerrun la budde minhu). Vücuttaki mikrop dengesi gibi.
***
Papa’nın ve Katolik Kilisesi’nin Helen karşıtı eğilimlere tepkisi ise, yalnızca asırlardır süren felsefî-teolojik bir tartışmaya müdahale değil, aynı zamanda siyasî-teolojik bir müdahaledir. Zira, Helenleşmiş Hıristiyanlığın ana akım olduğu Batı dünyasında, Helen mirasını sorgulamak, aslında kurumsallaşmış Hıristiyanlığa karşı tepkinin ifade yollarından birisi olmuştur. Bu açıdan Papa’nın konuşması kurumsallaşmış Hıristiyanlığın (skolastik anlayış) savunmasından başka bir şey değildir. ‘Tanrı’nın ölümü Hıristiyan bir fenomendir’ diyen Darrida, ‘Hıristiyanlık, dinin sonunun dinidir’ diyen Gauchet, Batı’nın yeni bir teolojiye ihtiyaç duyduğunu ortaya koymaktadırlar. Cabiri, Batı aklının yeniden inşasına çağırırken, bu mânâda Batı teolojisinin de ivedilikle yenilenmeye ve gözden geçirilmeye ihtiyacı ortadadır. Papa, istemeyerek de olsa, bu süreci tetiklemiştir. Bu da Papa’nın atıfta bulunduğu Aristo’ya değil de, aforoz ettiği Ariuscu köklerine dönmekle mümkündür.
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|