|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Meyvelerinden yesinler diye, Biz o ölmüş yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yarattık, içinden pınarlar fışkırttık. Bütün bunları onlar kendi elleriyle yapmadı. Öyleyse neden şükretmezler?
Yâsin Sûresi: 34-35
|
08.10.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Başkalarına karşı büyüklenmek için bir elbise giyene Allah Kıyâmet günü ona benzer elbise giydirir, sonra da Cehennem ateşiyle tutuşturur.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3749
|
08.10.2006
|
|
Ramazan’a riâyetsizlik musibeti getirir
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde, Risâle-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir suâl-i mânevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki, ekser Risâle-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suâli soruyor ve soracaklar. Birden bir cevap hatıra geldi; Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmâlen kaydedilsin.”
Endişeli suâl: Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalâlet, biçare aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kaht azâbında ehl-i iman ve mâsumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlâhî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risâle-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?
Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.
Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risâle-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyâzet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedâmet ve teslimât yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir.
Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risâle-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır.
Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risâle-i Nur’un irşadıyla, bu hadiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle tâate ve hayrata girip, o hadiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp, lehlerinde istimal etmektir.
Ve ehl-i ibâdet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzâk-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belâya bir riyâzet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhiyeye karşı şekvâ ile değil, rızâ ile karşılamaktır.
Umum kardeşlerime, hususan musîbetzedelere çok selâm ve selâmetlerine duâ ediyorum.
Kastamonu Lâhikası, s. 104
|
Bediüzzaman Said NURSİ
08.10.2006
|
|
Güzel ahlâkın kaynağı Kur’ân’dır (1)
Giriş
“Ahlâk” kelimesi, Arapça’da “hulk” kelimesinden türemiştir. “Yaratılış” mânâsına geldiği gibi, “insaf” ve “din” mânâsına da gelmektedir. Sadece bir tek çoğulu vardır, o da “ahlâk”tır.1 “Güzel ahlâk” veya “kötü ahlâk” ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den rivayet edilen çok sayıda hadis vardır. Gerçekte ahlâk, insanın iç dünyasında yer alan nefsinin özellikleridir. Başka bir deyimle, “yaratılış ve fıtrat” mânâsına gelen “ahlâk” kelimesi insanın fıtrî ve ruhî tüm özelliklerini ifade etmektedir. “İnsanların iman yönünden en mükemmeli, ahlâk yönünden en güzelleridir”2 hadisi göz önüne alındığı zaman, ahlâkın insan ruhu üzerindeki fonksiyonu daha iyi anlaşılır.
Ahlâk insanın beden ve ruh bütünlüğüyle alâkalı olduğu için, insanın kendi iradesiyle iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durmak istemesi anlamına gelir. Diğer taraftan ahlâk, hem insanın ruhî ve zihnî hallerini ve huylarını hem de toplumun alışkanlık, töre ve âdetlerini, yani moral değerlerini anlatan bir kelimedir. Ahlâk, sadece iyi huylar ve değerler mânâsına gelmez. Çünkü iyi ve kötü huyların tümüne ahlâk denir. Bu tanıma göre “ahlâksız insan yoktur, iyi veya kötü ahlâklı insan vardır” denilebilir. Ancak halk arasında “ahlâklı insan” övgü makamında, “ahlâksız insan” da yergi makamında kullanılmaktadır. İslâmî kaynaklarda iyi huylara “ahlâk-ı hamide, ahlâk-ı hasene”, kötü huylara da “ahlâk-ı zemime, ahlak-ı seyyie” gibi adlar verilmiştir. Bediüzzaman’ın kötü huylar için sık sık “ahlâk-ı rezile”3 deyimini de kullandığını görüyoruz.
Ahlâkın kaynağı konusunda felsefecilerle din âlimleri arasında öteden beri tartışmalar söz konusu olmuştur. Felsefecilere göre ahlakın kaynağı beşer aklı iken, İslam bilginlerine göre güzel ahlâkın kaynağı akıl değil, vahiydir. Başka bir deyimle, tarih boyunca güzel ahlâkın en güzel numunelerini bize gösteren peygamberler ve onları takip eden din önderleri olmuştur. Bu yüzden Bediüzzaman, güzel ahlâkın salt insan aklından ortaya çıkmış olabileceğini kabul etmemektedir. Ona göre, insanın ruhuna mânen yükselmeyi ve ahlâken kemâlâtın zirvesine çıkmayı aşılayan ve teşvik eden şeriatlardır. Eğer peygamberler gönderilmeseydi, vahye dayalı dinler de olmayacaktı; dolayısıyla insan, hayvanlar seviyesinde basit bir mahlûk olarak kalacağı için insanda güzel ahlâktan ve vicdanî kemalattan söz edilemezdi.4 Buna göre diyebiliriz ki, güzel ahlâkın kaynağı dinler ve peygamberlerdir; yani vahiydir. Bediüzzaman, Kur’ân’ın insanları terbiye ettiğini, nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ettiğini, ruhlara inkişaf ve terakki, akıllara istikamet ve nur sağladığını, ayrıca hayata hayat ve saadet verdiğini,5 ifade ederek güzel ahlâkın kaynağının Kur’ân olduğunu vurgulamaktadır. Hz. Peygamber’in, “Benim Allah tarafından gönderilmemin hikmeti, güzel ahlâkı tamamlamak ve insanlığı ahlâksızlıktan kurtarmaktır”6 şeklindeki sözleri; diğer taraftan Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’i anlatırken “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” diyerek güzel ahlâkın kaynağı olarak Allah’ın kitabını göstermesi7 Bediüzzaman’ın tezini doğrulamaktadır.
—Devam edecek—
Dipnotlar:
1. Tacü’l-Arus, “HULK” maddesi.
2. Ebu Davud, Sünnet, 14.
3. Sözler, s. 29; Emirdağ Lahikası, s. 378.
4. İşaratü’l-İcaz, s. 214.
5. Şuâlar, s. 124.
6. Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8.
7. Müslim, Sahih, Müsafirin, 139.
|
Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ
08.10.2006
|
|
SORULARLA RİSALE-İ NUR
* Peygamber Efendimize (asm) kırk yaşında peygamberlik gelmesinin ve altmış üç yaşında vefat etmesinin hikmeti nedir?
Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, “Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır” vehmi gelir. Onların ithamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mâl-i uhreviyesinde çabuk o ithamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan kurtulur, halâs olur.
Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Şer’an ehl-i iman, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekrem’ini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor.
Mektûbât, s. 272
|
08.10.2006
|
|
Mevsûf
Allah (c.c.), Mevsûf’tur. Yani Allahü Azîmüşşân güzel isim ve sıfatlar sahibidir. İsimleri ve sıfatları mutlaktır ve faaliyettedir. Kâinattaki bütün olgunluklar Allah’ın kemâl sıfatlarının binler perdelerden geçmiş birer parıltısı ve birer sönük ışığıdır.1 Allah kemâl sıfatlarla mevsuftur, eksik ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
Mevsûf ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîrde zikri geçen esmâdandır.
Müşriklerin Allah’ı noksan ve eksik sıfatlarla vasıflandırmaları ve Allah’ın varlığına ve birliğine zihnen ulaşamamış olmaları üzerine Cenâb-ı Hak, “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırmalarından münezzehtir”2 buyurmuştur.
Şu görünen âlemin kusursuzluğunun, hatâsızlığının ve “En küçük bir kusur görüyor musun?”3 âyetine konu olan varlıkların kâmil bir biçimde yaratılmış olmasının, hiçbir şekilde inkâr edilemeyeceğini beyan eden Bedîüzzaman, eserin kemâlinin, fiillerin kemâline; fiillerin kemâlinin isimlerin kemâline; isimlerin kemâlinin sıfatların kemâline delâlet ettiğini, sıfatların kemâlinin ise kesin bir ilimle Mevsûf-u Zülkemâlin, yani güzel isimler ve sıfatlar sahibi Cenâb-ı Allah’ın zâtının kemâline işâret ve şehâdet ettiğini beyan eder.4
Bedîüzzaman’a göre fâilsiz bir fiil ve müsemmâsız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat ve san’atkârsız bir san’at dahî kâbil değildir.5
Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine; ve işlemek güzelliği, ustalık sıfatının güzelliğine; ustalık sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidadın güzelliğine; ve kabiliyetin güzelliği, ustanın zâtının güzelliğine açık ve net bir biçimde delâlet eder. Bu kâinatın da baştan başa bütün güzel mahlûkatındaki güzellikleri, San’atkâr-ı Zülcelâlin fiillerinin güzelliğine; fiillerdeki güzellikler, o fiillerin bağlı bulunduğu isimlerin güzelliklerine; isimlerin güzellikleri, o isimlerin kaynağı olan kutsî sıfatların güzelliklerine; sıfatların güzellikleri, sıfatların dayandığı yüksek İlâhî şuunatının güzelliklerine; yüksek İlâhî şuunatın güzellikleri ise fâil, müsemmâ ve mevsûf olan Zât-ı Zülcelâlin güzelliğine, mâhiyetinin kutsî kemâline ve hakîkatinin mukaddes cemâline açık ve net bir biçimde şehâdet ve delâlet eder.6
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 275; 2- Enbiya Sûresi: 22; 3- Mülk Sûresi: 3; 4- Sözler, s. 275; 5- Şuâlar, s. 133; 6- A.g.e., s. 70
|
08.10.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
AHZAB:
1. Ey hakkı söyleyen ve doğru yola eriştiren! (4)
2. Ey kâfirleri, hiçbir hayra nâil olmaksızın kinleriyle geri çeviren! (25)
3. Ey Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı bir şâhid, bir müjdeci ve bir sakındırıcı olarak gönderen! (45)
4. Ey kâfirleri rahmetinden kovan ve onlar için çılgın alevli Cehennemi hazırlayan! (64)
SEBE':
1. Ey âhirette de hamd ve senâ Kendisine âit olan! (1)
2. Ey rızık verenlerin en hayırlısı olarak rızkı dilediği için genişleten ve dilediğinden kısan! (36, 39)
|
08.10.2006
|
|
İman hizmetindeki manevî cennet lezzeti
Risâle-i Nur öyle câzibedar bir eserdir ki; Risâle-i Nur’la Kur’ân’a ve imana hizmet etmenin kudsiyet ve büyüklüğünü anladıkça, dünyada iken sizleri Cennete dâvet etseler, böyle mukaddes bir vazifeyi, böyle ulvî bir saadeti şimdi bırakıp gitmek istemeyeceksiniz. İmân cihetiyle ve imânı kurtarmak dâvâsına hizmet etmek gayesiyle dünyanın bir mânevî cennet hükmünde olduğunu hissedeceksiniz.
|
08.10.2006
|
|
Duâ etti, gözleri açıldı
Başta Neseî olarak, erbab-ı siyer, Osman ibni Huneyf’ten haber veriyorlar ki:
Osman diyor ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına bir âmâ geldi, dedi: “Benim gözlerimin açılması için duâ et.” Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona ferman etti: “Şimdi git, abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve de ki: ‘Allah’ım! Hâcetimi sana arz ediyor ve nebiyy-i rahmet olan Peygamberin Muhammed ile Sana teveccüh ediyorum. Yâ Muhammed! Gözümden perdeyi kaldırması için senin Rabbine seninle teveccüh ediyorum. Allahım, onu bana şefaatçi kıl.’”
O gitti, öyle yaptı, geldi. Gözü açılmış, güzel görüyormuş, gördük.
Mektûbât, s. 140
|
08.10.2006
|
|
Takvim
On beş gündür sabırla
Vardık işte yarısına
Ne kazansak kârımız
Belki çıkmayız yarına
|
Ferhat ÖĞMEN
08.10.2006
|
|
Zamana koşmak
Hep yarın…
Hep yaşadığımız ânın dışında bir zaman için kuruyorum hayallerimi.
‘Çocuklarım büyüyünce’
‘Biraz daha zengin olunca’
‘Yeni evime taşınınca’
‘Bayramdan sonra…’
‘Emekli olup da…’
Bu gün ve bu an için hesap yapmıyoruz çoğunlukla.
Zamanı hoyratça kullanmış hayat yolcusunun, yarın için kurduğu yüzlerce planların arasında birkaç cümle kurdum az evvel.
Bir fikir versin ve konuya azıcık katkısı olsun diye.
Baharların gelip geçtiği, yazların mahsülatını döküp gittiği, sonbaharların sararmış yapraklarını savura savura gelişini haber verdiği demlerde bile bir sonraki bahara dair planlar yapıyoruz.
Ömür denilen sermaye bitti bitecek… Ne gam…
Hayat basamakları sonlara gelmiş… Umurumuzda mı?
Kâinattan süzülmüş bir hülâsa olan hayat sanki ebediymiş gibi har vurup harman savuruyoruz hazinemizi.
Bitecek bir gün.
Ecel gelecek, kapıyı üç de olabilir, bir kez de, çalacak… Ama çalacak.
Malımıza, çoluk çocuğumuza, şöhretimiz ve makamlarımıza rağmen.
Dünya misafirhanesinde, azıcık oyalanmak üzere gönderilen insan için yaşadığı o an, hazır zaman ne kadar da kıymetlidir oysa.
Ebedî hayatta lâzım olacak her türlü hazırlığı tedarik etmek üzere kullanmamız gereken zamanı, nasıl da süflî ve lüzumsuz işler için kullanıyoruz.
Bize bahşedilen her yeni gün, bir yeni âlemin kapısıdır diye okuyoruz ama, o âlemlere anahtar olacak ölçü ve emirlerde ihmalkârlık yapıp, bir yıl, on yıl sonrası için hesaplar yaparken nasıl da çocukça davrandığımızı perdeler açılsa da görmemiz mümkün olabilse.
Zamana koşmak demek yaşayacağımızdan asla emin olamayacağımız günlerin ve yılların hesabını yapmak demek değildir.
Zamanla yarışmak için zamana koşmak gerek.
Zamanı zamanında yaşamak, aslî görevleri yerine getirmek için yaşamak gerek.
Zamana koşacağız derken, geçmiş ve geleceğe takılıp nefsimize ve cüz-i irademize zulmetmek fıtratımıza aykırıdır.
Saatin ibresi son dakikaları göstermeden, zamana koşmak yerine zamanı yaşamak bir molalık ömür sermayesinin hakkını vermek demektir.
|
Hülya YAKUT
08.10.2006
|
|
41’lik tokat
Bir şeye başlamadan sonuç beklemek gülünç bir durum… Erken başlamak ise sonuca ulaşmanın ilk ve önemli adımı… Başlangıç aynı sebatla sürdürülürse sevinçli sonuç uzak değil…
Geç kalmak her şeyin geçtiği anlamına gelmez… Benden geçti demekse her şeyi bitirmek demek… Herkesin her zaman yapacağı bir şeyler var. Faaliyet ve hareket varsa hayat var, yoksa yok.
Önden gidenleri geride bırakan nice geç başlayanlar var... Kendinden vazgeçmemek, kendinle yarışmak geride başarı dolu sayfalar bırakacaktır… Başkalarının yolun sonuna varıyor olması bizim çalışma şevkimizi kamçılayabilmeli…
Yeni şeyler öğrenmek, yeni beceriler kazanmak toplumda var olmaktan önce kendi varlığınla kendi ayaklarının üzerinde yürüyebilmeli…
Artık herkes meşgul… Herkesin işi var… Çok şeyleri kendi becerilerinizle yapmak zorundasınız… Yeni bir şeyler öğrenmek için geç demek hayatı güçleştirecektir.
Beceri bilezikleriniz varsa sıkıştığınızda kullanabilirsiniz… Hızlı değişimde dik durmak için de bilezikleri parlatmak yanında yenisini de eklemek zorundasınız.
Dünyevîleşmenin kasırga gibi estiği ortamda savunmasız kalamazsınız… Bilgi ve becerilerinizle harmanlayacağınız hikmet harcı, hayatın her deminde lâzım. Her gün ihtiyaç darbeleriyle vurulan hayat binanızı kanaat ve iktisat kalkanıyla koruyabilirsiniz.
Çalışmada, öğrenmede, bilgide, beceride en önemlisi hikmette kanaat değil, neticede kanaat… Yetmediyse sonuç, yarın daha fazla çalışmak… Neticeyi iktisatlı kullanmak… En önemlisi hayatı israfla tüketmemek… Bunları buluşturamıyorsak hayatta, bereketi beklemek ham hayal…
Hizmet için 45 yaşında araba sürmesini, 55 yaşında bilgisayar kullanmasını öğrenen Abdülkadir Ağabeyin bana öğretisi büyük oldu... Tembelliğime 41’lik bir tokat vurdum, beceri için bir kursa yazıldım…
Hep dünya bize vuracağına bilgi ve beceri darbeleriyle ayaklarımıza alalım, iktisat ve kanaat kılıcıyla kesip atalım onu… Buna ukbamız için de ihtiyacımız var.
|
Hüseyin EREN
08.10.2006
|
|
Çocuk terbiyesi
“Vallahi sizler, bana halkın en sevgili olanısınız, vallahi sizler, bana halkın en sevgili olanısınız!”1 buyuran Resûlullah (asm), çocukları çok severdi. Onları okşar, öper, onlarla şakalaşırdı. Çocukluğundan beri on yıl Resûlullaha hizmet ettiğini, bir gün olsun yaptığı bir şey için “Niçin şöyle yaptın?”, yapmadığı bir şey için de “Niçin şöyle yapmadın?”2 demediğini söyleyen Hz. Enes (ra) onun çocuklara karşı tavrını şöyle anlatır: “Resûl-i Ekrem biz çocukların arasına katılır, güler yüzle şakalaşırdı”3 “Ben Resûlullah kadar çoluk çocuğuna, aile fertlerine, eli altındakilere merhamet duyan bir kimse görmedim.”4
Resûl-i Ekrem (asm) kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar merhametten uzak, çocukları sevmenin tuhaf karşılandığı bir toplumda böyle davranıyordu. Torunları olsun, ashabın çocukları olsun, onları görünce yüzünde neşeler saçılan Resûlullah (asm) onları arasına alır, sever, okşardı, hatta onlarla oynardı. Bir gün yarışan çocuklar görmüş, onlarla birlikte o da yarışa katılmıştır.
Peygamberimiz ve çocuklar arasında herhangi bir hiyerarşi olmamıştır. Başkalarının rahat giremedikleri huzuruna, çocuklar, serbestçe girip çıkmışlardır. O, karşılaştığı çocuklara selâm vermiş, hal hatır sormuş, hasta çocukları ziyaret etmiş, şakalaştığı olmuş, isim takmış, göğsüne çıkarmış, omuzuna bindirmiş, eğlendirmiş, kısaca çocuklarla iç içe yaşamıştır. Yalnız kendi akraba çocuklarıyla değil, diğer çocuklarla da bu güzel hatıralar yaşanmıştır
Enes b. Malik anlatıyor: “Resûlullah bizim yanımıza girdi. Benim Ebu Umeyr isminde küçük kardeşim vardı. Ebû Umeyr’in Nuğayr isminde küçük bir kuşu vardı; onunla oynardı. Bir gün kuş öldü. Bu sırada Resulullah (asm) onun yanına girdi. Onu üzüntülü gördü. ‘Onun hali, neden böyle?’ diye sordu. ‘Küçük kuşu öldü’ dediler. Hz. Peygamber, ‘Ey Ebu Umeyr! Ne yaptı Nugayr?’ buyurdu.”5
Sevgili Peygamberimizin (asm) çocuklara olan şefkati Müslüman kâfir ayırt etmeksizin bütün çocukları içine almaktaydı. Huneyn’de düşmanın takip edildiği sıralardaydı. Yolda bir kadın cesedi görüldü. Hz. Halid tarafından öldürüldüğü söylenince, Resûlullah çocuk, kadın ve hizmetçi öldürülmemesi için haber gönderdi. Diğer Müslümanlara da “Dikkat ediniz! Çocuklar öldürülmeyecektir” emrini verdi. Sahabelerden biri, “Ya Resûlullah!” dedi. “Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?” dediğinde Resûlullah, “Sizler de müşriklerin çocukları değiller miydiniz?” buyurdu.
“Her çocuk, İslâm yaratılışı üzere doğar”6 buyurdu.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Menakıbü’l-Ensar 5.
2- Müslim, Fedâil: 51.
3- Tecrid-i Sarih Terc. 12:152.(H.2003).
4- Müslim, Fedâil: 62 (7:196).
5- Buhârî, Edep 81.
6- Vakıdi, 3:903.
|
Necmi ÜNLÜ
08.10.2006
|
|
YAKARIŞ
Allah’ım!
Peygamber Efendimize (a.s.m.), bizim sonsuz kurtuluşumuza yaptığı eşsiz hizmetten dolayı yüksek dereceler lütfeyle! Ona Makam-ı Mahmud’u ver! Onun (a.s.m.) istek ve dileklerini, duâ ve niyazlarını kabul buyur! Bizi dünyada onun yolundan ve sünnetinden, mahşerde onun sancağı altında bulunmaktan ve şefaatinden, Cennette onun komşuluğundan ve sevgisinden ayırma! Bize onun (a.s.m.) sofrasından nur ver, feyiz ver, nimet ver, rızık ver, mağfiret ver, rahmet ver, ebedî saadet ver! Bize onun (a.s.m.) davetine uymayı nasip et ve kolaylaştır! Sünnet-i seniyyeden hissemizi ziyade eyle! Âmin...
|
Süleyman KÖSMENE
08.10.2006
|
|
|
|