|
|
İslam YAŞAR |
Ramazan ve san’at |
|
“Bu sahur zamanında sundun imanı dini,
Uyanıp seyrettirdin ‘biz’de olan kendini,
Sahuru Üstad ile Nurlar ile mezcederek
Yaşattın bize, bire bini ve bire otuz bini.”
Bir tahassürün ve tecessüsün terennümü bu mısralar.
Ama beliğ, nezih, edebî, san’atlı ve güzel bir terennüm.
Kaderin sevkiyle uzak diyarları mesken edindiğinden memleket ikliminde yaşanan Ramazan maneviyâtına hasret kalan şair dost, gecenin bir vakti açtığı televizyon ekranında tanıdık bir yüzle karşılaşınca hemen kaleme sarılmış ve bu dörtlüğü döktürmüş.
Haftada bir yazdığı ‘Avusturya Mektupları’nı—nedense son zamanlarda aksatıyor—her seferinde güzel bir rubai veya dörtlükle başladığından, bu mısraları yazmakta pek zorlanmamış.
Gecenin o vaktinde müşkül olan şey, şiirini muhatabına ulaştırmakmış ama onun da yolunu bulmuş ve cep telefonunu çıkarıp mısralarını ekrana aktararak ‘gönder’ tuşuna basmış.
Geçen yıl Ramazan ayının on dördüncü günü, sahur vaktinde, saat beşi yirmi iki dakika geçe, muhtemelen yazıldıktan hemen sonra almıştım mesajı. Mahmur bir nazarla ilk mısraı okuduğum anda, üzerime abanan rehavetin ağırlığı dağılıvermişti.
Ardından gelen diğer mısralarda daha da artan mânâ derinliği, âhenk zenginliği ve san’at inceliği, muhayyilemi hareketlendirip hislerimi canlandırarak bana gecenin o vaktinde bediî hazlar yaşatmıştı.
O zaman anlamıştım bir san’at eserini meydana getirmenin de tesir sahasına girip istifade etmenin de vaktinin, saatinin, mekânının, malzemesinin veya mazeretinin olmadığını.
San’at, istendiği takdirde her hâl ü kârda icra edilebilirdi.
Hele bir de zaman Ramazansa...
***
Ramazan, bir rahmet ve mağfiret ayı, san’at ve maharet zamanıdır.
Bu mübarek ayda Cenâb-ı Hakkın ‘bire bin ve bire otuz bin’ mesabesinde artan in’âmına, ihsanına mazhar olan mü’minler; ferâizlerin yanı sıra her vesile ile Esmâ-i Hüsnâyı da o nisbette anarak şükür hislerini ifade ederler.
Allah’ın (cc) Sânî ismini ise fiilen yaşamaya çalışırlar.
San’at hissinin tezahürü olan hâl ve hareketler, Allah’ın Sânî isminin tecellisi addedildiğinden, insanlar bu hassasiyeti hayatın her safhasına göstermeye gayret ederler.
Bilhassa sözlerini duâ niyetine söyleyip hareketlerini ibadet gayesiyle yapmaya gayret edenler, bunları san’at hassasiyetiyle yaptıkları ölçüde ibadetlerinin makbul, duâlarının müstecab olacağını düşünürler.
Onun için de olanca maharetlerini ortaya koymak isterler. Ramazan, ibadet açısından olduğu kadar san’at cihetiyle de münbit ve müsait bir zemin teşkil ettiğinden, mü’minler asıl maharetlerini Ramazana saklarlar.
Bu maksatla aylar öncesinden başlarlar Ramazana has hazırlıklara.
Anneler çeşit çeşit yiyecek, içecek biriktirip türlü türlü baharat temin ederken babalar evlere Ramazanlık eşyalar alırlar, dedeler, nineler yeni masallar, kıssalar öğrenirler.
Davulcular Ramazan davulunun kasnağını çıkarıp derisini gerdirirken fasıl heyetleri çalgı âletlerini tamir ve tanzim ederler, karagöz oyuncuları kuklalarını, iplerini, değneklerini perde gerisine yerleştirirler.
Mahyacılar minareler arasına yazacakları ibarelerin ışıklarını, harflerini, iplerini şekillerini tasarlarken hanendeler, sazendeler, gazelhanlar hususan ses tellerini korumaya itina gösterirler.
Her sene Ramazan arefesinde fertten cemiyete, aileden devlete, camiden meydana varıncaya kadar hayatın her safhasında yaşanan hummalı faaliyetler, bu kabil hazırlıklardandır.
Fakat bunlar sadece zahire aksedenlerdir.
Zîra asıl hazırlıklar ruhlarda, kalplerde, gönüllerdedir.
Her an Allah’ın (cc) huzurunda olduğunu hisseden mütedeyyin insanlar önce akıllarını bilgiyle, kalplerini zikirle, ruhlarını tefekkürle tezyin ederek münezzehleşirler.
Artık onların yaptıkları her hareket, takındıkları her tavır, yaşadıkları her hâl ve taşıdıkları her eşya hep nezihtir; muhataplarının hislerini incitmez, ruhlarını tezyin eder.
Ramazana bu hâlet-i ruhiye içine giren anneler, itina ile hazırladıkları sahur ve iftar sofralarında, yaptıkları leziz yemeklerin, tatlıların, meşrubatın yanı sıra serdikleri işlemeli örtüler ve kullandıkları yeni yemek takımlarıyla da bütün maharetlerini sergilerler.
Babalar da her hâllerinin aile fertleri, özellikle de çocuklar tarafından dikkatle takip edilip örnek alındığını bilmenin hassasiyetiyle hareket ederler ve onların güzel alışkanlıklar kazanıp nezih huylar edinmelerini temin etmeye çalışırlar.
Davulcular çaldıkları monoton ritimleri, söyledikleri mânidar manileri önce yakın çevrelerine dinletirler. Fasıl heyetleri, ilk meşklerini kendi aralarında geçerler. Karagöz Hacivat oyuncuları, açılışı birkaç ehil insanın yer aldığı boş salonlarda yaparlar.
Onlar ve onlar gibi Allah’ın (cc) Sânî ismini tezahür ettirme mükellefiyeti ve mesuliyeti hissedenler, ancak bütün maharetlerini ortaya koyacaklarından emin olduktan sonra san’atlarını icra etmeye başlarlar.
Çünkü maharet san’atın ilk merhalesidir.
***
Büyük san’atlar, küçük maharetlerle başlar.
Maharet ne kadar zayıf ve küçük olursa olsun, Ramazan gibi münbit bir zemin bulduğu takdirde başka ehil ellerin de iştirakiyle ferdî tecessüsleri aşar ve herkese hitap eden umumî bir san’at faaliyeti hâline gelir.
Meselâ iptidaî bir mutfakta leziz yemekler şeklinde kendisini gösteren küçük bir maharet, yalnız mahdut damakları tatlandırmakla kalmaz. Aynı hassasiyeti taşıyan başka mâhir ellerin de yardımıyla gelişir, tekâmül eder.
Kimi maharetler şekillere, kimi renklere akseder. Bazı zevkler sofra tanzimine, bazıları da tefrişatına yansır ve farklı san’at hassasiyetlerinin insicamlı işleyişi neticesinde mutfak kültürünün tesir sahası genişleyerek millî bir haslet hâline gelir.
Benzer teşekküller sair san’at dallarında da tezahür eder.
Camileri, mescitleri müstesna birer san’at galerisi hâline getiren san’at inceliklerinin nebean ettiği kaynak, anaların ömürlerinin mahsulü olan meziyetlerini ve maharetlerini saklayan çeyiz sandıklarıdır.
Bilhassa Ramazanlarda cemaatle yapılan ibadetler sırasında mü’minlerin bedenen rahat etmelerini, ruhen de huzur ve sürur duymalarını sağlamak isteyen hamiyetkâr insanlar, camileri tezyin ederken çeyiz tezyinatını örnek almışlardır.
Meselâ anaların, bacıların; yaşadıkları hadiselerin ve içinde bulundukları ruh hallerinin tesiriyle hayallerinden dökülen şekiller, desenler evlerin mahrem dünyalarından çıkıp camilerin halılarında hayat bulmuştur.
san’atkârlar maharetlerini san’atlarına aksettirirken genellikle çocukluk yıllarında analarının söylediği ninnilerle şekillenen his, hayal, ruh ve gönül dünyalarından tereşşuh eden renkleri, desenleri, şekilleri kullanmışlardır.
Sadece onlar da değil bestelerdeki âhenk zenginliği, güftelerdeki mânâ derinliği, icralardaki terennüm inceliği, meşklerdeki şevk coşkunluğu ve onları dinlemekteki huşû şuhluğu da hep anaların manevî çeyiz sandığı mesabesindeki muhayyilelerinden inikas etmiştir.
Onların yanı sıra, ancak büyük camilerde hayat bulan hat, tezhip, vitray, çini, taş, ahşap, metal işlemeleri, oymacılık, kakmacılık, dağlamacılık, boyamacılık gibi bilumum san’at dallarının membaı da yine o san’atkârları yetiştiren anaların zihinleridir.
Eğer fertlerin dünyalarında hissî bir tahassüs olarak başlayıp itibar gördükçe teşebbüs hâlini alan bu maharet hamleleri, cemiyet mabeyninde makes bularak birer millî nişan hâline gelmeseydi, her türlü malzeme ve maharet olduğu halde hiçbir san’at eseri zuhur etmezdi.
Ramazan, bayram, kandil gibi cemiyete büyük bir şahs-ı mânevî hüviyeti kazandıran dinî günler, mübarek vakitler ve kudsî zamanlar olmasa, böyle bir ihtiyaç zuhur etmeyeceğinden insanlar da herhangi bir arayış içine girmezlerdi.
O zaman da beşeriyet manevî meziyetlerden, uhrevî hazlardan, bediî zevklerden mahrum kalıp hayattan zevk almadığı için yalnız maneviyatta değil, dünyevî sahada da terakki etmez ve esatir-i evvelinin ilkel şartlarında yaşamaktan kurtulamazdı.
Bu da insanlığın seviyesini düşürür, dünyanın ömrünü kısaltırdı.
Böyle bir netice hilkatin hikmetlerine münafî olacağından kader beşeriyetin san’at cihetiyle terakkî etmesinin de temellerini atarak insan idrakini her türlü san’atı icra ve ihya etmeye hazır hâle getirmiştir.
Onun için insan, ilk san’at ilhamını ruhundan almış, en güzel örneklerini de çevresindeki varlıklarda görmüştür. Çünkü mevcudât, her hâli ile Sâni-i Zülcemâlin tecelligâhıdır.
İnsanların ellerinden çıkan, dilleriyle, hâlleriyle, hareketleriyle teşekkül eden ve san’at eseri addedilen bütün faaliyetler de Allah’ın Sânî isminin tecessümü ve tezahürüdür.
Bu itibarla ‘San’atın yegâne kaynağı dindir’ denilebilir.
***
“Nedir san’at ki, taşlar canlanır sihr-i temasiyle?” der şair.
Şimdi zaman, taşları canlandırma zamanı, yani Ramazandır.
Her şeyiyle mükemmel yaratıldığından müstesna bir san’at eseri olan ve her türlü san’atı vücuda getirecek istidatlarla donatılan insan, her gün iyi kötü, küçük büyük bir çok hadise yaşamaktadır.
Aslında bunların her biri birer san’at vesilesidir.
Her insan istidadına ve hissiyatına yakın bulduğu bir hadiseyi ele alıp his, hayal, duygu, düşünce hasseleriyle mezcederek güzel bir san’at malzemesi yapabilir.
Eğer bu malzemeyi dil, tel, ses, âhenk, taş, ahşap, harf, renk ve şekil gibi cisimlerle insicam içinde işleyerek bir mânâyı ifade etme maharetini gösterebilirse güzel san’at eserleri meydana gelir.
İnsan kendine yakın bulduğu bir san’at dalıyla meşgul olduğu; ilmini, usûlünü, inceliklerini öğrenip kendi şartlarında icra etmeye çalıştığı nisbette tekâmül eder.
Yaptığı çalışmalardan zevk aldıkça mutluluğunu cemiyetle paylaşmak isteyen insan, san’atını cemiyetin değerleri istikametinde geliştirmeye gayret ederse, bir süre sonra çevresinde küçük de olsa bir hayranlar halkası teşekkül eder.
Kendisinde san’at kabiliyetinin olduğunu hisseden her insan bulunduğu yerde bunu yaptığı takdirde hem kendisi zamanını faydalı ve güzel bir meşguliyetle değerlendirmenin mutluluğunu hisseder, hem de san’ata ilgi duymayanların bediî zevklerini hareketlendirerek onların da san’atla meşgul olmalarını sağlar.
Zira, san’ata ilgi duyup istifade etmek de bir san’attır.
San’atkârlar san’atlarını, cemiyetin değer ölçülerine uygun bir şekilde icra ederken diğer insanlar da ilgi duyup destek verirlerse milletin san’at seviyesi yükselir ve medeniyeti renklenir.
O zaman hayat tam bir tayflar geçidi hâlini alır.
Yeter ki insan istesin ve başlasın.
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah'ın sevdiği insanlar |
|
Bir insan için hayatta Allah’ın sevgisini kazanmak kadar önemli, büyük ve üstün bir rütbe düşünülemez. Onun sevgisini kazanan yoksul da olsa zengindir, yücedir. Onun sevgisini kazanamadıktan sonra ise isterse insan dünyanın sultanı olsun beş para kıymeti olmaz.
Dünkü yazımızda dikkat çektiğimiz gibi, Resûlullahın (asm) “Kardeşlerim” diye hitap ettiği, zamanında yaşamadığı halde iman eden kimselerin en bariz özelliklerinden en önemlisi Allah’ın sevgisini kazanmış olmalarıydı.
Allah’ın sevgisini kazanmanın çok yolları vardır. Bunun temel taşı Âl-i İmran Sûresinin 31. âyetinde belirtildiği gibi Resûlullaha (asm) tâbi olmak, onun (asm) sünnetini baştacı edinmektir.
Sünneti baştâcı edinmek aklen, ruhen, kalben güzelliklerle bezenmek demektir.
Sünnete uymayı esas edinen sevdiğini Allah için sever. Kâinatta Allah’ın binbir isminin tecelligâhı olan güzellikleri, bütün yaratıkları, Yunus’un ifadesiyle, “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” dediği gibi Allah için ve Allah nâmına sevmekle olur. Bir mü’min, kardeşini sevecekse yine Allah için sever ve Allah’ın sevgisini kazanır. Çünkü Müslim’de yer alan bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre, “Allah için seveni Allah da sever.”1
Birbirlerini Allah için seven insanlar Allah katında o kadar değer ve önem kazanırlar ki onlara Kıyamet gününde peygamberler ve şehitler dahi imrenirler ve onlar Arş’ın gölgesinde gölgelendirilmeye ve nurdan minberler üzerine oturmaya liyakat kesbederler.2
Hz. Ömer’in rivayet ettiğine göre birgün Allah Resûlü (asm) Kıyamet gününde Allah katındaki derecelerinden dolayı peygamber ve şehit olmadıkları halde peygamber ve şehitlerin dahi gıpta ile baktıkları bir kısım kimselerden söz etmiş, Sahabe, “Bunlar kimlerdir ya Resûlallah bize anlatır mısın?” diye sormaktan kendilerini alamamışlardı. Allah Resûlü de (asm) şöyle buyurmuşlardı: “Onlar aralarında hiçbir akrabalık bağı ve alış-veriş münasebeti olmadığı halde, Allah için birbirlerini seven kimselerdir” buyurmuşlar, sonra da onların yüzlerinin nurlu olduğunu, oturdukları yerin nur olduğunu, herkes korkarken onların korkmadıklarını, herkes üzülürken onların üzülmediklerini bildirir. “Çünkü onlar Allah’ın dostlarıdırlar. Allah’ın dostları için ise korku ve hüzün yoktur”3 buyurur.
Onların başka özellikleri de vardır. Bunlar üzerinde de inşaallah yarın duralım.
Dipnotlar:
1. Müslim, Birr: 38. 2. Müslim, Birr: 37; Tirmizî, Zühd: 53. 3. Ebû Davud, Rüya: 40.
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namaz ve kurtuluş |
|
İzmir’den ve Kırıkkale’den okuyucularımız: “Üstad Hazretleri, 1339 tarihinde Meclis-i Mebusan’a hitaben yaptığı konuşmanın onuncu maddesinde namazın yüzde doksan dokuz necat verdiğini beyan eder. Yüzde bir neden hariç tutulmuştur? Yüzde bir kimlerdir?”
Bahse konu paragrafı buraya alalım:
“Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik haysiyetiyle, bir ihtimal, zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinâd, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dîne ve dünyaya zarar olan ihmâl ve ferâizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?”1
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde namaz ibadetinin bizi hangi oranda kurtaracağını sayısal değerlerle nazarımıza verir.
Meselâ,Üçüncü Söz’de Üstad Hazretleri; Allah’a kulluk yolunun, zararsız olmakla beraber, onda dokuz ihtimal ile saadet-i ebediye hazinesine ulaştırdığını, fısk ve sefâhet yolunun ise hem menfaatsiz olduğunu, hem de onda dokuz ihtimal ile ebedî ıztıraba sebep olduğunu kaydeder.2 Hazret-i Üstad Dördüncü Söz’de de namazın yüzde doksan dokuz ihtimal ile Cennete ulaştıracağını belirtir ve yüzde birlik bir ihtimali yine dışarıda bırakır.3
Fakat Bedîüzzaman On Üçüncü Söz’de kötülüklerin ve haramların yüzde yüz ihtimal ile kabirde ebedî münferit bir hapse katî sebep olduğunu; imanın ve Allah’a itaatin ise yüzde yüz ihtimal ile kabri ebedî bir hazineye ve saadet sarayına çevireceğini kaydeder.4
Söz konusu yerlerde geçen oran rakamları hakkında şunlar söylenebilir:
1- Meclis-i Mebusan üyeleri zafer sarhoşluğu içinde bir fıtrat ve yaratılış borcu olan namazı büyük çoğunlukla unutmuştur. Namazı terk etmeye en büyük sebep aslında şeytanın verdiği evhamdır. Bu evhama göre insan ibadete zaman ayırmayı zaman kaybı olarak görmekte, işleri aksattığını ve yavaşlattığını düşünmekte; bundan dolayı namazı ya terk etmekte, ya da ertelemektedir. Yani namaz kılmakta yüzde bir oranında dünyevî bir zarar tevehhüm etmektedir. Oysa bu zan, gafletten ve tembellikten beslenmektedir.
Aynı tevehhüm ve zan, namaz kılmamakta ise yüzde bir oranında bir kurtuluş ihtimali görüyor. Yani yine gaflet ve dalâlet nazarıyla bakıyor; namaz kılmamakla dünya açısından zaman kaybına uğramadığını zannediyor. Zannettiği yüzde birlik necat ve kurtuluş budur. Oysa böyle olsa bile aynı namazsızlar, namaz kılmakta yüzde doksan dokuz kâr ve fayda olduğunu kabul ediyor.
2- Kötülüklerde ve Allah’a isyan yolunda gidenler için onda bir kurtuluş ihtimali, tövbe ve af kapısının ölene kadar açık olduğuna işarettir. Cenab-ı Hak mağfiret sahibidir; tövbe eden günahkâr ve asi kulları ile dilediklerini bağışlayabilir ve Cennetine alabilir.
3- İman ve itaat yolunda gidenlerin onda birlik veya yüzde birlik bir ihtimâl ile necat ve kurtuluş dışında bırakılmış olması ile:
a. Halk açısından bakılırsa; “ihlâs”ın önemine;
b. Hâlık Teâlâ cihetinden bakılırsa, necat ve kurtuluşun ancak Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, lütfu ve ihsanı ile olduğuna işaret edildiği söylenebilir.
4-İnce bir remiz: Namaz kılmakta insanoğlu yüzde bir oranlı bir zarar tevehhümü içindedir.—Burada aynı zamanda insanoğlunun, namazın yüzde doksan dokuz fayda verdiğini kabulü de söz konusu—Keza, namaz kılanlar için Üçüncü Söz’de onda birlik ve Dördüncü Söz’de yüzde birlik açıkta kalma oranı, On Üçüncü Söz’e gelindiğinde yüzde sıfıra inmektedir. Demek; On Üçüncü Söz’e kadar her bir Söz’ü birer basamak sayarak okuyan insan;—bu basamaklarda; imanın, itaatin, namazın, ibadetin, Allah rızasını kazanmanın ehemmiyetini kavrıyor, Haşrin muhakkak vukuuna tahkikî seviyede iman ediyor, insanın ve kâinatın mahiyeti ile peygamberlik müessesesinin vazgeçilmez lüzumunu idrak ediyor ve Kur’ân’ın yüksek hakikatini anlıyor—On Üçüncü Söz’e geldiğinde inşallah yüzde yüzlük bir ihtimal ile gerçek tevekkül ve teslime ulaşmış, Allah’ın rızasına nail olmak için yüksek bir ufuk ve nazar elde etmiş olmaktadır.
Allah’ın rızasına ermek ise, hiç şüphesiz hedeflerin en görünmezi, en kıymetlisi, en ideali, en büyüğü ve en ulvîsi bulunmaktadır. Allah’ın rızasına eren, inşallah yüzde yüz kurtulmuş bulunmaktadır.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 86 2- Sözler, s. 25 3- Sözler, s. 27 4- Sözler, s. 132
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Modern hayatın tehlikeleri |
|
Şatafatlı mekânlarda karın doyurmak, marka sayılan pahalı elbiseleri giyinmek, vaktinin çoğunu aile ortamından uzak eğlence merkezlerinde geçirmek artık günümüz modern hayatının bir gereği oldu.
Sırf damak tadının tatmini için ha bire yedikçe yiyen, çevresindeki insanlara ille de bir başka görünme uğruna kılığıyla, biçimiyle farklı olmayı gâye edinen, son model arabalarla akşama kadar gezip tozmayı çağdaşlık veya modernlik sayan günümüz insanlarının bu âdet ve tutkuları dur durak bilmiyor maalesef...
Belki de iç dünyalarındaki mânevî boşluğu doldurmak için böylesi bir yaşantıya kendilerini kaptıran insanlarımız, huzur ve sükûnu bu tarzda bulmak vehmiyle ömür dakikalarını hebâ ettiklerinin farkına varabiliyorlar mı, bilemiyorum.
Bilhassa gençlerimizi böylesi bir yaşantının tutkunu haline getiren bu asrın sözde modern hayatının, gençlerimizin ötesinde bu dehşetli asrın talihsiz, bedbaht insanları için de büyük bir tehlike olduğunu derk eden insanlarımızın sayısı ne kadardır acaba?
Hayatı bolca yiyip içmeden, gezip tozmadan, gülüp eğlenmeden ibaret bilen günümüz dünyalık insanları, bu şekilde nefsî arzularını belki tatmin etmiş olabilirler; huzur ve sükûnu, saadet ve süruru böyle debdebeli, dünyevî zevklerin peşine takılmakta, lüks bir hayat tarzını kovalamakta arayabilirler; velâkin bilinmelidir ki, böyle boş ve nafile arayışların sonu gelmeyecektir.
Modern hayatın modasını takip etmekle ve mantıksız özentilerini benimsemekle gerçek mânâda modern ve medenî olunamayacağını, bu asrın gözü ve gönlü kapalı insanları bilmese de, hakikatler elbette değiştirmeyecektir. Hakikî lezzeti, gerçek kalıcı keyf ve zevki, mânevî havadan uzak dayalı döşeli mekânlarda, aklı kalbi körelten eğlence merkezlerinde veya tatil beldelerinde geçirmeyi aklına koyan günümüz insanları böyle bir yaşantı biçiminin derde devâ olmadığını derk etmese de sonuç değişmeyecektir. Ve bu asrın insanı, daha çok süre, huzur ve saadeti aramaya devam edecektir.
Bilemiyorum, bu asrın tok olmaz, hırslı insanı belki de giriftar olduğu dert ve sıkıntılardan kurtulmak için böylesi his ve heveslerin tatminine yönelik bir hayat tarzını, istemeyerek de olsa, tercih etti. Belki de mânevî hayatın uzağında kalmanın bir sonucu olarak dûçar bulunduğu stres ve bunalımlardan kaynaklanan hüzün ve üzüntülerini unutmak veya hafifletmek için, sırf dünyaya bakan keyf ve zevklerinin arkasına takılır oldu.
Gelin görün ki sonuç meydanda... Böyle sırf nefsânî zevkleri tatmine yönelik, dünyalık zevk ve keyflerin peşine takılmanın hiçbir derdimize, sıkıntımıza devâ olmadığı, tam tersine hazır problemlerimizi ve bunalımlarımızı artırdığı canlı örnekleriyle önümüzde duruyor. Şatafatlı, doyumsuz, koşturmaca yaşantı tarzlarının bunalımları, depresyonları, intiharları tetiklediğini sosyologlar, psikologlar söylüyorlar. Sade, mütevazi, israftan uzak hayat tercihlerinin de, arzulanan huzur ve sükûnu netice verdiğinini, bunun da sağlıkla beraber hakikî ve kalıcı zevklere, lezzetlere kapı araladığını yine ilgili uzman ve otoriteler beyan ediyorlar.
Aklın yolu birdir. Bu asrın insanı, zevkini, keyfini, lezzetini elbette aramalı. Ama his ve heveslerinin teşvikiyle yanlış yerlerde, nefsânî hislerinin tatmini gibi basit formüllerde aramamalı. Meşrû ve helâl dairedeki eğlenceler, gezmeler, yemeler, içmeler bütün duygularımızı doyuracak kadar zengindir. Buradaki zevklerimizi ve keyiflerimizi kâfî görmeli, sonu olmayan, aldatıcı gayr-ı meşrû zevklere, lezzetlere tenezzül etmemeliyiz.
Bu konuda tehdit altındaki en büyük kesim olan gençlerimizin, çok daha dikkatli olmaları gerekir diye düşünüyorum. Dünyevîleşmenin hedef tahtasında en çok gençlerimiz bulunduğundan ve onlardaki nefsânî istek ve arzular daha çok galeyanda olduğundan, asrımızın en tehlikeli hastalıkları olan ve mânevî hayatımızı tehdit eden cezbedici kötü alışkanlıklarından sakınmak, gençlerimiz için daha bir önem arz ediyor.
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Heygidi Haydarpaşa Lisesi hey... |
|
Yaşı müsait olanlar hatırlar ki… Bir zamanlar, öğrencisi olmanın ayrıcalık kabul edildiği, imrenildiği okullar vardı İstanbul’da. İstanbul Erkek Lisesi, Kabataş Lisesi, Cağaloğlu Kız Lisesi, İstanbul Kız Lisesi, Kandilli Kız Lisesi, Kuleli Askerî Lisesi, Erenköy Kız Lisesi, Pertevniyal Lisesi, Vefa Lisesi, Haydarpaşa Lisesi gibi…
Bu okullara ve öğrencilerine imrenilmesinin sebepleri vardı elbette. Meselâ bu okulların hocaları, mutlaka alanlarında isim sahibi, bilgili ve donanımlı hocalardı. Dolayısıyla öğrencileri de son derece başarılı olurdu…
Meselâ bu okullarda okuyan talebeler her türlü kültürel ve sportif faaliyetlerde mutlaka ön saflarda olurdu.
Demek ki, bugünkü lise öğrencilerinin tadamadığı zevkleri tadarmış 25 sene öncesinde lise talebeleri! Liselerarası güreş müsabakalarında İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin öncelikle 2 güçlü rakibi vardı… Kuleli Askerî Lisesi ve Haydarpaşa Lisesi… Araya bazen Kabataş Lisesi’nin sıkıştığı da olurdu!
Liselerarası münâzaralarda da İmam Hatip Lisesi’nin 2 güçlü rakibi vardı. İstanbul Kız Lisesi ve Haydarpaşa Lisesi. Bu dalda da Kandilli Kız Lisesi bazen ilk sıralara adını yazdırabilirdi.
Siyasete ara veren 12 Eylül dönemini takip eden günlerde, adını andığım okullarda kimi düzenlemelere gidildi. Kimi okullar kız-erkek karıştırıldı. Kimi okullar binalarından edildi. Müfredatla oynandı, sınıf geçmeler kolaylaştırıldı. Okullarda giderek görünmez ve kimsenin telâffuz etmek istemediği boyutta bir öğrenci hâkimiyeti oluştu. Giderek sınıfta kalma yasaklanır hâle geldi. Öğrencilerin sigara içmeleri “gençlik hevesi” diye gösterilmek istendi. Mezuniyet töreninde öğrencilerinin içkili program taleplerine sıcak bakmayan okul yöneticileri “irtica yanlısı” olarak sunulur oldu…
…ve sonunda zurna bir yerinden “zırt” dedi! “Haydarpaşa” adıyla beraber yukarıda anlattığım bilgilere az buçuk vâkıf olanları daha derinden yaralayan görüntüler gazete sayfalarına, ekranlara yansıdı…
Sınıfta öğrencilerin esiri olmuş öğretmenleri suçlamak mümkün. Belki ilk akla gelen de bu zaten… Ama o öğrencileri, hiç de okuma isteği olmadığı halde, “sokakta dolaşmasın da okullarda beklesin, oradan da zaten bir süre sonra askere alırız” yaklaşımıyla “eğitim” çatısı altında tutmaya çalışan bir zihniyet hâkim oldu adında “Millî”lik de bulunan “Eğitim” iddiasındaki bakanlığımızca!
Okullarda disiplin kayboldukça, sınıfta kalanların okulla ilişkisinin kesilmesi de son derece zor şartlara bağlandıkça öğrencilerin okullardaki terörü arttı. Olayın bir de ekonomik boyutu var tabi. Okula öğrenci kaydederken veliyle “bağış” pazarlığı yapan okul idarelerinin, bir süre sonra –özellikle cömert velilerin sorunlu öğrencileri karşısında—söyleyecek sözünün azaldığını da kimse görmek istemedi…
Geçen eğitim yılının özellikle son günlerinde ard arda gelen öldürme olaylarına bile bakanlık katından ciddî bir yorum gelmedi ne yazık ki! Olay siyasî polemik mevzuu gibi algılandı hatırlarsanız…
İşte tam da o günlerde, Haydarpaşa Lisesi gibi bir çatı altında lise son sınıf öğrencileri, İngilizce öğretmenleriyle şakalaşıyormuş (!) sınıfın ortasında. Zamanında “hey gidi Haydarpaşa Lisesi hey” diye anılan koca okul bugün “vah koca Haydarpaşa Lisesi vah” konumuna elbette bir ders yılında gelmedi. Çiçeği burnunda İl Millî Eğitim Müdürü Sayın Ata Özer de sayın bakan Hüseyin Çelik de bu olayların sadece o okulla sınırlı olmadığını görmeliler. “Kol kırılır yen içinde kalır”dan uzaklaşıp, öğrenci, öğretmen, müdür ayrımı yapmadan, okumak ve okutmak niyeti olmayanları eğitim camiasından temizlemeliler…
Unutulmamalı ki, öğretmeniyle öyle şakalaşabilen (!), dersleri sabote etmeyi prensip edinmiş, okumakta gözü olmayan öğrencileri zorla okullarda tutmak, başarılı ve istekli, prensipli, düzenli öğrencileri de frenleyen bir olumsuzluktur…
Fenalığın, olumsuzluğun, çirkinliğin, felâketin burasında olsun durulsun. Ve yetkililer yetkilerini olumlu öğrencilerden yana kullansın, hem de hemen. Kamuoyunun gözleri önünde, kimseyi kayırmadan. Basiretsiz idarecilerle bu ameliyatın olmasının mümkün olmadığını bilerek… Hemen, hemen, hemen…
Geleceğimiz için!
Bu işin çözümü de çok zor değil aslında. Okulları yeniden, gerçek eğitim verilen yuvalar hâline getirmek, okullarda kültürel, sosyal ve sportif aktiviteleri artırmak yeterli… Meselâ günümüzde Şehremini Lisesi’nin konumuna bütün liselerimizin gelebilmesini sağlayacak yapılanmaya gidilmesi lâzım. Bu konuda da güvencemiz Sayın Ata Özer. O modeli günümüzde başarıyla uygulayan biri olduğundan…
“Nasıl cin taşladık ama!”
Geçen sene bir öğleden sonra Kadıköy otobüsünde, dörtlü yan koltuklardan birinde oturuyorum. Yanımda da iki tane öğrenci oturuyor. Sesli sesli ve öğünerek konuşuyorlar…
Konuşmalarından anlaşılan şu; o gün din dersleri varmış. Din dersi (!) öğretmeni cinlerden, perilerden bahsetmiş. Özellikle bazı kız öğrenciler de korktuklarını söylemişler. Bunun üzerine din dersi (!) öğretmeni, defterlerinden birer sayfa koparttırmış ve top gibi yapmalarını söylemiş öğrencilere. Aynen yapılmış isteği. Ve ardından öğretmen, “hadi onları tahtaya doğru atın” demiş… Böylelikle cinleri kovduklarını, korkacak bir şeyin de kalmadığını söylemiş…
Eğer bu çocukların kendi aralarındaki konuşmaları doğru ise “din dersi” müfredatında “cin” gibi bir konu var mıdır? Sanmıyorum. Ama o öğrencileri öyle konuşturacak bir malzemenin sınıfta yaşandığını sanıyorum… Senaryo yazmıyordu ya o çocuklar…
Bir fısıltı daha...
İki öğrencinin konuşmalarını hatırladıktan sonra bir fısıltı haberini daha paylaşmak istiyorum sizlerle. Marketten “cola” almakta olan bir hanıma, bir başka hanım müdahale ediyor ve “cola” içmemeleri gerektiğini söylüyor. “Nedenmiş?” sorusuna karşılık, “cola” içilmesine engel olmak isteyen hanım: “Kardeş… Bu içeceğin içinde meyan kökü var. Tarlalarda yetişen meyan köklerini de fareler çok severmiş. Meyan kökleri, köklerinden kopartılarak makinelerle çıkartılırken o fareler de arada parçalanırmış. İşte o farelerin kanları da meyan kökleriyle beraber içeceğe karışırmış. Bu durumu öğrendiğimizden beri ‘cola’ içmiyoruz… Sizi de insanlık namına uyarayım istedim!” açıklamasını yapıvermiş…
Her iki hanımın da tesettürlü olmadığını, hemen belirteyim de yanlış bir yorum yapılmasın öncelikle…
Tabi bu şekilde konuşmalar kulaktan kulağa genişleyerek yayılıp duruyordur mutlaka…
Eeee… Bu durumda “cola” üreticileri nasıl bir açıklama yapar, bir fısıltıya inanıp, eline aldığı “cola”yı rafına geri bırakan müşterilerini nasıl ikna ederler bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki; bizim milletin en itibar ettiği medya organı “fısıltı gazetesi”dir. Hem de duyduğu üzerinde kolay kolay kafa bile yormaz. Hemen kabullenir milletimiz…
“Cola”cıların açıklamalarını ben de inanın merakla bekliyorum.
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Müjdelemek ve cevaplaşmak |
|
Cihadda yaralandığı halde çağrıya uyanlara, iyilik yapanlara ve takva üzere yaşayanlara, en büyük İlâhî müjdeler ve mükâfatlar verilmiştir. Müjdelemek, onunla ferahlamak ve şevkin kaynaklarını beslemek, şükürle takviye edildikçe artarak devam eder.
***
Kolaylaştırmak, yokuş göstermemek, sühuletle bakmak, hikmetin akıl dürbünüyle hadiseleri okumak; zihnî inkişafa, gayretimize ve geleceğe fütuhatı müjdeler.
“Bu dünya hayatı ise bir aldanma metaından başka bir şey değildir” İlâhî mesajı ile düşünüldüğünde, aldanmaların ve dünyaperest hallerin; nefsin ve şeytanın desiselerinden kaynaklandığı görülecektir.
Desiselerin “ene”yi okşayan yalancı şöhretinden, maddiyatın zafiyetine uzanan bir çizgide kontrol edilemeyen korku, çalışkanlık, kendini beğenme ve ilmine güvenme handikapları, aldanmanın davetçileri olarak, müjdeyi ve müjdeleyici ruhu baltalar.
***
“İyi kişiler için Allah katındaki (nimetler) daha hayırlıdır” âyet-i kerimesi, ihlâslı bir derinliğin ve müstağnî bir ruhun mükâfatını Allah’tan alacağını göstermektedir. Buna göre “Her şeyden istiğna” vasiyeti büyük bir ihlâsın tezahürüdür.
İyiliği emreden, müjdeleyen “İyi kişiler”, Allah katındaki makbuliyete talip olurlar. Minnetsiz bir şekilde “teveccüh-ü nâs” beklemeden yaşarlar. Bilirler ki, onu verecek olan Allah’tır ve katında gizlidir.
Altından da olsa dünyada “kerpiç biriktirmek” yerine, onları ahiret saraylarının duvarlarına gönderirler. Nefsin dünyevî saltanatına, amelsizliğin şatafatına, halkın iltifatına ihtiyaç duymazlar.
Hakiki tesiri Allah’tan bilirler. “Hüsn-ü tesir”in de Cenab-ı Hakkın tercihinde olduğuna inanırlar. “O isterse ve hikmeti de iktiza ederse...” bahşedilen nimetlerle/emanetlerle şükrederler. Bu nimetler kimde varitse, düşünürler ki, bunu veren Allah’tır.
Nimete mazhar olandan rahatsız olmadan, nefsin kıskanç kıskacına düşmeden/düşürmeden fıtratlarına takdir edilenle yaşayıp “kardeşlerinin meziyeti ile şakirâne iftihar ederler” hükmüne erişenler, hakiki nimet vereni idrak ederler.
İftihar, beraberinde vicahî veya gıyabî iltifatı da getirir. Mültefit olmak ne kadar haz verici ise, mültefit kılmak da o denli mecburiyettir. Taltif görmek, en büyük şevk dinamizmidir. Gayreti kamçılar. Himmeti şahlandırır. Farkı yaşatır. Kabiliyetinin sırlarına ulaştırır. Desteklendikçe destek verir ve tesanüdün halkaları genişler.
***
Cevap verenlere, cevaplaşanlara, cevap arayanlara, arayışını sürekli tutanlara ve acziyetle Allah’a sığınıp kendine güvenmekten vazgeçenlere, vazgeçilmez kapılar açılıyor. Fedakârlık ve hizmet kapıları sizi karşılıyor: “Zevklerinizden ve şahsîliğinizden sıyrılıp buyrun gelin” diyor sarayın teşrifatçıları.
Hizmet anında zevklenmek neyimize yetmez? O zevki o an etrafımıza ışık hızıyla yaymak, pozitif olmak, o akıcı anın/şimdinin içinde yaşamak, sabır enerjisini sağa sola dağıtmamak ve birbirine eklemek, huzur anına yetmez mi?
Zevklenmek, şevklenmek, keyiflenmek ve “Hâzâ min fadli rabbi” demek, kâfi değil mi? Daha ne istiyoruz?
Müjdesi olanlar müjde verir. Müjdesi olmayanlar müjde duymalı ve duyurmalı. “Müjdeleyiniz” emri, her ânın müjdesi ile taçlanmadıkça, beyin fonksiyonlarımız stres denen icatla kendini heder ettiği gibi, başkasına da sirayet ettirir.
Müjdelemek ya da müjdelemek... Çünkü aciziz ve fakiriz. Yardıma ihtiyacımız var.
Teşvik etmek ya da teşvik etmek... Çünkü şevke muhtacız.
Müşfik olmak ya da müşfik olmak... Çünkü şefkatle muamele etmek zorundayız.
Düşünmek ya da düşünmek... Çünkü tefekkür olmadan, hikmeti elde edemeyiz.
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Faruk ÇAKIR |
Sizi gidi 28 Şubat’çılar sizi |
|
Bilerek ya da bilmeyerek Türkiye’nin daha hür ve daha demokrat olmasına engel olanlar ya da olmak isteyenlere destek çıkanlar; bir anlamda ‘suç üstü’ yakalanınca, suçu başkalarına atma telâşına düştüler.
Türkiye’nin ‘hal ve gidiş’ine bakanlar, tarihten yeterince ders alınmadığını ve benzer oyunların/filmlerin zaman zaman tekrarlandığını bilirler. Meselâ, her ihtilâl öncesi mutlaka ‘normal olmayan olaylar’ yaşanır ve ihtilâlciler gelip ülkeyi ‘kurtarır!’ Arkasından da ihtilâlcilerin ‘itiraf’ları gelir: 12 Eylül ihtilâlini yapmak için bir yıl beklediklerini itiraf eden, dönemin 2. Ordu Komutanı Orgeneral Bedrettin Demirel olmuştur. Org. Demirel, 5 Temmuz 1987 tarihli Milliyet’te yayınlanan röportajında, “Hep konuşuyorduk. 12 Eylül’ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımızın çoğu, ‘Tam olgunlaşsın, millet tarafından tamamen tasvip edilsin’ dediler. Bana kalsaydı, en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı” demiştir.
Bu gerçekleri bilenler, sahnelenmek istenen yeni oyunları bilmeli ve ‘Biz bu filmi daha önce de görmüştük’ demeli. Nitekim, son aylardaki sun’î gerginliğin de yeni ‘tuzak’lara zemin hazırlamak için yapıldığı büyük ölçüde görüldü. Bunların dile getirilmesi ve “Yeni 28 Şubat’lar mı hazırlanıyor?” soruları nedense bazılarını rahatsız etmiş.
Bu rahatsızlığını dile getiren bir yazar şöyle demiş: “Son günlerde, malûm çevrelerde yeniden bir ‘28 Şubat mı istiyorsunuz’ yaygarası başladı. Aslında yeni bir 28 Şubat’ı isteyen falan yok. Ama o çevreler, hükümete yönelik eleştirileri engellemek için bu suçlamayı kullanıyorlar. Okul kitaplarındaki zırtapozlukları gündeme getiriyorsunuz, malûm çevreden anında top atışları başlıyor: ‘Yeniden 28 Şubat’ı canlandırmak istiyorlar.’ Dibinde Trabzon’un en büyük camisi olan hastahanede, Cuma namazı kisvesi altında patoloji laboratuvarının, kan bankasının, acil servise geçişin bulunduğu koridorun işgal edilmesinin yanlışlığını gündeme getiriyorsunuz... Aldığınız cevap aynı. ‘28 Şubat’ı mı istiyorsunuz?’ Kurân kurslarındaki başıbozukluğu, imam hatip okulları üzerinde oynanan oyunları incelemeye alıyorsunuz, makul açıklamalar getirmek yerine hemen 28 Şubat bahanesi önünüze konuyor. Ama artık bunu yutmuyoruz.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 7 Ekim 2006)
Bir ‘yaygara’ başlatıldığı ve bunun ‘yutulmadığı’ ortada. Ama yaygara, “Yeni bir 28 Şubat mı isteniyor/ planlanıyor?” diye sorulması değil; “irtica hortladı, Türkiye elden gidiyor/ gidecek” diyenlerin yaygarasıdır. Aynı şekilde, bir ‘yutmama’ hadisesi de yaşanıyor; ama o da eskiden izlenen filmleri ve sahnelenen ‘oyun’ları başka isimler ve vasıtalarla sahnelenmek istenmesinin yutulmamasıdır! Yani bugün itibarıyla kamuoyu ve pek çok ‘aydın’ın ‘yutmadığı’ şey ‘irtica’ yaygarasıdır. Yarın ne olur bilinmez, ama ‘aydın’ların sahnelenmek istenen oyuna karşı uyanık olduğu görülüyor. İnşallah bu uyanıklık devam eder ve kurulmak istenen ‘tuzak’lara, tuzak kuranlar düşer.
Hem söyler misiniz, okul kitaplarındaki hangi ‘zırtapozluk’ları gündeme getirdiniz? (Gerçekleri çarpıtarak verdiğiniz konular ‘uzmanlarca’ ayrıca tartışılır.) Nasıl oluyor da hep ‘din ile ilgili konular’ sizce ‘zırtapozluk’ oluyor? Aynı kitaplarda yer alan başka konulardaki ‘zirtapoz’lukları neden ve niçin hiç görmezsiniz?
Trabzon’daki hadise ile ilgili olarak, “cuma namazı kisvesi” tabiri çok mu şık? Namaz kılanları, ‘koridor işgalcisi’ olarak görmek ve göstermek neyin nesi? Sadece bu yaklaşım bile bu tavırların yanlış olduğunu göstermez mi? Hem, imam hatip liselerinde oynanan oyun tabirinden maksat nedir? İHL mezunlarına yapılan yüzde yüz haksızlığı gündeme getirmek ve buna bir çare bulunmasını istemek mi ‘oyun’dur? Yoksa, ÖSS’de birinci oldukları halde İHL mezunlarının önünü tıkamak, ufkunu karartmak ya da böyle yapanlara destek vermek mi ‘oyun’dur?
Sizi gidi 28 Şubat’çılar sizi!
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
“Ülkemizin iç güvenliğine yönelik bir diğer tehdit de, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan, bugün de etkinliğini artırarak sürdüren irtica tehlikesidir.” (Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer)
“Türkiye’de irtica tehdidi vardır ve bu tehdide karşı her türlü önlem alınmalıdır.” (Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt)
“İrticai tehdit, bazı kesimler kabul etmese de, kaygı verici boyutlara ulaşmaktadır.” (Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ)
İşte son günlerde birbiri ardına gelen “irtica” ile ilgili değerlendirmeler…
* * *
Bu değerlendirmelerden sonra bir “irtica” yaygarasıdır aldı başını gidiyor… Bilen de, bilmeyen de “irtica”nın ne olduğunu diline dolamış, konuştukça konuşuyor. Bazı yerlere şirin gözükmek veya yaranmak isteyenler “irtica şudur, irtica budur” diye ileri geri konuşuyor.
“28 Şubat özlemcisi” bir kısım medya ve köşe yazarı da bu tartışmaya adeta çanak tuttular, hâlâ da tutuyorlar…
Bütün bu tartışmaları yakından takip eden Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu, 4982 Sayılı Bilgi Edinme Kanunu gereğince başta Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve MGK olmak üzere bazı kurum ve kuruluşlara “İrtica nedir? İrtica suç mudur, suç ise kimler bu suçtan yargılanmıştır” şeklindeki sorular sormuş.
Kurum ve kuruluşlardan gelen bu cevapları açıklamak için basın toplantısı düzenleyen ve karşısında büyük bir gazeteci topluluğunu gören Başoğlu,“En sonunda irticaı yakaladık. Kaçacak delik arıyor. Şimdi size bunu açıklayacağım…” esprisi ile başladığı konuşmasında açıkladığı belgelere göre, sözleriyle “irtica tehlikesi var” diyenler, yazıları ile “yok demişler…
“İlgili merciler”in verdikleri cevaplarda irtica ile ilgili herhangi bir açıklama, tarif ve açıklayıcı bilgi bulunmuyor.
* * *
İşte, okuyunca şaşıracağınız bu cevaplardan bir kaçı:
*Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in 12 Nisan 2006 tarihinde Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşmada “irticaın devlete sızdığı” yönündeki açıklamaları üzerine gönderilen yazıya cevap: “Cumhurbaşkanı’nın konuşmaları kendi takdiridir.”
*Milli Güvenlik Kurulu bildirilerinde irtica vurgusunun yapılmasına cevap: “Talebinizin irticaın genel tanımı gibi geniş kapsamlı bir konuda genel ve soyut nitelikte olduğu görülmektedir. Bunun için işleme konulamaz.”
*Yargıtay Başkanlığı; “Yargı organları anılan yasanın kapsamı dışında bırakılmıştır.”
*Adalet Bakanlığı “İrtica suçundan kaç kişinin yakalandığı ve haklarında ne gibi işlem yapıldığı” yönündeki soruya: “Ayrı ve özel bir çalışma, araştırma, inceleme ve analiz neticesinde oluşturulabilecek türden bir bilgiye yönelik başvurunuza cevap verilememiştir.”
*İçişleri Bakanlığı, “Kanunda irtica suçu mevcut olmadığından ve irtica suçları kavramıyla hangi suçların ifade edildiği anlaşılamadığından dilekçenizde talep ettiğiniz konulara cevap verilememiştir.”
*Ankara Cumhuriyet Savcılığı: “İrtica ile ilgili herhangi bir soruşturma hazırlık dosyası yoktur.”
Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Danıştay, ODTÜ ve Ankara Üniversitesi hiçbir cevap göndermezken, Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde hazırlanan soruya detaylı cevap veren tek kurum Diyanet İşleri Başkanlığı olmuş. Diyanet, irticaı, “Dinden sapmak, tekrar cehalet ve şirk hayatına dönmektir” şeklinde tanımlamış…
* * *
Başoğlu’nun şu cümlesi son noktayı koyuyor. “Ülkemizde iddia edildiği gibi bir irtica yoktur. Bu değerlendirme bana ait değildir. Bizzat irticadan yakınan makamların bana verdiği yazılı cevaplar ile kesinlik kazanan bir değerlendirmedir…”
Hem, Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Tayyip Erdoğan da, “kimsenin irticaa hukukî bir tanım getiremediğini, hep siyasî yaklaşımla olayın değerlendirildiğini” söylemiyor mu? “Türkiye’de irtica diye bir tehdit yok. İrtica, ülke gündeminden düşmesi gereken bir kavram. Halkın gündeminde böyle bir şey yok” demiyor mu?
Cevaplarında “irtica yoktur” diyenler sonradan “irtica vardır” derlerse ne kadar inandırıcı olabilirler… Bundan sonra da kimse kalkıp bununla milleti oyalamasın.
Fazla söze ne gerek var. İşte sözle söyledikleri, işte yazı ile belirttikleri.
Demek ki, “irtica” kâğıt üstünde, yani resmen yok, ama sözlü olarak, yani gayr-ı resmî olarak ortalarda dolaşıyor…
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bediüzzaman ve ABD |
|
Aslında üzerinden hayli zaman geçti, ama araya peş peşe başka gündem maddeleri girdiği için yazmaya fırsat bulamadık.
Ancak cevapsız kalmaması gereken bir iddia olduğu için, hayli gecikmeli de olsa, bugün bir değerlendirme yapmak istiyoruz.
Önce iddiayı özetleyelim.
Sabah gazetesinin cemaat ve tarikatlarla ilgili yazı dizisinin Nurculukla ilgili bölümünde Said Nursî’nin “din ile feni buluşturan Amerikan demokrasisi”ni keşfettikten sonra “Amerikancı ve demokrasi yanlısı” olduğu ileri sürüldü. (Nevzat. Atal-Erdal. Şimşek, 22.9.06)
Tabiî, bu iddianın hiçbir geçerliliği yok.
Uzun ve bereketli ömründe üç devri birden yaşamış olan Bediüzzaman, tâ Osmanlı döneminde tek adama dayalı yönetim anlayışının artık geride kaldığını söyleyip Meclis sistemini, hukuku ve özgürlükleri savunmuş; demokratikleşme sürecimizin ilk aşamalarından biri olan meşrutiyete, ardından cumhuriyete sahip çıkmış; 50’li yıllarda da meşrutiyet-cumhuriyet-demokrat kavramlarını eşanlamlı olarak kullandığını ifade etmişti.
Bu süreçte Amerika’nın yeri hiç yok.
“Amerikancılık” iddiasına gelince:
Said Nursî’nin özellikle son dönem mektuplarında değişik vesilelerle ABD’den söz ettiği doğru ve bunları iki kategoride mütalâa etmek mümkün: Biri, ABD’nin bir dünya gücü olarak dine ve İslâm dünyasına bakışına yönelik yorumları. Diğeri Risale-i Nur hizmeti açısından yaptığı değerlendirmeler.
Birinci şıkka giren örneklerden biri, Menderes’e yazdığı bir mektupta ABD’yi “din lehinde çalışan muazzam bir devlet” olarak nitelemesi (Emirdağ, s. 424). Burada kast edilen, ABD’nin, sistemini dini özgür bırakan bir temele bina etmiş ve dünyada da dinî özgürlüklere önem veren bir devlet olması.
Bediüzzaman burada işin temeline vurgu yapıyor ki, doğru olan da bu. Ancak, 11 Eylül sonrasında olduğu gibi, uygulamadaki ciddî sapmalar tamamen ayrı bir bahis.
Said Nursî bir diğer mektupta, komünistlik ve anarşistliğe karşı Avrupa ile birlikte ABD'nin Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecbur olduklarını yazıyor (a.g.e. s. 297).
İkinci şıkta ise, “Amerika buranın en küçük bir havadisini merakla takip ettiği halde, buranın en büyük bir hadisesi olan Risale-i Nur’u elbette arayacaktır” (a.g.e., s. 195) ve “Amerika âlimleri elbette Asâ-yı Mûsâ’ya lâkayt kalmayacaklar. Eğer dini din için seven kısmının ellerine geçse fütuhat yapar” (a.g.e., s. 140) gibi ifadelerin yansıttığı yaklaşım var.
Aslında birbirini tamamlayan bu iki kategori, herşeye hizmet ve dâvâ gözlüğüyle bakan Bediüzzaman’ın Amerika’yı da bu çerçevede değerlendirdiğini ortaya koyuyor.
Onun bu ifadelerinden “Amerikancılık” gibi bir niteleme çıkarmak tam bir saptırmadır.
İşin içinde, onu kimi geçici ABD yönetimlerinin yanlış politikalarının destekçisi olarak gösterme kastı varsa, katmerli bir iftiradır.
Ve aynı zamanda onun, hizmetini hiçbir dünyevî güce ve cereyana âlet ettirmeme noktasındaki hassasiyetine de saygısızlıktır...
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İbrahim'in Allah'ı felsefenin tanrısı |
|
Aslında Papa modernistlere şirin görünebilmek için bir nevi harakiri yapmış ve kendi kalesine gol atmıştır. Bu ‘jest’inin karşılığında modernistleri tatmin veya memnun edebildi mi? Bilinmez, ama yaşasaydı Oriana Fallaci kesinkes memnun olurdu. Fallaci’nin yaşayan mirasçıları Bernard Lewis ve Huntington gibilerini de kesinkes memnun etmiştir. Şeyhül’l enbiya olan İbrahim Aleyhisselâm ve Millet-i İbrahim geleneğinin Allah inancı ile, felsefenin tanrı tasavvuru birbirinden oldukça farklıdır. Bunu bariz bir şekilde ortaya koyanlardan birisi Hıristiyanlık âleminde veya düşünürleri arasında Paskal olmuştur. Paskal’ın İslâm’la ilgili hükümleri cehalet mahsûlü olsa da filozofların tanrı tasavvurunu reddederek İbrahimî geleneğe dayanarak aslında doğru bir çıkış yapmıştır. Ama İslâm’a yaslanmadan da sonunu getiremezdi. Ne yazık ki, İbrahimî geleneğin en muhkem kalesinin İslâm olduğunu fark edememiştir. Bu da, içinde bulunduğu kültürel atmosferin etki ve yansımalarındandır. Paskal, insanları filozofların tanrısından İbrahim’in Allah’ına çağırmıştır. Bu sözde ifadesini bulan, esasen Helen mirasının Hıristiyan ulûhiyet anlayışını çarpıttığı fikridir. Bu fikir Paskal’la sınırlı kalmadığı gibi, sonraları Nietsche’nin “Tanrı’nın ölümü”nü ilanı ve özellikle Heidegger’in “Tanrı’nın bir tek varlık kişi” olarak görüp kavramsal şemalara, kategorilere sıkıştıran geleneksel felsefe-metafizik teolojiye (onto-teoloji) yönelttiği tenkidlerle daha da pekişmiştir. Aslında bu arayış, felsefî damarda aşkıncı ulûhiyet anlayışını keşfetme çabasıdır. Papa’ya göre bu olsa olsa felsefî voluntarizm olsa gerek. Dinî voluntarizme karşı çıkan Papa’dan felsefî voluntarizme karşı çıkması da beklenir. Felsefîleşmiş (aslında Hellenîleşerek köklerine sırt dönmüş ve yabancılaşmış) ulûhiyet anlayışlarına karşı önceki çağlarda gösterilen dinî tepkiler, modern dönemde bir bütün olarak metafiziğin sorgulanışıyla birleşince, çok daha güçlü bir ilahiyat eleştirisini getirmiştir. Helen mirasını sorgulamaya dönük bu tür eğilimler, aslında İslâm dünyasında da farklı etkiler altında izlenebilir. Sözgelimi, Gazali muhakeme usûlü olan ve aklın miyarı, sağlaması mesabesindeki mantığı bir aritmetik edasıyla sahiplenmiş, kabullenmiş, ama akılcılık-felsefe ve ürünlerini süzgeçten geçirmiştir. Aklı kabul etmiş, ama akılcılığı ve ürünlerini yine aklın süzgecine havale etmiştir. Akılla aklı muhakeme etmiştir. Nasıl demir demirle dövülürse, akıl da akılla dövülür ve kıvamını bulur.
***
Muhammed İkbal’in de ana temalarından birisi, Yunan metafiziğinin İslâm kelamına yaptığı menfi tesirler idi. Aslında, burada kaçınılmaz bir paradoks var. Felsefe ile temas ve onu tahlil etmek kaçınılmaz bir süreçtir. Gazali’nin dediği gibi aslında ne kelâmla temas, ne de felsefeyi tahlil herkesin harcı değil. Erbabı, hekim edası ve meharetiyle felsefî meselelere dalar ve doğru ile yanlışı, sahih ile sakimi birbirinden ayırır. Bu onun toplum namına bir görevidir. Bu görevi Gazali Ortaçağ’da bihakkın yapmış ve icra etmiştir. Felsefenin yararlarını almak ve vartalarını atmak tabib-i hazıkın görevleri arasındadır. Her branşın tabib-i hazıkları vardır. Doktorlar tıp dalının tabibleridir. Fakihler hukuk dilinin ve alanının doktorlarıdır. Sufiler psikolojinin tabibleridir. Bunun için sufilere ‘fukahau’n nefs’ denmiştir. Kelâmcılar felsefenin tabibleridir. Doktor yerine pekâlâ fakih kavramını da kullanabiliriz. Gazali gibi felsefenin de fakihleri olmalı ve İslâm toplumu için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ortaya koymalıdırlar. Bu kaçınılmaz bir süreç olmakla birlikte, doktor hastalarla temasından nasıl bir takım hastalıklar kapabiliyorsa ve bu mesleğin vergisi ve gerekleri arasındaysa, felsefe ile temasın neticesi de böyledir. Farkında olmayarak insanlar, felsefenin veya diğer branşların bazı şualarına, serpintilerine veya radyasyon ışınlarına maruz kalabilir. Bu da kaçınılmaz bir görevin muhtemel kayıpları arasındadır. Nükleer reaktörlerde çalışan insanların radyoaktif ışınlara maruz kalmaları gibi… Nitekim bundan dolayı Gazali muhalifleri tarafından ‘Felsefeye daldı, bir daha çıkamadı’ şeklinde suçlanmıştır. Ve bundan dolayı da uzun dönemler Gazali, Batı’da filozof olarak tanınmıştır. Şark’ta da kimilerince düşünürle filozof karıştırıldığından dolayı, Gazali zaman zaman düşünür anlamında filozof olarak takdim edilmiştir. Ebu’l Hasan en Nedevi, Muhammed İkbal için de aynı tanı ve teşhiste bulunmuştur. ‘İkbal Batı denizine dalmış, inci mercan toplamış, ama yer yer zıpkın yiyerek yara da almıştır..” teşhisinde bulunmuştur. Dinî düşüncenin yeniden yapılandırılması gibi eserlerinde kimi bu etkinin etkileri görülebilir. Ama Ebu’l Hasan En Nedevi’ye göre de İkbal ve benzerleri aslında mazurdurlar. Ümmetleri için kendilerini feda etmişler ve zıpkın yemeyi göze almışlardır. Bu bir şerse, Arapların dediği gibi, gerekli olan şer zümresindendir (şerrun la budde minhu). Vücuttaki mikrop dengesi gibi.
***
Papa’nın ve Katolik Kilisesi’nin Helen karşıtı eğilimlere tepkisi ise, yalnızca asırlardır süren felsefî-teolojik bir tartışmaya müdahale değil, aynı zamanda siyasî-teolojik bir müdahaledir. Zira, Helenleşmiş Hıristiyanlığın ana akım olduğu Batı dünyasında, Helen mirasını sorgulamak, aslında kurumsallaşmış Hıristiyanlığa karşı tepkinin ifade yollarından birisi olmuştur. Bu açıdan Papa’nın konuşması kurumsallaşmış Hıristiyanlığın (skolastik anlayış) savunmasından başka bir şey değildir. ‘Tanrı’nın ölümü Hıristiyan bir fenomendir’ diyen Darrida, ‘Hıristiyanlık, dinin sonunun dinidir’ diyen Gauchet, Batı’nın yeni bir teolojiye ihtiyaç duyduğunu ortaya koymaktadırlar. Cabiri, Batı aklının yeniden inşasına çağırırken, bu mânâda Batı teolojisinin de ivedilikle yenilenmeye ve gözden geçirilmeye ihtiyacı ortadadır. Papa, istemeyerek de olsa, bu süreci tetiklemiştir. Bu da Papa’nın atıfta bulunduğu Aristo’ya değil de, aforoz ettiği Ariuscu köklerine dönmekle mümkündür.
08.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|